Yeni Üyelik
20.
Bölüm

19. Bölüm: "Sessiz Çırpınışlar"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

19. BÖLÜM: “SESSİZ ÇIRPINIŞLAR”

Selam.

Konuyu fazla uzatmayacağım. Bundan sonraki bölümde serinin ilk kitabı olan EPOCHAL’in finalini vermiş olacağım.

Çok duygusalım çünkü bir süre onlara veda edeceğiz…

Umarım bölümü seversiniz. Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen.

Sizleri seviyorum.

Keyifli okumalar!

Bölüm Şarkısı: BANNERS – Ghosts

^^^

Aslında hiç güvenmemeniz gereken, herkesin ölümüne korktuğu bir insanla aynı yola çıkar mısınız?

Özellikle de bu kişi bir katilse.

Kulağa ne kadar deli saçması geliyor, değil mi? Öyle düşünmeyin, bu hayatta neler olacağını bilemediğiniz gibi bu hayatın neler getireceğini de bilemezsiniz.

Ben bir katille aynı yola baş koydum. Ben yaptım, bile isteye çıktım o yola. Hedefime odaklanarak verdim bu kararı. Az önce saydıklarımın hepsine sahip olan kişiyle kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek o yola çıktım. Mecbur kalmasaydım yapar mıydım bilmiyordum fakat sanırım geçmişe dönsem yine aynı şeyi tekrarlardım.

Herkesin neden ondan bu kadar çok korkup kaçtığını bir türlü anlayamıyordum. Bana hiç korkulacak biri gibi gelmiyordu. Evet, katil olmasın rağmen. Evet, herkesin onu görünce tir tir titremesine rağmen.

İnsanların korkusu her zaman beni etkilemiyordu. Benim endişelerimin, korkularımın zaman zaman onları etkilemediği gibi.

Ama bir insan neden katil olurdu ki? Yalnızca masum ve savunmasız insanları öldürmek için mi?

Peki ya bu hayatta ölmesi gereken bütün pislikleri öldürüp onlara bir mezar bile bahşetmiyorsa? O zaman da suç muydu? Günah mıydı? Yasak ya da yanlış mıydı?

Ben her zaman, gücümün yettiği kadarıyla doğru bildiğim şeyleri yapmaya çalıştım. Genelde böyle yapmaz mıydık zaten? Kendi doğrularımın izini sürerek içimizde, en derinlerden gelen sese kulak asmaz mıydık?

Bana göre doğru olan şey şu anda çıktığımız yolculuk, varacağımız o noktaydı.

Noktalar farklıdır, eşsizdir. Her insan, kendi yolculuğunda ulaşmak istediği noktayı seçer ve oraya varabilmek için her şeyi yapardı. Olması gereken de buydu; kendi rotanı belirleyerek varış noktasına ulaşmak.

Biliyordum, her zaman doğru sandığımız şey doğru çıkmayabilirdi fakat bunu denemeden asla bilemezdik. Denemek için de biraz cesaret ve risk almak lazımdı. Bakın, gerekli diyorum. Zorunlu ya da illa olmalı demiyorum. Tercih bize kalırken yaptıklarımızın sonuçları da bizim katlanmamız gereken durumları oluştururdu.

Ben bir risk alarak büyük bir adım atmıştım. Sonrasında oluşacak, karşımda belirecek sonuçlar da benim problemimdi. Lakin ben, sonuçların nasıl olacağını bilmesem dahi attığım bu adımdan ötürü kendi içimi rahatlatacaktım. Çünkü ben yaptım. Benim kararlarım, benim adımlarım, benim sonuçlarım.

Yükü tamamen ben taşıyacaktım. Omuzlarımda taşımak istediğim yük bu olabilirdi. Başkasının yükünü taşımaktansa kendi kendime yaptığım doğruların veya hataların sonuçlarını taşımayı isterdim. Yine söylüyorum, tekrarlıyorum: Olması gereken buydu.

Kimisine bencilce gelebilir. Sonuçta benim attığım bir adım yüzünden başka hayatlar da mahvolabilirdi. Ancak aynı zamanda başka hayatlar da kurtulabilir, her bir hayata dokunacak çiçekler yeşerebilirdi.

O yüzden, bencilce davrandığımı düşünseniz bile ben herhangi bir pişmanlık duymuyordum. Pişmanlığın kırıntısı bile yoktu. Savaşmadan, bir yola baş koymadan hiçbir sonuç elde edemezdiniz. Yalnızca düşünüp kafanızı yormak size bir sonuç kazandırmazdı. Bu böyledir, değiştiremezsiniz. Karşı çıkarsınız lakin değişim söz konusu bile olmaz.

İtiraf etmek istemesem de küllerinden doğan katilin söyledikleri doğru çıkmıştı. Ona sarılmasaydım bu yolculukta gerçekten de düşüp bayılırdım. Onun büyüsü diğer büyü gücüne sahip olanlarınki gibi değildi. Alakası yoktu çünkü katil, bizi Olimpos’un önüne getirdiğinde bunu ışınlanma ile gerçekleştirmişti.

Doğru duydunuz; bende doğru söyledim.

Kısa bir an önce ağaçlarla çevrili bir alandayken şimdi Olimpos Tapınağı’nın upuzun, sayılamayacak kadar çok olan merdivenlerinin önünde duruyorduk. Neyse ki görünmezlik büyüsünü de başarıyla tamamlanmıştı; yoksa buraya gelemez, kapının önünde Tapınağı korumaya yemin etmiş muhafızların hedefi olurduk.

Katil, onlardan gelecek herhangi bir tehlikeden kaçındığı için yapmamıştı görünmezlik büyüsünü. Biz daha rahatça, kendimizi kısıtlamadan hareket edebilelim diye yapmıştı. Kendisi böyle olduğunu dillendirmemişti çünkü gerekmiyordu. Ben neyin ne olduğunun bilincindeydim.

Muhafızların kimliklerini bilmiyorduk. Bizi köprüden aşağı atmaya çalışanlar şu anda buradalar mıydı, bilmiyordum fakat şimdi gördüğüm muhafızların yüzlerindeki maske ile öncekilerin taktığı maskeler daha farklıydı. Bu maskeler beyazdı ve üstünde siyah mürekkeple, koca harflerle “TANRI” yazıyordu. Tanrıya hizmet ettikleri anlaşılırken inandığı tanrıların Zeus ve Hades olduğunu biliyordum.

Pabucumun tanrıları.

Mızrakları yine ellerindeydi; sivri uçları yukarı bakıyordu. Yine benzer tipteki muhafızlar boylu boyunca yerleştirilmişti kapının önüne. Güçlü kollar, güçlü eller ve aynı siyah kıyafetler…

Dikkatimi onların üzerine yoğunlaştırmak yerine tapınağın önünde durup başımı kaldırarak merdivenlere baktım ve tüm bu basamakları nasıl çıkacağımızı düşündüm. Merdivenlerin sonunda bizi bekleyen upuzun bir altın kapı yer alıyordu; güneşin ışıkları altında parlarken göz kamaştırıyordu. Girişte, sağlı sollu konulmuş şekilde iki yanda bulunan Anka kuşu heykelleri olsa da Tapınağın kenarlarında başka heykellerde mevcuttu.

Elinde şimşek tutan bir heykel; muhtemelen mitolojide yer alan Tanrı Zeus’un görünümü olduğunu tahmin ediyordum çünkü bizim karşılaştığımız Zeus ile alakası yoktu. Ayrıyeten Poseidon, Hades ve daha birçok tanrının heykelleriyle çevriliydi.

Yanlış anlamadıysam 12 tanrının heykelleri yapılmıştı. Kendilerini birer tanrı gördükleri ve 12 Olimposlu’yu bir araya getirmek istediklerini de göz önünde bulundurunca yaptıkları estetik görüntüler çok normal gözüküyordu. Bu kadar uğraşa girmeleri beni güldürecekti. Kitaplarda gördükleri şeyleri kendilerine göre uyarlamışlardı. Cidden bir Tapınakta kalıyordu ruh hastaları.

Başımı o kadar çok yukarıya kaldırmıştım ki artık boynum ağrıyordu. Çok görkemli, büyük ve esrarengizdi. Yakından bakıldığında da insanın kanını donduracak derecede ürkütücüydü. Uzaktan gözüme çarpan kısımlar şu anda gördüklerimle kıyasla minicik kalmıştı. Her şeyi fazla fazla, kocaman ve abartı yapmışlardı.

“İçeride olduklarına emin miyiz?”

“Eminim,” dedim. “Ayrıca neden burada dikiliyoruz? Madem bizi buraya ışınladın, neden direkt içeriye ışınlamadın ki?” Bakışlarımı Tapınaktan ayırmayı başardığımda ona döndüm. Biraz daha Tapınağa bakacak olursam başım dönecekti.

“Birincisi,” dedi, bana dönüp. “İçeride bizi nelerin beklediğini bilmiyoruz. İkincisi ise Tapınağa büyü yapılmış, onu kırmam gerek.”

Trivia. Onlardan başka kimse içeri giremesin diye büyü yapmasını doğal karşılamakla beraber damarlarımda dolaşan kan hızlanır gibi oldu. Sinirlenmiştim. Trivia’dan o kadar iğreniyordum ki onun adı geçmediği zamanlarda bile aklıma geldiğinde tiksiniyordum.

Onlara ulaşamayalım diye her yöntemi kullanıp kendilerince en makul şekilde bütün olanakları değerlendirmişlerdi. Tipik Zeus ve yandaşları.

“Büyüyü kırabilir misin? Çok zamanımız kalmadı küllerinden doğan kat- Bir dakika. Senin bir adın yok mu?” Ona nasıl hitap etmem gerektiğini bilmiyordum. Devamlı olarak ona katil deyip duramazdım. Öyle olsa bile.

Yandan yandan bakıp sırıttı. Kapüşonu yüzünü kapattığı için yalnızca tek gözünü seçebiliyordum. “Zahir,” dedi tok sesiyle. “Adım Zahir. Bana o şekilde seslenebilirsin Anka.”

Buz gibi kesildim. Zahir normal bir isimdi. Efsaneye göre normal ismi olanlar herhangi bir güce sahip olamazlardı. Bu nasıl olabilirdi?

“Tanrı ismine sahip olmadığın halde nasıl büyü yeteneğin var?” Tapınağın önünden birkaç adım gerilemek istedim fakat sonra buraya ne amaçla geldiğim aklıma geldi. Onları kurtarmadan bir yere gitmeyecektim.

“Zamanı gelince açıklayacağım,” deyip başından savdı beni. Artık buna zerre inanmıyordum çünkü daha önce de aynı şeyi söylemişti ama o zaman hiç gelmemişti.

Ayrıca neyin zamanıydı yani? Neyi nasıl açıklayabilirdi bilmiyordum ancak ona inanmamama rağmen susup kabullendim. Açıklardı veya açıklamazdı, kendi kararıydı. Bana söylesin diye onu zorlamadım.

Bakalım bana karşı gelen zaman bu kez beni alt edecek miydi?

Trivia’nın büyüsünü bozmak için uğraşırken “Burayı bulamayayım diye başka bir büyü daha yapmışlardı. Bu nedenle Tapınağa gelmeden önce biraz bekledik,” dedi.

Daha kaç tane yapılmış büyü vardı? Akıl sır erdiremiyordum belirli bir yerden sonra. Benim de bir limitim olduğu için bazı şeyleri anlamak için kapasitem yeterli gelmiyor gibi hissediyordum.

“Senden saklamak için mi? İyi de senin buraya geleceğini nereden biliyorlardı?” Afallamış bir halde ona bakıyordum; o ise bizi Tapınağa sokabilmek için büyüyü kırıyordu. Benim sorumla elleri hareketini durdurdu. Kırma büyüsünü askıya aldı.

“Namımı herkes biliyor Anka,” dedi. “Beni çağıracağını tahmin etmişlerdir.”

Ona doğru yanaştım. Ara sıra ne olur ne olmaz diye muhafızlara göz gezdiriyordum. Bizi hâlâ göremiyorlardı, bu iyiydi. En azından içeri girebilene kadar bizi görmemeleri çok iyi olur, çok işimize yarardı.

“O gün ziyarete geldiğinde,” diye başladım. Benim cümlemle ellerini tamamen iki yanına indirdi. Derin bir iç çektikten sonra bedenini bana çevirdi. Kapüşonunu indirdikten sonra tek kaşını havaya kaldırarak “İşimi yapmama müsaade edecek misin?” diye sordu bıkkınlıkla. Ancak bana sert bakmıyordu.

Sorusunu umursamadan “Trivia ve Venüs seni gördüler. Senin deyiminle aramızdaki bağın bir şekilde farkına vardılar. Onlar anlayabildi Zahir. Peki ya ben neden sebebini bilmiyorum? Neden benim seni çağıracağımı biliyorlardı da tekrar tekrar büyü yapma gereksinimi duydular?” dedim.

Düz bir ifadeyle bakıyordu. “Zamanı gel-“ Elimi kaldırarak onu durdurdum. “Zamanı gelince,” dedim o söyleyemeden. Yüzüme bakarken ifadesini değiştirmemek, aynı tutmak için kaslarını sıkıyor olduğunu gördüm ama bunu ona belli etmedim.

“Zamanı gelince deyip beni oyalıyorsun. Bahsettiğin zamanın geleceğine nedense hiç inanmıyorum.”

“Bir katilin ağzından çıkan hiçbir söze inanmayacağını bilsem de sana söz veriyorum Anka. Eğer o zaman hemen gelmezse sırf senin için zamanı tersine çeviririm. Böylelikle o beklediğin zamanı kendi ellerimle sana sunabilirim,” dedi, büyük bir ciddiyetle.

Muhafızlar durdukları yerde hafifçe kıpırdandılar. Zahir -umarım gerçek adı budur- tekrardan Olimpos Tapınağı’na döndü fakat buraya gelirken ki enerjisi yoktu. Ellerini kaldırarak avuç içlerini yukarı tuttu. “Şimdi dikkatimi dağıtma başımın belası,” dedi uyarıcı tonda.

Kollarımı göğsümde bağladıktan sonra Tapınağın çevresine baktım; gözlerimle taradım. Her bir noktaya, ayrıntıya dikkat etmek istiyordum. Zahir işini hallederken bende tek tek heykelleri inceliyordum.

Burası yeni tasarlanmış ve inşa edilmiş olamazdı. Her şey çok devasaydı ve özenle yapılmıştı. Burayı da büyüyle yapabilme ihtimalini değerlendirdim ancak büyüler her konuda iş görür müydü, bilemiyordum.

Yavaş adımlarla ilerleyip Tapınağı baştan aşağı süzerken ayağım taşa takıldı. Düşecek gibi olurken bir kayaya tutundum ve tutunmamla beraber elektrik akımı elimden ayak ucuma doğru yol aldı. İrkilerek kendimi kayadan uzaklaştırdım ve arkamda duran muhafıza çarptım.

Hassiktir. Böyle planlamamıştım.

“Hey! Kim var orada?” Muhafız hemen arkasına dönüp mızrağını sağa sola doğru savurdu. Mızrağın sivri ucundan kaçmaya çalıştım. Elektrik akımı yüzünden parmağım uyuşmuştu ve tenimi yakmıştı.

Hayır, hayır, hayır. Lanet. Olsun.

Muhafızın beni görememesi hissedememesi anlamına gelmiyordu. Bu çok kötü olmuştu. Ona çarptığımı hissederek burada onlardan başka birilerinin olduğunu anladı hemen. Diğer muhafızlara seslenmeden önce bir kez daha “Kimsin!” diye bağırdı, gür sesiyle. O bağırırken yüzündeki beyaz maske titreşiyordu.

Diğer muhafızlar bizim olduğumuz yöne şüpheyle bakarken Zahir hemen yanıma gelerek beni kolumdan tutup çekiştirdi. “Sen gerçekten de baş belasısın. Rahat dur demedim mi sana?” Kaşlarını çatarak bakıyordu.

“Ben sadece Tapınağa bir göz atmak istemiştim,” dedim, mahcup bir şekilde.

“Onun için vaktimiz yok Anka,” dediğinde sesi yükselmişti; bana kızmıştı ve azarlayarak konuşmuştu. Bir ağabey gibiydi neredeyse. Endişelendiği için bana kızmıştı; muhafız beni yakalayıp bana zarar verir diye korktuğunu düşünecektim az kalsın.

