@monanaxg
|
KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1. KİTAP, FİNAL BÖLÜMÜ) 20.BÖLÜM: “VEDA”- 1.KİTAP FİNALİ Selam. Umarım bölümden önce burayı okursunuz. KÜLLERİN DOĞUŞU serisinin birinci kitabı olan EPOCHAL’in final bölümüne hoşgeldiniz. Ne söyleyeceğimi gerçekten bilmiyorum. Bu kitap benim için her şey demek. Aslında bu kitabın kurgusu 6 sene önce aklıma geldi. O zamanlar daha 19 yaşındaydım ve kurgumu nasıl şekillendirip yazacağıma dair bir fikrim yoktu. Bunun yanında o zamanlar sınava hazırlanıyordum. Okul, sınav vs darken bir türlü başlayamamıştım. Pandemi döneminde başlamış olsaydım eğer belki şu anda serinin 3 kitabını birden elimizde tutuyor olabilirdik ama yapacak bir şey yok :’) Kısmet bugüneymiş demek ki diyerek çok fazla içerlenmek istemiyorum. Belki o zamanlar yazmış olsaydım kurgumu bu şekilde yansıtamayacaktım ve baştan yasmak zorunda kalacaktım. Hani bir zaman vardır ya. İşte o zaman şu an. Umuyorum ki kitabımı okurken çok keyif almışsınızdır çünkü bu kitap ve bu seri benim için çok, çok özel. Mitolojiye duyduğum sevgiden oluşan bir kurgu ta buralara kadar geldi. Açık konuşmak gerekirse kendimle gurur duyuyorum. Güzel bir iş çıkardığımı ve ilk kitabımı dilediğim şekilde bitirmiş olduğuma inanıyorum. Sizde aynı şekilde düşünüyorsanız ne mutlu bana :) Hepinize sonsuz teşekkür ederim. Gerçekten. Henüz yeni olduğum için çok fazla okuyan olmasa da bu kitabın elbet bir gün değerleneceğini umuyorum. Emeklerimin karşılığını her yazar gibi almayı bende çok istiyorum tabii. Lütfen bölüme oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın. Benim için çok önemli çünkü her bir beğeni ve yorum beni inanılmaz mutlu ediyor. Şunu da eklemek istiyorum, bu kitaptan sonra başka bir kurguma başlayacağım. O kurgu bittikten sonra da (kaç kitap olur bilmiyorum ama ilk kitap bitince diyelim) KÜLLERİN DOĞUŞU serisinin ikinci kitabını yazmaya başlayacağım. Sizleri burada görmekten mutluluk duyarım :) O halde, son kez teşekkür ederim. Sizleri çok seviyorum. Unutmayın, bölümün adı VEDA olsa da bu bir veda değil. KÜLLERİN DOĞUŞU evreni tekrar sizinle olacak :’) Bölüme geçebiliriz, Keyifli okumalar dilerim! Bölüm Şarkıları: Honey Gentry – Aphrodite, Sam Smith – Stay with Me ^^^ Bir insanın daha ne kadar dayanacak gücü ve sabrı olabilir? Bunun cevabını biliyorsanız lütfen çekinmeden benimle paylaşın, zira ben cevabını bilmiyorum. Kendi başıma da bulabileceğimden şüpheliyim. Her seferinde kötü bir olayla burun buruna gelince daha fazla dayanacak, olanları kaldıracak gücüm olmadığını hissediyorum. Özet olarak tükeniyorum. Hem ruhen hem mental olarak hem de fiziksel olarak tükeniyorum. Ne sabır kalıyor ne de direnç. Bu derinden yıpranmam yüzünden algımı tamamen yitiriyordum. Sözcükler ağzımın içinde dönüp duruyor fakat iş dışarı çıkmaya gelince geri adım atıyorlardı. Sırf bu yüzden çoğu zaman kendimi koca bir aptal olarak görüyordum. Aynaya bakmaya kalksam sırf kendi yansımamı görmemek için kaçardım. Şu anki halimden memnun değilim diyemem hiçbir şekilde ama daha iyisi olabileceğimin bilincindeyim. Ne yazık ki bu gerçeği bilmeme rağmen uygulaması her zaman kolay olmuyordu. İçimdeki tüm bu kargaşanın nedenini ismimle bağdaştırıyorum. Anka. Anka kuşundan gelme adım yüzünden zaman zaman ne yaptığımı ne hissettiğimi veya ne düşündüğümü kestiremiyorum. İçimde devamlı olarak yanıp sönen bir şeyler vardı ve ben belirli bir yerden sonra onları takip edemiyordum. Anka ateşi miydi? İnanın bilmiyordum. Bilmek çok istiyorum ama kesin bir bilgi edinmeden bütün yükü bana verilen isme bindirmek istemiyordum. Üstelik işin çok acayip yanı benim bir tanrıça adına sahip olmamam. Bu efsaneye tezat oluşturacak şekilde benim de bir gücüm var. Bir yanlışlık olabilir miydi acaba? Çünkü bana da bir güç bahşedilmişti fakat ismim sadece Anka idi. Anka kuşundan gelme, yani bölgemin adı Phoenix’den gelme bir isim. Bu evrende daha ne gibi sürprizlerle karşılaşacaktık bilmiyordum ancak beyin yakan bambaşka olaylar döndüğüne emindim. Birçoğuna da bizzat tanıklık etmiştim zaten. Emin olmamak demek bu yaşananlardan bir tanesinin dahi olsa içinde bulunmamak demekti. Kendimce güçlü bir yapım olduğunu düşünüyordum. Babam da hep böyle söylerdi. Birkaç kez bu düşünceme karşı çıktığım olmuştu ama son anda vazgeçmiştim kendim için böyle düşünmekten. Yıllarca normal bir hayat sürdüğümüzü zannederken ansızın bir gün çok farklı bir evrene geçiş yapmıştık. Tüm bunlar önceden de var mıydı peki? Ya da sonradan mı oluşturulmuştu? Hiçbirine aynı anda hâkim olmak ve takip etmek kolay olmuyordu. Kolay olan hiçbir şey yoktu zaten şu hayatta. Nefes almayı bile zorlaştırıyorlardı. Bir insan nefes aldığı sürece yaşardı, doğru mu? Öyleyse biz nefes almak için sürekli bir çaba içerisine girersek bu kolay bir yaşam mı oluyordu? Kesinlikle hayır. Olmuyordu, oldurmuyorlardı. Bize bedava verilen bu hava, temiz oksijeni bir an bile olsun kaybetmemek için kıçımızı yırtıyorduk. Dişimizi tırnağa takıyorduk her defasında. Bu muydu kolay görünen yaşam? Sana sunulan oksijeni elinde tutmak için hep bir koşuşturma içerisinde olmak mıydı? Böyle bir şeyi kabul edemiyordum. Edemezdim. En çok kızdığım yerde burasıydı işte. Mesela ben o kadar çok kendi derdim ve arkadaşlarımın derdine düşmüştüm ki ailemi unutacak kadar vefasız bir kişi haline gelmiştim. Bir insan ailesini nasıl unutabilirdi ki? Özellikle de bana her şeyi sunan annem ve babamdan nasıl vazgeçebilirdim? Onları düşünmediğim tek bir an bile yokken şimdi aklımın ucuna gelmiyorlardı bu koşuşturma içerisinde. Ne acıdır ki, her günümüz olaylı geçerken aileme odaklanamıyordum. Yaşayıp yaşamadıkları meçhuldü. Bunu bilememek beni her gün içten içe öldürüyordu ve ruhum sağ kalmak için efor sarf ediyordu. Ruhum da tükenip giderse o zaman nefes almanın bir anlamı kalmıyordu. İnsan ruhunu dinç tutmak için nefes alırdı. Ruh yoksa nefes de yoktu. Ruhumu öldürmeden onu hep canlı tutmak zorundaydım. Hepimiz bunu yapmanın derdini çekiyorduk. Daha açıklanamayan, çözülemeyen bir sürü soru işaretleri mevcuttu. En basit örnek, Zahir ile aramda ne gibi bir bağ olabileceğine dairdi. Bunu bile bilmiyorken aileme veya arkadaşlarımın da ailelerine neler olduğunu bilememek çok koyuyordu. Biliyordum. Bu yaşadıklarımın hiçbiri son değildi. İt sürüsü gibi geri geleceklerdi. Her şey bir çığ gibi büyüyecekti ve biz önümüzü göremeyecektik. Zamana pek güvenmesem de itiraf etmem gerekirdi; zaman sahiden de her şeyin ilacıydı aslında. İleriki zamanlarda her şeyi anlayıp karşımıza çıkabilecek bütün gerçekleri görecektik. İyisiyle de kötüsüyle de bir süreden sonra cevapsız kalmayacaktık. Bu savaş bitmeden bize rahat bir nefes almak yoktu. İçimdeki olumsuz dürtülerin hepsini silip atmalıydım bir an önce. Hislerimin ve düşüncelerimin yoğunluğu, karmaşıklığı ve kararsızlığı bana bağlıydı. Ben yönetiyordum kendimi. Öyleyse yönetmekte bir adım daha ilerleyip kendimi geliştirerek ihya edecektim. Ola ki Anka ateşi buna sebep açıyorsa onu da söndürmenin elbet bir yolunu bulurdum. Diyorum ya, bir yol bittiyse başka alternatiflere koşmakta fayda var. Alternatifler tükenmezlerdi. Onları yenilemek ve her an için zinde tutmak gittiğimiz ve gideceğimiz yollar için çok önemliydi. Değerli bir elmas niteliğindeydi. Morpheus’un hıçkırıkları beni derin düşüncelerimden çekip aldı. Athena’nın geri dönememesi, Olimpos’ta hâlâ esir olarak tutulması ve onun hakkında gördüğü kâbustan dolayı dakikalardır hiç ara vermeden ağlıyordu. Fark ediyordum da şimdiye kadar bastığımız bu yollarda hepimiz mutlaka ağlamışızdır. Her şey taze olduğundan ve doğal olarak fazla geldiğinde bünyemiz bir yerden sonra bazı şeyleri kaldıramayacak raddeye erişiyordu. Bu güçsüzlük demek değildi asla. Bu yorgunluktu, bıkkınlıktı, tükenmişlikti. Her gözyaşı için ayrı ayrı hesap soracaktık. “Ağlama bebeğim. Athena geri dönecek, onun ne kadar güçlü ve deli bir kişiliği olduğunu biliyorsun. O asla pes etmez, asla boyun eğmez,” dedi Efdal, Morpheus’u sakinleştirmeyi denerken. Ardından hızlı bir şekilde “Ağlama Morpheus,” diye değiştirdi sözlerini. Bilerek Morpheus’un adını bastırarak söylemişti. Ona bebeğim diye seslenmesinde yanlış olan bir şey yoktu; nasıl diliyorsa o şekilde hitap edebilirdi. İkisi arasındaki sevgi bağı çok kuvvetliydi. Efdal biraz daha çekiniyor ve kaçıyordu hislerini yansıtmaktan fakat bunda kaçacağı bir durum olmadığını bilmesini istiyordum. En neticesinde sevgi sevgidir; aşk aşktır. His, histir. Hislere dem vurulamazdı. Kimse, kime âşık olacağını belirleyemezdi. Bir müddet karşı koymaya çalışabilirdi fakat aşk, duyguların en yoğunuydu. En baskın hissedilen şeydi ve bir yere kadar hislerden uzaklaşılabilirdi. O da kişinin ne kadar sabırlı ve istikrarlı olduğunu gösterirdi. Efdal, Morpheus’u kendi çapında teselli ederek bir nebze de olsa yüreğine su serpmek için çabalamaya devam etti. O sırada bende bana verilen çubuk krakerleri