@monanaxg
|
KÜLLERİN DOĞUŞU SERİSİ 1. KİTAP - EPOCHAL 2. BÖLÜM: "GÜÇ" Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın, benim için çok önemli. Keyifli okumalar dilerim! Bölüm Şarkıları : BANNERS - Start A Riot, Isak Danielson - Power ^^^ Dün gece bir dehşeti yaşadık. Umutsuzluğu, çaresizliği, korkuyu, endişeyi... Saymakla bitmeyen onca duygu ve düşünceyi iliklerimize kadar yaşadık ve hissettik. Belki de kaçıp sığınmak istediğimiz onca düşünceden ve canımızı ısrarla yakmaya devam eden olaylardan kafayı sıyırıp benliğimizi kaybettik ama başardık. Dün geceyi zor da olsa atlattık ve buradaydık. Hepimiz fiziksel ya da zihinsel olarak tam anlamıyla kendimizi sağlam ve güvende hissetmesek de birbirimize aittik, kenetliydik. Acılarımız ve belirsizliklerle dolu onca soru işaretleriyle yalnızdık aslında. Kimse, karşındakine bunu belli etmese de içten içe herkes bunun farkındaydı. İdrak edebiliyorduk. Olacaklardan ve bunların doğuracağı sonuçlar sırtımızda şimdiden kambur gibi oluşmuş, yüküyle bizi ezip geçiyordu. Bazılarımız yeni tanıştı ve bazılarımız da yeniden tanıştı. Birbirimize güvenip güvenmemek arasında kararsız kalındığı gibi güvenmekten ve inanmaktan başka çaremizin olmadığı da apaçık ortadaydı. Gözlerimizin önünde, tüm çıplaklığıyla bize kendisini belli ediyordu. Endişeler beraberinde korkuları; hüzün beraberinde umutsuzluğu; çaresizlik beraberinde yalnızlığı getiriyordu ve biz bunun da farkındaydık. Belli etmiyorduk ama farkındaydık çünkü fark edilmeyecek gibi değildi. Karanlık tarafımızla boğuşurken aydınlık tarafımızı gün yüzüne çıkarmak için ölümüne çaba sarf ediyorduk. Karanlıkta kalamazdık, aydınlığa kavuşmamız gerekiyordu. Birbirimizi bulmamız da bir hikmet vardı. İşte bunu bilemesek de bakışlarımızdan ve tavırlarımızdan anlayabiliyorduk. Hiçbir şey, yaşanan ve yaşanmaya devam edecek olan hiçbir olay tesadüf değildi. Hatta tesadüfün yanından bile geçemezdi. İsimlerimizin tanımadığımız o boğuk ve gür ses tarafından anons edilmesi, simülasyonun içindeymişiz gibi yaşanan anlamsız olaylar silsilesinin hiçbiri yalnızca tesadüften ibaret olamazdı. Olanları açıklayıp her şeyi feraha kavuşturacak bir çözüm yolumuz da yoktu. Soru işaretleri içimizi kemirip dururken biz, dün geceden daha fazla dik durmayı öğrenmeli ve kendimiz için, ailelerimiz için büyük bir savaş vermeliydik. Ki veriyorduk da. Elimizden geldiğince, sınırlarımızı zorlayarak, haberimizin olmadığı yeni yeni çözmeye başladığımız güçlerimizi de açığa çıkaracak ve kendimizi rahatlatacaktık. İmkansızlığa, ümitsizliğe, sorumsuzluğa, güçsüzlüğe... Bunların hiçbirine yer yoktu, yanımızda ya da içimizde barındırmayacaktık. Tekrardan emin ve sert adımlarla ayağa kalkacak, önce kendimiz için sonra ailelerimiz için mücadele edecek, savaş verecektik. Bu saçmalığın ve yıkılışın arkasında kimin ya da kimlerin olduğunu bilmiyorduk ama bulmak, bulmaya çalışmak artık bizim için bir görev haline gelmişti. Kendimizi yeniden toparlayıp dimdik omuzlarla ve zehir gibi kafamızla baş kaldıracaktık. Bunu yapacaktık çünkü zorundaydık. Bunu başaracaktık çünkü imkansız diye bir şey bizim kitabımızda yer almıyordu. İmkansız düşüncelere kapıldığımızda dün gece yaptığımız gibi kendi imkanlarımızı yaratacaktık. Onca düşünceye yeterince inancım olmasa bile buna sonuna inancım vardı. Düşüncelerimle beynimin içini doldurup taşırırken aslında tek odak noktam olan dün gece Ares'in nasıl olur da koskoca iki aslanı tek başına devirmeyi başarabilmesiydi. Kesin, diğerleri de benimle aynı düşüncede boğuluyordu. Anlam veremiyordum. Evet, epochal efsanesinde yazıyordu ama bunun yalnızca bir söylentiden ibaret olduğunu düşünüyordum. Ta ki, düne kadar. Ares. Savaş tanrısı. Evet, bu doğruydu. Savaş tanrısının ismini taşıyordu. Tanrı'nın ismi ona gücünü mü bahşetmişti? İşte bu belirsizlik, anlamsızlık içimi kemiriyordu. Yalnızca içimi de değil, dudaklarımı kanatana kadar kemirmeme de neden olmuştu. Sabah, kuşların cıvıltısı kulaklarımı şenlendirirken bugün kötü bir olayla karşılaşmamak için içimden dua ettim. Gözlerim huysuzca aralandı, dün beklediğim gibi düzgün bir uyku çekemediğim için gözlerim yanıyordu. Sırtım, zeminin sertliğini hissetmekle beraber yattığım yerde huzursuzca kıpırdanmamı sağladı. Dirseklerimin üzerinde hafifçe doğrulup hala uyumakta olan Afrodit'e baktım. Sarı saçları dağılmıştı ama parlaklığından hiçbir şey kaybetmemişti. Yüzü huzurlu gözüküyordu, benim gibi üzerine örtülmüş çizgili kalın pikesinin uçlarını avuçlarının içine almıştı. Sıkmıyordu, yalnızca gevşemiş elleriyle farkında olmadan tutmaya devam ediyordu. Yarası ise aynı gözüküyordu, bacağına sarılı tişört parçası öncekine göre daha kuru gözüküyordu. İyileştirmemiz gerekiyordu, iyi olması gerekiyordu. Birçok şey için: kendisi, kardeşi, ailesi ve ben. Evet, benim içinde. Gözlerim bir anlığına Hakan'ı aradığında çadırın içinde olmadığını fark ettim. Üçümüzün zar zor sığabileceği büyüklükte olan çadır, mümkün olabildiğince rahatsız edici bir havaya sahipti. Hepimizin hisleri, düşünceleri, istekleri veya kabusları çadırın içine doluşmuştu belki de. Ya da ben öyle seziyordum. Dirseklerimden güç alarak bu sefer de dizlerimin üzerinde durdum. Afrodit'i uyandırmamak için sert zeminde dizlerimin üzerinde ona doğru dikkatlice ilerlemeye başladım. Yaralı bacağı ortadaydı, üzerinde pikeyi örtmemişti. Bacağının yanında durduktan sonra, yeni farkına vardığım buz kesmiş ellerimi birbirine sürterek ısıtmaya çalıştım. Parmaklarımı üzerine baskı uygulamamaya özen göstererek tişört parçasının sıkıca bağlanmış uçlarına koydum. Canını daha fazla yakmamak için temkinli devam ederek düğümü çözmeye başladım. Huzursuzca yerinden kıpırdadı ama gözlerini açmadı. Derin bir nefes verdi. Rahatsız olmuş olabileceğini düşündüm ama durmadım, düğümü çözmeye devam ettim. Eskisi kadar kanamayan yarası gözlerimin önündeydi, midem kasıldı. Nasıl bir müdahale de bulunabilirim diye kafa patlatırken parmaklarım, kumaşın uçlarını daha sıkı tutmaya başladı. O an, kas katı kesildiğimi fark ettim ve dışarıdan ürkütücü gözükecek şekilde yaraya bakmaya devam ediyordum. Kanın kokusu burnumun deliklerinden dolarken, burnum yandı ve bu sefer, midemin kasılmasına bir de burnumu buruşturmam eklendi. Acı ve hüzündü. Onca duygudan bu ikisini seziyordum tam olarak, şu anda. Burnum kaşındı fakat parmaklarımı serbest