Ona hak veriyordum. Yaptığım şey bir hata olabilirdi fakat o büyüyü bozana kadar biraz etrafta dolanmak istemiştim. Görünmez olduğumuz için de elimi kolumu sallayarak geziniyordum, bir kargaşaya sebep olacağımı bilmeden.

Ben nereden bilebilirdim ki ayağım bir taşa takılacak da kayaya tutunurken elektrik çarpacak ve daha sonra muhafızlardan birine çarpacaktım? Söylerken bile kulağa çok acayip geliyordu. Birine anlatsam sakarlığıma kahkaha atıp geçerdi.

Ayrıyeten bu elektrik akımı da neyin nesiydi? Buradaki detayı da derinlemesine düşünerek tasarlayıp oluşturmuşlardı. Kafalarının içi zehir gibi çalışıyordu desem maalesef yalan olmazdı.

“Tapınağa saldırmak için gelenler var! Gardınızı alın muhafızlar!” diye bir bağrış duydum. Az önce kendisine çarptığım muhafızdı. Diğerlerine de haber verdikten sonra mızrağını tekrardan sağa sola sallamaya başladı. Olur da isabet ettirirse diye acele ediyordu.

Zahir beni merdivenlerin önüne getirdiğinde ilk basamağı çıktı. Elini bana uzatır uzatmaz tuttum. Son kez omzumun üzerinden mızraklarla boşluğa saldırmaya çalışan muhafızlara baktım. Ancak Zahir beni öyle bir çekti ki yüzümü ona çevirmek zorunda kaldım.

“Acele edelim. O dangalaklar her an Zeus’a haber götürebilir,” dedi ve elimi daha sıkı tutarak basamakları çıkmamı sağladı. Merdivenler çok yüksekti. Onları tırmanmak için ne mecalim kalmıştı ne de zamanımız.

“Asla yetişemeyiz,” diye mırıldandım. Ardından bir şey dank etti ve “Onlar bizi duyabiliyorlar mı?” diye sordum. Madem ona dokunabilmiştim o zaman bizi duyma olasılıkları da vardı. Ancak Zahir hızla başını iki yana sallayarak “Hayır, duymuyorlar,” dedi.

Ondan beklediğim cevaba ulaşınca, “Biz merdivenlerin yarısına bile ulaşamadan bizim burada olduğumuzun haberi Zeus’a ulaşır,” dedim. Bok vardı da Tapınağı incelemek istemiştim. Aferin kızım sana.

“Doğru dedin.”

Bir anda beni kucağına, kollarının arasına aldı. Tam çığlık atacakken elini ağzımın üzerine kapattı. “Bizi duymuyor olabilirler ama yine de sesini çıkartma. Başıma bela açtın zaten,” derken kızgınlığını belli etmek istiyordu ama ses tonu her defasında yumuşak çıkıyordu. Daha ilk dakikalardan onu delirtmiştim. Aç karınla anca bu kadar oluyordu; fazlasını yapamıyordum şu anda.

“Gözlerini kapat ve derin derin nefesler al. Bu kez sözümü dinle.” Son cümlesini tane tane, baskın sesle söyledi. Ona uyarak bu seferliğine benden istediğini yaptım. Gözlerimi kapatıp derin nefesler almaya başladım. Hava serin olduğundan sürekli olarak derin bir nefes çekmek mide bulantımı biraz olsun kırabilmişti.

Muhafızlardan gelen bağrışmalar ve küfürler sessizleşti; hiçbirini doğru düzgün işitemiyordum. Çok uzaklardan, derinlerden geliyordu.

“Aç şimdi gözlerini.”

O ne dese ikiletmiyor, mecburen ayak uyduruyordum. Gözlerimi açarken ayaklarım yerle buluştu. Zahir beni kucağından indirdikten sonra eliyle tam karşında durduğumuz şeyi gösterdi. Dudaklarına gülümseme yerleşirken uzaktan dahi parlayan altın kapının önünde durduğumu gördüm.

Arkama dönüp anlık bir bakışla merdivenleri resmen iki saniyede çıkmış olduğumuz gerçeğiyle yüzleştim. Demek bu yüzden beni kucağına almıştı; bizi en yukarı çıkartabilmek içindi. Kafamı kaldırıp altın kapıya baktım; çok uzun ve genişti. Kapının önüne gelmiş olmamız mükemmeldi evet, fakat içeriye nasıl adımımızı atacaktık?

Zahir buna da bir çözüm bulmuştur herhalde, diye düşündüm içimden. Ona kendi ismiyle hitap etmek biraz değişik bir histi çünkü ona yıllarca ‘küllerinden doğan katil’ demiştik. Ara sıra yine söylerdim gerçi. Ya da bilmiyorum. Neyse.

“O sarışın arkadaşının gördüğü kâbusta diğerlerinin nasıl bir odada mahkûm tutulduğunu söyledi mi?”

“Hayır,” dedim. “Bir tek sana anlattıklarımı gördü. Morpheus onların hangi katta, hangi tarafta nasıl bir odada esir olarak tutulduklarını görmüş olsaydı söylerdi. Kâbusun etkisi yüzünden berbat bir haldeydi. Her detayı hatırlamıyor olabilir.”

Kendi kendine beni anladığını göstererek başını aşağı yukarı salladı.

Aşağıdan yükselen hareketli sesler bizim açımızdan kötüye gidiyordu. “Kapıyı çalmayacağız herhalde? Nasıl gireceğiz kapıdan içeri?” Sesimdeki gerginlik Zahir’e ulaştığında bir elini ensesine götürdü; bir sonraki adımımızı nasıl atmamız gerektiğine dair düşüncelerle kafasını yoruyordu.

Keşke buraya gelmeden önce beyin fırtınası yaparak bir konuda karar kılsaydık. Böyle davetsiz misafirler olarak kapının önünde boş boş durmak hoş değildi. Burada hoş karşılanmayacağımızı biliyordum ama onlar da her işimize çomak sokmaktan kendilerini alıkoyamadıkları için bu kapının önünde bekliyorduk.

“Büyük ihtimalle arkadaşların Zeus’un katında tutuluyor,” diye mırıldandı, yüzüme bakmıyordu. “Ve tahminimce Zeus’un katı en tepedeki.” İşte şimdi gözlerimiz kesişti. Tahminlerinin doğru çıkıp çıkmayacağını bilmiyor olsa da Zahir, bu ihtimali değerlendirecekti.

“En tepeye çıkacağız,” dedi kararlı ses tonuyla.

Kafamı tekrardan kaldırıp yukarıya baktım. En yukarı çıkmaya kalkarsak kimseye görünmeme olasılığımız sıfırdı. Hatta eksilerde falan. Emindim ki Olimpos Tapınağı’nın içerisinde bir sürü koruma ve çalışan daha mevcuttu. Üstelik yaratıkları da unutmamak lazımdı. Birden fazla, değişik türlerde yaratıklar içeride olabilirdi.

Görünmemekten kastım bizim seslerimizi duymalarından kasıttı. Sessiz hareket edeceğimizi hiç sanmıyordum. Ufak bir gıcırtı sesi de onları tetikleyebilirdi. Bizi göremeseler de hissetme olanakları vardı.

“Zahir ya hareket edeceğiz ya da kapının bizim için açılmasını bekleyeceğiz. Şayet kapıyı biz açmadan onlar açarsa bu geri dönüşü olamayacak bir probleme yol açacak,” dedim, hızlı hızlı konuşarak. Kapıyı açtıkları gibi bize çarpıp burada olduğumuzu hissedeceklerdi.

“Kapıyı açmadan içeri nasıl girebiliriz diye düşünüyorum. Ola ki içeri girdik, herhangi bir alarmın ya da başka bir şeyin onlara haber verip vermeyeceğini bilemiyoruz.” Derin düşüncelere kapılmıştı. Zümrüt yeşili gözleri bir anda karardı; siyaha döndü.

Bana siyah gözlerle bakarken kafamı çevirme ihtiyacı duydum ama bunu yapmaktan son anda vazgeçtim. Bir anda gözlerimin önünde belirdi: seneler önce kasabamıza geldiğinde de yine aynı, şu anda olduğu gibi siyah gözlerle bakmıştı bana. Fakat o zamanlar 6 yaşındaydım. Tüm bunları nasıl anımsayabilirdim? Zihnimle oynuyor olabilir miydi acaba?

“Birazdan olacaklar için şimdiden üzgünüm. Beni bir daha böyle görmeni istemezdim,” demesiyle elini kaldırıp altın kapıyı sertçe açması bir oldu. Kapı geriye doğru hızla açılırken hemen ardından serin bir esinti belirdi. Saç diplerimden ayaklarıma kadar hissettiğim bu serinlik tam bir tokat gibi çarpmıştı beni.

Kapının sertçe çarpıp ses çıkartmamasına engel olan Zahir tekrardan gücünü konuşturdu. İçeriye adımını atmadan önce bana döndü. “Bazen sınırları zorlamak iyiye işarettir,” dedi tok sesiyle. Gözlerine odaklandığımda hâlâ simsiyah olduklarını gördüm. Gözleri gibi kendisi de bir anda karanlığa dönüşmüştü. Hal ve hareketleri, ses tonu, bakışları… Her birinde kasvet dolanıyordu.

Sanki mümkünmüşçesine siyah saçları çok daha fazla koyulaşmıştı. Üzerindeki parıltılar yerle bir olurken soğuk bir imaja hapsoldu.

“Daha ne kadar kapının önünde beklemeyi düşünüyorsun?” Kaşları çatılırken gözleri küçülür gibi oldu. Bambaşka birine döndü; gerçek bir katile dönüştü yeniden. Benimle baş başayken yansıttığı kişiliğinden koptu.

Arkama dönerek son kez parmak uçlarımda yükselerek aşağıya baktığımda muhafızların iyice kalabalıklaştığına tanıklık ettim. Durduğum yerden adeta bir karınca sürüsü gibi gözükseler de bu, onların çoğaldığını fark edemeyeceğim anlamına gelmiyordu.

Yeniden önüme döndüğümde “Zahir!” diye bağırdım. Tanrım. Gördüklerim doğru olamazdı değil mi?

Küçük ama binlerce örümcek kapının eşiğine, Zahir’in ayak dibine ulaşabilmek için hızla hareket ediyorlardı. Demek ki kapı izinsiz açılınca ilk karşılaşacağımız şey buydu. Zahir bunun için mi beklemişti? Örümceklerin varlığını hissetmiş de kapıyı açmak için sabretmişti sanki.

Örümcek istilası. Her tarafımızı sarmak için koşuşturmaya başladılar.

Birkaç adım geriye gitmek istemiştim fakat merdivenlerden dolayı bunu yapamadım. Hiçbir fayda etmezdi zaten. Gözlerimi kocaman açarak bize yaklaşmakta olan örümceklere baktım. Örümceklerden nefret ediyordum. Onları her gördüğümde tüylerim kabarıyor, midem alt üst olup ağzıma ekşi bir tat geliyordu.

“Orada kal,” dedi Zahir, emir vererek. İstesem de adım atamazdım ki. Bacaklarım işlevini kaybetmişti. Ayak bastığım yerde çakılı kalmış, hissettiğim tiksintiden ötürü kaskatı kesilmiştim. Örümceklerin olduğu tarafa hiçbir türlü adım atamazdım. Özellikle de bu kadar fazla varken.

Zahir çabucak iki elini de kullanarak örümceklerin ilerlemesini engelledi; onların önünü keserek bir bariyer oluşturdu. Işıklar ortaya çıktı; rengi değişen siyah gözleriyle aynı renkte bir bariyer yaratarak örümceklerin adımlarını kısıtladı. Midem ağzıma geliyordu.

Yukarıdaki katlardan adım sesleri geliyordu. Bizi göremeseler de burada birilerinin olduğunu biliyorlardı artık. Örümceklerin delirmesinden de anlaşılmıştı davetsiz misafirlerin onların Tapınağı’na geldikleri.

“İçeri geç, kenarda dur.” Bana söyleneni her ne kadar tereddüt etsem de ikiletmeden yerine getirdim. Minik adımlar atarak içeri geçtim ve duvar kenarında durdum. Daha doğrusu sindim. Örümceklerden bir tanesi bile benim olduğum tarafa geçmeyi başarırsa ne yapacağımı bilmiyordum. Tek seçeneğim örümceği ayaklarımın altında ezmek olurdu fakat küçük olmalarına rağmen sayıları oldukça fazlaydı.

“Burada olduğumuzu biliyorlar,” diye fısıldadım. Korku ve yaşadığım tiksinti tümden sarmıştı beni. Örümceklere daha fazla odaklanamıyordum. Zahir’e bakmak istedim ama onu da yapamadım. Kendime başka meşgale bulmam lazımdı, bu yüzden Tapınağın içerisine göz gezdirdim. Tavandan aşağıya sarkan birçok kafatası yer alıyordu.

Bunların gerçek insan kafatasları olma olasılığı bir kez daha ürpermeme neden oldu. İnsanları öldürerek onların kafataslarıyla kendi mekanlarını süslemişlerdi. Bu nasıl hastalıklı bir zihindi? Yapay olduklarını düşünmüyordum; sahte yapılmış kafatası gibi görünmüyorlardı.

Başka detaylar da vardı ancak onlara dikkatimi vermek istemedim çünkü dikkat edilecek çok fazla şey vardı. Gözlerim fıldır fıldırdı. Her bir köşeye bakıyor ama aslında hiçbir şey göremiyordum.

Er ya da geç buraya gelecek ve gözlerime takılan her şeyi görecektim. Burada gizli tutulan birçok gerçek olduğunu düşünüyordum; onların hepsini bulmak için Olimpos Tapınağına tekrar uğramalıydık.

İçerisi boğuktu ve bu bana hiç yardımcı olmuyordu. Elim boğazıma gitti; nefes alamıyordum. Fazla karanlık ve sıkıcı ortamlar üzerime ağırlığını bırakıyordu.

“Hadi yürü,” dediğini işittim Zahir’in. Bir elini belime koyarak beni siyah merdivenlerden çıkartmaya zorlarken diğer elini örümcekleri zapt edebilmek için kullanıyordu. “Anka, yürü,” dedi sertçe. Saniyelik gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. Yeniden gözlerimi açtığımda merdivenlerin basamaklarını çıkmaya başladım.

Mide bulantımı derin nefesler alarak bastırabiliyordum.

Her bir basamağın kenarına kırmızı mumlar koymuşlardı; adım atarken onlara değmemeye özen gösteriyordum çünkü hepsi yanıyordu. Her bir mumu yakmışlardı ve içerideki tek ışık onlardan yansıyordu. Loş ışıkla buranın havası filmlerde gördüğümüz perili malikaneleri andırıyordu.

“Daha onları ne kadar oyalayacaksın?” diye sordum, örümcekleri kastederek. Basamakların hepsini çıkmayı başardığımızda Zahir bana sırtını dönerek aşağıda can çekişmekte olan örümcek sürüsüne göz gezdirdi. “Onları öldüreceğim,” dedi ve iki saniye sonra sahiden de dediğini yaptı.

Elini döndürmeye başladı ve onun her elini hareket ettirişinde örümceklerden yükselen sesler kulaklarımı doldurdu; her biri parçalara ayrılıyordu. Zahir örümcekleri öldürürken bende bulunduğumuz kattaki odalara göz atmayı denedim. Duvarlar gibi bu kattaki kapılar da siyahtı.

Dışarıdan hiçbir ışık içeriye yansımıyordu. Duvarlarda asılı olan apliklerden yansıyan loş, sarı ışık koridorları aydınlatmakta pek de başarılı değildi. Merdivenlerindeki mumlar da katta gezdiğimiz sırada ışıklarını düzgün yansıtamıyordu.

Benim açımdan iyiydi çünkü biri karşıma çıkacak olursa kendimi bir şekilde saklayabilirdim. Daha karanlık bir koridora girer ve beklerdim. Beni görmeyeceklerini bilmeme rağmen her an tetikte olmak istiyordum. Nerden bileyim ki belki birileri beni bir şekilde fark edebilirdi.

Cenaze havası vardı; ölüm kokuyordu tüm kuytu köşeler.

Süs olarak konulan iskeletler, kafatasları ve yine dışarıda bulunduğu gibi burada da mevcut olan heykeller vardı. Dışarıdan ne kadar masum gözükse de içi bir o kadar ürkütücüydü. Oysaki dışarıdan da korkunç gözüküyordu ancak şimdi içeride bulunduğum için kararımdan dönmüştüm.