kemirmekle meşguldüm. Hiç yoktan iyidir diye düşünerek krakerleri üçer üçer ağzıma tıkıştırıyordum. Ben burada yokken yakınlarda küçük bir market bulup içinde ne kaldıysa toplamışlardı. Bulunduğumuz bölgede bir market olmasına çok şaşırmıştım çünkü neredeyse dağın tepesinde falandık. Her taraf ağaçlar ve çiçeklerle dolup dolup taşıyordu. Köy havası vardı. Belki de bu yüzden bir market bulabilmişlerdi. Benim açımdan çok iyi olmuştu. Özellikle de kustuktan sonra tuzlu krakerler midemi şenlendirmişti. Mide bulantım git gide kaybolurken çimlerde oturup boş boş etrafı izliyordum. Zahir’in bir an önce arkadaşlarımı geri getirmesini beklerken yapacak başka bir aktivitem yoktu. Hakan ile göz göze geldiğimizde bana gülümsedi. Gülümsemesi içtendi ama bana çok soğuk gelmişti. Ne halde olduğumu gördüğü için ne yapacağını bilmiyordu. Athena ve Poseidon’u arkamda bırakıp gelmek zorunda kaldığımı biliyordu. Benim yapamadığım gibi Artemis ve Afrodit de bir şey yapamamışlardı. Çekip gitmek her koşulda güzel hissettirmiyordu. Genelde insanlar mecbur kaldıkları için çekip giderlerdi veya gitmek zorunda olduklarından ötürü. Biz zorunda değildik aslında ama biraz daha dursaydık biz de geri dönemeyebilirdik. Bu da bencillik sayılır mıydı? “İkizimi bana yeniden kavuşturduğun için teşekkür ederim Anka.” Hakan’dan gözlerimi ayırınca Atlas’a yöneldim. Ağzıma doldurduğum krakerleri yuttuktan sonra “Zahir olmasaydı bunu tek başıma başaramazdım,” dedim. Atlas gözlerini kısıp afallayarak yüzüme baktığında “Küllerinden doğan katilin adı,” diyerek kafa karışıklığına açıklık getirdim. Atlas anladığını belli edercesine başını aşağı yukarı salladı. “Desene, bir katile teşekkür borcum var. Söylerken bile kulağa çok deli saçması gibi geliyor.” Hafifçe güldü. Artemis’e daha çok sokuldu ve ikizini tekrar tekrar yanaklarından öptü. “Poseidon ölmeyecek, ikiz,” dedi, şefkat barındıran sesiyle. “Sırtına şimşek yedi. Koca bir şimşek! Nasıl ölmedi Atlas? Onu kaybettim.” Artemis yeniden ağlamaya başlamıştı. Bu kez sessizce ağlıyordu. Gözleri ve burnu kıpkırmızı olmuş ve şişmişlerdi. İştahım bir anda kesildi. Zaten doğru düzgün bir şey de yemek içimden gelmiyordu ama şimdi elimde tuttuğum krakerlerden midem bulanmıştı. Paketi kenara bıraktım ve önümde duran su şişesini alıp kana kana içtim. Şişenin kapağını kapatıp çimlerin üzerine fırlattım. Beklemek dışında yapılacak bir şey yoktu. Uzanıp gözlerimi ve bedenimi dinlendirmek istiyordum ama aslında onu da yapmak istemiyordum. “Poseidon’un parmakları hareket halindeydi Artemis, onları gördüm,” dedi Afrodit, Artemis’e bakarak. Evet, Afrodit’in gördüklerini bende görmüştüm. O da bir işaretti ölmediğine dair. Lakin biz gittikten sonra yeni bir şey olmuş muydu, bilmiyorduk. Zahir orada kaldığı için bunu engelleyeceğini farz ediyordum. Ondan korkmamalarının en büyük nedeni kendilerini Tanrı olarak ilan ettikleri içindi. Fakat Zahir’in söylediği son sözlerden sonra onun gerçekte kim olduğunu bilmeme ihtimallerini düşünüp durmuştum. Eğer bilselerdi yine bu kadar cesurca davranabilirler miydi? “Verdiğin kararı takdir ediyorum Anka. Ben olsam bir katille iş birliği yaparak ondan yardım isteyemezdim,” dedi Vulcan. “Bende yapamazdım,” diye katıldı Aurora. “Tam olarak doğru bir karar mıydı bilinmez fakat yaptığım için pişmanlık duymuyorum. Yalnızca Athena ve Poseidon da bizimle gelemediği için kendimi çok kötü hissediyorum,” dedim, dürüstçe. Kişi kendinin aynasıdır, derler. Zahir’in asıl kişiliğini bana yansıttığı aynadan görmüştüm. O çok farklı birisiydi. Herkesin yıllarca konuşup durduğu gibi biri değildi kesinlikle. Bunun için çabuk bir karara varıyormuşum gibi gözükse de bazen insan sezgilerine güvenmeyi tercih ederdi. Bende sezgilerime dayanarak onun bana yansıttığı kişinin kendi aynasından farklı bir şey olduğunu sanmıyordum. Dediğini yapacağına inanıyordum içten içe. Aramızdaki gözle görülür bağ da bunu doğrular nitelikteydi. Ona güvenmem gerektiğine inanıyordum. Yansıtılan ayna kırılır da arkasında gizlenen kötü taraf açığa çıkarsa işler değişir, çirkin bir hal alırdı. Orası ayrı bir mevzuydu. Zahir’in kendi aynasının arkasına sakladığı bambaşka biri olduğuna inanmıyordum. Hislerim tam tersini gösteriyordu; onun kişiliği değişmiyordu. Böyle hissetmemin nedeni aramızdaki çözülemeyen bağdan kaynaklıydı, bunu da biliyordum. Hakan, Afrodit’in yanından kalkarak ayaklandı. Bana doğru yürürken cebinden bir şey çıkarttı. Önümde çömelip elindeki şeyi bana uzattı. Sirenlerin beni götürdüğü zaman bileğimden düşen bilekliğimdi. Afrodit’e çöpe atmasını söylediğim bileklikti ve şimdi Hakan’ın avucundan bana sunuluyordu. Ve bana bilekliğimi uzattığında bileğinde benim ona verdiğimi taktığını gördüm. Kendi isteği ile çıkartıp yere attığı ve benim üzerine bastığım bileklik. Sevgimizi simgeleyen bileklik. Kırmızı bilekliğimi avucundan alırken “Ben gittikten sonra bilekliği yerden alıp sakladın mı?” diye sordum, şaşkınlığımı dışarı vurarak. “Yeniden takmak için doğru anı bekliyordum,” dedi bilekliğine bakarak. Hemen sonra bana bakıp güldü. Her şeye rağmen şu gülüşüyle bana birçok kötü anıyı unutturabiliyordu. Bende ona gülümsemeye çalıştığımda bilekliği elimden kapıp bileğime taktı. Ardından “Afrodit bana senin bilekliği istemediğini söyleyince çok kötü hissetmiştim. Senin istemediğin bilekliği ben alıp senin için sakladım,” dedi. Aşkımız yeniden filizleniyordu; onun bana beslediği tutkuyu o güzel gözlerinden okuyabiliyordum. Benim biricik aşkım Hakan, bende sana aynı tutkuyla bakıyorum. Peki ya kurak topraklarda çiçek açar mıydı? Şu anda tam olarak böyle hissediyordum. Kurak toprak yaşadıklarımdı ve açan çiçekte Hakan’ın bana sunduğu eşsiz sevgisiydi. Tek bir damla su yeterli gelirdi onun çiçeklerimi yeniden canlandırması için. Kafamı bileklikten kaldırıp Hakan’a baktım. Koyu kahverengi gözleri uzun bir aradan sonra ilk defa parlıyordu belki de. Onun gözlerindeki parlaklığın hiç solmamasını istedim. Hiç kimsenin gözündeki yaşam sevinci yerle bir olsun istemiyordum. Sevgi iyileştirirdi. Aşk insana iyi gelirdi. Kötü geldiği zamanlar olsa da insan hep yaşanmış olan güzel duygulara ve anılara tutunurdu. Bizim de yaptığımız buydu. Çiçeklerim tekrar yeşermiş, büyümüş ve canlanmışlardı. Renkler henüz belirginleşmemiş olsalar da zamanı geldiğinde onların da renkleneceğini biliyordum. Bunun adı umuttu. “Afrodit’i bu kez sen bana kavuşturdun. Yani, ablamı bana geri getiren kişi sendin Anka ve ben bir daha ne hayatımın aşkını ne de ablamı kaybetmek istemiyorum,” dedi, hüzünlenen sesiyle. Hâlâ dudaklarında tatlı bir gülücük gizliydi fakat sesindeki hüzne de karşı çıkamıyordu. Durumumuz bundan ibaretti işte. Hüzünlü bir an yaşarken her koşulda gülümsemeye devam ediyorduk. Şayet bir insanın gülümsemesi bıçak gibi kesilip ömür boyu solacak olursa o zaman ne olurdu, bilmiyordum. Bilmek istediğimi de zannetmiyordum açık konuşmak gerekirse. Bileğimi tutmaya devam ediyordu. Parmaklarıyla elimin üstünü okşamaya başladı. “Bana söyleyebilirdin,” dedi, az da olsa ses tonunda sitem barınıyordu. Ancak hesap sormuyordu, yalnızca onu habersiz bıraktığım için bana darılmıştı. Anlayabiliyordum. Aynısını o bana yapmış olsaydı bende kırılırdım. “Biliyorum ama sadece ikimizin gitmesi daha doğru olur diye düşünmüştüm,” dedim. Elimi tutup dudaklarına götürdü. Minik, sıcak bir öpücüğü elimin üstüne kondurduğunda bedenim uyuştu. Kendi kendime gülümsedim ama Hakan görmedi. “Benim sebep açtığım yanık izine sahip elin, ellerin ve ablamın bana tekrar geri dönmesi benim için çok şey ifade ediyor,” dedi. Yanık izime değinmesini beklemiyordum. Bu anı bozmak istemediğimden konuyu başka yöne çektim. “Keşke hepimiz bir arada olabilseydik,” dedim, Athena ve Poseidon aklıma düşünce. Üzüntümü ve öfkemi bastıramıyordum. O anki halleri gözümün önüne gelince Athena ve Poseidon için ağlamak istiyordum. Poseidon’un merdivenlerde yatan bedeni ve Athena’nın sessizliği bir türlü gözümün önünde gitmiyordu. Gözlerimi kapatsam kâbusum olacağını biliyordum. Morpheus tekrar içimizi yakacak kötü bir rüya görecek diye ödüm kopuyordu. Gördüğü her şey çıkmış, bir bir gerçekleşmişti. Olur da ikisinin ölümünü görecek olursa hepimiz mahvolurduk. Böyle bir durum başımıza gelirse yaşayamazdım; vicdanım beni alt ederdi. Hakan elimi bırakıp yanıma oturdu. Afrodit’e bakarak ona göz kırptı ve uzaktan bir öpücük gönderdi. Afrodit de ona karşılık olarak sıcak ve tatlı bir gülümseme gönderdi. İki kardeş birbirlerine hayrandı ve bende onların kardeşliğine hayrandım. Sessiz sessiz tek başına bizden uzakta oturan Rabia’ya gözlerim ilişti. Sabahtan beri tırnaklarını kemiriyordu. Cansızlaşan bal rengi gözleri sürekli olarak benim ve Hakan’ın üzerinde gidip geliyordu. Hakan benim yanıma geldiğinden beri bize konsantre olmuştu ve onun içini huzursuz eden bir şeyler vardı. Kendisine baktığımı gördüğü gibi bakışlarını kaçırdı. Biraz daha bekledikten