bırakıp burnumu kaşıma zahmetine girmedim. En sonunda hala ne yapacağımı bilemeyerek parmaklarımı nazikçe yaranın üzerinde gezdirdim, ne kadar derin olduğunu anlamak istedim. Parmaklarım, geriye kalan kanlar tarafından boyandı. Afrodit hala uyanmamıştı, yüzünü buruşturdu ama ısrarla uykusuna devam etti. Uykunun kolları ona hiç bu kadar güzel gelmemiş gibi gözüküyordu. Yoksa artık acıyı hissetmiyordu da bu yüzden mi bir hamle de bulunup kendini, durup yanında deli gibi dikilmiş benden kurtarmıyordu? Kanayan yaralar, bir yerden sonra acısını hissizliğe mi bırakıyordu? Peki ya kalpte ki yaralar? diye düşünmeden edemedim. Onlarda bir süre sonra kabuk bağlayıp kendini gelecek olan acılara kapatıyor muydu? Geçmeyen şu bir kaç dakika da durup bir bir düşündüm. Artık, her şey olabilirdi, her ihtimal karşımıza kendisini sunabilirdi. Her zaman olduğu gibi daldığım düşüncelerimden uzaklaştım. Düşünceler ve hisler, beni hem iyi ediyordu hem de mahvediyordu. İronik. Pervasızca akıp giden zaman, yine karşımda sırıtarak yüzüme bakıyordu. Zaman, her zaman nefret etmiştir benden. Kendimi kurtarmaya çalıştığım zamanlar su gibi uzaklara akar, beni yine zamansızlığa teslim ederdi. Zaman çoğu zaman dururdu benim için, şu an da olduğu gibi. Değerini bilemeyip kullanmayı beceremezsen bir daha geriye dönüp onu yakalayamazsın. En çokta düşünceler, cevapsız soru işaretleri ve yanına serpilmiş minik duraksamalar, zamanın en büyük düşmanı unvanına girer. Yine aynı hataya, aynı zamansızlığa teslim etmiştim kendimi. Toparlanıp yeniden Afrodit'in yanında belirdiğimde, kanın keskin ve her türlü acısını salan kokusunu umursamadan derin nefes aldım. Parmaklarım çoktan uyuşmuştu bile. Kaç dakikadır orada öylece duruyordum bilmiyordum ama gözlerim tekrardan görme yetisini kazanmış gibiydi ve böylelikle gördüklerim karşısında bozguna uğradım. Kan yok olmuş, yara imkansızlığı hiçe sayarak, yanına acıyı da ekleyip yok olmuştu. Gözlerim şaşkınlıkla Afrodit'in yaralı olması gereken bacağının üzerinde geziyordu. Aptala dönmüştüm, neler oluyordu, anlam veremiyordum. Yoksa o geçen amansız dakikalarda yarasını iyileştirmeyi mi başarmıştım? Ben, Anka Özçelik. Yaraları mı iyileştiriyordum? Kendi oluşturduğum ruhsal yaralarımı da iyileştirmeyi başarabiliyor muydum? Bunu nasıl yapabilmiştim, gerçekten bilmiyordum. Afrodit'i yaralandığı zaman gördüğümde neden yapamamıştım? Ya da o yıllar önce babasının ve henüz 9 yaşında olan küçük çocuğun, Hakan Dalkıran'ın, kollarında cansız, ruhsuz ve hareketsizce yatarken onu neden kurtarmamıştım? Acaba hiç çaba sarf etmeden mi gerçekleşiyordu, anlamaya çalışıyordum. Eğer, o zaman yapabilseydim yemin ederim bir an bile düşünmeden, zamanı hiçe sayarak yapardım. Yapardım çünkü acıyla iç içe geçen çaresizlik beni mahvediyordu. Benim gücüm, yaraları iyileştirmek ise aileme adımı Anka koydukları için teşekkür edip sarılırdım. Nerede, ne durumda olduklarını hala bilmiyordum fakat onlar için tek istediğim sağ salim hayatta olmalarıydı. Onlar da yaralandıysa onları bulup, çözmek için kafamı patlatarak gücümü kullanıp iyileştirecektim. "Anka," diye mırıldandığında, üzerimde ki şaşkınlığı atamadan Afrodit'e baktım. Dudaklarım aralandı ama şokun etkisi yüzündendi. Söyleyecek bir söz, bir açıklama bulamadım. Kendime bile bulamamışken bunu ona açıklayamazdım. "Sen.." deyip boğazını temizledikten sonra devam etti. "İyi misin? Neden öyle şaşkın şaşkın bakıyorsun?" Gözlerini kırpıştırarak bana bakmaya devam ettiğinde yalnızca gözlerimle ona, farkında bile olmadığım gücümle iyileştirdiğim bacağını gösterdim. Bakışlarını benden ayırıp gri gözlerini gösterdiğim yere dikti. O da en az benim kadar şaşkındı, gözlerinin kocaman açılmasından anlaşılıyordu. "Bu," dedi ve o da benim gibi anlam veremediğinden söyleyecek bir kelime bulamadı. "Nasıl oldu?" diye sordu fısıltıyla. Parmaklarımı bacağından çekmeyi başarabildiğimde "Bir anda," dedim. Sesim, güçsüz çıktı. Üzerinde ki, onu rahatsız eden açık renk kotu hala kanlıydı fakat yırtıldığı kısma baktığında yarası orada gözükmüyordu. Mantıklı bir kaç kelime dile getirmek istedim ama o kadar başarısız oldum ki, onun bana soru sormasını bekledim. Her ne kadar cevap veremeyeceğimi bilsem de aptal gibi susup durmak istemedim. "Yaram, gitmiş. Bu nasıl olur? Bir günde iyileşemez ya." Yüzünde ki şaşkınlık diline de vurdu. Parmaklarımda çoktan kurumuş olan kana baktığımda "İyileştirdim," diyebildim sadece. Kafam allak bullaktı, keza onun da, anlayabiliyordum. "Anka, bunu nasıl başardın, nasıl iyileştirdin bilmiyorum ama mükemmelsin," dedi ve gülümsedi şaşkınlığının arasından. Yattığı yerden doğruldu, bacağını kendisine çekti ve dizini kırdı. İncelemeye başladığında benim gözüm de onun üzerindeydi. O an, onu, bulaştırıcı gülümsemesiyle görünce içimi sevinç kapladı. "Hakan'a haber versene, eminim o da benim kadar sevinecektir," dedi ve ellerini birbirine çarptı. Gülümseyerek çöktüğüm yerden kalktım ve çadırın fermuarını açıp dışarı çıktım. Temiz hava yüzüme çarptığında havayı iyice içime çektim. Bugün, biraz da olsa anlamsızlıklar anlam bulacaktı ve ben, gücümü iyi olan herkesi iyileştirmek için adayacaktım. Heyecan ve mutluluktan gözlerimi kocaman açıp etrafta Hakan'ı aramaya koyuldum. İleri de Rabia ile samimi bir sohbetin içindelerken yakaladım, güneşten kaçmak için ağaçların gölgesinde ayakta duruyorlardı. Rabia, ona her ne söylediyse dudakları kıvrıldı, gülümsemesini gözler önüne serdi. Bakışlarım donuklaştı, istemeden de olsa kaşlarımı çattım. Az önce içimde olan sevinç kayboldu, yerini kızgınlığa devretti. Saçma sapan triplere girmek bana göre değildi, bu yüzden anında kendimi toparladım. Sahte de olsa bir gülümseme yerleştirdim dudaklarıma ve sırtımı dikleştirip adımlarımı heyecanla onlara doğru hızlandırdım. Güneşin tenim üzerinde gezinmesi hafif sızlanmasına yol açıyordu. Çok bir önem arz etmiyordur diye görmezden gelmeye gayret ettim. "Hakan!" Sesim neşeli çıktı. Gülümsememi silmeden yanlarına ulaştığımda elimi koluna koydum ve dikkatini bana çekmek istedim. Başarılı da oldum, gülümsemesini hemen silip attı ve dönüp koyu kahverengi gözlerini benim gözlerimle buluşturdu. "Afrodit'in yarası tamamen iyileşti! Ben iyileştirdim!" dedim ve gülümsemem genişledi, gülmeye başladım. Rabia, rahatsızca kıpırdandı ama ona aldırış etmeden devam ettim. "Nasıl oldu