Ne yapıyorlardı burada? Ayinler? Ritüeller? Büyüler? Toplantılar?

O kadar çok alternatif vardı ki hangilerini hayata geçirdikleri konusunda meraka düşmüştüm. Burada sadece uyumak için bulunmuyorlardı, bunu biliyordum. Türlü türlü planlar yaparak burayı aslında bir güç gösterisi olarak kullanıyorlardı. Öyle benimsemişlerdi.

Odalardan birine yanaşırken sağımı solumu kontrol etmeyi de ihmal etmedim. Gerçi görünmezlik büyüsü vardı; kimse beni seçemezdi ama yine birine değip başka bir soruna neden olmak istemiyordum. Odanın kapısını tam açacaktım ki ayak sesleri duydum. Yakınımdan geliyordu.

Zahir olamazdı çünkü onu merdivenlerin başında bırakıp farklı yöne ilerlemiş ve sağdaki koridora dönmüştüm. Onu beklemem daha akıllıca olabilirdi ama ben bir an önce arkadaşlarımı bulup en kısa sürede buradan tüymek istiyordum.

Sırtımı kapıya dayayarak bekledim. Nefes alışverişlerimi yavaşlatmaya çalıştım. Kalbim göğüs kafesime çarparak hızını attırırken iyice yaklaşmakta olan ayak seslerine dikkat kesildim. Dışarıda, kapının önünde duran muhafızlardan bir tanesiydi. Bir elinde mızrağını diğer elinde de gaz lambasını tutuyordu. Sahiden mi? Gaz lambası mı?

Ayakkabımla yanlışlıkla kapıya vurduğumda içimden küfürler ettim. Muhafız çıkarttığım sesi duymuş olmalıydı ki adımlarını durdurdu, yürümeyi kesti. Elindeki gaz lambasını etrafında döndürerek bir şeyler görmeyi bekledi ama gözüne ilgi çekici bir şey çarpmadı. Bundan faydalanarak daha fazla sineye çekildim. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve olabildiğince sakin nefesler alıp verdim.

Zahir koridorun başında belirdi ve direkt olarak bana baktı. Onunla göz göze geldiğimizde bana o kadar sinirli bakıyordu ki ona hak vermek durumunda kalmıştım. Başıma buyruk hareket etmemeliydim ancak sabrım tükenmişti. Sabırla beklemek istemiyordum artık.

Eğer bana kızacaksa, kızsın. Arkadaşlarıma ulaşmak için çabaladığım için kızardı sadece çünkü tek hedefim buydu.

Çok geç olmadan onlara ulaşabilmekti.

Muhafız kimseyi göremeyince yoluna devam etti. Başka bir koridordan saptıktan sonra gözden kayboldu. Zahir hemen yanıma geldi ve gelir gelmez “Sen kafayı mı yedin?” diye sordu. Öfkesi nefesine de vurmuştu. Gözlerimi kırpıştırdıktan sonra “Seni bekleyemezdim,” dedim.

“Ölmek istemiyorsan yanımdan ayrılmayacaksın Anka. Beni anlıyor musun diye soracağım ama anlasan da sözlerime kulak asmayacağını biliyorum.” Beni kapının önünden çekti ve elini bileğime doladı.

“Ben nereye gidiyorsam sende peşimden geleceksin. Burası göründüğünden de büyük ve karmaşık. Labirent gibi düşün, tamam mı? Oldu ki kaybolursan seni bulmam imkânsız olabilir.”

“Büyülerinden birini yaparsın,” dedim, omzumu indirip kaldırarak. Nasıl olsa büyü yapma konusunda ustaydı.

Bileğimi hafifçe sıktıktan sonra adımlarına ayak uydurmam için beni peşinden sürükledi. “Küçük, mızmız bir kız gibi davranmayı kes.”

Sesimi çıkartmadım. Niyetim küçük bir kız gibi davranmak değildi. Tamamen saçmalıyordu.

Özür dilerim katilciğim. Bir daha sözünden çıkmayacağım.

“Ayrıca ne için büyü yapıp yapmayacağıma ben karar veririm,” dedi, sesinden öfke akıyordu. Pekâlâ. Yapacağı büyülere kendisi karar verirdi fakat ben arkadaşlarıma yetişebilmek için hızlı davranırken beni azarlayıp duramazdı. Bana söylüyordu ama o da çocuk gibi davranıyordu. Hem biz neden durup dururken ağabey kardeş gibi didişiyorduk ki?

İkinci merdivenin basamaklarını çıkmaya başladığımızda “Örümcekler bizi nasıl görebildi?” diye sordum. Bir süre sessiz kalarak merdivenleri çıkmaya devam etti. Bileğimi tutmayı bırakmıştı fakat arada bir arkasına dönüp onu takip ediyor muyum diye bakıyordu.

Merdivenin başına geldiğimizde “Kokumuzdan anladılar,” diye yanıtladı sorumu. “Farklı bir koku aldıkları için sürü halinde harekete geçtiler.” Önden yavaşça ilerlerken sağını solunu kolaçan ediyordu. “Sikik bir asansör yaptırmayı düşünmedi mi bunlar?” dedi kendi kendine.

Daha kaç kat çıkmamız gerektiğini bilmiyordum. Şimdiden yorulmuştum ve midem boş olduğu için başım dönüyordu. Dudaklarımı ıslatma ihtiyacı hissederek dilimle dudaklarımı yaladım. Bir su dahi içebilseydim çok makbule geçerdi. Ayak tabanlarım gibi başım da zonkluyordu.

Her şey sizin için, diye geçirdim içimden. Arkadaşlarım için her şeyi göze alabilirdim. Biliyordum ki onlarda benim için aynısını yapardı. Aslında yapmışlardı da. Athena, Morpheus ve Hakan ile beni bulmaya gelmişlerdi, Sirenler tarafından götürüldüğümü gördüklerinde boş durmamışlardı.

“Sence de buranın aşırı derecede sessiz olması tuhaf değil mi?” Üçüncü kata çıkmak için son basamağa bastım. Bacaklarım titriyordu; durmadan merdivenleri adeta tırmanarak çıktığımız için bacaklarımı hissetmiyordum. Ara verip dinlenememiştik çünkü her katta muhafızlar yer alıyordu.

Olası bir aksilik için her kata birden fazla muhafız yerleştirmişlerdi. Haliyle her attığımız adımı yavaşça atıyorduk ve bu beni daha çok geriyordu. Kafayı sıyırmış gibi sanki birileri arkamızdan bizi takip ediyor gibi geliyordu; sürekli olarak arkama dönüp bakıyordum.

Zahir birkaç odayı göz ucuyla kontrol etmişti ancak odalar bomboştu. Bomboş derken kimse kalmıyordu anlamında, yoksa kapının ucundan görebildiğim kadarıyla türlü türlü işkence aletleri vardı odanın içerisinde. Eminim ki başka şeyler de bulunuyordu.

Ne hakla insanlara işkence edebileceklerini sanıyorlardı?

Asıl masum ve mazlum olan bizlerken işkence gören yine bizler oluyorduk.

“Bizi en yukarıdaki kata ışınlayamaz mısın? Biraz daha merdiven çıkarsam bacaklarım kopabilir,” dedim nefes nefese. Dördüncü kata çıkabilmek için merdivenlere yanaştığımız sırada kendimi basamaklardan birinin üzerine bıraktım. Kıçım mermer zeminle buluşunca rahat bir nefes vermekten kendimi alıkoyamadım. Ter içinde kalmıştım ve yüzüm sıcacık olmuştu. Ateşim çıkmış gibi suratımın her bir noktası yanıyordu. Vücudum da alev alevdi.

“Bir ışınlanmayı daha kaldıramazsın. Zaten çok yorgun ve açsın Anka. Baksana haline, ne kadar halsiz gözüküyorsun. Şimdi bizi yukarı ışınlasam ölebilirsin, vücudun bu enerjiye ve güce dayanamaz. Arkadaşlarını kurtardıktan sonra geri dönebilmek için son bir kere daha ışınlanacağız. O zamana kadar kendinde ve dinç olmana ihtiyacım var.”

Bana kısa bir anlığına hüzünlü gözlerle baktı. Bir katilin sözleri ve bakışları gibi değildi.

Bana baktığında gözleri eskisi kadar siyah gözükmüyordu. Zümrüt yeşili tam olarak ortaya çıkmasa da Zahir’in gözlerindeki siyahlığı az bile olsa yumuşatacak kadar belirgindi.

Başımı omzuma düşürerek ona baktım. “Bir katil olarak az önce benim hayatım için endişelendiğini mi itiraf ettin? Sence de bu itiraf bir katil için fazla absürt kaçmıyor mu?” Yaşadığım şaşkınlığı gören Zahir hemen surat ifadesini değiştirdi. Bir anda ciddileşti; kaşlarını çattı ve sırtını dikleştirdi. Kapüşonuna iyice sarılarak gözlerini benim şüpheci bakışlarımdan sakladı.

Saklanabilirdi ama kaçamazdı. Ben ne gördüğümü biliyordum. Bir katile bakmıyordum, benim için endişelenen bir insana bakıyordum. Şefkatini bana sunması için hiçbir şey yapmamıştım ama o yine de bana şefkatini göstermişti. Enerji olarak ona doğru çekiliyordum; ona çekilmek beni kaygıya düşürmüyordu.

Bana, tek kelime bile sunmadan sırtını çevirdi ve duvarlarda asılı duran tabloları incelemek için koridora geçti. Kapüşonu yüzünden nereye baktığını seçemesem de gözlerini her tablonun üzerinde gezdirdiğini biliyordum. Başımı duvara yaslayıp dizlerimi kendime çektim. Azıcık dinlensem yeterli gelirdi, fazlasında gözüm yoktu.

Mumlar benim durduğum tarafta değildi ve bu kattaki merdivenlere daha az mum yerleştirilmişti. Mumlardan gelen sıcaklıkla iyice suratım yanıyordu. Suratımı Zahir’e doğru çevirdiğim için mumların oluşturduğu ısıdan biraz da olsa kaçmıştım.

Apliklere daha yakın duran bir tablonun önüne geçip durduğunda “Enteresan,” diye mırıldandı. Benimle konuştuğunu sandım ama kendisiyle konuşuyordu.

Parmaklarını zarifçe tablonun üzerine dokundurdu. Merdivenin basamağında oturduğum için tablodaki resmi göremiyordum. Yalnızca birinin portresi olduğunu seçebilmiştim. Aplik az ışık yansıttığı için durduğum noktadan portrenin kime ait olduğunu görmem imkansızdı.

“Kim o?” diye sorarken bir yandan da ayağa kalkmıştım.

“Afrodit,” dedi Zahir durgunlaşan sesiyle. “Çok güzelmiş,” diye mırıldandı. Ardından ağzından çıkanları fark edince boğazını temizledi. “Çizen her kimse güzel çizmiş yani,” diye değiştirdi ama ben yemedim. Afrodit cidden çok güzeldi; gerçek bir Tanrıçaya benziyordu. Büyüleyici gözleriyle parlak sarı saçları onu fazlasıyla dikkat çekici yapıyordu. Bir de kendine has aurası vardı.

Yalnız neden Afrodit’in portresi bir tablo olarak Tapınaktaki duvarlardan birine asılmıştı? Ve kim portreyi bu kadar muntazam ve her ince ayrıntıya kadar çizebilmişti? Asla anlam verememiştim. Muhtemelen on iki Olimposlu’nun isimlerine sahip olan kişilerin portreleri çizilmişti.

Yine de mantıksız geliyordu. Bu ihtimal de durumu normal kılmıyordu. Bana kalırsa epeyce rahatsız ediciydi. Kendi portremin çizilip bir duvara asıldığını görsem çok huzursuz hissederdim.

“Ne oldu? Etkilendin mi?” diye sordum alayla. Zahir bana doğru döner dönmez “Ne alakası var?” diye tersledi. Gayet de etkilenmişti. Kendi kendine inkâr etmesiyle anca kendisini kandırırdı.

Sol tarafımızdan sıvı bir şey fırladı. Son anda ikimizde geriye çekilerek gelen şeyden kurtulmayı başardık. Duvara yapışan sıvıya bakmak istediğimde Zahir “Anka geri çekil,” diye uyardı beni. Loş ışığın altında koyu yeşil renkte olduğunu fark ettiğim sıvının kim tarafından geldiğini merak ettim.

“Geri çekil,” dedi Zahir yeniden. Temkinli adımlarla geriye doğru birkaç adım attım. Karanlığın arkasına gizlenmiş olan dev bir akrep Zahir’e doğru yaklaştı; kıskaçlarını hızlı hızlı açıp kapatıyordu. Sesler kulak tırmalayıcıydı. Kuyruğundaki iğnesini uzatarak Zahir’i hedef almaya çalıştı ancak Zahir başını eğerek iğneden kaçtı. Akrebin iğnesi duvara saplandı.

Yine kokumuzdan bizi bulmuştu. Demek bu yüzden kimse ortaya çıkmıyordu çünkü kendilerini göstermeye gerek duymuyorlardı. Onlar için çalışan bir sürü iğrenç yaratık vardı. İlk önce örümcek sürüsü şimdi de dev bir akrep. Normal akreplere göre çok büyük ve uzundu. Haliyle kıskaçları ve kuyruğu da onun boyutuna göre orantılıydı.

Akrebin gözleri kıpkırmızıydı. Kokumuza doğru çekilen akrep, kan kırmızı rengindeki gözleriyle bir bana bir Zahir’e dönüyordu. İğnesini duvardan çıkartabildiğinde yeniden saldırıya geçti. Birkaç adım daha geriledim fakat Zahir’in kaçacağı bir delik yoktu. Akrep, bana olduğundan çok ona yakındı. Kuyruğundaki sivri iğne ise tek bir hamlesiyle Zahir’i hedef alabilirdi.

Bizi görememesi bizim açımızdan bir kolaylık sağlasa da en ufak bir sesle bizim nerede durduğumuzu hiç zorlanmadan bulabilirdi. Kokumuzun onu cezbetmesi işleri sarpa sarıyordu fakat ondan uzaklaştığımız an kokumuzu kaybetmesi an meselesiydi. Ben, Zahir sayesinde akrepten uzaklaşsam da Zahir benim kadar şanslı değildi.

Akrep kuyruğunu gittikçe uzatarak havada sağa sola sallamaya başladı. Apliğe ve duvarlara çarpıp duran kuyruğu çıkardığı yüksek darbelerden dolayı bulunduğumuz katı inletiyordu. Muhafızlar her an buraya intikal edebilirlerdi. Birden fazla muhafız buraya gelirse onlardan ve mızraklarından kaçıp saklanabilmek bir hayli güç olacaktı.

“Attığı o sıvı şey zehri miydi?” diye sordum fısıltıyla. Zahir bana bakmadan başıyla onay verdi. Birimizden birine denk gelseydi can çekişerek saniyeler içinde ölebilirdik. Bu ihtimal korkunçtu, bedenimin buz gibi olmasına neden oldu.

“Yavaş hareketlerle merdivenleri çık.” Zahir geri geri yürürken akrep hâlâ delirmişçesine kuyruğunu sallıyordu. İsabet ettirmesi an meselesiydi çünkü ikisinin arasında çok az bir mesafe kalmıştı. Akrep normal boyutlardaki akreplere göre daha büyük olduğundan zehri de daha ölümcül olmalıydı. Kuyruğunu dilediği şekilde uzatabiliyordu ve ucundaki zehirli iğnesi insanın gözünü çıkartacak derecede uzun ve sivriydi.

“Sen ne olacaksın?” Ses tonum ne kadar tedirgin olduğumu ele veriyordu.

“Ben bir katilim Anka. Sen gittikten sonra onun icabına bakarım,” dedi. Gözleri tekrardan siyahlığa bürünerek zümrüt yeşilinden eser kalmadı. Neredeyse onun bir katil olduğu gerçeğini unutup duruyordum her seferinde. Haklıydı; o bir katildi ve onun için hiçbir tehlike teşkil etmeyen akrebi öldürebilirdi. Örümceklerde yaptığı gibi bunu da kolaylıkla yerine getirebilirdi.

“Taktığın kolye seni koruyacak, söz veriyorum. Şimdi sessiz adımlarla merdivenleri çık ve en yukarı kata vardığında bu kez bir delilik yapmadan beni bekle.”