sonra bağdaş kurduğu yerden kalkarak yanımıza doğru yürümeye başladı. Gelip gelmemekte kararsız olsa da en sonunda Hakan’ın tepesinde durdu. Çekingen bir tavırla “Hakan biraz konuşabilir miyiz? Söyleyeceklerim çok önemli,” dedi. Hakan önce Rabia’ya sonra bana baktı. Benden izin alırmışçasına bakıyordu. “Git,” dedim, zoraki gülümsememi dudaklarıma yerleştirip. İkisi arasında önemli olabilecek mevzu ne olabilirdi, bilmiyordum fakat deli gibi merak ediyordum. Hakan yanağımdan öptükten sonra istemeye istemeye ayağa kalktı ve Rabia ile birlikte bizden uzaklaşarak ilerlediler. Çok uzağa gitmediklerine seviniyordum, onları bir şekilde gözlemleme fırsatı elde etmiştim. Oturduğum yerden ne konuşacaklarını duyamayacağımı bildiğimden biraz rahatsız olmuştum. Gidip kulak misafiri olsam bir şey olur muydu? Hem ne kaybederdim ki? Doğru gelmiyordu ama içimdeki merak beni yiyip bitirecek kıvama erişmişti. Fazla göze batmamak için biraz bekledikten sonra yerimden kalktım. Kalçama yapışan çimleri ve toprağı temizledikten sonra dikkatleri üzerimde toplamamaya çalışarak onların olduğu tarafa doğru yürümeye başladım. Kalmamın üstünden çok geçmeden arkamdan adım seslerini işitince yürümeyi durdurdum. Kim peşimden geliyordu? “Benim Anka,” dedi Afrodit. Pürüzsüz sesinden hemen o olduğunu anlamıştım. “Onları tek başına dinleyeceğini sanmıyordun herhalde?” Karşıma geçip güldü. Kahretsin. Yakalanmıştım. Bende gülmeye başladım ama sessiz olmaya çalışıyordum. En azından yanımda Afrodit varken çok fazla göze batmazdım. Beraber yürümeye başladık. “Sence ne konuşuyor olabilirler?” diye sordum, Afrodit’e dönerek. Omuzlarını indirip kaldırdı. “Rabia ilanı aşk yapıyor galiba,” dedi, önemsizce elini sallayarak. O burun kıvırıyordu ama ben ikisi arasında geçen konuşmayı duyabilmek için can atıyordum. Kendimi suçlu hissetsem de geri dönmek için artık çok geçti. Afrodit ile belirli bir noktaya ulaştığımızda ağaçların arkasına geçip saklandık. Sanki gizli bir görevdeymişiz gibi hissettiriyordu bu yaptığımız. Kendimi hâlâ kötü hissediyordum fakat Afrodit çok rahattı. Kardeşini gizlice dinlemek için sabırsızlandığını bile söyleyebilirdim. Yakalanıp yakalanmamak ya da konunun ilgi çekici olup olmamasını önemsemiyordu. “Nasılsın?” diye sordum çünkü geldiğimizden beri Afrodit’e iyi olup olmadığını soramamıştım. Gülümseyerek “İyi olmaya çalışıyorum,” dedi. Bununla da idare edebilirdim. En nihayetinde, o da benim gibi iyi olabilmek için efor sarf ediyordu. Bende ona gülümsediğimde arka çaprazımızda Hakan ve Rabia’nın kısık sesle yaptıkları konuşma kulaklarıma ulaştı. “Sana bunu daha önce söylemek istemiştim ama emin olmak için bekledim,” diye başladı Rabia. Hakan’dan çıt çıkmıyordu; yalnızca bıkkınlıkla verdiği nefeslerini duyabiliyordum. “Reglim baya gecikti Hakan ve ben artık çok korkuyorum.” Regli mi? Her ay yaşadığımız adet döneminden mi söz ediyordu yani? İyi de bunun Hakan ile ne gibi bir alakası olabilirdi ki? Bir dakika. Hayır. Düşündüğüm şey olamazdı. Hayır. Bana bunu yapmış olamazdı. “Sağlığın hakkında endişelendiğin için mi benimle konuşmak istedin? Rabia, ben tam olarak ne demek istediğini anlayamadım,” dedi Hakan, şaşkın çıkan sesiyle. Afrodit ile göz göze geldik. O da benim düşündüğüm şeyi düşünüyordu çünkü gözlerine aniden karamsarlık çöktü. Kendime baskı uygulayarak derin bir nefes aldım. Eğer gerçekten de tahmin ettiğim şeyi duyacak olursam aldığım nefes beni boğacaktı. “Hamile olma ihtimalim var Hakan.” Tam o anda başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Hamile olma ihtimalim var Hakan.” Aynı cümle tekrar tekrar kafamın içinde dönüp dururken kulaklarımda da aynı cümle yankılanıyordu. Sesi engellemek istiyordum, sussun istiyordum ama susmuyordu. “Anlamadım?” dedi Hakan, bozguna uğrayarak. Sesinden ne kadar çok şok olduğu anlaşılıyordu. Rabia’nın hamile olma ihtimalinden ziyade ikisinin birlikte olmuş olmaları beni derinden sarsan kısımdı. Sevişmişlerdi; tenleri birbirine değmişti ve iniltileri birbirine karışmıştı. Kim bilir kaç defa yapmışlardı… Ve şimdi, sevdiğim adamın başka bir kadından çocuk sahibi olma ihtimali karşımda en acımasız haliyle belirmişti. Kusacaktım. Yediğim krakerleri geri çıkartmama ramak kalmıştı. Bugün daha yaralayıcı geçemezdi herhalde. Arkamdaki ağacın gövdesine yaslandım, bacaklarım işlevini kaybederek büküldüler ve ben yere doğru kaydım. Kıçım çimlerle buluşunca ellerimi iki yanıma yerleştirdim. Ben yanlış duymuş olabilir miydim? Lütfen öyle olsun, lütfen. Afrodit önümde dizlerinin üzerinde durarak iki yana koyduğum ellerimi tuttu. “Anka daha kesin bir şey yok,” dedi, kendince beni teselli etmeyi deniyordu. Takıldığım kısım burası değildi. Beni yıpratan kısım onların birlikte olmalarıydı. Bu ne zaman olmuştu? Kaç defa yaşanmıştı? Bir? İki? Üç? Veya daha fazlası… Tam da ikimizin arasındaki buzlar yeni yeni erimeye başlamışken, her şey rayına oturacağı zaman mı yaşanacaktı bunlar? Evrenin benimle oynama şekli bu muydu? Böyle yaparak mı benimle dalga geçip sinirlerimi bozmaya çalışıyordu? Böyle bir mizah anlayışı olamazdı. Daha arkadaşlarıma kavuşamamanın sefaletini çekerken bir de sevdiğim adamın başka birisiyle birlikte olmasını nasıl kaldıracaktım? Sonuçta bende bir insandım. Bünyemin de bir limiti, bir sınırı vardı. Bir yere kadar bazı şeyleri göz ardı edebilirdim. Alışabilir veya unutabilirdim. Ama üzücüdür ki, bazı şeylere ne alışabilirdiniz ne de onları unutabilirdiniz. “Henüz test yaptırmadım ama yine de sana söylemek istedim,” dedi Rabia. Artık onların konuşmalarına kulak misafiri olmak istemiyordum. Afrodit’in yardımıyla çömeldiğim yerden kalktım. Göz pınarlarımdaki ıslaklığı sertçe sildim; akmaya başlamadan onların önünü kestim. Ağlamam için gözyaşım kalmamıştı artık, kuruyup tükenmişti. İçimde barınmasını istemediğim ama var olan birçok şeyi aynı anda yaşıyordum. Bilekliğime baktım. Artık o kadar güzel ve anlamlı gelmiyordu. Gelemiyordu. Eskisi gibi hissettiremiyordu. Aynı hissettirmiyordu. Dakikalar önce bana aynı sevgiyi ve mutluluğu aşılayan bileklik ışık hızıyla yansıttığı duyguları söküp aldı. Onlara görünmeden buradan bir an önce tüymek istiyordum. Daha ne konuşacaklarını Tanrı bilirdi fakat ben tek bir şeyi duyduktan sonra daha fazlası için çabalamadım. Fazla gelmişti. Çok, çok ağırdı. Hiçbir kadının benim yerimde olmasını istemezdim. Sevmediğim bir insan dahi olsa böyle bir acıyı kimsenin tatmasını istemezdim. Yüreğimde yangın, dilimde acı bir tat bırakan bu gerçeği kimse yaşamasın isterdim. Rabia ile birlikte olduğu için kendisini bir kabahat işlediğini hissederek mi benimle o konuşmayı yapmıştı? O yüzden mi her şeyi eskisinden daha güzel bir geleceğe taşıyabilmek için çabalayacağını söylemişti? Hangisine inanacaktım ki ben şimdi… Afrodit ile gizli gizli yürüyüp onların yanından uzaklaştık. Bildiğimi bilmesini istemiyordum şimdilik. Zahir, Athena ve Poseidon ile beraber döndüğünde konuşacaksak konuşurduk, o da yine ben kendimi hazır hissedersem. Ona çaktırmamaya çalışacaktım fakat bir yerden sonra bunu da yapamayacağımın bilincindeydim. Ya Rabia hamileyse? Ya çocuğu doğurmak isterse? Oldu ki doğurdu, üçünün mutlu mesut bir yaşam sürmesine bir yabancı kalırsam? Kahrolurdum. Hem bu evrende bir çocuk yetiştirilemezdi hem de o çocuk doğarsa ben ve Hakan uzaklaşmak zorunda kalacaktık. Eğer Rabia gerçekten de hamileyse, ona hiçbir şekilde çocuğunu doğurmamasını söyleyemezdim; haddime değildi. Ancak hamile olup da çocuğu doğurursa Hakan ile bir daha asla eskisi gibi olamazdık. Hadi be Zahir. Gel de günümü aydınlat, tabii bu ne kadar mümkünse. Athena ve Poseidon’u getir de günüm güzelleşsin, tabii artık ne kadar güzelleşebilirse. Biz diğerlerinin yanına geçtikten kısa bir zaman sonra Hakan ve Rabia geldi. Rabia kimsenin suratına bakmadan kendine bulduğu bir köşeye geçip sineye çekildi; yerine oturdu ve elleriyle oynamaya başladı. Tırnakları, elleri, saçları… O kadar gergin ve mutsuz görünüyordu ki stresini bu tarz yollarla atmayı deniyordu. Açıkça ortadaydı; o da alt üst olmuştu. Hangisine daha çok üzülmüştü bilmiyordum. Hamile kalma ihtimaline mi yoksa olur da Hakan’ın çocuğu istememe ihtimaline mi içerlenmişti, bilinmezdi. İki türlü de onlar için çok zor bir süreçti. Tam anlamıyla nasıl hissettiğini bilmiyordum ama empati kurmaya çalışınca girdiği durum çok kötüydü; bir çıkmaza sapmıştı. Benim girebileceğim durum da anlaşılacağı üzere çok kötüydü ama eğer ki hamileyse onun durumu benimkinden çok daha farklı ve zorlayıcıydı. Bir bebek dünyaya getirmek cesaret isterdi. İnsanın şevki olması gerekirdi çünkü aksi takdirde bir bebeğe bakmanın zor olduğu gibi bir evlat istemeden bebek sahibi olmak kat kat daha zor gelirdi. Kendimi onun yerine koyduğumda nasıl çıkılacağını bilmediğim bir yolla karşılaştım. Ben olsam ne yapardım asla bilmiyordum. Umuyorum ki Rabia kendisi için en doğru ve güzel kararı verebilirdi. Şimdi bile onu düşünüyordum