bilmiyorum ama tişörtü çıkarıp yenisiyle değiştirmek isterken parmaklarım yaranın üzerindeydi ve gözlerimi kapatıp açtığım o esnada bir baktım ki, yok oldu. Yara kayboldu!" Parmaklarımı gösterdim, onu iyileştirdiğime dair bir kanıt olsun istedim. Hakan, hem şaşkınlıkla hem de öncekinden de büyük bir gülümsemeyle söylediklerimi dinledi ve, "Ciddi misin? Anka, ciddi misin?" diye sordu, aslında tam olarak ne diyeceğini kestirmeye çalışıyordu. Başımı aşağı yukarı doğru sallamakla yetindim. Gülümsemesi genişledi, gözleri kısıldı. Ne olduğunu anlayamadan bir anda kollarını belime doladı ve ayaklarımı yerden kesti, havaya kalktığımda nefesini daha yakınımda hissedebiliyordum. Nefesi yüzüme çarpıp kirpiklerimi kırpıştırmama neden oldu ama gözlerim, bir an olsun onun kısılan gözlerinden ayrılmadı. "Seni şu anda öpebilirim," dedi ve kızardım, kalbim öyle hızlı atmaya başladı ki sesini duyacak diye ödüm koptu. Rabia, boğazını temizledi, rahatsız olduğunu her şekilde gösteriyordu ve bundan asla çekinmiyordu. Etrafında döndürdükten sonra gözleri anında irileşti ve ne yaptığını yeni fark ederek aval aval yüzüme bakmaya başladı. Hemen beni yere indirdi, ayakkabımın tabanı yerle temas etti. Boğazını temizledi ve bir elini ensesinden saçlarına doğru kaydırdı. "Affedersin," diye mırıldandı. Gözlerinde pişmanlık yoktu fakat her an olabilirmiş gibi görünüyordu. Yüzümü düşürmedim, aksine gülmeye devam ederken "Herhalde benim gücüm de insanları iyileştirmek, yaralarına dokunmak ve onların kaybolmasını sağlamak," dedim sevecen bir tavırla. Afrodit'in yanına gitmek için yanımızdan ayrılacakken arka taraftan Afrodit'in bize seslenişini işittik. Kafamı arka tarafa çevirdim, topallamadan, kimseye ihtiyaç duymadan bize doğru yürüdüğünü gördüğümde yaptığım şeyden bir kez daha gurur duydum. Nasıl olmuştu, bir fikrim yoktu fakat gücümün harikalığı karşısında kendimi kaybettiğimin farkına vardım. Hakan, bu sefer de ablasına sarılmak için koştu, ilk önce ellerini ablasının yüzüne yerleştirdi, inceledi. Daha sonra, az önce bana sarıldığı gibi ona da sarıldı fakat temkinli davranmak ister gibi onu havaya kaldırıp döndürmedi. "Ares! Efdal!" diye bağırdı bütün gücüyle, sevinci de ona ortak oldu. "Kalkın, gelin! Afrodit'in yarası iyileşti! Anka, iyileştirdi!" Hala bulunduğum, ağaçların dallarının gölgesinde, onların mutluluğuna şahit oldum ve bu, benim sayemdeydi. Fazla egolu gözükmemeye özen göstererek ama bir o kadar da böbürlenerek yanlarına gidip Rabia'nın yanından ayrıldım. Hakan, iyileştirdiğim, yaranın olması gereken yere bakıyordu. Ares ve Efdal, sonunda çadırdan çıkıp anlamsız ifadeleriyle bize bakmaya başladı. "Ne oluyor kardeşim? Ne bu tantana? Dün olanlar yetmedi mi, ne bağırıp duruyorsun?" dedi Ares, gözleri güneşten dolayı kısılmıştı. Yanımıza ulaştıklarında Efdal, soran gözlerle bana baktı. "Anka, Afrodit'in yarasını iyileştirdi. Nasıl yaptı bilmiyoruz ama sanırım dün senin aslanları efor sarf etmeden yenilgiye uğratman gibi bir durum. Sanırım, onun da gücü buymuş. İnsanların yaralarına dokunmak, onları iyileştirmek." dedi Hakan ve dönüp güneşin vurduğu, parlayan gözleriyle bana baktı. Ares bana döndü ve gülümsedi, gülümsemesi o kadar içtendi ki ona aynı şekilde karşılık verdim. Efdal, kolunu boynuma attığında "Vay be. Mükemmel bir güce sahipmişsin. Peki neden yara iyileştirmek? Bunun anka kuşu ile alakası ne?" diye sordu. Hem gülümsüyordu hem de soran gözlerle bakıyordu. Lafı Ares devraldı. "Anka kuşları göz yaşlarıyla insanların yaralarını iyileştirebiliyor. Bu sebepten ötürü Anka'nın böyle bir güce sahip olduğunu düşünüyorum." Rabia, kollarını göğsünde birleştirip "Senin ve Ares'in gücünü öğrendik. Peki Afrodit'in gücü ne?" diye sordu, ses tonunda ki kıskançlığı gizleyemedi. Hepimiz dönüp Afrodit'e baktık. Açık gri gözleri parladı, elinin tersiyle saçını geriye attı ve "Ben, gücümü çok önceden fark etmiştim ama bunun bir özellik olduğunu düşünmemiştim. Fakat dün ve bugünden sonra," hızla bana ve Ares'e baktı, "Kesin emin oldum. Gerçekten isimlerimiz sayesinde güçlere sahip oluyoruz," dedi. "Ee, senin gücün neymiş?" Soruyu Efdal sordu ve gözlerini kocaman açarak cevap gelmesini bekledi. "İnsanların aurasını görebiliyorum. Aslında yalnızca kırmızı görüyorum ve bunun anlamı aşk demek. Kimin kime bir şeyler hissettiğini, aşık olduğunu anlayabiliyorum." Bu defa bende gözlerimi kocaman açtım ve saniyelik ürperti geçti içimden. Kimin kime aşık olduğunu mu anlıyordu? O an ki sessizlikte Afrodit'in hangi tanrıça olduğunu düşünürken buldum kendimi. Aşk tanrıçası. Afrodit, aşk tanrıçasıydı ve evet, şimdi mantıklı gelmeye başlıyordu. "Nasıl yani? Şimdi bize baktığında kim kime aşık anlayabiliyor musun?" diye sordu Rabia, bu kez sesine korku ulaştı. Neyden korkup çekindiğini az çok anlamıştım. Davranışlarından dolayı kendisini çok fazla ele veriyordu ama belli ki o, bunu bilmiyordu çünkü bal rengi gözlerini Afrodit'e dikmişti. "Direkt olarak anlayamıyorum. Arada yoğun bir duygu varsa ve kişi, sevdiği insana bakıyorsa etrafında kırmızı renkler uçuşmaya başlıyor. Hisler ne kadar yoğun olursa renk o kadar fazla gözlerimin önünde beliriyor." Boğazını temizledikten sonra dönüp Ares'e baktı. "Mesela Ares'te şu an o rengi görebiliyorum, hatta daha önce de görmüştüm. Bacağım yaralıyken beni sizin yanınıza götürdüğünde," dedi ve bu sefer bana ve kardeşine baktı. Efdal kolunu boynumdan çekti ve kaşlarını çattı, homurdandı fakat hemen toparladı, kimsenin fark etmeyeceğini düşündü ama görmüştüm. Bozuntuya vermeden Afrodit'in devam etmesini bekledim. "Ares'te mi gördün? O zaman Ares, seni mi seviyor?" diye soran Rabia idi. Kalbim sıkıştı, elimi kalbimin üzerine götürdüm. Afrodit başını iki yana salladığında direkt olarak bana bakıyordu. Anlamıştım fakat sesimi çıkarmadım. O da en başından beri anlamıştı fakat o da sesini çıkarmamıştı ve hala, ağzını açıp tek kelime etmedi. "O zaman Anka'dan hoşlanıyor." Rabia'nın korkusu hem sesinde hem de gözlerinde kayboldu. Öyle bir gülmeye başladı ki kaşlarımı çatmama neden oldu. Sinirle dönüp ona baktım ve "Bunu da nereden çıkarıyorsun? Ayrıca bu kadar komik olan nedir, anlayamadım," dedim. Ares'e ya da Hakan'a dönüp bakma cesareti kendimde bulamadım, bu yüzden aynı şekilde Rabia'ya bakmayı sürdürdüm. Afrodit, Rabia'nın söylediğini doğrulayacak hiçbir söz de bulunmadı fakat