Bana baktığında aplikten vuran loş ışık tam olarak yüzündeki çizik izine denk gelmişti. Bir bıçak yarası gibi duran kesik izini aydınlığa kavuşturan ışık karşısında Zahir yüzünü buruşturdu. Ona verilen bu izin gözükmesinden hoşnut değildi.

Kapüşonunu bu yüzden de takıyor olabilirdi. Yara izinden utanıyor ve onu saklamak istiyordu.

Daha fazla onun gözlerine bakmamak adına arkamı dönerek merdivenlere yöneldim. Basamakları ikişer ikişer çıkmaya başladım. Yeni bir kata geldiğimde kendi avucumdaki yanık izine baktım. Onda da bende de hiç taşımak istemediğimiz izler vardı.

Hakan daha geçen gece bu elleri tutmuş, öpmüştü. Deneyelim demişti. Deneyebilirdik. Bir yerden başlayabilirsek devamını getirebilirdik. Tabii buradan sağ salim çıkabilirsen, dedi içimdeki arsız ses.

Aşağı kattan bir ses yükseldi. Çığlıktan çok bir acılı inleme gibiydi. Zahir’den mi gelmişti acaba? Geri dönmeli miydim? Hayır, dönemezdim. O kendi başının çaresine bakabilirdi. Akrep onun neslinde hiçbir şey değildi. Elini sallasa onu hemen öldürebilirdi.

O yüzden yoluma devam ettim. Geriye dönmedim, önüme baktım.

Kim bilir kaç kat daha çıktıktan sonra en sonunda son kata ulaşabilmiştim. Gerçekten de bacaklarımı hissetmiyordum. Kaslarım o kadar çok ağrıyordu ki tek bir adım daha atamayacak kıvama gelmiştim. Nefes nefese kalmış, dilim damağım kurumuştu. Suya ihtiyacım vardı. Başım dönüyordu, her an merdivenden aşağı yuvarlanacakmışım gibi geliyordu.

Alnım boncuk boncuk terlerle dolmuş, suratım hep olduğu gibi kızararak ısınmaya başlamıştı. O kadar efora böyle olması çok doğaldı.

Trabzanlara tutunduğumda dinlenmeye çalıştım. Suratım ısısını arttırıyordu, kulaklarım çınlıyordu ve bulanık görüyordum. Plana sadık kalarak bu işe bugün son noktayı koymalıydık. Arkadaşlarımı sessiz sedasız buradan kaçırıp diğerlerinin yanına dönmeliydim.

Onları tek başlarına bıraktığım için vicdan azabı çekiyordum ama burada olsalardı çok daha berbat hissedeceğimi de biliyordum.

İki kişiyken bile daha arkadaşlarımı bulamamışken ekip halinde gelseydik herkese göz kulak olmak çok daha zorlayıcı olacaktı. Yaptığım kimine göre yanlış kabul edilebilirdi fakat ben, onlar burada olmadıkları için memnundum.

Tamam. İyiydi, hoştu ancak son kata çıktığımdan beri hangi yöne gideceğimi bir türlü kestiremiyordum. Sağdan soldan sesler yükseliyordu ama hangi taraftan geldiğini anlamam bir hayli sıkıntılıydı.

Bir kapının açılıp kapanma sesini işittiğimde merdivenin trabzanlarına dayadım sırtımı. Ayak seslerinin hangi taraftan geldiğini öğrenebilirsem yolumu bulabilirdim. İki elimle birden trabzanları sıkıca tuttum, zira aşağı düşmek istemezdim.

Yaşadığım stresten kaynaklı olsa gerek, avuç içlerim terlemişti. Ellerim trabzandan kayıyordu ve ben her defasında daha sıkı tutmak için direniyordum.

Zahir neden hâlâ gelmemişti? Acı dolu inlemeler ondan mı gelmişti? İyi de o bir katildi. Herhangi bir katil olsaydı anlardım; onun yaptıkları herkesin dilinde dolanıyordu. Bir katil acı çekmekten çok karşısındakine acı çektirirdi. Akrebi öldürüp öldüremediğini düşünüp dururken koridorun sağ tarafından adım sesleri duydum.

Bir kişiye ait adımlar değildi; iki kişinin adımlarıydı.

Yine muhafızlar mı diye tahmin yürütürken koridoru dönmekte olan Trivia ve Venüs’ü gördüm. Gözlerim onları bulur bulmaz nefesim kesildi. En ufak bir seste burada olduğumu kolayca anlayabilirlerdi. Özellikle de Trivia. O sürtüğe hiçbir koşulda güvenmiyordum. Güvenmem için de iğne ucu kadar bir sebebim yoktu.

İkisi yan yana, salına salına yürürken kaşlarım otomatik olarak çatıldılar. Bu kadar büyük bir keyifle Tapınağın içinde dolanmaları sinirlerime dokunmakla kalmıyor, adeta bütün sinirlerimi hoplatıyordu.

Fısıldaşarak bir şeyler konuşuyorlardı. İkisinin dudaklarında da aynı tebessüm belirmişti. Arkadaşlarımı esir tuttukları odadan çıktıklarını tahmin ediyordum çünkü bu mide bulandırıcı mutluluğun farklı bir nedeni olduğunu zannetmiyordum.

“Planlar tam da bizim şekillendirdiğimiz gibi ilerliyor. Buna bayılıyorum!” diye şakıdı Venüs, bir aptal gibi ellerini birbirine çarpıp alkış yaparken. Aman ne büyük zafer.

Henüz kesinleşmemiş olan planları yüzünden zafer kazanmışçasına sevinç nidaları atarak eğleniyorlardı. Kısa bir süre sonra o attıkları sevinç çığlıklarının boğazlarına dizileceklerinden hiç haberleri yoktu.

Boğazlarına takılı kalıp hiç gitmeyecek bir yumruya yol açacaktım. Tabii Zahir şimdiye dek gelmiş olsaydı bunu çok daha rahat ve basit yoldan yapacaktım. Bütün katları çıkmıştım ama o hâlâ onu bıraktığım yerdeydi, geri dönmemişti.

Kural 1: Bir katili yardım için çağırmayın.

Kural 2: Bir katile güvenmeyin.

Ve kural 3: Bir katil sizi yarı yolda bırakırsa buna şaşırmayın.

İkisi kahkaha ata ata merdivenlerin başına geldikleri Venüs ilk basamağa basarak inmeye başladı. Trivia ise bir anda durdu; inip inmemek arasında gidip geldi. Sanki ona bir şey çarpmış gibi aniden durup bekledi. Venüs başını almış giderken Trivia elini trabzana koydu.

Kırmızı gözleri direkt olarak yüzüme dokundu. Bir süre o şekilde bana bakarak bekledi. Beni görmüyordu fakat kesinlikle beni hissetmişti. Hemen ben olduğumu anlamamıştı elbette ancak birinin trabzanlara dokunduğunu anlamıştı.

Bir büyücü olduğu için sezgileri kuvvetli olabilirdi. Tamamen sezgilerine dayanarak hissetmişti benim varlığımı.

O kadar yavaş nefes almaya özen gösteriyordum ki her an patlayabilirdim. Her şey çok az, eksik geliyordu. Başımı çevirerek gözlerinden kaçtım. Kırmızı gözleri mumlardan yansıyan turuncu ışıkla birleşince normalden daha ürkütücü görünüyordu.

Trivia’nın gözleri şu an tam da bir alevi andırıyordu. Ciddi anlamda gözlerinden alevler çıkıyor gibiydi.

Trivia minik adımlarla benim olduğum kısma doğru yürümeye başladı. O her bana doğru adım attığında bende trabzanları bırakmamak kaydıyla yana doğru adım atıyordum. Geldiğimden beri ses çıkartıp durmuştum. Şimdi çok sessiz davranmalıydım çünkü Trivia beni yakalarsa Zahir’in büyüsünü bozup beni görünür hâle getirebilirdi.

Gerçi Trivia’nın büyüsü Zahir’inkini kırmak için yeterince kuvvetli miydi, onu bilmiyordum.

Tam trabzanlardan uzaklaşıp koridorun sağ tarafından dönecektim ki karnım guruldadı.

Siktir. Tam da ihtiyacım olan şeydi boş midemin harekete geçmesi. Gerçekten de boş bir mide hiçbir zaman olumlu sonuç vermiyordu.

“İşte şimdi seni yakaladım minik fare.” Suratımı buruşturup elimi karnıma götürdüğümde koşmak için hazırlanmıştım. Koşmaya başladığım esnada arkamdan vuran bir güç beni yere serdi. Bana karşı büyü gücünü kullanarak beni zemine yapıştırmıştı. Elektrik akımı tüm bedenime yayıldı. Buna rağmen, sırtım acıyla sarsılırken yüz üstü yattığım yerden kalkmaya çalıştım.

Açlığımın başıma bela açacağını bilemezdim.

“Kim olduğunu bilmiyorum ama artık bir önemi yok. Benim için bir ölüsün, minik fare,” dedi, kin dolu sesiyle. Nefretini yaptığı büyülere de yansıtıyordu; zira sırtımın ağrısı beni sersemletmek için fazlasıyla kuvvetliydi.

Yerden kalkamayacağımı anlayınca son çare olarak yerde sürünmeye başladım. Trivia’nın ayak seslerini işitemiyordum. Nasıl olsa benden kaçamaz diye düşünüyordu benim için. Rahatlığı da buradan geliyordu.

Bize hep hitap ettiği gibi ben bir fare olmuştum; o da beni kovalayan aç kedi.

“Seni fark edemeyeceğimi mi sandın? Sahiden de bu kadar beyinsiz misin?” Sesi derinlerden geliyordu. Kulaklarım çınladı, kusma hissi boğazıma kadar yükseldi fakat durdurmak için kendimi zorlayarak yutkundum.

Ayağa kalkabilirdim. Ona karşı savaşabilir, gücüne karşı direnebilirdim. Neler yaşamıştım sonuçta. Bir tane sürtük beni alaşağı edemezdi.

Başım dönmeseydi tüm bunları gerçekleştirebilirdim. Daha önce Trivia’dan böyle fiziksel bir darbe almamıştım. Dürüst olmam gerekirse bu kadar güçlü olabileceğini tahmin edemezdim.

O yara açıyorsa bende yaraları iyileştirebilirdim.

Ayağa kalk Anka. Ayağa kalk ve dimdik dur. Bir amacın var; amacını asla unutma. Hedefinden şaşma.

Biraz daha sürünerek Trivia’dan uzaklaştığımı düşünürken ellerimi yere koyup kendimi kaldırmayı denedim. Dizlerim zeminin üzerine değdiğinde derin derin nefesler aldım. Kafamı kaldırdığımda tam karşımda bir kapı gördüm. Diğer kapılardan değildi. Olimpos’un girişinde gördüğüm büyük kapının rengindeydi. Altın renkteki kapı belli belirsiz yansıyan sarı ışık sayesinde parıltılar saçıyordu.

Orası olmalı, diye düşündüm içimden.

Geldim. Arkadaşlarımı kurtarmak için doğru kapıyı ve odayı bulabilmiştim.

Az kaldı. Çok az kaldı. Dayanın, geliyorum.

Dizlerimin üstünde emekleyerek sağımdaki duvara tutundum; kendimi yukarı kaldırdım ve ayaklarımın üzerinde durmayı başardım. Boynumdaki kolye yanıp söndü. Kolyenin ucunu avcumun içine alıp sıktım.

Beni koruyacak kolye. Madem kolye çalışıyor, o zaman neden büyü bu kadar çok canımı acıtmıştı? Kolye olmasaydı daha mı kötü olurdum? Böyle bir şey olabilir miydi?

Nerede kaldın Zahir? Gelmeyecek misin?

“Minnacık, kokuşmuş fare!” diye seslendi Trivia, fare kelimesini uzatarak. Sesi ne çok uzaktan ne de çok yakından geliyordu. Minik faren batsın, rezil kadın.

Kendini üstün görerek insanları aşağılamasından sıkılmıştım. Sinirden nefes alışverişlerim hızlanırken yanaklarımı ateş bastı. Göğsüm hızla inip kalkıyordu.

Duvara tutuna tutuna sendeleyerek yürüyordum. Arkamdan gelmediğini biliyordum fakat tekrar atağa geçmek için neyi beklediğinden emin olamıyordum. Yüksek ihtimalle altın kapıyı açtığımda içeridekilerin benim burada olduğumu anlayacaklarından kaynaklanıyordu.

Neticede görünmez olsam da objelere dokunabiliyordum ve her dokunuşum karşı tarafa yansıyor, böylelikle bir şeylerin hareket ettiğini görebiliyorlardı. Yani beni görmeseler de burada olduğumu o hastalıklı beyinleri algılayabiliyordu.

“O kapıdan içeri girdiğinde senin kokunu alamayacaklarını mı sanıyorsun?” Trivia istikrarlı bir şekilde benimle konuşmaya devam ediyordu ama onu kıçına takan yoktu. Benimle oynadığı kedi-fare oyunu ona çok cazip geldiği için kendi leş oyununu sürdürüyordu.

“O kapıdan adımı attığın anda sen bir ölü olacak- Ah!” Trivia’nın cümlesi yarıda kesilirken duvarlardan gelen titreşimle olduğum yerde irkildim. Arkadan bana ulaşan gürültülü ses yüzünden omzumun üstünde başımı çevirdim.

Zahir gelmişti. İki büklümdü ve zor bela ayakta durabiliyordu. Sol kolunu tutarken öne geriye doğru yalpalanıyordu. Trivia’yı duvara çarpan oydu. Solgun suratına, halsiz bedenine rağmen gücünü konuşturmanın bir yolunu bulmuştu.

Trivia’nın bana yaptığı muameleyi fark ederek tüm sinirini ondan çıkartmıştı. Beni korumak için yapmıştı. Gözlerimle görmesem doğruluğuna inanamayacağım bir hamle olurdu Zahir’in az önce yaptığı şey.

Trivia duvar dibinde acıdan kıvranarak inliyordu. Yattığı yerden kalkmayı denediğinde Zahir ona tekrardan bir darbe vurdu. Işıkların çıkmasıyla duvarda duran apliğin ampulü patladı. Kıvılcımlar Trivia’nın üzerine dökülürken ondan gelen tiz çığlıklar koridoru doldurdu.

Zahir, Trivia’nın acıdan buruşan suratına doğru eğilip ona baktı. Trivia gözlerini kısmıştı ki zaten gözleri açık olsa da tepesinde dikilen kişinin küllerinden doğan katil olduğunu kavrayamazdı. Zahir biraz daha eğilerek az önce iki defa saldırdığı Trivia’nın bilincinin kapanıp kapanmadığını kontrol etti. O sırada bende ağzım açık bir şekilde olanlara bakmakla meşguldüm.

Altın kapının kenarında dururken ikisini izliyordum. Zahir, Trivia’nın bayıldığından emin olduktan sonra başını kaldırıp bana baktı. Gözlerini seçemiyordum çünkü tamamen siyahtı. Aplikteki ampul de patladığı için Zahir’in bulunduğu yer iyice karanlığa hapsolmuştu.

Biraz daha bana doğru döndüğünde kolunu neden tuttuğunu anladım. Kolundan akan şeyin kan olduğunu anlamamak imkânsızdı. Karanlığa rağmen kolunun kanadığını çözebilmiştim.

Zahir yaralanmıştı. Akrep ona iğnesini değdirmeyi başararak Zahir’in koluna zehrini akıtmıştı.

Demek bu yüzden yanıma geç gelmişti. Bana oyun oynadığından değil, yaralandığı içindi. İyi de kendi yarasını iyileştirecek bir büyüsü yok muydu? Anlayamıyordum.

Yanında durduğum altın kapı yavaşça açılırken gıcırdadı. Kapıdan çıkan kişi Hermes idi. Kapı kapanmasın diye ayağımı kapının arasına koydum ama mesafeyi çok açmadım ki göze batmayalım.

Demek Hermes de odada bulunuyor, her yapılan eylemde yanlarında durarak arkadaşlarımın çektiği ızdıraba tanıklık ediyordu. Orospu çocuğu. Hepsi süzme orospu çocuklarıydı.