çünkü ne kadar kahrolsam da anne olma ihtimali olan oydu. Baba olma ihtimali olan da Hakan’ı maalesef. Onu bir baba figürü olarak görmemiştim hiçbir zaman ama biliyordum ki, bir baba olsa çok iyi, sevecen, şefkatli ve çocuğuna sahip çıkacak bir baba olurdu. Tabii bunlar benim tahminlerimdi; kendisi baba olmaya hazır mıydı bilmiyordum. “Ne zaman gelecek?” diye sordu Morpheus, yüzündeki çizik izini kaşırken. Başını kaldırdığında kızarmış ve şişmiş gözlerini üzerime dikti. Bana sert sert bakıyordu. Beklemekten gına gelmişti çünkü, gözlerinden görebiliyordum. “Bilmiyorum,” diyebildim yalnızca. Çünkü tek söyleyebileceğim şey buydu. Zahir bana bir süre vermemişti. Bugün değil, yarın da olabilirdi. Veya birkaç gün de sürebilirdi. Bunu asla bilemezdik. “Ona güvenmiyorum. Athena’yı bana geri getirmeyecek.” Efdal onun sırtını sıvazlarken omzuyla Efdal’in elini ittirdi. Ayağa fırladı ve etrafımızda tur atmaya başladı. Sarı saçları tamamen dağılmış, omuzlarından aşağı sarkmıştı. Suratı solgundu, sararmıştı ve gözleri bayık bakıyordu. Ağlamaktan bitap düşmüştü. Tıpkı Artemis gibi. Onun da Morpheus’dan altta kalır yanı yoktu. Enseme sert bir tokat gibi vurup saçlarımı önüme getiren serin hava, beraberinde kanat çırpma seslerini getirdi. Morpheus yürümeyi bıraktı, kızaran yeşil gözlerini göğe kaldırdı. Kendi etrafında döndüğünde gözlerini kıstı; bizi neyin ziyarete geldiğini görmeye çalışıyordu. “Size bir haber getirdik.” Çok cılız, ince bir ses bizimle irtibata geçti. Bende kafamı kaldırarak neyin geldiğini ve bize ne gibi bir haber getirmiş olabileceğini görmek, öğrenmek istedim. Minik kanatları olan onlarca peri bizim bulunduğumuz yere gelmişlerdi. Yavaşça alçaldıklarında diğerlerinden farklı renkte kanatlara sahip olan peri Aurora’nın yanına doğru kanatlarını çırparak gitti. Aurora onu görünce gülümsedi. “Bizi nasıl buldunuz?” Kamp alanındaki perilerdi bunlar. Yanlış anımsamıyorsam çatışmanın olduğu sıralarda onlar uzaklara doğru kaçmışlardı. O hengamenin içinde onların da var olduğunu unutacaktım az kalsın. Şimdi görmeseydim aklıma gelmeyeceklerdi. Periler, muhtemelen ortam durulunca geri dönüp kimseyi bulamamış olmalılardı. Sahiden de bizi nasıl bulabilmişlerdi, bilmiyordum ama neden geldiklerini öğrenmek için merakla bekledim. Bize bir haber getirdiklerini söylemişlerdi. Günümüzü güzelleştirebilecek bir haber olsa tadından yenmezdi. “Aurora,” dedi küçük, pembe kanatları olan peri. Kanatlarının rengi Aurora’nın bir kısmı pembe olan saçlarından bir ton daha açıktı. Kanatlarını hızlı hızlı çırparken incecik sesiyle “Kıyamet başlıyor. Çok yakında kapımızı çalacak. Size de dikkatli olmanızı söylemek için geldik,” diyerek uyardı. Aurora’nın gülümsemesi cansızlaştı; dudakları düz çizgi halini aldı. Avucunu açarak perinin onun avucuna konması için bekledi. Birlikte geldiği diğer perilerin lideri olduğunu varsaydığım peri hemen Aurora’nın avucunun içine yerleşti. Kanatlarından daha ufak olan ayakları Aurora’nın avucuna bastığında tekrardan söze girdi. “Beni duydun Aurora. Kıyamet geldi geliyor. Ben ve halkım bize yaptığınız onca iyiliğin karşılığını vermeseydik vicdan azabı çekerdik,” dedi. Kanatlarının üstünden arkasına baktı; halkım dediği diğer perilere değdirdi minik gözlerini. Kanatları ışıldıyordu, hem de hepsinin. Çevremize aydınlık ve ferahlık sağlayacak kadar ışık saçıyorlardı kanatlarından. Hepsi birbirinden değişik, güzel ve özel gözüküyordu. Minik suratları, elleri, ayakları çok şirin duruyordu. Kanatları ise büyüleyici güzellikteydi. Aurora perinin kanatlarını kibarca sevdikten sonra “Haber verdiğin için teşekkür ederim. Hayatta kalmayı başarırsam, bir dahakine sana borcum olsun Aine,” dedi. Az önce perinin verdiği kıyamet yaklaşma haberinin üzerinde pek durmadı. Aine isimli peri, kanatları sevilince kıkırdadı. Ardından Aurora’nın avucunda daha fazla durmayarak yeniden kanatlandı ve geldikleri yönden gitmeden önce “Hepiniz kendinize dikkat edin,” dedi. Aine kanatlarını çırpıp hızlanırken diğer perilerde onu takip etti. Sürü halinde ilerliyorlardı; en önde Aine vardı. Diğerleri de belirli mesafeden liderlerinin peşinden uçuyordu. Her perinin kanadından farklı renklerde yayılan ışıklar gökkuşağı renklerini andırmıştı. Renkler ruhumu beslemişti. Çok canlılardı ama onlar uzaklaşınca ortam tekrardan karanlığın içine gömüldü. Boğucu bir karanlık değildi; birbirimizi seçebiliyorduk en nihayetinde. Ama yine de onlar gittikten sonra saçtıkları ışıklar bir süre sonra kaybolunca sıkıcı bir ortam oluştu. “Bu da neyin nesiydi Aurora? Bir grup peri sana gelerek kıyametin yaklaştığından söz ediyor. Bunu bir tek ben mi garip karşılıyorum?” Fırat çok uzun bir aradan sonra konuştu. Aurora’ya baktığında Aurora kendi derin düşüncelerine dalıp gitmişti. “Gelen Aine’di. O gördüğünüz diğer perilerin kraliçesi. O bana ne söylediyse şimdiye kadar gerçekleşti. Bir kıyametin yaklaştığını anlamamız için illa birinin bunu bize söylemesine gerek yok diye düşünüyorum,” dedi Aurora, elleriyle çevremizi işaret ederek. Doğruydu. Kıyametin geldiği apaçık bir şekilde gözümün önünde duruyordu işte. Daha neyi bekleyecektik ki öğrenmek için? Maalesef ki Aurora’ya katılıyordum; dediklerinde sonuna kadar haklıydı. Bir perinin bize haber getirmesine lüzum yoktu; kıyametin yaklaştığını biliyorduk. “Bence burada daha fazla durmayalım. Zeus ve yandaşları bizi bulduğunda işimizi bitirirler,” dedi Atlas, sanki her şey çok kolaymışçasına. Kaşlarımı çattım. “Gidebileceğimiz bir yer var mı? Ya da bir önerin? Kaçmak hiçbir zaman çözüm yolu olmadı Atlas. Ayrıca biz buradan gidersek Zahir’in bizi bulması zorlaşır. O, Athena ve Poseidon ile dönmeden şuradan şuraya kımıldayamayız.” Kaçmak ne zamandan beri çıkış yolumuz oldu ki? Oraya kaç, buraya kaç… Sürekli saklan dur. Eee, peki ya sonra? Elde olan bir şey yok, değil mi? Klasik. “Ben artık ümidimi yitiriyorum,” dedi Vulcan. “Benim kardeşimi sırtından defalarca kez vurdular. Yetmedi tekrardan bir şimşekle vurdular,” dedi, nefretle. Artemis’e baktım. Gözlerinde hâlâ nefretinin sıcaklığı vardı. “Poseidon öldü,” dedi Artemis, titreyen sesiyle. Sesinin titrememesi için bir iki defa boğazını temizledi. “Sevgilimi, en yakın arkadaşımı, hayatımın aşkını benden aldılar.” Sesi gittikçe alçalıyordu. Her an ağlayabilirdi ama kendisini kasıyor, bedenini sıkarak gözyaşlarının tekrar ortaya çıkmasını engelliyordu. “Benim kardeşim ölme- “ Artemis bir anda saçlarını çekiştirerek bağırıp haykırmaya başladı. “Öldü! Poseidon öldü! O artık yok!” Biraz daha bağırmaya devam ederse boğazına ciddi zarar verebilirdi. Atlas hemen ikizinin ellerini kendi avuçlarında hapsederek kendisine kötü bir şey yapmasın diye öylece bekledi. İkizi ağladıkça Atlas’ın da gözlerini doluyordu. En çok Atlas, Artemis’in yanan yüreğine mâni olmak istiyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım. Ellerimi de kulaklarıma götürüp sessizliğe dalmak istedim. Ne bir şey görmek istiyordum ne de duymak. Zahir ise hâlâ gelmemişti. Ona da mı zarar gelmişti yoksa? Ben kimseye veda etmek istemiyordum. Bu bir katil de olsa bana çok yardımı dokunmuştu ve bana söyleyeceklerini sabırsızlıkla bekliyordum. Arkadaşlarımızı da alıp yanımıza geri dönmeden kimse kimseye veda falan edemezdi. Evet, Zahir’e de veda etmek istemiyordum. Henüz çok erkendi. Vedalara alışık değilim ben. Veda etmeyi beceremem; nasıl yapacağımı bilmediğimden elim ayağım birbirine dolanır ve ben o düğümü çözemem. Doğru kelimeleri sarf edemem çünkü aklıma düşmezler. İki tane el bileklerimden tutarak ellerimi kulaklarımdan çekti. Gözlerimi açmadım. Kim olduğunu bilmem için gözlerimi açmama ihtiyacım yoktu. Dokunuşuyla kim olduğunu hemen belli ediyordu. Hakan’dı. Kokusundan bile tanımıştım onu. “Anka çok zaman geçti. Hâlâ dönmediler,” diye fısıldadı, yanıma otururken. Kendime belirli bir müddet tanıdıktan sonra gözlerimi açtım. Görüntü bulanık ve karanlıktı. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra Hakan’a çevirdim başımı. Elini koluma götürecekken ani bir hareketle kolumu ondan çektim ki bana dokunmasın. Anlamayarak bana baktı. “Bir şey mi oldu?” Onun bana neden dokunmak istemediğimi sorguluyordu. Biraz bekleyeceğim diye kendime asla tutmayacağım sözler vermeme rağmen “Rabia ile konuşmanıza kulak misafiri oldum,” dedim, pat diye. Aslında yalandı. Onları bilerek dinlemek için yanlarına yanaşmıştım. Afalladı. Gözleri açıldı. “Tebrik ederim,” dedim, kendimi zorlayarak. “İyi bir baba olacağına şüphem yok.” Sözcükler boğazımı yakıp geçti. Ağzımdan çıktıkları anda kulaklarıma tahmin ettiğimden çok daha boktan geldi. Benim için söylemesi çok zor cümlelerdi bunlar. Bunları sanki ben söylemiyordum; çıkan ses bana ait değildi. Önüme döndüm hızlıca. Tut kendini Anka. Kendini koyuvermenin sırası değil. Bir kez daha acını içine atmayı dene. Daha önce yapmadığın şey değil bu. Yine yapabilirsin. Acılarını yeniden içine atıp saklayabilirsin. Gün yüzüne çıkmaması gereken acılar bunlar. Yasak. Acılarını belli etme şimdi. Doğru zamanı kolla. Bak, bu kez zaman sana karşı gelmeyecek, sende ona direnmek zorunda hissetmeyeceksin. “Kesin bir şey yok ortada,” dedi, sinirle. “Böyle şeyler söyleme lütfen.” Elimi tutmak için yeltendiğinde elimi çektim. “Ne zaman oldu?” diye sordum, her konuştuğumda boğazımdaki yumru daha çok büyüyordu. Canım daha çok yanıyordu. Ben yanmak istemiyordum; bana su serpilsin de bir çiçek misali yeşereyim, yenileneyim, renkleneyim istiyordum. Kurak topraklarıma bir damla bile su verememişti şimdi. Gözlerim açılmıştı. Ben çiçek açamıyordum. Bana yasaktı. Mutluluk bana çok görülüyordu sanırım. “Seninle kavga ettiğimiz gece,” dedi, soruma cevap olarak. Dalga geçerek güldüm. Başımı ona çevirip gözlerinin içine baktığımda “Biz neredeyse seninle her gün kavga ediyorduk. Yani her gün mü seks yaptınız?” dedim. Kalbim çok acıyordu. Hakan’ın benden başka birine dokunacağını nedense hiç düşünmezdim. Sadece bana dokunur, sadece beni sever ve belki de sadece beni öper diye düşünürdüm. Bunların hayalini kurup dururdum. Meğer ne kadar çok yanılmışım. Hayatım yalandı zaten. Bu hayalimin de yalandan ibaret olması artık beni çok da şaşırtmıyordu. “Anka,” dedi, büyük bir acıyla. Kaygılı bir nefes verdikten sonra başka söyleyebileceği bir şey olmadığından sustu. Susmak ilk kez ona çok yakışmıştı. Sesini çıkartsaydı duymak istemeyeceğim sözlerle karşıma gelebilirdi. Henüz bunlara hazır değildim. Onu can alıcı yerden vurmak istiyordum. Tıpkı onun bana yaptığı gibi canını yakmak istiyordum. Bu ilk değildi; ikinci veya üçüncü de değildi. Say say bitmiyordu yaktığı canlarım. Ona sunabileceğim bir canımın kalıp kalmadığından bile şüpheliydim. “Her günümü beni tekrardan sev diye geçirdim. Meğer ne kadar da boş işlerle meşgulmüşüm, bir kere daha anladım Hakan,” dedikten sonra oturduğum yerden kalktım. Şu anda onu görmek istemiyordum. Bakışlarına karşılık vermeyi reddediyordum. Gidip Afrodit’in yanına oturdum. Bana tek kelime dahi etmedi çünkü soracağı çok masumane bir soru bile beni rahatsız edecekti, bunun farkındaydı. O yüzden tam da dilediğim gibi sessizliğe gömüldü. Hakan’a sertçe baktı ve kardeşinin yaptığı şeyi onaylamadığını göstererek başını iki yana salladı. “Çocuklar bakın!” Efdal hızla ayağa fırladı ve işaret parmağını kaldırarak karşı tarafı gösterdi. “Athena ve Poseidon geldi! Gözlerime inanamıyorum!” Yerinde zıpladı ve ellerini birbirine vurarak alkış tuttu. Şaka mı yapıyor diye düşünürken gerçekten de Athena ve Poseidon’un bizim yanımıza yürüdüklerini gördüm. Bu nasıl gerçekleşmişti? Zahir onları ne ara getirmişti? Ayrıca o neredeydi, neden onların yanında değildi? Yavaşça yerimden kalktığımda benim dışımda herkes birden ayağa dikilmişti. Morpheus koşarak Athena’ya sarıldı; Artemis ağlayarak Poseidon’un yanına gidip kollarını boynuna doladı. Hepsi acayip derecede mutluydu. Kimisi sevgi çığlıkları atarken kimisi de çenesini ağrıtacak şekilde gülümsüyordu. Ben ise ayakta bekleyerek Athena ve Poseidon’u inceliyordum. Onlarda bir değişiklik seziyordum. Üstelik Zahir yanlarında değildi. Bu da şüphelenmem için yeterli bir gerekçeydi benim neslimde. Burnuma berbat, iğrenç yanık kokuları geliyordu. Bir hata olduğu zaman burnumun içerisini dolduran pis kokulardı. İkisini de uzaktan gözlemlerken Afrodit yanıma geldi. “Bir terslik var,” deyince çabucak ona döndüm. “Sende mi hissettin?” Bir tuhaflık olduğunu yalnızca ben hissetmediğim için çok sevinmiştim. Afrodit gözlerini kısarak Poseidon ve Artemis’e baktı. Kafası sağa sola gidip geliyordu ve bir açık yakalamaya çalışıyor gibi bir hali vardı. “Ne oldu Afrodit? Ne dikkatini çekti?” “Poseidon’un aurasını göremiyorum,” dedi Afrodit, düşünceli bir şekilde. Biraz bekledikten ve kanaat getirdikten sonra “Kesinlikle o Poseidon değil,” dedi. Kuşkulu bakışları Poseidon’u ezecek derecede yoğunlaşmıştı. “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” Kısık sesle konuşuyordum. Afrodit de bana ayak uyduruyordu. “Güya Artemis onun sevgilisi, doğru mu? Ama hiçbir şekilde onun etrafında sevgisini belli edecek renkler barınmıyor,” dedi, çenesiyle ikisini gösterdi. Sanki auralarını görebilecekmişim gibi o yöne bakmamı istemişti ama onun ne gördüğünü veya neyi göremediğini ben aynı şekillerde fark edemiyordum. “Ama sen daha önce Hakan’da da renkler göremediğini dile getirmiştin. Hakan ve Poseidon arasındaki fark ne tam olarak?” O sırada Hakan ile gözlerimiz kesişti. Onun koyu kahverengi gözlerinde fazla oyalanmak istemediğim için sırtımı ona döndürerek Afrodit’in karşısına geçtim. Uzaktan bakıldığında herkesten gizli dedikodu yapıyormuşuz gibi duruyorduk. “Güzel soru Anka,” dedi, sorumu takdir edercesine başı aşağı yukarı gidip geldi. “Şöyle ki, Hakan’da hiçbir zaman renkler görmedim fakat Poseidon’da önceden görüyordum. Hem de çok belirgin renklerdi. Şimdi ise hiçbir renk yok. Bir tane bile yok Anka, sıfır.” “Bak bu çok enteresanmış cidden. Ama ben yine de kesin emin olmak istediğim için onlara ufak bir oyun oynayacağım,” dedim. Afrodit’in kaşları havalandı ama itiraz etmedi. Belki o da benim oyunuma ayak uydurabilirdi. Afrodit’in yanından ayrılıp Athena ve Poseidon’un yanına ulaştım. Onlar bana asla beni özlemişler gibi bakmıyorlardı. Onlarda hiç görmediğim ürkütücü bakışlarını üzerimde gezdiriyorlardı. Özellikle de Athena ve o, bana asla şu anda baktığı gibi bakmazdı. “Anka bak, geldiler! Sözünü yerine getirmiş,” dedi Morpheus, Athena’ya bir kere daha sarıldıktan sonra. Athena çok yakın arkadaşına yalandan bir gülümseme gönderdi ve bu gülümsemesi buz gibiydi. Hadi beni geçtim. Athena, Morpheus’u bizden daha uzun zamandır tanıyordu ve ona bu denli soğuk yaklaşması kafamdaki şüpheleri arttırıyordu. “Evet,” dedim yalandan. “Peki o nerede?” diye bir soru yönelttim ikisine birden. “O sizinle neden gelmedi?” İkisi hızla birbirine baktı ardından Poseidon yarı ağızla “Bizi getirdikten sonra gitti,” dedi. Kendilerince güzel kıvırmışlardı. Fakat elbette ki hiç inandırıcı gelmemişti. Zahir en azından beni görmek için yanımıza uğrardı. Bana verdiği sözü tuttuğunu göstermek için arkadaşlarımızı kendi elleriyle bizim yanımıza getirirdi ama yapmamıştı. Peki ya neden yapmamıştı? Çünkü Zahir hâlâ Olimpos Tapınağı’nda arkadaşlarımı kurtarmakla cebelleşiyordu. Sırf bunun için canını tehlikeye atıyordu. Hiç tanımadığı etmediği insanları bana verdiği sözden dolayı kurtarmak için savaşıyordu. Çaktırmamaya özen göstererek oyunuma devam ettim. “Ah, anladım. Sizi gördüğüme çok sevindim,” dedim, yapay bir gülümsemeyle. Daha sonra Athena’ya sarıldım ve o, kollarını yarım yamalak benim belime sarmıştı. Athena’nın ne kadar çok sarılmalardan keyif aldığını bilirdim. Ayrıyeten arkadaşımın bana nasıl sarıldığını da çok iyi biliyordum; daha sıkı ve daha içten sarılırdı. Şimdi ise saydıklarımın ikisini de yapmamıştı. Zoraki bir sarılma sunmuştu bana. Bu yaptıkları yüzünden ben zaten onun gerçek Athena olma ihtimalini değerlendirmezdim bile. Benim arkadaşım değildi şu anda sarıldığım kişi. Bunu ispatlayacaktım. Athena’ya sarılmayı bırakıp suratına odaklandım. Bir şeyleri çaktırmamak için kendisini kasıyordu ama o kendisini her kastığında aslında ne kadar sahte biri olduğunu açığa vuruyordu. Peki ya kimdi karşımda duran bu yabancı? Tatlı tatlı gülümsedim. Ardından gözlerim boynuna kaydı; Hermes’in onda iz bıraktığı bıçak yarası boynunda yoktu. Bu kadar kısa sürede iyileşmiş olamazdı ya. Tapınaktayken yarasını gördüğüme yemin edebilirdim ve şimdi olması gereken yara orada değildi. Ne olmuştu yani? Sihirli bir değnekle mi iyileştirmişti boynunu? “Yaran nasıl geçti?” dedim, gözlerimi tekrardan Athena gibi görünen ama asla o olmayan kişiye dikerken. Başta bir durdu ardından hızlı davranarak “Ah yaram mı? Bilmem, herhalde kendiliğinden iyi oldu,” dedi. O kadar sahteydi ki… Suratına yumruk atmamak için direndim. Athena asla cici kız tarzında konuşmazdı. Ne o Athena’ydı ne de Poseidon gerçekten Poseidon’du. “İyi misin bebeğim? Ben senin öldüğünü sanmıştım. Nasıl toparlandın?” Artemis ellerini Poseidon’un yanaklarına koyarak yüzünün her bir santimini inceliyordu. Gözlerini Poseidon’un gözleriyle buluşturduğunda elleri donakaldı. Afallayarak “Bebeğim? Bu sen misin?” diye sordu. Daha sonra Atlas, “Artemis senin öldüğünü zannetti. Hepimiz korkudan deliye döndük. Cidden iyi misin Poseidon?” diye sordu, bir elini ikizinin beline temkinli olmak adına yerleştirdiğinde. O da içten içe Poseidon’u farklı biri olarak görüyordu. Gerçeklerin bir dalga gibi kıyıya vurmasına az kalmıştı anlaşılan. Vulcan ve İsis de aynı kuşku dolu bakışlarla Poseidon’u izliyorlardı. Fırat en son dayanamayıp “Hey, dostum. Sırtına şimşek yiyen birine göre hızlı toparlanmış görünüyorsun,” derken aslında onu oltaya çekmeye çalışmıştı. “Galiba bir mucizeyi yaşadın.” Poseidon’u bir şekilde konuşturmayı deniyordu fakat gel gör