aksine, onun aksine sinirini bozmak için tavır sergiledi ve "Senin de etrafında kırmızı renkler uçuşuyor, tatlım," dedi. Tatlım kelimesini bastırdı ve iğneleyici bir tonda söyledi. Bakışlarımı çevirip Hakan'ın üzerinde gezdirdim fakat o, Ares'e bakıyordu. Bakışlarında bir kızgınlık sezemedim, hatta, biliyormuş gibi bakıyordu. Çok sakin gözüküyordu. "Rabia'nın Hakan'a aşık olduğunu hepimiz biliyoruz zaten. Bunun için kırmızı renklere falan ihtiyacımız yok," dedi Efdal dalga geçer gibi. Rabia'dan hoşlanmadığını biliyordum fakat sesinde ki umursamaz tavrı yalnızca ondan hoşlanmadığı için değildi, başka bir şey dönüyordu ama ne olduğunu anlayamadım. Anlamak istesem de zaten şu an ki rahatsız edici durumdan ötürü kafamı çalıştırıp beynimi yoramazdım. "Daha önce Efdal'ın söylediği gibi gidip bir market bulmamız lazım," dedi Hakan, az önce konuşulanlar umurunda değilmiş gibi. Umurunda değil gibi takılmak istiyorsa aynı şekilde ona karşılık verecek, onu kendi silahıyla vuracaktım. Onun yaptığı gibi umursamaz bir tavır takındım ve "Evet, hadi aramaya koyulalım," dedim. Hakan, bakışlarında hiçbir duygu belirtisi bulunmadan yüzüme baktı, iyice inceledi. "Sen gelmiyorsun. Burada, Afrodit ve Efdal ile birlikte kal," dedi düz bir sesle. Başımı omzuma yatırarak kollarımı göğsümde birleştirdim. "Anlamadım? Ne zamandan beri kararları sen verir oldun?" diye sordum ve sesim beklemediğimden daha gür çıktı. Koyu kahverengi gözleri, güneş ışınlarının yansıması sayesinde açık kahverengine büründü. O kadar kızgın ve sert bakıyordu ki söylediklerimi tekrar düşündüm, kötü bir cümle kurmamıştım. "Anka, bu saçmalıklar uğraşacak ne vaktim ne de sabrım var. Ben, Ares ve Rabia gidip market arayacağız. Sen burada bekle," dedi az önce sorduğum soruyu hiçe sayarak. Bir kaç dakika önce bana sarılıp benimle mutluluğunu paylaşan o değilmiş gibi davranıyordu. Kaşlarım çatıldı, dalga geçer gibi güldüm. "Hadi Ares'i anladım, inanılmaz bir gücü var. Peki ya Rabia? Ne gibi bir yardımı dokunabilir size?" dedim, farkında olmadan tırnaklarımı kollarıma geçirmiştim. Parmaklarımda ki kurumuş kanlar, kollarımda izlerini bıraktı. Rabia tam lafa atlayıp bir kelam edecekken kollarımı ayırdım ve yüzüne bakmadan işaret parmağımı kaldırıp onu durdurdum. "Tek kelime etme. Canım zaten sıkkın, daha fazla sıkmayı deneme bile." Sesim çok sertti. Bunu anlamış olacaktı ki yalnızca yutkunmakla yetindi. Gözlerim Hakan'ın üzerindeyken sinirimi alamayıp "Ben de geliyorum. Eğer çok rahatsız oluyorsan sen gelmezsin, burada beklersin. Kimse bana ne yapacağımı söyleyemez," dedim net bir şekilde. Ciddiyetimi anlaması için bekledim ama dikildiği yerde yüzüme bakmaya devam etti. Efdal boğazını temizleyip ortamı yumuşatmak amacıyla "Tamam, sakin olun. Çok önemli değil. Anka, Hakan ve Ares gitsin o zaman," dedi. Hala sessiz kalmayı sürdürürken aklından nelerin geçtiğini düşünmeden edemedim. Sessizce oturup onu bekleyeceğimi düşünmemişti herhalde. Cesaretimi yeniden elde etmiş gibi hissediyordum fakat işin aslı öyle değildi. Hiç kaybetmemiştim, yalnızca derinlere gömülmüştü ve onu yüzeye çıkardım. "Üçümüz birden gidemeyiz. Ares sizinle kalsın, onun yerine Rabia gelsin," dedi Hakan. İnatla Rabia'yı istiyordu ve sebebini bilmiyordum. Eninde sonunda gerçekler yüzeye çıkacaktı. Her zaman çıkardı. İç çektim ama itiraz etmedim. "Çadırlarınızda kalın hatta mümkünse tek çadırda toplanın ve bizi bekleyin. Çok uzun sürmeyeceğine eminim, eğer birileri uyuşuk uyuşuk yürüyüp ayağımıza dolanmazsa," dedim ve engebenin tersi yönünde aşağı doğru inmeye başladım. "Diş fırçası ve macun almayı unutmayın!" diyerek seslendi Efdal. Arkamı dönmeden, ayaklarımı sertçe yere vurarak yürümeye devam ettim. Hakan, Rabia'ya bir şeyler fısıldadı fakat duyamadım, ardından hızlı adımlarla bana yetişti ve yanımda yürümeye başladı. Yüzüne bakmıyordum, ayakkabılarımın altında ezilen çim ve taşlara dikmiştim gözlerimi. "Ne bu fevri hareketlerin?" Sorusu karşısında afalladım, kendimi en iyi şekilde ifade etmek için kendime süre tanıdım. Hızını kesmeden devam edip içindekileri kustu. "Çocukça davranıyorsun. Olayı bu kadar büyütmeni gerektirecek bir mevzu olmadı. Kimse sana emir vermiyor, doğru şekilde adım atmaya çalışıyorum." dedi, yüzüme baktığını hissedebiliyordum. Bakışlarında hangi duygu vardı bilemiyordum ama kızgınlık olduğunu düşündüm. Derin bir nefes aldıktan sonra bakışlarımı ona çevirdim, durdu ve tahmin ettiğim üzere kızgın bakışlarıyla yüzüme bakmayı sürdürdü. "Sen beni aptal mı sanıyorsun? Tam 17 yıl sonra karşılaşıyoruz ve sen, beni hiç tanımıyormuşsun gibi konuşuyorsun. Eğer sözümü kesmeye kalkacak olursan sakın, çünkü biliyorsun, asla haz etmem." Adımlarım yavaşladı, bana ayak uydurdu. Elimi saçlarımın arasından geçirdim, devam ettim. "Afrodit'in söylediklerine neden bu kadar takıldın da bir anda sen çocukça davrandın, asıl ben anlamadım." Onun bana söylediği çocukça kelimesini bilerek bastırarak söyledim. Alayla güldü, gözleri kısıldı. "Çocukça davranan ben miyim Anka?" İşaret parmağıyla kendini gösterdi, ardından bana işaret etti. "Yoksa sen mi?" Kaşlarını çattı, daha ne kadar çatabileceğini ölçmek istercesine. Burnundan soluyordu. Bu kadar büyüttüğü neydi? Rabia'nın ayak sesleri de bizim gibi yavaşladı ve saniyelik ona doğru dönüp baktığımda, artık ne şekilde bakıyorsam anında durdu ve bekledi. Yürümeyi sürdürmedim, durup ellerimi belime yerleştirdim, Hakan'a suçlayıcı bakışlarla bakmaya başladım. Elini ensesine götürüp sıktı, gözlerini kapattı ve derin nefesler aldı. Yeniden gözlerini açtığında daha sakin ve yapıcı gözüküyordu. "Bunu şimdi tartışmayalım, direkt konuyu kapatalım. Talan edilmemiş market bulabilirsek şanslıyız," dedi tek seferde. Adımlarını hızlandırdı, biraz bekledikten sonra peşinden gittim. Tartışma yaratma peşinde değilken beni o duruma sokmak için elinden geleni yapıyordu, sonra da konuyu kestirip atmaya çalışıyordu. Kimin çocukça davrandığı apaçık ortadaydı. Silkelenip toparlandım, bugün, dünden daha verimli geçmeliydi. Çevremizde dört katımız kadar ağaçlar, gökyüzünde özgürlüğünü elinden bırakmayıp uçmaya devam eden kuşlar ve yakınlardan gelen iç rahatlatıcı, huzur verici, yoğun su sesleri mevcuttu. Yaklaştıkça su seslerinin kulaklarıma daha fazla dolup, bedenimi bütünüyle huzura erdirmesini sezdim. Gerginliğimi ve kızgınlığımı bir parmak