Başta o olup olmadığını anlayamamıştım çünkü suratını tam algılayamadığım gibi aynı zamanda saçlarını kesmişti. Kulaklarının altında biten açık kahverengi, dalgalı saçlarını daha da kısaltmıştı. Yerde yatmakta olan Trivia’ya doğru yürürken küpeleri sallanıp duruyordu. O kesinlikle Hermes idi çünkü ondan başka küpe takan erkek yoktu aralarında.

Hızla etrafına göz gezdirerek koridorda ikisinden başka birilerinin olup olmadığını kontrol etti. Elbette ki kimseyi göremedi ama burada sadece Trivia ve kendisi olmadığının gayet farkındaydı. Ne de olsa kurnazlık tanrısı Hermes’in ismi ona verilmişti. Kurnazlığını konuşturması onun gücüydü.

Zahir sağ elini kaldırarak dikkatimi çekmek amacıyla havada salladı ardından “İkimizde darbe aldığımız için görünmezlik büyüsünün etkisi daha fazla dayanamayacak. Aslında düzeltirdim ama akrebin iğnesinden akıttığı zehir yüzünden kolumu oynatamıyorum,” dedi. Kolunu göstermeye çalışırken tek bir hareketiyle sızlayan kolundan dolayı suratı ekşidi.

Bir kez daha, sanki burada ikimiz varmışçasına benimle irtibat kurarak “Zehri dışarı attım fakat yara duruyor,” dedi, kesik kesik çıkan nefeslerinin arasından. Dişlerini sıkarak konuşmuştu. Anlaşılan yarası ona bile çok ağır gelmişti. Güçleri olsa da o da bir insandı; ağrıyı hissetmesi illaki olacak bir şeydi.

Kafamı iki yana salladım. “Anlamıyorum. Neden yarayı iyileştiremiyorsun?” Kapı o kadar ağırdı ki ayağım her an kapının arasına sıkışıp kalabilirdi. Acımı bastırmak için dudaklarımı kemirmeye başladım. Her tarafım ağrıyordu; acılarımı zapt etmem gittikçe kötüleşiyordu.

“Fazla geç olmadan içeri gir ve arkadaşlarını kurtar. Büyünün etkisi yavaş yavaş kaybolacak. Umarım bu süre sana yeterli gelir.” Yüzünden sancılı bir ifade geçti. “Kendi yaramı iyileştiremiyorum, yasak. Arkadaşlarını kurtardıktan sonra bana yardım edebileceğine inanıyorum,” dedi, daha çok bir ricada bulunurcasına.

Hermes, Trivia’nın yanına gittiğinde dizlerinin üstüne çöktü. Elini onun dağılan kırmızı saçlarına sürttüğünde derin bir iç çekti. “Demek geldiler,” diye mırıldandı kendi kendine. Lakin o kadardı. Delirip diğerlerine haber götürmemişti. Boş boş Trivia’nın solgun suratına bakıyordu.

“İşimi halleder halletmez geri döneceğim,” dedim. Ardından “Senin bana yardım ettiğin gibi bende sana yardım edeceğim,” diye ekledim. Zahir kendisini gülümsemeye zorlarken bende ayağımla kapıyı araladım.

Kapı en başında gıcırdayarak açıldığı için çok dikkatli hareket ettim. Benim sığabileceğim şekilde minik bir aralık bıraktıktan sonra kapıdan içeri geçtim. Kapının sertçe kapanmaması için hemencecik kulpundan yakaladım ve ses çıkartmadan kapattım kapıyı.

İçeri girer girmez gördüğüm manzara karşısında şoka uğradım. Arkadaşlarım tek tek kıçı kırık sandalyelere oturtulmuş ve zincirle bağlanmışlardı. Onları bir daire oluşturacak şekilde yerleştirmişlerdi. Tıpkı Morpheus’un kâbusunda gördüklerini tasvir ettiği gibiydi. Ancak Morpheus bir detayı es geçmişti; muhtemelen onu sarsan etki yüzündendi.

Çemberin ortasına konulan küçük masanın üzerinde duran büyük bir taş vardı. Taş büyük olmakla kalmayıp aynı zamanda da uzundu. Taşın üstü bir sürü farklı renkle parlıyordu. Işıl ışıl olan bu taşın gösteri şöleni olarak konmadığının bilincindeydim. Ne işe yarıyordu, bilmiyordum ama iyi bir sebepten ötürü yerleştirilmediği aşikârdı.

Yine bu odada da tavandan sarkan kafatasları mevcuttu. Yerlerde, duvar kenarlarını süsleyen mumlar yer alıyordu. Belli ki bu ruh hastaları aydınlık bir ortamdan hazzetmiyorlardı. Her şey abartılıydı, detaylıydı ve korkutucuydu. Boğucuydu; nefesim daralmıştı.

Oda çok genişti. İçerisi buz gibiydi, sanki buzdolabının içerisinde sıkışıp kalmışsınız gibi. Çenem titreşti, dişlerim birbirine çarptı. Kollarımı kendime sararken nereden başlayacağımı kestirmeye çalışıyordum.

Odada biz dışında başka kimse yoktu. Bir tek Hermes burada takılıp nöbet tutmuyordur herhalde diye düşünürken odanın içerisinde farklı bir kapı gözüme ilişti. Yine altın renkteydi ama diğer kapıya nazaran biraz daha ufak kaçıyordu.

Tahminimce karşıdaki başka bir odaya açılıyordu. Diğer odadan kahkahalar yükseldi. Yanlış duymadıysam birden fazla kişi sohbet havasındaydı. Kapıya doğru yanaşırken göz ucuyla arkadaşlarıma baktım. Sanki onlar değildi, bambaşka insanlardı.

Yüzleri sararmıştı, gözleri kapalıydı. O kadar cansız, bitik gözüküyorlardı ki kalbim onlar için yüzlerce paramparçaya bölündü. Kafaları omuzlarına düşmüştü ve hiçbir şekilde hareket etmiyorlardı. Ölmüş olamazlardı, değil mi? Bu kadar geç kalmış olamazdım. Onları kurtaramazsam harap olur ve bir daha kolay yoldan toparlanamazdım.

“O kızın yaraları iyileştirme gücü olduğunu biliyor muydun Ares?”

İşittiğim bu baskın sesin sahibinin Zeus olduğunu hemen kavramıştım. Arkadaşlarıma odaklanmak yerine kulağımı kapıya doğru yaslayarak içeride konuşulanları dinledim. Odadan ayak sesleri geliyordu ama kapıya doğru değil de biri içeride volta atıyor gibiydi.

“Evet,” dedi Ares, dişlerini sıkarak. Sesini duyar duymaz göğsümden bir şey koptu sanki. Bize olan ihaneti beni derinden sarsmıştı çünkü bunu ondan hiç beklemiyordum. Kimseden bekleyemezdim diyecektim ki aklıma Hermes iki yüzlüsü geldi. Ondan beklerdim, zira kendisi bize ihanetini bir bıçak misali sırtımıza saplamıştı.

Ufak bir kahkaha doldurdu odanın içini. Sesler yankılanarak kapının ardından kulağıma ulaşıyordu.

“O kızı öldürmen gerektiğini sana tembihlediğimi hatırlıyorum.” Konuşma sırası Hades’teydi. Ne yani? Emri Hades mi vermişti? Ares beni öldürmeyi reddettikten sonra ona nasıl ceza vermemişlerdi, anlayamamıştım. Vermişte olabilirlerdi gerçi. Belki de ben bilmiyordum.

“Zaten senin tuttuğun Sirenler de bir işe yaramadı Hades. Demek ki bu sıkıntılı durumun tek sorumlusu Ares değil.” Zeus her zaman yaptığı gibi kibrini ortaya koyarak konuşuyordu. Kendi öz kardeşine de laf sokarak onu küçük düşürüyordu.

“Küçük kardeşim,” dedi Hades, üstünlüğünü yaşlarından vurarak. Bunlar daha birbirlerine katlanamıyorken herhangi bir insana karşı sevgi beslemelerini bekleyemezdik. Sevgi yine hemen oluşmayan zor elde edilen bir duyguydu. Ancak en azından bize ve yaşamımıza saygı duyabilirlerdi.

“İlk işimiz Anka’yı ortadan kaldırmak olacak,” diye başladı Hades. Bu aniden sarf edilen cümle karşısında neye uğradığımı şaşırdım. Beni mi ortadan kaldıracaklardı? Sebebi sırf gücüm yüzünden miydi?

Ares’ten herhangi bir tepki gelmedi. Minik bir kırıntı dahi olsa kabulümdü ama o sessiz kalmayı tercih etti. Öyleyse bana itirafta bulunduğu aşkı, sevgisi de yalandı. Veya birbirinden gaddar iki kardeşten ölesiye korkuyor, ağzını açıp onlara karşı gelecek bir tek söz bile söyleyemiyordu.

“Anka ortadan yok olup gittikten sonra sıra diğer zavallılarda.” Zeus tam da filmlerde izleyip gördüğümüz kötü kalpli adamların attığı kahkahalardan attı. Kendilerini eğlendirme şekillerine bak… Kendilerine kurban seçtikleri insanları öldürme planları yaparken sanki bir komedi filmi izliyorlarmış gibi takılıyorlardı.

Onlara nasıl küfredeceğimi artık bilmiyordum. Kelimeler kifayetsiz kalıyordu. Onlara olan nefretim her geçen saniye katlanarak artıyordu. O geri zekalılara karşı hissettiğim bütün duygular üst üste binerek bir dağ oluşturuyordu. Altında kalmalarını ümit ettiğim dağ.

“İçeridekilere gelince de onlarla birlik olduğumuzda onlar sayesinde eskisinden daha güçlü olacağız. On iki Olimposlu bir araya gelip şahlandığı zaman kimsenin karşımıza duramaya cesareti olmayacak. Herkes kaçacak delik arayacak ama biz o delikleri dolduracağımız için kaçabilecekleri bir delik de bulamayacaklar.”

Gözlerimi devirdim. Aynen, kesin bu söylediklerinizi uygulayıp hayata geçirir, kendi sahte imparatorluğunuzu yaratırsınız. Aynen, aynen.

“O halde bu mükemmel planımızın şerefine bir kadeh kaldıralım,” dediğini duydum Hades’in. Hah. Süper. Şimdi bir de keyif şarabı içeceklerdi.

Onlar şaraplarını içedursun; o esnada bende zincirlendikleri yerden arkadaşlarımı serbest bırakabilmek için zaman kazanmış olurdum. Yalnız gözden kaçırdığım çok büyük bir sorun vardı.

Siktir. Zahir’in büyü gücü olmadan onların zincirlerini kıramazdım. Tam ben bunları kafamdan geçirirken ana kapı gıcırdayarak açıldı. Hermes kapıdan içeri girerken soğuk gri gözlerini Athena’nın oturduğu tarafa yöneltmişti. Onun nasıl biri olduğunu bilmesem olabilecek en düşük ihtimalle pişmanlık duyduğuna kanaat getirecektim. Neredeyse.

Hermes’e değmemeye çalışarak açtığı kapıdan dışarı çıktım hızlıca. Zahir merdivenlerin kenarında oturuyordu. Ona doğru koşarak yanına gittim ve dizlerimin üzerine çöktüm. Sol koluna dokunduğumda dudaklarından bir inilti kaçtı. “Senin burada ne işin var?” diye sordu halsizleşen sesiyle.

“Yardımın lazım. Sen olmadan o zincirleri kıramam.” Bir yandan konuşurken bir yandan da parmaklarımı iğnenin girdiği noktaya, moraran yarasının üzerine yerleştirdim. Bunu daha önce birçok kez yapmıştım ve hepsi başarıyla sonuçlanmıştı. Şimdi daha çabuk davranarak yarayı iyileştirerek yok olmasını sağlamalıydım.

“Beni kullanabilmek için mi geri döndün?” Yarı ağız gülümsedi. Dikkatimi dağıtarak başka tarafa çekmesine izin vermeden parmaklarımı yaranın üzerinde dolaştırdım. Yaranın ortadan kaybolduğunu, aslında hiç oluşmadığını imgeledim gözlerimi kapattıktan hemen sonra. Genelde hep gözlerimi kapatarak yapıyordum.

Saniyeler dakikalara döndü. Zaman yine bana karşı gelmek için beni sınıyordu ama olmayacaktı, yapamayacaktı. Zamanın bana kelepçe takıp işimi baltalamasına göz yummayacaktım.

Gözümün önüne getirdiğim imgelere daha çok sarıldım. Az kaldığını sezebiliyordum. Hadi Anka, hadi be kızım. Arkadaşlarını düşün, ne halde olduklarını gördün. Acele et, az kaldı. Zaman daralıyor.

“Anka,” dedi Zahir, kibar çıkan ses tonuyla. “İğnenin izi kayboldu, yara gitti.”

Gözlerimi açarken Zahir, elini elimin üstüne koyarak elimi kolundan uzaklaştırdı. İğnenin girdiği noktadaki yaraya ya da morluğa dair herhangi bir iz yoktu; gerçekten de yara hiç var olmamış gibi pürüzsüz bir kol duruyordu karşımda. Yine galip gelmiştim. Aferin kızım sana.

“Gidelim,” dedim heyecanla. İçim bir anda kıpır kıpır oldu. Zahir ayağa kalktığında beklemeden hemen altın kapıya doğru yürüdük. Trivia yattığı yerde yoktu; yürürken gözüme çarpan şey bu olmuştu. “Nereye gitti?” diye sordum, Trivia’yı kastederek. “Hermes arka odalardan birine taşıdı,” dedi, kapının önüne geldiğimizde.

“Kapıyı açarsak anlamayacaklar mı?” Suratıma değişik bir şey görmüşçesine baktı. “Çoktan anladılar zaten burada olduğumuzu,” dedi, dümdüz bir şekilde. Haklı olabilirdi ama kapının açılmasıyla bizi yakalamaları çok daha basit olacaktı. Hepsinin diğer odada olması şarttı. Başka türlü bu kapıdan içeri geçemezdik.

“Rüzgâr yüzünden açıldığını sanmalarını sağlayacağım,” dedikten sonra geri çekildi ve kendisi geri çekilirken beni de bileğimden tutup yanına çekti. Tek bir elini sallamasıyla kapının aniden açılarak duvara çarpması bir oldu. Ardından kapı gıcırdayarak öne doğru geldiğinde Zahir bileğimden tutmaya devam ederken ikimizi de odaya soktu ve kapı arkamızdan kapandı.

Odaya girdiği gibi arkadaşlarımı buldu gözleri. Sinirle nefesini vererek onların olduğu tarafa geçti. Bense elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemeyerek onu izledim. Zahir sırayla, tek tek zincirleri çok ses çıkartmadan kırarken “Taşı kaldır buradan. Onların güçleri emiyor,” diyerek talimat verdi.

Nasıl yani? Ortaya konulan ışıltılı taş onların gücünü bir mıknatıs gibi çekerek kendi içinde mi hapsediyordu? Taşın rengârenk parlamasının sebebi buymuş demek ki. Artık beynim uyuşmuştu. Bu planları kırk yıl düşünsem aklımın ucuna dahi getiremezdim. Çok önceden planlamış olmalılardı.

Zalimler. Saf kötülüğün vücut bulmuş haliydi bunlar.

Zahir’in lafını tekrarlatmadan hızlı davranarak çemberin ortasına geçtim ve taşı ellerimin arasına alarak kaldırdım. Çok ağırdı fakat başa çıkamayacağım kadar değildi. Altından kalkabileceğim ağırlıktaydı neyse ki, yoksa taşı kaldırma görevini de Zahir üstlenecekti.

Taşı götürüp duvarın önünde duran dolapların kenarına bıraktım. Dolapların kapakları camdandı; içindekileri seçebiliyordum. Gözüme çarpan birkaç iğrenç kavanoz bulunuyordu. Bir kısmının içinde neye ya da kime ait olduğunu bilmediğim organlar konulmuştu. Mide bulantımı ve ardından gelen öğürme hissimi bastırmak durumunda kalmıştım.

Tüm bu kavanozun içindeki organlarla ne yapacakları Tanrı aşkına? Burada kalmaya devam ettiğim her geçen saniye bin bir türlü saçmalıkla karşı karşıya kalmıştım.

Zahir ilk önce Afrodit’in sonrasında da Poseidon’un zincirlerini kırmayı başardığında bana baktı. “Görünmezlik büyüsü bozuluyor, hissedebiliyorum. O şerefsizler buraya damlamadan önce gitmemiz gerekiyor. Kapı açılırsa bir yere saklan.” Sıra Artemis’i çözmeye gelmişti ki Zahir’in az önce dillendirdiği şey başımıza geldi.