ki ikisi de çok çakallardı. Durumu hemen fark ederek toparlamaya çalışıyorlardı. Etekleri yavaştan tutuşmuş olsa da bunu açığa vurmadan yok etmeyi amaçlıyorlardı. Sinsi bakan gözlerinden kesinleşmişti onlarla oynadığımızı anlamaları. “Büyünün etkisi işte. Ya da sahiden de bir mucize,” deyip geçiştirdi Poseidon gibi görünen kişi. Bir büyü yardımıyla şekil değiştirmek mümkün müydü? Veya insanın gerçek kimliği değişebilir miydi? Hayır, dur. Şekil değiştiren. Çok tanıdık geliyordu. Tabii ya. Bulmuştum. Yeni dank etmişti kafama. Onlar şekil değiştiren iki tane yaratıklardı. Daha öncesinde Ares ve ben dışarıda yürürken bir tane yaşlı kadının ve ardından benim annemin kılığına giren bir şekil değiştiren yaratıkla karşılaşmıştık. Annemin görüntüsüne bürünmesi beni hem çok ürkütmüştü hem de bir yandan annemi uzun zaman sonra karşımda görebildiğim için mutlu olmuştum. O kişi annem olmasa dahi mutluluğuma mâni olamamıştım. “Geri çekilin,” dedim herkese. “Onlar Athena ve Poseidon değiller!” Geriye doğru adım attığımda Athena ve Poseidon birbirine baktı ardından aynı anda pis sırıtışları dudaklarında peydahladı. Çabucak sırıtışlarını yok ederek bana baktılar. İkisi de gözümün içine içine sert bir ifadeyle bakıyorlardı. Beni kesip biçeceklermiş gibi koca bir tiksintinin izi gözlerine bulaşmıştı. Bingo. Yalanlarını açığa çıkartmıştım. Pes ederek kendilerini belli etmişlerdi. Bu oynadıkları oyun her neyse, daha fazla oynayarak rol yapmak istemiyorlardı. “Anka sen ne saçmalıyorsun? Kafayı mı yedin?” Morpheus, Athena’nın yanına geçip bir elini onun beline yerleştirdi. “Athena çok sarsıldığı için ne dediğinin farkında değil. Ona zaman tanımalıyız, senin yaptığın gibi üstüne gitmemeliyiz,” dedi, kaba bir edayla. Sitemini bana yapmamalıydı; yanlış kişiyi azarlıyordu. Kendi yakın arkadaşını tanıyamamış olması beni bozguna uğratmıştı. Bu kadar mı kördü? “Asıl sen kafayı yemişsin. Athena zannettiğin kişiye sana nasıl hitap ettiğini sorsan eminim ki bir cevap veremez,” dedim, kollarımı göğsümde bağlarken. Başka türlü önündeki gerçeği göremeyecekti. Onların bana yönelttiği pis sırıtışlarını da mı kaçırmışlardı? Bir tek ben mi yakalamıştım o gülüşü? Tekrar ediyorum: cidden bu kadar mı kör olmuşlardı? Morpheus’un eli askıda kaldı; elini geri çekti ve bir bana bir de Athena’ya baktı sırayla. O sırada Vulcan lafa atlayarak “Bu benim kardeşim Poseidon değil,” dedi, başını iki yana sallayarak. O da onaylamıyordu onların gerçek arkadaşlarımız olduğunu. Çünkü insan hissederdi. Anlardı, fark ederdi. Bariz bir şekilde ortaya sunmuşlardı gerçek olmadıklarını. Asıl arkadaşlarımız olmadıkları ayan beyan ortadaydı işte. Tek bir bakışından veya kokusundan bile anlardı insan, karşısında duran kişinin gerçekten ona yakın olup olmadığını. Ben, sezgilerime güvenerek başlamıştım fakat sonrasında Athena’ya baktığımda onun çok yabancı ve yapaylıktan çatlayacak kıvama gelen biri olduğunun farkına vardım. “Benim gerçek dostum gibi hissettirmiyorsun. Evet, başta gerçek olduğunu düşünerek sarıldım sana ve seni gördüğüme aşırı mutlu oldum. Fakat senin olmadığını biliyorum, anlayabiliyorum,” dedi Vulcan tekrardan. “Sıcaklığın bile aynı hissettirmiyor.” Poseidon görünümlü şekil değiştiren canavarın gözlerinde duyguya dair hiçbir şey oluşmadı. “Saçmalamayın çocuklar,” dedi Poseidon, yarım yamalak bir sitemle. “Ben sizin dostunuzum. Senin de sevgilinim,” dedi, Artemis’e bakarak. Onları ikna etmeye çalıştığını biliyordum ama Artemis’e bakarken hem çok soğuk hem de Vulcan’a yaptığı gibi duygudan yoksun bakıyordu. Bir insan sevgilisine, sevdiğine böyle bakamazdı. Arkadaşı geçmiştim ama sevgiliye bu denli domuz bakışlarla bakılmazdı. Büyük bir çabanın içine girerse anca soğuk bakabilirdi ama yine o zamanda anlardı insan, karşındaki insanın içinde sevdiğine karşı bir duygu beslediğini. Ve o aradığım duyguyu ben, Poseidon’da gram göremiyordum. İğne ucu kadar, ufak bir kırıntı kadar bile yoktu. “Evet arkadaşlar. Ne oluyor size böyle? Bizi gördüğünüz için sevinçten zıplarsınız sanmıştık ama sizin bu tavırlarınız bizi hayal kırıklığına uğrattı,” dedi sözde Athena olan yaratık bozuntusu. Kendi gibi sahte olan kızıl saçlarını eliyle itekleyerek rüzgârın dalgalandırmasına sebep oldu. “Athena,” dedi Morpheus, beklediğim şüphe dolu yaklaşımıyla. “Bana nasıl hitap ediyorsun?” Benim yanıma geçerek benim yaptığım gibi kollarını göğsünde birleştirdi. Kaşları havalandı; düzgün bir yanıt bekliyordu. Sahte Athena’nın kızıl saçları dalgalandığı esnada saçlarının ucunda bir değişiklik gözüme takıldı. Kızıllık bir ara gidip geldi; grilik belirdi saçlarının ucunda. Madem gerçek Athena’ydı, o halde nasıl saçlarının ucu farklı bir renge dönüp tekrardan kızıl olmuştu? Göz yanılması olmadığını bilecek kadar bilincim yerindeydi. Şekil değiştiren yaratıklar olduğu artık tümden netlik kazanmıştı. Daha neyi bekleyecektik zaten? Başka bir olasılık olan büyünün etkisi altında olabileceklerini de değerlendirmiştim ama şimdi gözüme çarpan detaydan ötürü bu olasılığı silip attım. Bir büyü komple kişinin dış görünüşünü değiştirmek adına uğraşılarak yapılmazdı bence. Ancak kişiliğine oynanırdı. Şimdi ne kişilikleri eskisi gibiydi ne de dış görünüşleri… Sözde Athena, ağzını açtı ama hiçbir şey çıkmadı ağzından. Hemen ardından uzun, sivri dişler belirdi ağzının içinde. Dili birden upuzun oldu. Gözlerimi kocaman açarak ona baktım. Kendisi gibi gerçek olmayan Poseidon’a bakıp “Kolyeyi al,” diye emir verdi. Konuşurken sivri dişleri birbirine değerek kulak tırmalayıcı bir ses çıkardı. Dili dışarı çıkıp geri içeri ağzının içine girdi. Tanrım. Yine mi kolye? İkidir, üçtür başıma bela açıyordu. Geçen sefer ki şekil değiştiren de kolyenin tasasına düşmüştü. Yalnızca koruma büyüsü işlenmiş olan bu kolyeyi istemelerinin daha farklı bir nedeni olmalıydı. Belki de Zahir kolyeyi asıl sahibinden çalıp bana hediye etmişti. Aklıma bir sürü olanak düştü. Boynumdaki kolye ışıltısını belli edercesine parlayıp geri söndü. Bu kolyenin onlar için ne kadar değerli olduğunu daha önce karşıma çıkan şekil değiştirenden anlamıştım zaten. Şimdi yeniden peşine düştüklerinde bir kere daha anladım onlar için ne kadar değerli olduğunu. Ben ise kolyenin ne kadar önemli ve güçlü olduğunu bildiğimden kolyemi onlara vermeye niyetim yoktu. Onu benim boynumdan söküp alamayacaklardı. Çok istiyorlarsa, anca deneyip görürlerdi. Onlar haykırarak şekil değiştirmeye başlarken hepimiz onlardan en az birkaç adım uzaklaşmıştık. Vulcan ve Aurora direkt olarak avuçlarını açmışlardı; Vulcan’dan ateş topları yükselirken, Aurora’dan ışık topları ortaya çıkıvermişti. Kolyem tekrardan sanki bozulmuş gibi bir süre daha yanıp söndü. Turuncu ışık her yandığında şekil değiştiren yaratıkların korkunçluğu iyice belirgin bir hâle geliyordu. Suratlarındaki kasvetli ve koyu ifadeleri ışıkların yardımıyla netleşirken insanın tüylerini kabartan yanlarını da beraberinde getiriyordu. İkisi de artık normal hallerine dönüşmüştü. Oldu ki fark edemedik, o zaman oyunlarını daha çok uzatacaklardı. Neyse ki çabuk fark ederek olaya anında müdahalede bulunmuştuk. Acayip olaylı bir günün içerisine sıkışıp kalmıştık. Sırasıyla başımıza gelen olaylar silsilesi bir türlü bitmek, tükenmek bilmiyordu. Zahir de gelmemişti ve o gelemediği için Athena ve Poseidon da yoktu. Onun dışında Rabia’nın hamile olma ihtimali gün yüzüne çıkmıştı. Daha sonra peri grubu gelip bize kıyametin yaklaştığını haber vermiş ve şimdi de şekil değiştirenlerle baş başaydık. Rezalet bir gündü. Ciddi anlamda. Şakasız. Başıma öldürücü derecede baskın ve ağır sancılar giriyordu ve onları görmezden gelmek adına elimin tersiyle itmek için kendi sınırlarımı zorluyordum. Toparlanmam için göğe bakarak hızlı birkaç derin nefesler aldım. Gökyüzü epeyce grileşmişti; biz uzun süredir burada Zahir’i ve arkadaşlarımızı bekliyorduk çaresizce. “Biraz daha geri çekilin,” dedi İsis. Hakan ve Fırat daha önceden toplanan odunlardan kapıp geldiler. Fırat kılıç ustasıydı ve Hakan da az bir süreliğine de olsa bir nevi onun öğrencisi olduğundan hemen odunlara sarılmışlardı. Kafalarına odun yeseler dahi geri çekileceklerini zannetmiyordum. Öyle kararlılardı ki hemen geri adım atmazlardı gibime geliyordu. O gün, Ares ile beraberken nasıl kurtulmuştuk hatırlamıyordum. Şekil değiştiren yaratıklar tam olarak neyden korkarlardı bilmiyordum; biliyorsam da şu anki gerginliğim yüzünden aklıma gelmiyordu. Bir kere de huzur ya. “İsis büyü yapabilir misin?” Efdal, İsis’e bakınca İsis durgunlaştı. İç çektikten sonra “Büyü yeteneğimi geri kazanamadım henüz,” diye karşılık verdi. Ardından “Ama sınırlarımı zorlamayı denerim,” dedi hızlıca. “Kolye,” dedi iki yaratık aynı ağızdan. Sonra tekrar “Kolyeyi verin ve kurtulun,” dediler. Bir yılan misali tıslayarak konuşuyorlardı. Keskin nefesleri suratıma çarptı. Çürümüş bir şeyler kokuyordu ve aşırı yoğun gelen pislik kokusu burun deliklerimin içini