şıklatması kadar kolay aldı, götürdü. Esen rüzgar, saçlarımı savururken güneşin rahatsızlık veren ışınlarından sakınmak için elimi gözlerimin hizasında tuttum. "Talan edildiğini düşünmüyorum. Baksana, yalnızca altı kişiyiz. Anons yapan sese kalırsa dört kişi kaldık." Dediğini dinlemeye karar verdim, konuyu şimdilik rafa kaldırdım. Göz ucuyla ona baktım, baş ve işaret parmağını çenesine koymuş yeni çıkmaya başlayan sakallarında gezdiriyordu. Rabia nefes nefese dibimizde bitti. "Ağaçların arasından göl gördüğüme yemin edebilirim. Market bulmadan önce bir oraya mı uğrasak acaba? Belki temiz su işimize yarayabilir." Bakışları fel fecirdi, Hakan'ı kolundan tutup çekiştirmeye başladığında çenesinde ki eli aşağı kaydı. Bahsettiği tarafa doğru dönmemizi istiyordu. Kolunu çekip Rabia'nın sendelemesini görmezden geldi ve çenesiyle işaret etti. "Gidelim o halde." Önden geçmemizi bekledi, öyle yaptık. Kuş cıvıltıları durmuştu, hava da tekrardan sessizlik hakimiyetini sürdürdü. "Çok sessiz. Bu işte bir terslik olabilir," dedim onları uyarmak için. Beni kâle almadıklarını anladığımda "Kuşların cıvıltısı kesildi, bu ürkütücü sessizlik gözünüze batmıyor mu?" diyerek soru yönelttim. Rabia işaret parmağını dudaklarına götürerek "Sessiz ol," dedi. Gözlerimi devirmekle yetindim. İnatçı bir aptala bir yere kadar lafını geçirebilirdin, tenezzül etmedim. Kelimenin tam anlamıyla parmak ucunda ağaçların arasından geçmeye çalıştık. Göl, gözlerimin önünde belirdiğinde içimden ne kadar pis gözüktüğünü geçirdim. Dallar, kollarıma ve bacaklarıma batıyor, saçlarımla kıyafetimin uçlarına takılıyordu. O kadar dar bir yoldu ki az daha bir dal gözümün içine girecekti, son anda başımı eğerek kurtuldum. Göle daha fazla yaklaştıkça taşlar git gide ayağımıza takılmaya başladı. Görüş alanımda netliğini kazandığında gölün etrafında ağaçların dalları, yaprakları ile çevrelendiğini gördüm. Kirli bir suydu, işimize yarar bir yanı yoktu. İç içe geçmiş keskin, burun yakan rahatsız edici koku yüzünden burnumu kırıştırdım. Benimle birlikte Hakan ve Rabia'da rahatsız olmuştu, yüz ifadelerinden anlaşılıyordu. "Ne kadar pis bir göl. Hiç böyle hayal etmemiştim," dedi Rabia huysuzca. Güneş ışınlarının yaprakların arasından göle vurmasıyla pisliğini daha fazla gözlerimizin önüne seriyordu. "Fazlasıyla sessiz bir alan. Değişik bir atmosfere sahip, çözemedim." Dönüp Hakan'a baktım, gölü inceliyordu. Genişti ve yüzeyde bir sürü yapraklar yüzüyordu. Pis koku da buradan gelmeli diye düşündüm. Dalların çatırdaması ve yerde hissettiğim titreşim yüzünden irkildim, başım hemen arka tarafa doğru çevrildi. Çöktükleri yerden ellerini kaldırıp masum olduklarını belli etmek istercesine duran iki tane yüzle karşılaştım. Bir tanesinin elinde büyük bir kitap vardı, kenarları yıpranmıştı. Dengelerini toparlayıp ayaklarının üzerine sıkıca bastılar. "Hiçbirinize zarar verme gibi bir niyetimiz de isteğimiz de yok. Ses duyunca burada yalnız olmadığımızı anladık ve bakmaya geldik." Konuşan sarı saçlarını tepede topuz yapmış yeşil gözlü bir çocuktu. Üzerine giymiş olduğu siyah, uzun hırkasının uçları çamurla kaplıydı. Sol kaşının hemen dibinde uzun bir yara izi vardı. Onlarda bizim gibi acaba bilmediğimiz başka bir hayvanla savaşıp sağ mı çıkmışlardı? "Şu işe bak. Saçma sapan bir anons duyuyoruz, sadece dördümüzün hayatta kaldığına dair ama gel gör ki bizim dışımızda hayatta kalmış bir sürü insan var. Bu nasıl oluyor?" Hakan alayla güldü ama sinirlendiği için güldüğünü anlamam uzun sürmedi. "Ben Hakan," diyerek tanıttı kendini. "Rabia." Gözler bana çevrildiğinde kendimi tanıtmak yerine, "Burada ne arıyordunuz? Elinizde ki kitabı burada mı buldunuz?" diye sordum. Artık tanışma faslını atlayıp olayları çözmeye başlamak daha mantıklı geliyordu. "Ben Morpheus," dedi sarı saçlı çocuk ve ellerini indirerek yanında duran upuzun kızıl saçlara sahip kızı gösterdi. "Bu da Athena." Sorularımı cevapsız bıraktı. Dikkatle onları incelediğim esnada Athena bunu fark etmiş olacak ki "Morpheus'ın dediği gibi size kötü herhangi bir hamlede bulunmayacağız," dedi. Elindeki kitabı indirdi, üzerinde kanatlarla çevirili alev resmi vardı. "Evet, bu kitabı burada bulduk. İçinde yazanları tam anlamıyla anlayamadık çünkü çoğu sayfa yırtılmış. Küllerin doğuşu ile alakalı olduğunu düşünüyoruz. Küllerinden doğan katil ve epochal efsanesi ile ilgili yazılar mevcuttu. En azından okuyabildiğimiz kısımlarda," Athena kahverengi gözlerini üzerimizde gezdirdi, benimkinde daha fazla gezindi. Gözleri ellerime kaydı, kurumuş kanları fark etti fakat üzerinde durmadı. "Adım Anka. Parmaklarımda ki kanlara gelecek olursak," Athena'nın bakışlarından sonra ellerimi kaldırıp gösterdim. "Kimseyi öldürmedim, aksine iyileştirdim." Derin bir nefes aldım fakat sonra bunun pis koku yüzünden bir hata olduğunu anladım, yüzümü buruşturdum. "Epochal efsanesi tam olarak nedir? Anlamı hakkında en ufak bir fikrim yok." Rabia'nın sesini duyduğumda onun burada olduğunu unuttuğumu fark ettim. "Epochal efsanesi, Latincede 'çığır açan' demek. Sanırım yeni bir çığır açılıyor gibi bir durum söz konusu," diyerek Rabia'nın sorduğu soruyu açıkladı Morpheus. Sonra dönüp bana, ardından ellerime baktı. "Anka kuşunu duymuştum. İyileştirme gücün var demek ki." Alt dudağını büküp takdir etmek istercesine kafasını salladı. O esnada gözlerim ikisinin üzerinde tur attı ve fark ettirmemeye çalışarak detaylıca inceledim, Athena'nın dudağının kenarının patlayıp kanın kurumuş olduğunu keşfettim. "İsimlerinizin güçleri ne? Yani ikisi de ne tanrıçası bilmiyorum." Tekrar Rabia soru sorduğunda istemeden de olsa kaşlarım çatıldı. Sorduğu sorularda herhangi bir yanlış yoktu fakat niyeyse kızın varlığı bana komple baştan aşağı yanlış geliyordu. "Athena, akıl ve zeka tanrıçası. Gücün de bununla uyumlu bir şey olmalı," dedim. Athena'nın başı aşağı yukarı doğru gidip geldi. Hafif balık etli bir kızdı ve orta boylardaydı, çok güzeldi. "Gücüm, insanların ne düşündüklerini tahmin edebiliyorum. Bir nevi okuyorum gibi düşünün. Bu yüzden ellerinde ki kanları gördüğümde birini öldürmediğini anlamıştım." Bana bakarak gülümsedi ve kaldığı yerden cümlesini tamamladı. "Sizi ilk ağaçların tepesinde gördüğümüzde size zarar vereceğimizi düşüneceğinizi sezdim. Bundan dolayı ellerimizi kaldırdık, zararsız olduğumuzu anlatmak için. Bu tarz düşünceleri