Harika. Bu kadar hızlı etki etmesini beklemiyordum. Ne zaman bir şeyden bahsetsek sanki evren biz onu diliyormuşuz gibi konuştuğumuz şeyi bizim karşımıza çıkartıyordu.

Kapıdan çıkan kişiye bakarken Zeus ya da Hades olmaması için dua ettim ama kapıdan çıkan kişi Ares’ti. Buna sevinmeli miydim, bilmiyordum.

Odaya adımını attığı anda bir gariplik olduğunu sezdi. Sağına soluna baktı ve en son bakışları çemberin ortasında boş kalan yere baktı. Benim kaldırdığım taşın artık orada durmadığını fark etmişti. İyi bir gözlemciydi, hemen idrak edebilmişti.

Bu bizim aleyhimize olmuştu; çok, çok kötü olmuştu fark etmesi. Ya gidip diğerlerine söylerse? O zaman ne bok yiyecektik? Büyünün etkisi tuzla buz olmadan her şeyi halletmeliydik.

Fakat Ares hiçbir şey yapmayarak beni bozguna uğrattı. “Her şey yolunda mı? O çarpma sesinin sebebi neymiş?” Diğer odadan gelen sesin ardından kadeh tokuşturma sesi duyuldu. Ares biraz daha odanın içine göz gezdirdikten sonra “Önemli bir şey yok. Siz içkinizi içmeye devam edin,” dedi, sesinin gür çıkmasını sağlayarak. Yanlış bir şeyler döndüğünü onlara belli etmek istememişti.

Diğer odadan ona bir yanıt gelmeyince hepsinin içkilerini yudumlamasına geri döndüğünü farz ettim. Yani hiç mi merak edip kontrol etmeye gelmezlerdi? O kadar çok kendilerine ve yaptıkları işe güveniyorlardı ki bizim buraya gelme ihtimalimizi yok saymışlardı.

Bu çok büyük bir hataydı.

Ares’in onlara neden taşın kaldırıldığını söylememiş olması bu işte bir tuhaflık olduğuna dair içimden geçen sezgilerimi iyice güçlendirdi. Tek temennim ucunun bize dokunmamasından yanaydı. Umarım evren, bu dileğimi yerine getirirdi.

Yakalanma korkusu yoktu fakat gerginlik her bir hücremde kol geziyordu.

Zahir tüm hızıyla arkadaşlarımın bağlı olduğu zincirleri parçaladı. Onlar her zincirin koparılışında sandalyede öne doğru düşüyorlardı. Ares bunu hemen fark etmişti ama yine de karşı çıkacak bir hamlede bulunmadı. Neler olduğunu çoktan kavramıştı, salak değildi ne de olsa. Bilhassa zeki biriydi.

Odanın diğer tarafından “Afrodit ile evlenmek için sabırsızlanıyorum,” diye bir cümle duyunca olduğum yerde sindim. Ne demekti bu? Ardından ayak sesleri ve sonrasında da bardağa dökülen şarabın sesini işittim.

“Afrodit değil senin evleneceğin kişi, sersem. Sen Athena ile evleneceksin. Böylelikle güçlerimizi dilediğimiz şekilde kullanabileceğiz,” dedi Zeus. Bunlar ne zırvalıyordu?

“Anka,” diye bir fısıltı duyunca Zahir’e baktım. “Görünmezlik büyüsü şimdi bozulacak.”

Siktir, siktir, siktir. Bir bu eksik iken o da tamamlanmıştı. Evrenden beklediğim güzellik bu değildi; bizi ele vermesini dilememiştim ondan.

Beş saniye bile geçmeden Ares mavi gözlerini üzerime dikti. “Anka,” diye mırıldandı. Ardından Zahir’e çevirdi bakışlarını ve bir süre onun üstünde oyalandı. “Bir katille mi geldin buraya?” Sesi kısık çıksın diye uğraşıyordu. Ne fark ederdi ki? Diğerleri duysa ne yazardı şu dakikadan sonra?

“En azından bana yalan söylemiyor. Arkamdan iş çevirmiyor,” dedim ama yaptığım açıklama kulağa çok saçma geliyordu. Sırf onun gözünde müşkül bir duruma düşmemek için ağzıma ne geldiyse söyleyerek üste çıkmaya çalıştım. Ares bu sözlerime karşı dalga geçerek güldü.

“Haklısın. Bir katile güvenmek çok akıllıca.”

“Bunu sen mi söylüyorsun?” Sanki kendisi çok masum, sütten çıkmış ak kaşıktı bir de bana laf söylüyordu. Çok kızgındım ama sesimin tonunu ayarlamaya özen gösteriyordum. Muhtemelen bu şeytanların kulakları çok sivridir, söylediklerimi duyabilirler.

“Ben ne yaptığımı gayet iyi biliyorum ve bunun için her gün cehennemi yaşıyorum, inan bana.” Ciddi haline hızla geçiş yaptı. Sarf ettiği hiçbir söze artık kanmıyordum. İstediği yalanı atıp durabilirdi, ne de olsa hiçbirini tutturamayacaktı.

“Şahane,” dedim, duygusuzca. “Kendi yarattığın cehennemini yaşamaya devam edersin.”

Bana doğru bir adım attı. Zemin gıcırdayınca suratını buruşturdu. “Bu cehennemi,” dedi, etrafı göstererek. “Burayı ben yaratmadım Anka. Ben, bu cehennemin içine hapsolmuş, sessiz çırpınışlarımla yanmaktan kaçmaya çalışıyorum.” Yüzündeki ifade durgunlaştı.

“Boş cümleler sarf etme bana,” dedim, öfkeyle. “Hiç inandırıcı gelmiyorsun.”

“Anka,” dedi Zahir, endişeyle. Ares’e bakmaktan kaçınarak ona döndüm. Hepsini zincirlerden kurtarmıştı ve arkadaşlarım uyanmışlardı. Lakin gözüme çarpan, hiç hoş görünmeyen bir şey oldu: Hepsinin gözleri bembeyazdı. Onlara yaklaştığımda tek tek suratlarını inceledim. Evet, hepsinin gözleri beyazdı.

Cansızlardı. Eski hallerinden eser yoktu. Adeta bir ölü gibi duruyorlardı ve bu, kalbimin teklemesine neden oldu.

“Neden gözleri böyle?” diye sordum, Ares’e dönerek. Sesim o kadar gür çıkmıştı ki Ares iri cüssesine rağmen irkilmişti. Gözleri kocaman açıldı ve başını çevirerek kapıya baktı. Ayak seslerini bende duymuştum ama umursamadım.

Arkadaşlarımı böyle gördüğüm için öfkem ağır basıyordu; öyle ki öfkeden gözüm seğirmeye başlamıştı. Kim gelirse gelsin umursamayacaktım. Umurumda olan tek şey onların neden böyle gözüktükleriydi; neden böyle olduklarının altında yatan sebebi bilmek hakkımdı.

“Hipnoz altındalar,” dedi Zahir, benimle konuşarak. “Büyüyü bozmam lazım Anka. Yoksa onları buradan hiçbir türlü çıkartamayız. Şu anda Zeus’a itaat ediyorlar.”

Siktiğimin Zeus’u. Adi herif tabii ki de bunu yapacaktı. Neden şaşırıyordum ki?

“Çözmek için ne kadar süreye ihtiyacın var?” Adım sesleri kapının diğer tarafında durdu; sessizlik hâkim sürdü.

İşte şimdi başlıyorduk.

“Dört kişiler. Az oldukları için hızlı halledebilirim ama büyünün ne kadar kuvvetli olduğunu bilmiyorum.”

Zahir’e öyle bir bakmıştım ki “Hallederim Anka. Korkma,” dedi hızlıca. Niyeti yalnızca beni rahatlatmak mıydı bilmiyordum ama sözlerine itimat besledim.

Kapı açıldı ve Hermes içeriye adımını attı. Gri gözleri ilk önce Zahir’i buldu, daha sonra beni ve en sonda Ares de donup kaldı. Ares, Hermes’in gördüklerini sindirip olanlara alışma sürecine izin vermeden onun arkasına geçti ve bir kolunu boynuna sardı ardından diğer elini de Hermes’in ağzına kapattı. Hermes başta sessizce çırpınmayı denedi ancak Ares’in tehdidi ona ulaşınca donup kaldı.

“Sesini çıkarmayacaksın. Ufak bir inilti dahi dökülse, seni gebertirim Hermes,” dedi Ares, kaba tabirle onu tehdit ettiğinde. Hermes’e fazlasıyla saldırgan yaklaşmıştı; kendisinden nefret ettiği kadar ondan da nefret ediyordu.

Bunun üzerine Hermes hiçbir şey yapmadı. Ne bir çırpınma ne de bir kaş göz işareti… Ares’in onu tuttuğu şekilde kalmaya devam etti. En azından yeniden bir çırpınma gösterir diye düşünmüştüm ama kılını bile kıpırdatmamıştı. Ares’in sert sözlerine kulak kabartmış ve onun sözünden çıkmamıştı.

Saniyeler dakikalar, dakikalar saatler gibi geçerken Zahir “Halloldu,” dedi. O kadar basit ve doğal bir şeyden bahsediyormuş gibiydi ki sadece ufak bir anlığına neyi hallettiğini anlayamadım. Yanımda Zahir olmasaydı ne yapardım, gerçekten bilmiyordum.

“Anka? Sen misin?” Afrodit’in yorgun ve pürüzlü sesini duyduğum gibi onların yanına koştum. “Afrodit!” Oturduğu yerde ona sarılmak için eğildim. O kadar sert davranmıştım ki hem sandalye gıcırdadı hem de Afrodit’in dudaklarından ufak bir inilti açtı. Onu çok sıktığımı fark edince geri çekildim. “Canını mı acıttım? Özür dilerim,” diye mırıldandım.

Açık gri gözlerini artık seçebiliyordum; beyazlık kayıplara karışmıştı. Bir daha asla görmek istemeyeceğim bir görüntüydü.

Hevesle diğerlerine de döndüm hemen. Hepsi çok bitkin düşmüşlerdi ama kendilerine geldikleri için onlar adına çok sevinmiştim. Dünden beri bu şekilde zincirlere hapsolarak onlar için çok gördükleri sağlam sandalyeler yerine eski püskü sandalyelerde oturuyorlardı. Eminim ki canları çok acımıştır çünkü benim bile canım çok acımıştı onları bu halde görünce.

“Sessiz çırpınışlarımızı duyduğun için teşekkür ederim,” diye fısıldadı Artemis.

Sessiz çırpınışlar. O kadar doğru tasvir etmişti ki… Buna nedense çok üzülmüştüm, içim parçalanmıştı.

“Morpheus olmasaydı ne halde olduğunuzu bilemezdik,” dedim, bu başarıyı tek başıma üstlenmek istemediğim için. Kendimi gülümsemeye zorladım çünkü gözlerimdeki hüznü görmelerini istemiyordum. Onlar adına ne kadar kahrolduğumu bilmelerini istemiyordum ama onlar yine de biliyorlardı hislerimi.

Onlara moral olabilecek her şeyi yapmaya hazırdım. Onları asıl yuvalarına geri kazandırmanın gururuyla gülümsemem genişlemişti.

“Hadi,” dedim, Afrodit’in kolunu kibarca tutup onu sandalyeden kaldırmaya çalışırken. “Buradan siktir olup gidiyoruz. Burada fazlasıyla vakit geçirdik. Artık geri dönme zamanı.”

Ares’in hüzünlü iç çekişini duydum fakat umursamadım. Ona kanalize olmak istemiyordum.

Zahir de bana destek oldu ve dördünü de sandalyelerden kaldırmayı başardık. Çok yorgun ve güçsüz hissettikleri için onları bizim yönlendirmemiz gerekiyordu. Afrodit ve Artemis’i kapıdan dışarı çıkarttığımda Zahir’e döndüm.

“Acele et,” dedim, sabırsızca.

Gitmeden önce son bir kez Ares’e baktım. Hermes’i eskisi kadar sıkı tutmuyordu ama bu, onu salacağı anlamına gelmiyordu. Hermes halinden memnun olmasa da hâlâ itiraz etmiyor, sesini çıkartmıyordu. Tek yaptığı şey gözleriyle Athena’yı takip etmekti. Çok nadir denk gelmiş olsam da Athena da arada bir ona bakıp duruyordu.

Sesini Athena için mi çıkarmıyordu? O kurtulabilsin diye miydi bu sessizliğinin sebebi?

Hayır. Hermes böyle bir şey yapmazdı.

Daha yakın zamanda Athena’nın boynuna bıçak dayamış biriydi. O kurtulsun diye sessizliğe gömülemezdi. Aklıma yatmıyor, mantığıma ters düşüyordu. Tutarsız davranışlar sergiliyordu Hermes.

Zahir, Athena ve Poseidon’u kapıya doğru yürütürken Ares “Dikkatli olun Anka. Bunların şakası yok,” dedi, başıyla Zeus ve Hades’in içinde bulunduğu odayı göstererek.

“Bizden biriymişsin gibi bize yardım etmeye çalışma Ares. Çok komik görünüyorsun,” dedim, sinirle. O anda Ares’in mavi gözlerindeki parıltı sönerken Hermes’i tutan elleri ve kolları gevşedi. Bunu fırsat bilen Hermes, Ares’i öne doğru ittirerek geriye çekildi.

“Kaçıyorlar!” Gidip kapıya vurdu. Hem de defalarca kez. Bir kere daha ihanetinin ne kadar taze olduğunu hatırlattı.

İçerideki gülüşmeler bıçak gibi kesildi. Sabahtan beri ne konuşup bu kadar gülüyorlardı da bizi duyamamışlardı hayret ediyordum. İçkilerin etkisinden de olabilirdi. Ama yine de aptal oldukları kadar sağırlardı da aynı zamanda.

Saniyeler sonra kapı açıldı. Bulunduğumuz odaya adımını atan kişi Hades idi. Korkutucu bakışları beni bulduğu gibi odadan içeriye bağırdı. “Zeus! Deneklerimiz kaçıyor!”

“Siktir,” dedim. Geri geri adımlar atarken bir an önce kapıya ulaşmayı umuyordum. Sırtım bir şeye çarptığında bunun bir kapı olmadığını anladım. Zahir’e çarpmıştım çünkü onun enerjini çabucak hissetmiştim. Ona çekiliyordum derken şaka yapmıyordum.

“Anka hemen arkadaşlarını buradan götür,” dedi Zahir, kulağıma doğru fısıldadı ve fısıltısı ensemdeki minik saçları gıdıkladı. Acele hareket ederek kapıyı açtım, Athena ve Poseidon’u dışarı çıkartmadan hemen önce Zeus ile göz göze geldik.

Siyah gözlerinde merhamete dair hiçbir ifade belirmedi. Tam tersine bizi öldürmeye yemin etmişçesine bakıyordu.

“Sen. Artık. Bir. Ölüsün,” dedi, daha önce şahit olmadığım öfkesiyle. Siyah gözleri küçüldü; kaşlarını çatıyordu. Onun hiddeti yüzünden gökyüzünde şimşekler çaktı. Sırayla çakan şimşekler gökyüzünü ortadan ikiye yaracak şekildeydi.

Gök gürültüsüne dayanamadığım için tenim uyuşuyordu; parmaklarım karıncalanıyordu.

“Anka gidin!” Zahir beni kapıdan dışarı ittiğinde irkildim. Hem şimşekten hem de ani gelişen olaylardan ötürü bedenim sarsılmıştı. Bir amacım olduğunu bildiğimden gök gürültüsüne kulaklarımı kapattım; ardı ardına çakan şimşekler kulağa hoş gelen bir melodiymiş gibi davrandım.

Arkadaşlarıma döndüğümde “Merdivenlerden aşağı inin. Acele edin, hadi!” dedim. Onlar hızlı hızlı merdivenleri inmeye başladığında bende atağa geçtim ve merdivendeki basamakları resmen atlaya atlaya indim. Kalbim ağzımda atıyordu.

Merdivenleri inerken Zeus’un “Muhafızlar!” diye bağırdığını işittim. Sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki adımımı attığım basamaklar titredi desem yalan olmazdı. Tapınak bir beşik misali sallanır gibi oldu. Bu da Zeus’un öfkesinin ne kadar şiddetli olduğunun habercisiydi.