yakıyordu. “Anka, ver kolyeyi onlara!” “Evet. Kolyeyi ver de gitsinler!” “Hadi çabuk ol! Neyi bekliyorsun?” Hemen hemen herkes üstüme gelmeye başlayınca dayanamayıp “Kesin sesinizi!” diye bağırdım. Kolyeyi onlara veremezdim, zira verdikten sonra da kolayca gitmeyeceklerdi. Hem kolyeyi alacaklar hem de bize eziyet çektireceklerdi. Oldu. Bu fırsatı onlara tattırmayacaktım. “Hiçbir şey vermiyorum,” dedim bastıra bastıra. “Kolyeyi çok almak istiyorsanız uğruna savaşacaksınız o zaman,” dedim daha sonra, tehditkâr bakışlarımı iki pis kokulu yaratığın üzerine yoğunlaştırarak. Öyle basit değildi hiçbir şey; hiçbir zaman da olmamıştı. Bunu en iyi bizler biliyorduk çünkü neredeyse her zorlukla en az bir kereliğine ters düşmüştük. “Demek oynamak istiyorsun,” dedi bir tanesi, dişleri gibi uzun olan tırnaklarını bana doğru uzatarak. “O kolyeyi almak için her şeyi yapacağımızı bilmen lazım,” dedi. Havanın kasveti üzerimize çökerken şekil değiştirenlerin yansıttıkları da aynı histi. Kasvet, omuzlarıma baskı uyguluyordu. “Elinizden geleni ardınıza koymayın,” dedim, çabucak çenemi dikleştirerek. Gerginliğim bir parmak şıklatması gibi hızla silinip gitti. Asıl hedefleri benim boynumda takılı olan kolyeyi almak olsa da yanımda bulunan insanları da görmezden gelemezlerdi. Saldırmaya kalktıkları anda başlarına neler geleceğini çok iyi bilmeleri onlar açısından sağlıklı olurdu. Şekil değiştirenler bize doğru saldırmak için hareketlendiğinde Aurora avuçlarındaki ışık toplarını onların tepesine gönderdi. Sonrasında hiç zaman kaybetmeden ışıkları patlattı ve ortaya çıkan kıvılcımlar ikisini üzerine aktı. İkisi de kıvılcımlardan korunmak için kollarını kafalarının üzerine siper ettiler. Bu gecenin karanlığında patlayan ışık topları birer havai fişek imajı çizmişti. İki kokuşmuş canavarın aydınlıktan pek de hazzetmediği belli olmuştu. Bu iyiye işaretti. Yani galiba öyleydi. Hakan ve Fırat kısa, sözsüz bir bakışmanın ardından başlarıyla birbirlerini onaylayarak ellerindeki odunları yaratıkların üstüne attı. Büyük ve ağırlığı ile onları ezebilecek odunlar ikisine çarptığı gibi iki şekil değiştiren de ne olduğunu anlayamadan sırt üstü yere kapaklandılar. Çok geçmeden odunları üstlerinden kaldırıp uzağa bir yerlere fırlattılar. Odunlar yere çarptığı gibi çatırdayarak ortadan ikiye ayrıldı. Ne kadar kuvvetli oldukları buradan belli olsa da akıllıca davranamadıkları için bir önem teşkil etmiyordu. Maksatları kolyeyi almak olduğundan kocaman olan gözleri boynumdaki kolye dışında başka bir şeye takılıp kalmıyordu. Hataları buradan kaynaklanıyordu. Yalnızca kolyeye odaklanarak savaşamazlardı. Onlar için adil bir rekabet olmazdı. Yanlarında ne var ne yok onları da görmelilerdi fakat bunu yapmıyorlardı. Bu yaratıkların beyinleri yoktu cidden. Birden çevik bir hareketle ayağa fırladılar. Dizlerini bükerek ellerini toprağın üstüne koydular. Ağızlarını açıp dillerini uzattılar ve haykırdıklarında yine aynı kötü kokuyu esinti halinde suratımıza çarptılar. Koku o kadar mide bulandırıcıydı ki bir insanı bayıltmaya yeter de artar diye düşünüyordum. Nitekim de öyle olmuştu. Rabia ve Efdal yere düşmüş, kokudan ötürü bayılmışlardı. Yere çarpma sesini işittiğim sırada anlamıştım birilerinin düştüğünü. Düşüşlerini yavaşlatacak bir şey de olmadığından çıkan ses ağaçların arasında yankılanmıştı. “Kokularını fazla içinize çekmeyin!” diyerek uyarıda bulundu Atlas. Vulcan’a ve onun çıkarttığı ateş toplarına bakıp “Yapsana! Fırlat onlara ateş toplarını da cayır cayır yanarak gebersinler!” diyerek sesini yükseltti. Atlas’ın veya Artemis’in oku ve yayı yanlarında değildi. Eğer olsaydı şimdiye dek çoktan şekil değiştirenlerden kurtulabilirdik. Vulcan’ın başı dönüyor, sendeliyordu. Koku onun da burun deliklerinden ciğerlerine doğru yol çiziyordu. Vulcan’ı sırtına destek verip düşmesine müsaade etmeyerek kulağına doğru “Tam önünde duruyorlar Vulcan. Fırlatabilirsin,” diye fısıldadım. Vulcan ise karşılık olarak hafifçe inledi. Koku bize nazaran onu daha kolay sarmıştı çünkü en önde duran oydu. Muhtemelen Rabia ve Efdal bizlere göre biraz daha zayıf ve sıska bedenlere sahip olduğu için koku bünyelerine fazla gelerek aşmıştı. Afrodit ve Aurora ikisine yardım ederek onları biraz daha ağaçların altına doğru sürüklemişlerdi. “Ben hayatımda böyle iğrenç şekil değiştirenler görmemiştim,” dedi Fırat kendi kendine. Morpheus da bunun üzerine “Bir yerde okumuştum. Ara ara mutasyona uğruyorlarmış. Her şekil değiştiren aynı olmuyor,” diyerek Fırat’ın şaşkınlığına açıklık getirdi. Mutasyona uğrayan şekil değiştirenlerde neyin nesiydi ya. “Gönder gitsin,” dedim yeniden, Vulcan’ın kulağına doğru. Onu biraz sarsmak için Afrika örgülerini çekiştirdim ama bir fayda etmemişti. Ellerimi onun arkasından uzatıp kollarını hareket ettirmeye başladım. Alevler yükselen avuçlarını iki yaratığın üzerine doğru atmayı denedim ama ikisini de ıskaladım. Alevler çimlere değdiğinde çimler yavaştan yanmaya başladı. Siktir. Doğaya zarar gelsin istememiştim. Çimler yanmaya başlayınca Vulcan’ı tutmayı sürdürürken kendimle birlikte geriye doğru çekiştirdim onu. Hakan da bana destek olarak Vulcan’ı çekiştirmeme yardımcı oldu. “Alevlerden uzak dur,” dedi, korkuyla. “Çimler yanıyor!” İsis haber vermek adına bağırmıştı ama zaten görüyorduk her şeyi. Şekil değiştirenler başlayan ufak yangını fark eder fark etmez uzaklaşmaya başladılar. Sivri tırnakları toprağa bata çıka geri geri kaçıyorlardı. Bir taraftan da yılanlar gibi tıslamayı ihmal etmiyorlardı. Bunlar ne tür bir yaratıktı? Acayip değişiklerdi. Adı üstünde şekil değiştirenlerdi. Şu anki görünümleri bile kendilerine ait has görüntüleri olmayabilirdi. Bu da bir ihtimaldi tabii. “Hadi Zahir. Nerede kaldın?” dedim içimden. Kolyenin ucunu boştaki elimle tutup sıktım. Geçen sefer onu çağırmak istediğimde yine aynı şeyi yapıyordum ve Zahir o zaman beni duyarak yardım çağrıma beklediğim yanıtı vermişti. Yeniden beni duyup gelebilmesini diliyordum fakat görünürde yoktu. Athena ve Poseidon hâlâ Zahir ile birlikte Olimpos Tapınağı’nda tutsak halindelerdi. Tek dayanağım onların bize yetişebilmesiyken türlü türlü olaylar bizi bulmuştu. Kalbim yerinden sökülecekmişçesine güm güm atıyordu. Kolyeyi ne kadar çok sıktıkça avucumdaki yara izim o kadar çok sızlıyordu. Avucumun içi, kolyenin yansıttığı sıcaklık yüzünden ter içinde kalmıştı. Onlar uzaklaştıkça doğal olarak keskin kokuları da havada bir duman misali dağılıyordu. Haliyle Vulcan da kendisine geliyordu. Gözlerini kapatıp açtı ardından avuçlarına göz gezdirdi. Başını iki yana salladı. “Onlara isabet ettirirsem çimlerdeki alevler daha çok yayılmadan kaçabiliriz,” dedi, çevresine bakıp dururken. Hakan ve ben, Vulcan eski haline döndüğü için onu serbest bıraktık. Artık kendi başına halledecek kadar iyi hissediyordu. “Yapabilirsin,” dedim, güvence vermek adına. Onun cesaretini yükseltirsem alevleri o iki pisliğe denk getirmesi çok daha basit olurdu. Cesaret vermenin yanı sıra ben gerçekten de Vulcan’ın başaracağına tüm kalbimle inanıyordum. Müthiş bir gücü ve hiç değişmeyen istikrarı vardı. “Şov başlasın bebeğim!” diye bağırdı ardından ateş toplarını biraz daha büyüterek şekil değiştiren yaratıkların üzerine attı. İkisine isabet eden toplar onları baştan aşağı yakmaya başladığında çığlık çığlığa bağırdılar. Sonlarının böyle çizileceği en başından belliydi, yalnızca onlar kör olmayı seçmişlerdi. Bu evren yaratıldığından beri herkes ve her şey bizi hor görmüştü. İlk gün yaşadığımız ve asla anlam veremediğimiz çatışmada bir dehşeti yaşayarak bütün felaketlerin kapısını aralamıştık. O zamandan bu yana gerçekleşen bütün her şey gözlerimin önünde belirdi. Tek tek hepsini kısa bir süreliğine tekrardan yaşadım. Gözümün önünden gitmek bilmiyorlardı. Sanki hâlâ çok tazelermiş gibi hissettiriyordu tüm yaşananlar. Bir bakıma öyleydi ama oysaki birçoğu geçmişimizde kalmıştı. Üstüne perde çekmiştik güya, fakat o perde yeniden aralanıyordu. Gözlerim karardı. Avuçlarımda sıcaklık kol gezerek tüm bedenimi sarıp kucakladı. Anka ateşi sanki hem içimde hem de dışımda gerçekleşiyordu. Kolye deli gibi yanıp sönmeye başladı. Dur durak bilmeden ışığı yanıyor ve tekrardan sönüyordu. Bir döngü haline gelerek bir süre daha devam etti. Neden böyle olduğunu anlayamıyordum. Yoksa ben, farkında olmadan bir şeye mi sebep olmuştum? Yanlış ve olmaması gereken bir şeye mi kucak açmıştım? “Anka! Dur!” Hakan’ın bana seslenmesi üzerine silkelendim. Ne yaptığımın bilincinde değildim. O benim adımı haykırmasaydı burada bulunan herkesi ve tüm ormanı yakabilirdim. Çünkü avuçlarımdaki sıcaklık şiddetlenmiş ve bir ateşe dönüşerek bileklerimden kollarıma kadar uzanmıştı. Bana ise hiçbir şey olmamıştı. Hâlâ aynı serinliği hissediyordum. Evet, sıcaklık vardı ancak serinliğin yanında çok hafif kalıyordu. Öyle ki kollarımın alev alev olmasını fark edememiştim, eğer Hakan beni uyarmasaydı Tanrı bilir daha