öncesinde de sezebiliyorum fakat bu her zaman gerçekleşmiyor." "Hepinizin güçleri var, muhteşem. Aileme bana neden normal bir isim koydular diye kızmadan edemiyorum." Rabia huysuzca homurdandı fakat kimse onu takmadı. Gözlerimi devirdikten sonra Morpheus'a döndüm. "Peki ya sen? Morpheus tanrısı hakkında bir fikrim yok." Gülerek "Morpheus, düşler tanrısı. Rüyalar görüyorum, hatta kâbus da diyebiliriz. Ya gerçekleşmiş oluyorlar ya da gerçekleşecek olanlar oluyor. Hatta buraya gelip sizinle karşılaşacağımızı da gördüm," dedi ve daha sonra dudakları düz bir çizgi halini aldı. Güldüğü sırada ön dişlerinin hafif yamuk olduğunu gördüm, sevimli görünüyordu. Derin bir nefes alıp gücünü toplayamaya çalıştı, düşük omuzlarını dikleştirdi. "Şimdi 20 yaşındayım ve fark ettiğim ilk zaman 17 yıl önce, 3 yaşındayken küllerinden doğan katil gelmeden bir gün önceydi," Devam edemedi, güçlükle yutkunmak zorunda kaldı. Gözlerinin dolduğunu izledim, kötü bir şey görmüş olmalıydı. "Devam etmek zorunda değilsin," dedi Athena, onu rahatlatmak için elini koluna koyup sıvazladı. Morpheus, burnunu çektikten sonra elinin tersiyle akmaya yüz tutmuş göz yaşını sildi. "Bir kâbus gördüm ve simsiyahtı. O kadar siyahtı ki beni alıp içine sürükleyecek sandım. Kötü bir şey yaşayacağımızı sezmiştim ve kalbim itekledi. Hepsi kâbusun içerisinde oradan oraya yalpalanırken gerçekleşti ve öleceğim sandım." Tekrardan burnunu çekti ve bize duygularını belli etmemek için hemen akan yaşlarını sildi. "Ailemin öldüğünü gördüm. Kaşımın bitişiğinde ki yarayı da o gece aldım." Hıçkırdı ve Athena'nın kolunda ki elini tutup sıktı. "Tamam, yeter artık Morph. Devam etme," dedi ve yüzünde derin bir keder vardı. Morpheus ailesini mi kaybetmişti yoksa? O kadar kötü oldum ki bunu kimseye yansıtmamak için saniyelik gözlerimi kapatıp geri açtım. Yaşadıkları çok korkunç olmalıydı, yüz ifadesinden, sesinin titremesinden anlaşılır vaziyetteydi. Acısını daha fazla deşmek istemedim, sakince onu inceledim. "Yaşananlar için ne kadar üzgün olduğumu tahmin edemezsin. Bizde ailemizi bulma derdindeyiz ama gel gör ki düşündüğümüz durum bundan ibaret." Cümleler dudaklarımdan döküldüğünde sesimin güçsüz çıktığını o an idrak ettim. Hakan'a dönüp baktığımda onun da en az bizim kadar rahatsız ve üzgün olduğunu gördüm. Söze atılarak "Kaybettiklerin için üzgünüm. Şimdi kazanacakların için savaşman gerekiyor ve bu işte birlikteyiz," dedi ve sesindeki içtenlik gülümsememe yol açtı. Onlara güvenmediğini biliyordum çünkü içten içe sorgular gibi bir hali vardı. Gülümseyerek acısını gizlemeye çalıştı. Hakan'a dönerek gülümsemeye devam etti ve teşekkür etme amaçlı başını indirip kaldırdı. O da Hakan'ın onlara güvenmediğinin farkındaydı fakat bozuntuya vermedi. Havaya kasvet çöktü, yaşanan gerginlikten veya içinde bulunduğumuz ortamdan olmalıydı. "Kitabın içinde yazanlara detaylı olarak bakmamız gerekiyor. Sezgilerim kuvvetli olduğu için bu kitabın bizim için çok büyük bir önem taşıyacağına kanaat getirdim." Athena konuştuğunda ona döndüm. Eli hala Morpheus'ın kolundaydı fakat artık sıkmıyordu, eli gevşemişti. Havada ki gerginliği söküp atmak istiyordum. Bu yüzden "Market aramaya çıkmıştık ama sonra Rabia bir göl gördüğünü ve işimize yarayacak temiz su olabileceğini söyledi ve kendimizi burada bulduk," dedim içten bir sesle. Duygularım yine birbirine karıştı, savaş verdiler. Athena bunu fark etmiş olmalıydı, gözleri hüzünlü bakarken dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. "Market bulabileceğinizden şüpheliyim. Her tarafta hayvanlar geziniyor. Eğer fark ettiyseniz ağaçlarda uyuyoruz, yukarıdan aşağıyı kolaçan etmemiz daha olası bir hal alıyor." Morpehus başını kaldırarak çenesiyle tepedeki ağaçları gösterdi, oraya baktım. Hırkasında ki çamurların ve parçaların doğal olarak bu vesile ile oluştuğunu düşündüm. "Leş gibiyiz, şu halimize bak." Rabia şöyle bir üzerini gösterdi. Kısa siyah saçları birbirine karışmıştı, üzerine giymiş olduğu kot pantolonu ve gri tişörtü fazlasıyla pis görünüyordu. Hepimiz toz ve kir içindeydik, doğru düzgün temizlenememiştik. Fazlasıyla pasaklı görünüyorduk. "Evet, farkındayım ama dediğim gibi," deyip kestirip attı Morpheus. Gölün hizasında yürüdü ve çevresinde bir tur atıp geri döndü, durdu ve sırayla bize baktı. Hemen sağından göz korkutacak büyüklükte alev püskürdü ve Morpehus son anda alevden sakınarak bize doğru koştu. Devasa taşlar, aleve siper oldu. Rabia'nın tiz çığlığı kulaklarımın içini acıttı. "O neydi?" Rabia titremeye başladı ve direkt Hakan'nın yanına koştu, sırtının arkasında durdu. Ellerini onun omuzlarına yerleştirerek saklanmaya başladı. "Alev çıktı! Neler oluyor?" Birden bağırdı, yüzünde ki korku bütün vücudunu sardı. Korkudan ve sarsılmadan her an bayılıp yere yığılacak gibi duruyordu. Parmaklarımın ucunda kalkıp gölün kenarına bakmaya çalıştım fakat taşlar o kadar yüksekti ki görüş alanım yetersizdi, bir şey göremedim. Athena, elindeki kitabı kenara atıp arkadaşının yanına koştu ve elleriyle omuzlarını tuttu. "İyi misin?" Morpheus küçük dilini yutmuş gibiydi, kekeledi, bir yandan deli gibi başını sallıyordu. Hafif dizlerimin üzerine çökerek göle doğru yaklaşmaya başladım, yeniden alev püskürdüğünde ağaçları bile yakıp kavuracak şekilde yoğun yayıldı. "Anka, delirdin mi sen? Gel bu tarafa! Ne ile karşı karşıya olduğumuzu bilmiyoruz!" Hakan bağırarak seslendi, kâle almadım. "Bırak baksın! Nasıl olsa iyileştirme gücü var, kendisini de bizi de iyileştirebilir." Rabia'nın söylediklerini işittim fakat tek kelime edip cevap vermedim. Bir bakımdan doğru söylüyordu. Yaralanırlarsa onları iyileştirebilirdim ama nasıl yaptığımı bilmediğimden bütün bedenimi tedirginlik sarmaladı. Kendimi nasıl iyileştirirdim, o konuda da maalesef bilgi sahibi değildim. Taşların arkasına sığınarak başımı iyice karnıma doğru eğip sakladım ve bekledim. Sudan sesler geliyordu ama bir türlü cesaretimi toparlayıp kafamı kaldıramıyordum. "Böyle kirli ve pis kokan bir gölde ancak timsahların olması gerekiyor." Sesimi yükselterek konuştum. Hafifçe kafamı kaldırdım, yüzümü kaplayan saçlarımı ellerimle arkaya attım. Taşa tutunarak yavaşça kalkmaya başladım, dikkat edip sakinliğimi korumaya çalışıyordum ama titreyen bacaklarım aksini söylüyordu. Henüz bir şey göremiyordum, yeniden olduğum yere çöktüm. "Timsah mı? Ağzından alev