Şimşekler çakmaya, gökyüzünü aydınlatmaya devam ederken biz tüm o katlardaki merdivenlerin yarısını inmeyi başarmıştık. O kadar aceleci davranıyorduk ki neredeyse merdivenlerden kayıp düşecektim. Afrodit son anda elimi tutarak düşüşümü engelledi.

Kaç kat inmiştik bilmiyordum ama az kalmasını umuyordum. Ne kadar çabuk inersek o kadar çabuk Olimpos Tapınağı’ndan çıkarak uzaklara koşabilirdik. Muhafızlar bizi bulmadan ve yakalamadan önce en azından Tapınaktan kendimizi dışarı atabilsek çok iyi olurdu.

“Koşun!” diye bağırdı Artemis. Biz son merdivenleri indiğimizde çıkış kapısına doğru koşmaya başladık. Nefes nefese kalmıştım. Gözlerim ve bacaklarım acıyordu.

Ana kapıya ulaştığımızda kapıyı açtım ve kendimi dışarı attım. Upuzun merdivenleri görünce durakladım. Aynı hızla ilerleseydim merdivenlerden aşağı yuvarlanacaktım. Kendimi durdurmayı başarınca Poseidon bana arkadan çarptı. Sendelediğim sırada Poseidon beni omuzlarımdan tutarak yanına çekti. “Affedersin,” dedi, utana sıkıla.

Ona sorun olmadığını söyledikten sonra işaret parmağımla aşağıyı gösterdim. Poseidon parmağımı takip ederek gösterdiğim kısma baktı. Kaşlarını çattı ve ağır bir küfür savurdu.

Aşağıda bizi bekleyen muhafızlar vardı. Biz geldiğimizde daha az kişilerdi, şimdi ise sayıca çoğalmışlardı. Maskeler her zaman olduğu gibi yine yüzlerine takılı vaziyetteydi ve mızrakları da yanı başlarında bekliyordu. Aşağı indiğimiz gibi bizi yakalayacakları açıkça ortadaydı fakat aşağı inemezsek de Zeus ve Hades peşimizden gelip bizi kapana kıstıracaktı.

Dört duvar arasında sıkışıp kalmıştık ve oksijenimizi tüketiyorlarmış gibi nefessiz kalmaya başladığımı hissediyordum. Fazla koşuşturma başıma iğne misali sancılarını sokup çıkartıyordu.

Gözlerimi kısıp daha iyi görebilmek için parmaklarımın üzerine yükseldim. Tam da beklediğim şeyi görmüştüm: Trivia ve Venüs muhafızların arasında, en önde durmuş bizim onlara gelmemizi bekliyorlardı. Çok uzak olduğu için tam net göremesem de Trivia’nın sırıttığına adım kadar emindim.

“Minik fareler!” Trivia ve Venüs aynı ağızdan hep söyledikleri şeyi söylediler. Sesleri bize ulaşacak kadar gür çıkmıştı. Bağrışları bir çığlık gibi kulağımı çınlatmıştı.

Bu lakabın da suyunu çıkartmışlardı artık. Asla yeniliğe açık değillerdi.

“Nasıl ineceğiz aşağı?” Poseidon kesik kesik nefeslerinin arasından konuşmayı başardığında sorduğu ilk soru buydu. İki büklüm olup ellerini dizlerine yerleştirerek nefeslerini düzene sokmayı denedi.

“Kapana kısıldık,” dedi Artemis, korkuyla. Poseidon’un yanına geçerek ona sokuldu. Sevgilisinin varlığı ona güç verirken aynı zaman da onun varlığından destek alıyordu.

Sağıma soluma baktım ama kaçabileceğimiz başka bir alternatifimiz yoktu. Ya aşağı inecektik ya da geri dönecektik. İki seçenekte bizim sonumuzu getirirdi, bu yüzden durup bekledim. Beklemekte kötüydü. Bekledikçe çareler tükeniyordu sanki.

“Gelsenize aşağı. Burası çok güzel.” Trivia ellerini oynatmaya başladığı gibi ışıl ışıl renkler belirdi. Gök gürültüsü hâlâ dinmemişti. Huzursuzlanıyordum, geriliyordum ve sinirleniyordum. Her bir duygu birleşerek kafamın üzerine taş konulmuş gibi ağırlıklarını veriyordu.

“Yine büyü yapıyor, sürtük,” dedi Afrodit, tükürürcesine. Athena’dan çıt çıkmıyordu. Yaşadığı travma sonucu sesini ulaştıramıyordu. Kendi içinde sessizce çırpınıyordu bir iki kelime edebilmek için. Gözlerinden okuyabiliyordum ne düşünüp ne hissettiğini fakat kelimelere dökülmeyince bir anlamı kalmıyordu.

Trivia’nın oluşturduğu renkler söndü. Ayaklarımın altı güya deprem oluyormuş gibi titredi; sağa sola yalpalandım. Afrodit ile birbirimizin elinden tuttuk; parmaklarımız birbirine kenetlendi. “Neler oluyor?” Afrodit’in sesinden ne kadar endişelendiğini anlıyordum. Bende çok endişelenmiştim.

Titreşimin nedeni neydi acaba? Gerçek bir depreme neden olmuyordu herhalde.

Bir müddet daha Afrodit’in elini tuttuktan sonra onun elini bırakarak merdivenlerden birkaç basamak indim. Her inişimde çenemi kaldırarak aşağıda olanlara bir anlam kazandırmaya çalışıyordum. Kimseyi ayakta göremiyordum. Hepsi nereye gitmişti?

Birkaç basamağı daha indiğimde muhafızların yerde yattığını gördüm. Trivia ve Venüs de onlardan bir iki adım önde bedenleri yere serilmiş halde duruyorlardı. Hepsi etkisiz hâle getirilmişti. Bu işin arkasında kesinlikle Zahir vardı; başka birinin mümkünatı olamazdı.

Zahir’in bağrışını duydum. “Onları daha fazla oyalayamam! Sayıca çok üstünler!”

Beklemediğim bir anda ayaklarım yerle temasını kesti. Çığlığı neredeyse boğazlarımı yırtarcasına atarken gözlerimi kapattım. Bir anda olduğu için ödüm patlamıştı. Biri belimden tutarak beni aşağı indirmişti. Gözlerimi açıp arkama döndüm: Zahir’di. Tam da tahmin ettiğim gibi.

Buraya geldiğimiz zaman yaptığı şeyi tekrar yaparak merdivenleri inmemi engellemişti. Beni Tapınaktan uzaklaştırarak çimlerin üzerine bıraktığında ayaklarım yerle temas etti. Direkt olarak gözlerim arkadaşlarımı aradı. Onların yanımda olmasını istiyordum. Sonuç olarak buraya gelmemizdeki asıl neden onlardı.

“Arkadaşlarımı da kurtar!”

Zahir benim isteğimle terini soğutmadan hemen hareketlendi. Gidip Afrodit’i belinden kaptı ve onu tutarken merdivenlerden aşağı indiler. Tüm bu yaptıklarını uçarak yapmıyordu. Zaten kanatları da yoktu. Lakin bir noktadan başka bir noktaya havada süzülerek ulaşabiliyordu. Bu özelliğine çok imrenmiştim.

Bir insanın birden fazla gücü olabilir miydi? Zahir’in birden fazla eşsiz yeteneği vardı ve böyle bir insanı ilk defa görmüştüm. Onu özel kılan neydi ki? Sanırım küllerinden doğan bir katil olması onu ayrıcalıklı kılmıştı.

Zahir, Afrodit’i yanıma bıraktığında kısa bir süreliğine Afrodit ile gözlerini birbirinden ayıramadılar. İkisi arasında gidip gelirken aralarındaki çekimi fark etmemem mümkün değildi. Böyle bir şeyi beklemediğim gibi ikisi arasında bir çekim olmasını da istemiyordum.

“Hey! Çabuk ol! Yaklaştılar!” diye bağırdı Artemis, bize doğru. Bir taraftan da arkasına bakıp Zeus ve Hades’in gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Zahir nasıl bir güç kullandıysa o iki kardeş hâlâ bize yetişememişlerdi. Fakat yetişmeleri an meselesiydi.

“İyi misin?” diye sordu Zahir, Afrodit’e. Sesi sanki kendisine ait değildi. Karanlık görüntüsü ve kişiliğine tezat oluşturacak şekilde ses tonunda samimiyeti gizliydi. Bizden yaşça büyüktü, bu da onu daha sert gösteriyordu. Afrodit’e karşı ise sert bakışları uçup gitmişti, çok masum bakıyordu.

Afrodit çabucak “İyiyim. Teşekkür ederim,” diye mırıldandı. Zahir istediği cevabı yakalayınca tekrar Tapınağın girişine gitmek için havalandı. Pelerini olmamasına rağmen hâlâ dilediği şekilde hareket edebiliyordu. Demek ki gücünü pelerininden almıyordu; tüm gücü kendi içinde saklıydı.

Afrodit’e sarılıp saçlarını okşadım. “Hakan seni görünce çok sevinecek,” dedim. O da bana sarılırken “Burada olduğunu bilmiyor, değil mi?” diye sordu, çekinerek. Hesap sormak istemediği için sorusunu olabildiğince kibar bir dille dile getirmişti.

Ondan ayrıldıktan sonra “Hayır. Küllerinden doğan katil ile geldiğimi öğrenirse nasıl bir tepki verir bilmiyorum,” dedim. Saçlarımı gözümden önünden çekerken bana gülümseyerek baktı. “Hakan genelde sonuçlara odaklanır,” dedi. Ardından derin bir iç çekti. “Beni ve diğerlerini kurtarmak için onunla iş birliği içerisinde olduğunu öğrenirse sana kızmayacağını biliyorum.” Gülümsemesi genişledi.

Hakan veya diğerleri bana kızacak diye pek fazla endişelenmiyordum. Kızmaları yalnızca onlardan habersiz harekete geçtiğim için olurdu. E bir de tabii bu hareketimi onlarla değil de bir katille gerçekleştirdiğim için olurdu fakat Afrodit’in de dediği gibi mühim olan sonuçlardı.

Herkes sağ salim kurtarıldıktan sonra ortada sinirlenecek bir durum olmazdı. Kimsenin bana gönül koymayacağını biliyordum. Belki bir tek bana kırılırlardı ki o da başımı tehlikeye sokacağım için olabilirdi.

Şu anda bile iki kardeş ve onların yandaşları ile baş etmek güçken bir de diğerleri burada olsaydı işler sarpa sarabilirdi; birbirine karışarak hiç çözülemeyecek bir düğüm oluşturabilirdi. İşin içinden çıkmak daha çok zorlaşırdı; bu, en son ihtiyacımız olan şey bile değildi.

Zahir en sonunda Artemis’i de yanımıza getirince geride sadece iki kişi kalmıştı: kardeşlerinin tekrar tekrar ihanetine uğrayan Poseidon ve sesini çıkartacak o eski neşesini bulamayan Athena. Konuşmaya ya da tepki göstermeye mecali kalmamıştı benim güzel kızımın. O bana hep öyle söylerdi; beni bir kardeşi gibi sevdiğini her koşulda farklı şekillerde gösterirdi ama muhakkak bilirdim bana değer verdiğini.

Athena’ya ne yapmışlardı kim bilir… Onun yaşam enerjisini sömürmüşlerdi. Benim güzel arkadaşım tek kelime dahi etmiyordu. Altın kapının bir köşesine geçip çaresizce kurtarılma sırasının ona gelmesini bekliyordu. Normal şartlarda Athena çoktan sesini çıkartmış ve tüm öfkesini, nefretini bir şekilde açığa vururdu. Şimdi o bambaşka biri gibiydi. Asla Athena değildi.

Onun güzel ve hep özendiğim uzun, kızıl saçları da eski parıltısından uzaklaşmıştı. Anlamlı bana gözlerinde yaşam yoktu; soğuktu ve duygudan yoksundu.

Zahir, Athena’ya baktığımı fark edince “Bazıları büyüden ve hipnozdan başka şekillerde etkilenir Anka. Arkadaşın iyi olacak, merak etme. Sadece diğerlerine göre çok daha fazla sarsılmış,” dedi, beni rahatlatmaya çalışarak. Kızgınlığımı tümden yatıştıramazdı ancak o yine de şansını denemek istemişti.

Zahir, o herkesin çekinip korktuğu, kaçacak delik aradığı katile hiç benzemiyordu şu anda. Uzaktan yakından alakası yoktu. O böyle yaptıkça onun enerjisi benimkiyle uyumlanıyor gibi hissediyordum. Onunla uzun zaman geçirdiğimde hissettiğim enerji çoğalıyordu; birbirimize zarar vermediğimiz müddetçe bir sorun teşkil etmiyordu.

Bu da zamanı gelince onun bana açıklayacağı her ne varsa daha çok merak etmem için zemin hazırlıyordu. Tek istediğim bana veya bir başkasına ucu dokunmayacak açıklamalardı. İçimdeki ses ise söyleneceklerin yalnızca ikimizi ilgilendirdiğini söylüyordu. Bakalım, zaman neler gösterecekti.

Kötü yüzünü değil de iyi yüzünü gösterirse çok iyi olurdu.

Zahir, Poseidon ve Athena için tekrar geri döneceği zaman altın kapıdan Hades ve Zeus çıktı. Zeus’un etrafında elektrikler hakimdi; Hades ise Zeus’a göre daha sakindi fakat dudaklarına yerleşen sinsi bir gülüş vardı. Yapılması yasak olan bir şeyi bozmuşçasına haylazca gülüyordu.

Hades aceleyle gidip Athena’nın arkasına geçti ve çevik bir hamleyle kolunu onun boynuna dolayarak Athena’nın sırtını göğsüne yapıştırdı. Onu boğuyormuş gibi görünmese de çok sıkı tuttuğunu biliyordum. Athena kaçamasın diye onu biraz daha geriye doğru çekti. Athena yine sessizliğe gömülmüştü. Her konuda mutlaka sesi çıkan Athena, konu kendi canına gelince ağzını bıçak açmıyordu.

Tanrım. Athena neden konuşmuyorsun? Dilini mi kestiler, ne yaptılar?

Athena’nın sessiz çırpınışlarını gözlerinden okuyabilsem de o, her sessiz kalışında kalbim sızlıyordu. Buraya gelip onları odada gördüğüm andan itibaren aklımdaki tek düşünce buydu: Onların sessiz çırpınışları. Kalbim sızısını çok derinden hissettiriyordu; her yoğunlukta daha çok telef oluyordum.

“Athena!” diye seslendim, bana bir yanıt vermeyeceğini bilsem de. Sesimden ne kadar çok korktuğum anlaşılıyordu. Kahretsin. Arkadaşlarım zaafım olmuştu ve o iki şeytan da bunu biliyorlardı. Bunu koz olarak kullanıyorlardı. Athena’nın canı için çok endişeleniyordum çünkü Hades ona ne yapardı, bilmem mümkün değildi.

“Sizi düğünümüze bekleriz,” dedi Hades, gülerek. O bahsi geçen evlenme muhabbeti üzerinden şaka yapıyordu güya. Geberip gitseler de içimdeki bu ateş sönmezdi.

Zahir hareket edemedi. O tarafa gitseydi hem Poseidon hem de Athena büyük zarar görürdü. Bunu göze alamazdık. Delice bir hamlede bulunamazdık şu anda. Onları olduklarından daha çok delirtirsek bu yalnızca bize dokunurdu ve onlara hiçbir şey olmazdı.

“Athena’ya zarar vermesini istemiyorum,” dedim cılız sesimle. “Büyü yapma sakın,” dedim, Zahir’i uyarmak için. Çünkü o bir katildi ve ne yapacağı asla belli olmazdı. Zeus ve Hades’in sinirini iyice harmanlayıp üzerimize salma olanaklarına karşı çıkarak bir şey yapmasını istemiyordum, zira ucu Athena ve Poseidon’a değebilirdi.

Değebilirdi değil, direkt ucu onlara dokunurdu. Göz yumamayacağım bir şeydi.

“Benden kaçabileceğini mi sandın kardeşim?” Poseidon arkasına dönüp ağabeylerine bakma zahmetine girmedi. Sırtı onlara dönükken sırtını dikleştirdi. Bu, onlara -özellikle Zeus’a- baş kaldırdığının habercisiydi. Omuzları düşmemişti, ona karşı çıkıyordu. Yenilgiyi kabul etmeyecekti.