çıkartan timsah mı olur? Ejderha değil ya sonuçta!" Rabia sesini yükselterek bağırdığında hızla ona döndüm. Sesinin aksine adeta bir kedi gibi ürkek bakıyordu. "Çok anlıyorsan sen gel buraya," dedim taşların olduğu kısmı göstererek. "Buralarda neler ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Boş boş konuşup durma. Kimseye bir yararın da dokunmuyor anca laf kalabalığı yapıyorsun." Morpheus'ın kaşları çatık bir biçimde Rabia'ya baktığını gördüm. Rabia lafı yutup sessiz kalmayı tercih etti, o sıra da yeniden tepemden alev yükseldi. Ağaçlar, her defasında yanmaktan kıl payı kurtuluyordu. Alevin geleceğini biliyordum çünkü biz her gürültü çıkardığımızda alevler yükseliyordu fakat bize ulaşamadan havada gözden kayboluyordu. Güneşin tenimi sızlatmasının yanı sıra alevlerin sıcaklığını duyumsuyordum. Gerginliğin üstüne bir de hararet eklendi, terlemeye başladım. Hakan rahatsızca kıpırdandı, omuzlarını geri atarak Rabia'nın ellerinden kurtuldu ve eğilerek yanıma doğru geldi, benim gibi çöktü. "Tek başına burada beklemene izin veremezdim. Dikkatli olduğunu sanıyorsun ama tamamen dalgın görünüyorsun." Kulağıma doğru fısıldadı, nefesi kulağıma sıcaklığını bırakırken "Bizi küle çevirecek alevlerle yüz yüzeyiz. Ne yapmamı bekliyorsun?" dedim. "Kitap hakkında ne dediklerini hatırla. Küllerin doğuşu ile alakalı dediler." Açıklığa kavuşturmak istedikleri vardı ama şu an doğru düzgün düşünüp bir hamle de bulunamıyordum. "Hatırlıyorum. Alevlerden sakınmamızın küllerin doğuşu ile ne alakası olabilir?" Merak, her tarafımı sardı. "Tam kestiremiyorum fakat alevler belki de sana zarar vermez." Sessiz kaldı, dalgın bakışlarıyla beni inceledi. "Anka kuşu, tekrar ve tekrar küllerinden doğuyor. Kafanı çalıştır Anka." İdrak etmemi bekledi, gözleri kocaman açıldı. "İsmimden dolayı alevlerin bana zarar verse bile ölmeyip yeniden küllerden doğacağımı mı düşünüyorsun gerçekten?" Kaşlarımı çattım. Böyle bir şey mümkün olamazdı. Değil mi? "Elimde değil. Ama bak, isimler kısmen de olsa güçlerini bahşediyorsa anka kuşunun küllerinden doğması da güçlerinin arasında olabilir." Kafasını kaldırıp göle doğru baktı ve hemen geri çömeldi. Yeniden alev tepemizden uçup ısısını üzerimize saldı. Rabia çığlık attı, elleriyle yüzünü kapadı. "Dediğin gibi, bu bir timsah. Ağzından alev çıkarıyor olması nasıl mümkün oluyor, bunu da bilmiyoruz ama doğru düşünmüşsün." Hakan geriye doğru yürüyüp yerdeki taşlarda gözlerini gezdirdi. Benim bakışlarım ise Athena'ya doğru kaydı, ağaca tırmanıyordu. Morpheus ise ortadan kaybolmuştu, kaşlarımı daha fazla çattım. Artık başım ağrımaya başlıyordu. Girdiğimiz yoldan Ares'i gördüm, kaslı kollarıyla hiç zorlanmadan ilerliyordu. Hemen arkasında ise Afrodit ve Efdal vardı. "Ne yapıyorsunuz?" Afrodit, şaşırmış bir halde bakışlarını hepimizin üzerinde dolaştırdı. Efdal koşarak yanıma gelirken elimi kaldırıp onu engelledim. "Yaklaşmayın. Gölde timsah var ve ağzından alevler çıkıyor." "Ve siz hala burada dikilmeye devam mı ediyorsunuz? Kaçsanıza!" Efdal, bana deliymişiz gibi bakıyordu. Bu lafın üzerine Rabia, arkasına bile bakmadan Efdal'ı kenara iterek geldiğimiz yoldan koşmaya başladı. "Nereye kadar kaçıp duracağız? Alev çıkaran bir timsah var ve eğer onu öldürmezsek zamanla ağaçların hepsini yakacak ve işte o zaman boku yiyeceğiz." Sesim gürdü, kızgınlığımı bastırmadım. Ares koşarak Hakan'ın yanına gitti ve onunla birlikte büyük taşlar aramaya başladı. "Çok geciktiniz ve sizi aramaya çıkalım dedik. Rabia'nın çığlığını duyduktan sonra buraya geldik." Afrodit neden burada olduklarını açıkladıktan sonra ağacın tepesine baktı. Athena'yı görüp bir adım geri attığında "Merak etme. Korkmanı gerektirecek biri değil," dedim fakat söylediğime bende inanmıyordum. Athena ağacın dallarını koparmaya çalışıyordu. Düşecek, bir tarafını kıracak diye kalbim ağzımda atıyordu neredeyse. Çaresizle bekleyiş son bulduktan sonra Ares ve Hakan birlikte taşıdıkları, en az kendileri kadar büyük bir taşı göle doğru götürüyorlardı. "O sizi alevden koruyacak mı sanıyorsunuz?" Afrodit korkarak kardeşine baktı. Yapma, der gibi gözüküyordu ama Hakan'ın inadına yenik düşüp onu dinlemeyeceğinin de farkındaydı. Athena, tepeden aşağıda yığında dal fırlattığında "Dikkat edin!" diye bağırdı. Dallar her tarafa saçılıp yüksek bir ses çıkardığında, bu sefer Efdal'ın olduğu taraftan alev yükseldi. Efdal, dalların çıkardığı gürültüye bakayım derken alevi fark edemedi ve sol kolunun bir kısmına alev sıçradı. Kolu yanmaya başlarken çığlık çığlığa etrafta koşuşturuyordu. Morpheus koşarak gelirken bir yandan hırkasını çıkarıyordu. Zaman kaybetmeden hırkayı Efdal'ın üzerine atarak alevin daha fazla güçlenmesini engellemeye çalıştı. Efdal deli gibi çığlık atmaya devam ederken Athena ağaçtan aşağıya atladı, yerde yalpalandı. Ağzım açık olanları izlerken doğru düzgün düşünemiyordum. Efdal'ın kolunda ki alev güç bela söndüğünde gözlerimin dolduğunu fark ettim. Güneş, dalların arasında kayıplara karışırken biz hala bu pisliğin içindeydik. Bir an önce bitsin, kurtulalım diye dua ettim. Havanın serinliği üzerime çöktü, titredim. "Timsahı öldürmeyi başaramazsak ağaçları yakacak! Az kaldı, baksanıza! Biriniz yardım edin de şu taşı timsahın üzerine atalım, kayıplara karışsınlar." Hakan o kadar yüksek sesle bağırdı ki irkilip olduğum yere sindim. Morpheus, Efdal'ı ağaç kenarına oturttuğunda onlara yardım etmek için gitti. Kenardan onları izliyordum, hangi tarafa bakacağımı şaşırdım. Athena, Afrodit'in yanına geçtiği sırada gözleri korkuyla Morpheus'da idi. Kolunun kenarı sıyrılmıştı, dallardan olmalı diye muhakeme ettim. Zaman yine bana karşı gelmeye çalışıyordu, üstünlüğünü korumak istiyordu. Artık izin veremezdim. Her türlü savaşın içerisindeydim. Kendimle, zamanla ve karşımıza çıkanlarla. Dizlerimin üzerinde yol almaya başladım. Hakan, beni seyrederken bir taraftan da taşı daha havaya kaldırmaya çalışıyordu. Boynunda ki damarlar belirginleşti, patlayacak gibi duruyordu. Korktum ama yılmadım. Su da sesler çoğalmaya başladığında ses daha yakından geliyordu. Timsah, bize yaklaşıyor olmalıydı. Hala neden sudan çıkıp bize saldırıda bulunmadığını sorguladım. Ardından ellerimi kullanarak ayaklarımın üzerinde durmayı başardım ve hemen koşarak onlara yardım etmek için ellerimi taşın altına koydum. Afrodit ve Athena'nın korku dolu nefeslerini adeta ensemde sezdim, ürperdim. İşte şimdi gözlerimin önünde ki perde kalkmıştı, timsahla bakışıyordum. Kirli suyun içerisinde oldukça zalim ve tedbirli gözüküyordu. Bana bakıp sırıttığına yemin bile edebilirdim. Bu farklı bir duygu idi. Boktandı ama başkaydı. Komple bedeni suyun içerisinde değildi, üst kısmı hava alıyordu. Çamurlu su ile bir bütün olmuştu. Hepimizi yutacak kadar büyüktü, güçlüydü ve şansı yaver idi. Tersine döndürecektik, el birliği ile taşı ona doğru atmak için kollarımız kırılana kadar tepeye çıkardık. Elleri ile hızlı hızlı suyu yarıp gelirken çenesini havaya kaldırdı. Ağzından alevini püskürteceği esnada ondan önce acele ederek ağzının içerisine taşı fırlattık. Dişleri çatırdadı, ağzında taşla birlikte inleyerek suyun derinliklerine gömüldü, gözden kayboldu. Su da ki koku rüzgarla birlikte bütünleşerek pisliğini üzerimize saldı. Suyun üzerinde oluşan baloncuklar büyümeye başladı. Ares, taşa otururken Hakan'da elinin tersiyle alnında ki teri sildi. Morpheus, yeşil gözlerini baloncuklara dikmişti, yaptığı topuz darmadağın olmuştu. Efdal'ın acı inlemesiyle kafam ona yöne çevrildi. Kolunu sıkıca tutuyordu, gözlerini kapatmış oturduğu yerde öne geriye sallanıyordu. Yanına koştum ve önünde eğilerek elini kolundan çektim. "Tişörtün koluna yapışmadan onu çıkarmamız gerekiyor. Yarana bakacağım," dedim güçsüzce. Gözlerim doldu ama bunu ona belli etmemek için çaba sarf ettim. "Çok kötü yanıyor. Anka, canım çok acıyor." Kekeledi, gözlerinden akan yaşları gördüm. Yüzü acıdan kıvranıyordu. Afrodit, onun sağ tarafına geçti ve eliyle Efdal'ın göz kapaklarına düşen saçlarını geriye attı, saçını okşadı. "Dayan Efdal. Anka, seni iyileştirebilir." Bana bakıp gülümsedi ama gülümsemesi acı doluydu. Arkasına saklamak istiyordu lakin başarısız bir girişimdi. Tişörtün uçlarından tutup "Kollarını kaldırmak zorundasın. Sık dişini, oluşan yanığı iyileştireceğim," dedim. Sesimi düzene sokmaya çalıştım çünkü buna ihtiyacı vardı, anlayabiliyordum. İnleyerek kollarını yukarıya doğru kaldırdığı sırada acele ederek tişörtünü önce kollarından, sonra başından çıkardım ve kenara fırlattım. Kolu hakimiyetini kaybedip düştü ve yanığını gözlerimin önüne sundu. Çok fena kızarmıştı, kırmızılıklar derisinin üzerinde belirginliğini sürdürüyordu. Neyse ki kolunun tamamına yayılmamıştı. Ufak bir bölgede olsa bile ona ne kadar ızdırap yaşattığını idrak edebiliyordum. Burnumdan derin bir nefes çektim ve havayı ağzımdan onun koluna üfledim. Havanın serinliğiyle harmanlandı ve az bir miktar bile olsa ızdırabını hafifletebileceğini ümit ettim. Ellerimi özenle yanığın üzerine koydum, sıcaklığından bir şey kaybetmemişti. Avuçlarımda hissiyatını benimserken bir kaç saniye bekledim. Efdal, ızdırabının içerisinde savrulmaya devam ederken gözlerini açmamaya devam ediyor, bilhassa daha fazla sıkıyordu. Akan göz yaşlarına çare olmak istedim. Lakin ne şekilde yanığına deva olacaktım, hiç o kanıya varamamıştım. Gözlerimi kapattım ve beklemeye başladım. Afrodit'in yarasına çare bulduğum zaman yine aynı pozisyondaydım, yeniden denemek istedim. Sakince beklemeyi sürdürdüm, yanığın yok olduğunu imgeledim. Ortamda çıt çıkmıyordu, herkesin beni beklediğini biliyordum. Benim kadar sabırlılar mıydı, orası muammaydı. Sanki nefes almıyordum, gözlerim kapalı olmasının verdiği karanlık içerisinde hapsolmuştum. Serin hava saçlarımı savururken sarsıldım. "Anlayamıyorum. Böyle beklemenin neresi yanığı iyi edecek?" Morpheus'ın çatallı sesini işittim. Efdal'ın inlemesi yavaş yavaş havaya karışıyor, adeta toz olup uçuyordu. Gözlerimi açtığımda bir kaç defa kırpıştırma ihtiyacı duydum. Ellerimi korka korka çekerken yanığın, tenden yok olup gittiğini gördüm. Rahatlıkla gülümsedim, uzun zamandır içimde biriktirdiğim nefesimi dışarıya verdim. Efdal'ın gözleri açıldı, kirpikleri birbirine yapışmıştı. Önce koluna, sonra bana daha sonra tekrardan koluna baktı. Kahverengi gözlerine mutluluğun ışığı serpilmişti, ışıl ışıldı. Mutluluğu dudaklarına yansıdı ve ufak çaplı bir çığlık savurdu. "İnanılmazsın! İyileştirdin! Anka, seni seviyorum!" Kolunu çevirip gözlemledi. "Artık buradan siktir olup gitmeliyiz," dedi kolunu gözlemlemeye devam ederken. Çömeldiğim yerden kalktığımda bacaklarım feci şekilde ağrıyordu. Omuz silktim çünkü bugün iki insanı iyileştirmiştim. Kendi gücümle, isteyerek veya istemeyerek bunu başarmıştım. Daha önce kendimle bu kadar gurur duyduğumu anımsamıyordum. Hakan yanıma geldi ve elini sırtıma yerleştirdi, sarsıcı rüzgara rağmen tek bir hareketiyle ısınmamı sağladı. Dönüp ona baktım ve bakışlarının üzerimde dolandığını gördüm. "Başaracağına dair en ufak bir şüphem yoktu." Gülümsüyordu, gurur duyduğu her halinden belliydi. Ares, diğer tarafımda belirdiğinde "İyi iş çıkardın, seninle gurur duyuyorum," dedi sıcacık bir tonla. Ona döndüm. "Teşekkür ederim Ares. Bende kendimle ve aslına bakarsan hepimizle gurur duyuyorum." Hakan'ın sırtımda ki eli kasıldı ama geri çekmedi. Bugün aramızda yaşanmış olan gerginliği ikimizde hiç yaşanmamış gibi davranmayı sürdürüyorduk. Eninde sonunda birimiz patlayıp onarılması zor olacak bir kalp kıracaktı, her ne kadar bilmek istemesem de biliyordum. Rabia, yeniden yanımıza gelme zahmetine girdiğinde gözlerinin ve burnunun kıpkırmızı olduğunu gördüm. Kendini paralayacak derecede ağlamış olmalıydı. Elleriyle oynayarak utançla Hakan'a bakıyordu fakat umduğu gibi onun bakışlarını üzerinde göremedi. Athena kenara fırlatmış olduğu kitabı yeniden avuçlarının içine aldı ve herkesin kaçındığı o soruyu sordu. "Ee, şimdi ne yapıyoruz?" Herkes ölüm sessizliğine gömülüp birbirine baktı. Güçlerimizi yeni yeni idrak ediyor olsak bile nasıl bir strateji izleyecektik bilmiyorduk. Kaldığımız çadırların olduğu tarafa dönemezdik. Lazım olanları alıp yeni bir yer aramalıydık. Çizeceğimiz yolu derinlemesine tartıp ölçmemiz gerekiyordu. Gideceğimiz daha çok yol vardı. ^^^ Yeniden merhaba. Bölümü yazarken ne şekilde devam ettireceğim konusunda biraz tedirgin oldum ama bitirdim. Bundan sonra gelecek bölümler için sabırsızlanıyorum. Okuyan var mı, bilmiyorum ama eğer varsa beğeni ve yorumu esirgemeyin lütfen. Kafa patlatarak yazmaya çalıştığım kitabımı umarım sizde en az benim kadar seversiniz. Tekrardan görüşmek dileğiyle, öpüldünüz! Beni instagramdan takip edebilirsiniz: instagram: semina.akaydin |
0% |