“Yüzüne bakmak daha çok hoşuma giderdi ama sırtın da iş görür,” dedi Zeus, mutlulukla. Ardından elinde şimşek belirdi. Etrafındaki elektrik daha da hiddetlendi. Şimşeği hiç tereddütte düşmeden Poseidon’un sırtına fırlattı. Aralarında çok bir mesafe olmadığı için şimşek hemen Poseidon’un sırtına isabet etti.

Poseidon, elektrik akımı yüzünden titremeye başladı. Düşmemek için bedenini çok fazla kasıyordu fakat bir işe yaramadı. Direnmesi hiçbir fayda sağlamamıştı çünkü Poseidon merdivenlerden aşağı yuvarlandı. Hayır, bu gerçekleşiyor olamazdı.

Artemis kulaklarımı delecek güçte bir çığlık koyuverdi. Athena’nın gözleri fal taşı gibi açıldı ve Zahir, atmakta olduğu adımını durdurdu. Bizden birkaç adım ötede bekliyor ve bir tanesi yetmiyormuş gibi iki kardeşi birden izliyor, gözlemliyordu. Kafası sağa sola gidip geliyordu.

Zahir, omzunun üzerinden bize döndü; gözleri benim korkudan büyüyen gözlerimi buldu. Ben ise çığlık atmamak için ellerimi ağzıma götürmüştüm. Artemis’in çığlığı Olimpos’u inletmek için fazlasıyla yeterli gelmişti. Yan tarafımda ağlama ve bağrışma sesleri yükselip alçalıyordu; Artemis’in feryatlarıydı.

Zeus’un elinde tekrardan yepyeni bir şimşek belirdi. Gökyüzüne gönderdiği şimşekleri teker teker toplayarak kendi avucuna çekiyordu. Gözünü kırpmadan kardeşinin sırtından vurmuştu. Hem mecazi anlamda hem de gerçek anlamda. Bu işin şakası yoktu.

Üvey dahi olsa, bir ağabey kardeşine böyle gaddarca yaklaşıyorsa başka kimsenin kurtuluşu yoktu onun gözünde. Zeus’un bakışları sert olsa da dudaklarında hazzın getirdiği gülüşü peydahlamıştı. Poseidon’u, kendi kardeşini sırtından bir kez daha vurmanın mutluluğunu her zerresinde hissedecek kadar yaşıyordu.

Artemis koşmak için hareketlenince Afrodit onu kolundan kavrayıp durdurdu. “Yapma,” dedi, onu uyararak. “Eğer gidersen sende yaralanırsın. Ölme ihtimalin de var Artemis.” Afrodit’in söyledikleri sanki Artemis’in çok umurundaydı. O, sevgilisini kurtarabilmek için canını feda edecek kadar Poseidon’a çok âşık ve çok bağlıydı.

Artemis’in gözlerinden yaşlar dur durak bilmeden oluk oluk akarken devamlı olarak burnunu çekti. Ağzını açmak istedi fakat ağlamaktan sesini dışarı yansıtamıyordu. Sessizce çırpındı; Afrodit’in elinden kurtulup kaçmak istedi ama bunu yapacak hali kalmamıştı.

Tek yapabildiği şey ağlayarak sevgilisinin merdivenlerde duran bedenine bakmaktı. Elektrik akımından sarsılan bedeni aşağıya doğru kaymıştı. Parmakları ufak ufak hareket ediyordu fakat gözleri kapanmıştı. Ölmüş olmamasını diledim. Poseidon ölseydi ne yapardık bilmiyordum. Birini kaybedersem nasıl bir hissin beni bulacağından bihaberdim.

Zahir bedenini tümden bize çevirdi. “Sizi geri götürmeliyim,” dedi, zümrüt yeşili gözlerindeki parıltı sönmüştü. Sesinden üzüntüsü yansıyordu. O da üzülmüştü Poseidon’un haline. Bir katilin kalbinde merhamet olabilir miydi?

Altın kapıdan Ares ve Hermes koşarak çıktılar. Ares’in ilk dikkatini çeken şey Poseidon’un merdivenlerin üzerinde yatan bedeniydi. Gözleri kocaman açılırken ağzı da gözlerine eşlik ederek açıldı. Şoka girmişti; Zeus’un işleri bu kadar ileri götüreceğini düşünmemişti belli ki.

Hermes’in odağı başkası olmuştu. Hades’in kolları arasında umudunu yitirmiş gibi duran Athena’yı buldu gözleri. “Siz ne yapıyorsunuz?” diye sordu, afallayarak. Bu kadar çok şaşırmalarına asıl ben şaşırıyordum. Ön görememişler miydi işlerin buraya kadar gelebileceğini? Saçmalıktı bu.

“Ne yapıyoruz gibi duruyor? Bizden alınan şey bize geri döner her zaman. Yaptıklarının bedelini ödetiyoruz onlara,” dedi Hades, yüksek sesle. Onu duyabilelim diye sesini bilerek yükseltmişti. Bakışlarını bize çevirdi. Sırıtıyordu piç kurusu. Kaybettiği parmağından da ders almamıştı. Diğer parmaklarını kırdıktan sonra kopararak ona yedirme arzusuyla yanıp tutuştum.

“Birbirinize sımsıkı sarılın,” dedi Zahir, dikkatimi kendine çekmişti. “Ben burada kalacağım ve arkadaşlarınızı kurtarmak için her yolu deneyeceğim.” Hadi, der gibi yüzüme baktı. Ne yapmamı bekliyordu? Arkamı dönüp içim rahat bir şekilde geri döneceğimi mi zannediyordu?

“Yapamam,” dedim. “Onları almadan geri dönemem. Onları burada bırakamam.” Gözlerim dolmuştu fakat yaşların akmaması için kendimle savaşıyordum. Olanlardan bu kadar çabuk etkilenmeyi sevmiyordum ama duygusallaşıyordum. Hele ki birebir şahit olduğum görüntülere uzaktan bir izleyici gibi kalırken kendimi berbat bir halde hissediyordum.

“Anka sana söz veriyorum. Onları geri getireceğim. Sözüm söz, canım üzerine yemin ederim,” dedi, beni ikna etmek istercesine. Ama samimiydi de. Ben bir şey söylemeyince Afrodit “Gidiyoruz Anka,” dedi. Bir yandan komple dağılmış olan Artemis’i ayakta tutabilmek için direniyordu.

Bu kadar basit mi? Hadi gidelim deyince gidebilir miydik cidden?

Afrodit, Artemis’in beline kolunu dolayarak bana yanaştı. Bana da sarıldığında tek yapmam gereken şey sarılışına karşılık vermekti. Kollarımı kaldıramıyordum fakat bunu yapmalıydım. Afrodit ve Artemis’e kollarımı doladım. Artemis başını omzuma koydu; ağlaması dinmemişti.

“İkisini de geri getir Zahir,” dedim.

“Getireceğim,” diye karşılık verdi.

Zahir bizi diğerlerinin yanına göndermeden önce son bir kez Athena’ya baktım. Ağlıyor muydu o?

Sessizce ağlıyor muydu? Sessiz çırpınışları kalbimi delip geçti. Sessiz ağlaması yüreğime bir hançer sapladı.

Zeus başka bir şimşeği tutarken bizim olduğumuz tarafa bakıyordu. Şimşeği elinde döndürüp durdu; henüz şimşeği bu tarafa fırlatmamıştı. Niyeti bize fırlatmak mıydı yoksa Zahir’e mi, bilmiyordum ama her halükârda o şimşek birine değecekti.

“Size kiminle aşık atmamanız gerektiğini gösterdiğimi düşünüyorum,” diye bağırdı. Dudaklarını yaladı ve şimşeği yerde baygınca yatan muhafızlara attı. Bak işte bunu beklemiyordum.

Şimşek yere değdiği gibi ayaklarımın altında titreşim oluştu. Elektrikler her bir muhafıza ulaştığında muhafızlar yavaş yavaş kendilerine gelmeye başladı. Trivia ve Venüs de gözlerini açmış, etraflarına şaşkın şaşkın bakıyorlardı. En sonunda ayaklanmaya başladıklarında Zahir bizi göndermeden önce son sözünü söyledi.

“Onlara kim olduğumu hatırlatacağım. Küllerinden doğan bir katil olduğumu unuttukları için bin pişman olacaklar. Bu işin içinde artık bende varım Anka. Onlara neye bulaştıklarını en acı verici yöntemlerimle tattıracağım.”

Ve parmaklarını şıklattı.

Büyük bir baş dönmesi ve oradan oraya savrularak geri dönmeyi başarmıştık. Zahir başarmıştı aslında.

Yaşadığımız yolculuk kısa sürerken etkisi çok büyüktü. Geri nasıl döndüğümüzü asla anlayamamıştım. Göz açıp kapayıncaya kadar diğerlerinin yanına ulaşmayı başarıyla sonuçlandırmıştık. Buna sevinmeliydim aslında, fakat sevinmek çok bencil hissettiriyordu.

Geri geldiğimiz gibi direkt yere çakılmıştık. Neyse ki birbirimize sarılmıştık, yoksa sarsıntımız daha kuvvetli ve tehlikeli olabilirdi. Muhtemelen Zahir bilerek sarılmamızı önermişti bize. Zira, yolculuğumuzun yansıttığı etkiyle diğer türlü boy ölçüşemezdik.

Bizim düşüşümüzü duydukları gibi hemen başımıza üşüştüler. Koşarak gelmişlerdi, şimdilik her ne kadar bulanık görüyor olsam da çimlerin kımıldamasından anlamıştım onlar olduklarını. Arkadaşlarım bizi fark ettikleri anda yanımıza gelmeyi ihmal etmemişlerdi. Onları çok özlemiştim.

“Anka!” Bir kol beni tutup kaldırdı. Ayakta durmakta çok zorlanıyordum. Bacaklarım ağrıyordu, hem de çok fazla. Ayağa kalktığım sırada beni tutan Morpheus’u itekleyerek onlardan biraz uzaklaştım. Koşarak bir ağacın dibine gittim ve gittiğim gibi midemde ne var ne yoksa hepsini dışarı bıraktım.

Öğürerek kusarken aslında kendimi zorluyordum çünkü midem bomboştu. Hiçbir şey yiyemediğim için sadece iğrenç sarı bir su çıkartmıştım fakat o bile çok iyi gelmişti. Başımın dönmesi, yaşananların ağırlığı ve boş midenin getirdikleri bu oluyordu.

“Rabia su getir!” dedi biri arkamdan. Kim olduğunu anlayamayacak kadar kötüydüm. Bitap düşmüştüm ve yalnızca uzanmak istiyordum. Gözlerim yaşlarla dolmuştu. Başımı eğdiğim yerden kaldırıp son kez yere tükürdüm ve ağzımı elimin tersiyle defalarca kez sildim.

Morpheus koşarak yanıma ulaştı ve elinde tuttuğu suyu bana uzattı. Kusmanın üzerine su içmek iyi gelmiyordu fakat o kadar susamıştım ki bunu önemsemedim. Pet şişeyi elinden kaptığım gibi büyük yudumlarla suyu kafama diktim. Resmen üç, beş yudumda suyu mideme indirmiştim.

Morpheus boş şişeyi elimden alırken “Teşekkür ederim,” dedim zorlukla. Boğazım feci yanıyordu. Birkaç kez boğazımı temizlediğimde tekrar tekrar yutkundum. Acı hâlâ oradaydı ve tek sebebi kusmam da değildi üstelik.

“Sen iyi misin?” diye sorarken yüzüme bakmaya çalışıyordu. Hayır, iyi değildim. Çok iğrenç bir haldeydim. Arkadaşlarımın hepsini kurtaramadığım için vicdan azabı çekiyordum. Onları bırakıp buraya gelmek büyük bir hataydı ancak o an için yapabileceğim şeyler tükenmişti artık.

Tek ümidim Zahir idi. Bir katil, şu anda benim tek ümidimdi. İnsanları gözünü kırpmadan öldüren birine arkadaşlarımı emanet etmiştim.

Buna gülsem mi ağlasam mı, bilemiyordum. Yoğun yaşadığım birçok duygu yüzünden her ikisini de şu dakika gerçekleştirebilirdim ama ben dudaklarımı mühürlemeyi seçtim. Daha fazla kendimi kaybetmek istemiyordum. Zaten şu anda her şey çok fazla üstüme üstüme geliyor, beni ezip geçmeye çalışıyordu.

Hakan’ı buldu gözlerim. Ablasına sarılarak onu kendi göğsüne yapıştırmıştı. Onun adına çok mutluydum. Tekrardan ablasına kavuşmuş olması beni çok mutlu ediyordu ama mutluluğum çok kısa sürmüştü.

“Efdal, Hakan’a seni küllerinden doğan katille gittiğini söyleyince bütün taşlar yerine oturdu,” dedi Morpheus. Ses tonunu düşük tutuyordu, biliyordu ki fazla ses baş ağrımı şiddetlendirecekti.

“Size haber vermeden gittiğim ve bu kararı tek başıma aldığım için çok üzgünüm,” diye fısıldadım. Üzgündüm çünkü onları habersiz bırakarak gitmek onlara haksızlıktı. Elimden gelenin fazlasını yaptığımı sanıyordum ama Athena ve Poseidon hâlâ Olimpos Tapınağındalardı. Üstelik Poseidon ölmüş de olabilirdi.

Artemis’i aradım. Atlas ikizinin saçlarını okşayarak onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Acaba biliyorlar mıydı Poseidon’a ne olduğunu? Artemis’in ağlamalarından kesin ne olduğunu sormuşlardır.

“Kendini suçlu hissetme,” dedi Morpheus, beni rahatlatmak amacıyla. Ardından “Athena nerede?” diye sordu. Sesinde beliren korku kalbime işledi. Ona nasıl açıklayacaktım tüm olanları? Ya da diğerlerine nasıl izah edecektim?

Çıkmaz bir yola sapmıştım ve oradan nasıl çıkabileceğimi bilmiyordum.

“Onu geri getiremedim,” diye mırıldandım, pişmanlıkla. Morpheus’un yüzüne bakamıyordum. Onun keder dolu gözlerine bakacak cesareti kendimde bulamıyordum. Daha hızlı davranmalıydık ama yapamamıştık.

Hepsi benim suçum değilken istemsizce kendimi her şeyin suçlusu olarak hissediyordum. Bunu ne kendime ne de bir başkasına yansıtmamalıydım. Suçlu olanların sayısı belliydi: topu topu altı kişilerdi. Kendilerini tanrı olarak gören iki kardeş ve onların yanında duran diğer dört kişi. Bende onlardan biri olmak istemiyordum; suçlu listesine eklenmek istemiyordum.

“Elimden geleni denedim, yaptım Morph. Athena ve Poseidon geride kaldılar. Ben…” dedim ama devamı asla gelmedi. Gözyaşlarım yanaklarıma sıcaklığını bıraktı. Başım eğikti; çimlere bakarken gözyaşlarım yere damlıyordu.

Bu yük çok ağırdı. Nasıl başa çıkılırdı, hiçbir fikrim yoktu.

“Ağlama,” dedi Morpheus, sakince. Bir elini omzuma yerleşti ve nazikçe sıktı. Acı dolu verdiği nefesten sonra “Ancak şunu bil, Athena için gördüğüm kâbus gerçekleşiyor,” dedi.

Daha nice kâbuslar gerçekleşiyordu. Bir tek Athena için değildi; hepimiz için kâbuslar başlıyordu.

Bir kâbusun başlangıcı bize sessiz çırpınışlarımızı hatırlatıyordu. Sessiz çırpınışlar, kâbuslarımızın sonrasında gelen bir yıkımdı.

Ya bu yıkımdan sağ çıkacaktık ya da oluşan yıkımın altında ezilecektik.

Şayet ezilirsek, işte o zaman kimse bizim sessiz çırpınışlarımızı duyamaz, göremez ve onlardan haberdar olamazdı.

Zahir’e inanmak zorundaydım.

Herkesin korktuğu katil şimdi benim tek güvencem haline gelmişti.

Yapabilirsin Zahir. Ne olur sözünü tut ve arkadaşlarımızı bize geri getir.

^^^

Hep söylediğim gibi, oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın lütfen. Öpülüyorsunuz.

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

Loading...
0%