ne kadar büyüyecekti bu ateş. Sirenlerin beni bir ağacın gövdesine bağlayıp yakmaya çalıştığı zaman da hiçbir şey hissedememiştim. Bu anı tekrar yaşadığım halde yine hiçbir şey olmamıştı bana. “Ne oldu?” Sesim derinlerden geliyordu. “Kaskatı kesildin ve bir anda avuçlarından çıkan alevler kollarına kadar ulaştı. Başta Vulcan yüzünden oldu, ateş topları sana sıçardı zannettim ama tamamıyla kendin yaptın her şeyi,” dedi Hakan endişeli ses tonuyla. “Vadi’de de aynı şey başıma gelmişti,” diye mırıldandım. “Ne?” Hakan beni kendine döndürdü. “Vadideyken de mi aynı şey yaşandı? Bir yerine bir şey oldu mu?” Normale dönen kollarıma baktığında hiçbir yanık iziyle karşılaşmadı. Bu onu daha da şoka sürükledi. Vadi’de yaşananlar sırasında Hakan baygındı, hatırlamaması çok doğaldı. Ogre isimli koca bir dev bizi yemeği yapacağı sırada öfkeden deliye dönmüş, gözümün önündeki hiçbir şeyi göremez olmuştum. O zaman da Ares beni silkeleyip uyararak kendime getirmişti. Lakin o zamanki ile şu zamanki fark birbirleriyle boy ölçüşemezdi. O zaman sadece avuçlarımda hissettiğim ateşi şimdi kollarıma kadar sezmiştim. Gücüm eskisi gibi değildi. Hiçbirimizin değildi. Giderek artıyordu içimdeki güçler ve bunun nedenini yaşadığımız felaketlere bağlıyordum. Yaşantılar insanı güçlendirirdi. Hakan beni uyandırmasaydı sonrasında ne olacaktı bilmiyordum. Farklı, acayip acayip şeylerle karşılaşıyorduk her geçen gün. Üstüne üstlük haberimiz olmadan deneyimlediğimiz farklılıklardı. Bunların bir tanesini de az önce bizzat kendim yaşamıştım. Anka isminin bana neler kattığını henüz çözümleyememiştim. Bir sürü olanağı ve seçenekleri mevcuttu. Epochal evreninin bizler adına neler planladığını bilmiyorduk. Her şey zamana bağlı olmakla beraber yine zamanla alakalıydı. “O pislikler gitti mi?” diye sordum. Görünürde yoklardı ama yine de emin olmak istemiştim gittiklerine dair. “Neler oldu? Ne zamandır böyleyim?” Çünkü gerçekten ne zamandır kollarım yanarak durmuştum bilmiyordum. Resmen tamamıyla her şey silinip gitmişti. Hakan’ın sorusunu es geçerek onu soru yağmuruna tuttum. Ana odaklanmak istediğim için şimdi neler olduğunu sorma gereği duymuştum. Geçmişe takılı kalmayarak önümüzü açmak adına yapılması lazım olan bir eylemdi. “Çok süre geçmedi ama şekil değiştirenlerine kalıcı hasar verecek ve onların kaçıp gitmesini sağlayacak kadar yeterli bir zamandı,” dedi. Ardından gözlerindeki büyük endişe duygusuyla bana baktı. “Anka,” dedi, içinde tuttuğu nefesini dışarı vurduktan sonra. Nefesi suratımı yaladığında gözlerimi kırpıştırdım. Onun bakışlarına karşılık vermek istesem de hâlâ yaşadığım zelzeleden uzaklaşamıyordum. Bana doğru eğilerek kimsenin duymaması için “Kolyenden çıkan ışıklar onları kör edecek kadar kuvvetliydi. Ayrıca o esnada gözlerinden ciddi anlamda alevler çıkıyordu,” dedi kısık sesle. “Hakan,” dedim, sesimi yeniden bulduğumda. “Sadece bir saniyeliğine falan onlara bakıyordum ve sonra sen beni sarstın,” dedim afallayarak. Hakan’ın şu anda söyledikleri bana çok anlamsız geliyordu. Gözlerimden alevlerin çıkması ve daha bir sürü saçmalık… Bu olanların hepsi şimdiye kadar yaşadıklarımızı gözümün önünden geçerken mi olmuştu? Ve ben hiçbir şeyi doğru düzgün anımsayamıyordum. Birkaç saniyeliğine gördüğümü sanıyordum halbuki. Ne kadar süre geçmiş olabilirdi ki? Hakan’a göre çok olmamıştı ancak bu denli az bir zaman aralığında yaptıklarım inanılmazdı. Gözlerim sulandığı için yeniden gözlerimi kırpıştırdıktan sonra net bir görüntüye kavuşabilmek için bekledim. Gözlerimin kararması da gücümün getirdiği bir şey yüzünden miydi? Fazla güç her zaman bünyeye iyi koşullarda işlemiyordu anlaşılan. Şekil değiştirenler gerçekten de gitmişti. Çimlerde başlayan küçük yangın diğer bölgelere sıçraya sıçraya ilerlemeye başlamıştı. Yanık kokuları ve çıkan sesler ne burnuma ne de kulağıma hoş bir şeymiş gibi yansımıyordu. “Onları sen kaçırdın,” dedi Vulcan, yaşadığı şokun etkisiyle. “Anka ateşini kullandın.” Ağzı açık bir halde bana bakıyordu. Anka ateşi de neyin nesiydi? Cidden böyle kavurucu bir ateş var mıydı? Bunun yansıtılabilen bir güç olabileceğini hiç aklımın ucuna getirmezdim. Yalnızca içimdeki sönmeyen ateşin bana zararı dokunduğunu biliyordum, o kadar. Dışarı vurabildiğim bir özellik olduğundan şu ana kadar haberim olmamıştı. Hep mecazi ve soyut anlamda beni bulduğuna inanmıştım fakat sanırım Anka ateşi benim içimde geziniyordu. Bu evren beni daha ne kadar şaşırtacaktı, bilmiyordum. “Ne ara gittiler?” Etrafıma hızlıca bir göz gezdirdim. Onlar en son Vulcan’ın fırlattığı ateş toplarının esiri olmuşlardı. Bende mi onları yakmıştım? Bu bir hayal ürünü gibi yansıyordu beynimin içine. “Senin halini gördükten sonra ve tabii bir de benim ateş toplarımın yardımıyla yanmaya başladıkları sırada daha fazla dayanamayarak sürüne sürüne kaçtılar,” dedi Vulcan, yarı keyifli yarı alaylı. “Bu kadar çabuk ve basit mi yani?” Yine de bu denli kolay olacağını düşünmezdim. Diyelim ki Vulcan’ın saydıkları sebeplerden ötürü kaçtılar ki bu mantıklıydı aslında, fakat sonrasında tekrardan kolye için beni bulmayacakları ne malumdu? Kesin geri geleceklerdi. Her türlü geri gelirlerdi. Kötülük eninde sonunda kollarını sıvayarak yeniden karşımıza çıkmanın bir yolunu bulurdu. Kötülük felakete sürüklerdi ve felaket yanı başımızdaydı. Kıyamet kapımızı çalacak. Aine’nin söylediği sözlerdi bunlar. Kıyamet çoktan aralık olan kapımızdan sıvışmıştı. “Hiçbir şey bu kadar basit değil Anka,” dedi Vulcan. “Basitleştirmek için kıçımızı yırtan biziz.” Aslında tüm mesele buydu işte. Felaketleri en aza indirgemek için ter döken bizdik. Ancak doğrularımdan şaşmazdım ve benim doğrum, aklımı kurcalayan o gerçek şuydu: Bunlar daha başlangıçtı. “Poseidon olsaydı yangını söndürürdü,” dedi Artemis kederli ses tonuyla. Derin, sıkıntılı bir iç çekti; acısını dışa vurma şekliydi. Gerçekten Poseidon’a kavuştuğunu zannederken ki hali çok sevimliydi ama onun asıl kişi olmadığını idrak ettiğinde tekrardan ümitsizliğe kapıldı. Morpheus üzerindeki hırkayı çıkartıp yanan çimlerin bir kısmını hırkasının yardımıyla söndürmeyi başarmıştı. O esnada İsis ve Aurora da kendi çaplarında ateşin denk geldiği diğer kısmı söndürmek için seferber olmuşlardı. Poseidon yanımızda olmasa da el birliği ile çıkan yangının daha fazla güçlenmemesini bir bakıma önleyebilmiştik. Gökyüzü grilikten kaçarak siyahlığa sarıldı. Hızlı bir değişiklikle gökyüzü simsiyah oldu; yıldızlar kaybolurken bulutlar da gökyüzüne eşlik ederek karardılar. Art arda birkaç tane şimşek çaktı ve çok kısa bir anlığına gök, aydınlanır gibi oldu. “Yine Zeus’un parmağı bu, değil mi?” İsis yanıma geldi ardından Fırat ve Aurora’da İsis’in yanında durdular. Dördümüz de çenemizi kaldırdık; siyahlığa rağmen gökyüzünden bize doğru süzülmekte olan dört veya beş tane silüet gözüme ilişti. İlk defa gördüğüm bir şey olduğundan çok anlayamadım kimin ya da kimlerin geldiğini. “Hassiktir,” dedi Hakan, büyük bir dehşetle. Bizimle aynı yöne bakıyordu fakat onun bakışları bizimkiler gibi anlamsız değildi. Hakan, neyin bizi ziyarete geldiğinin çok iyi farkındaydı. Koyu kahverengi gözleri büyüdü; âdem elması yavaşça hareket etti ve alt dudağı titredi. Onu aşırı fazla korkutan bir şeye bakıyordu. Kalbini yerinden söküp atacak derecede onu tetikleyen olumsuz bir duyguya kapılıp gitmişti. Çok çekingen bakıyordu çünkü yukarıdaki şeylerden ölesiye korktuğu aşikardı. Onu en son ablası Afrodit’i kaybettiğini anladığı zaman bu kadar korkak görmüştüm. O da tam 17 yıl önceydi. Aradan o kadar sene geçmişti ve Hakan yeniden o gün ki korkusuyla yepyeni bir kâbusu yaşıyor gibi görünüyordu. Yine ne olmuştu? Daha yeni bir kaosun içinden kendimi çekip kurtarmıştık. Evrenin bize sunduğu rezil bir şakaydı artık bunların her biri. Bu nedenle mi en başından Epochal efsanesi yaratılmıştı, orası da ayrı bir kafa kurcalayan soruydu. “Ablacım ne oldu sana? İyi misin Hakan? Betin benzin atmış, suratın sapsarı,” dedi Afrodit, gözle görülür bir kaygıyla. Kardeşinin birden çiçek misali solup sararması onu endişenin kollarına atmıştı. “Hayır,” dedi kendi kendine. “Hayır. Bizi bulmuş olamaz. Hayır.” Tekrar tekrar aynı şeyleri dedi. Bozuk plak gibi aynı cümleler çıktı titreyen dudaklarının arasından. Onu bulan kimdi ve neden Hakan o kişiden bu kadar çok korkuyordu? “Hakan kim geldi?” diye sorarken tam tepemizde siyah silüetler uçuşmaya başladı. O kadar hızlılardı ki saçlarımız onlara eşlik ederek uçuşurken oluşturdukları esinti yüzünden başımdan aşağı yayılan soğuklukla vücudum titredi. Hava o kadar da dondurucu soğuk değilken gelenlerin yaratmaya çalıştığı rüzgâr git gide artarak soğumaya ve tenimize işlemeye başladı. Hakan hemen Afrodit’in önüne geçerek ablasına siper oldu. Onu korumak için yaptığı bu hareket sayesinde kimin lütfedip de yanımıza geldiğini kavrayabildim. Biraz geç olmuştu ama sonunda dank etmişti. Gelen kişi Zitra idi. Namı değer kötü ruh. Hakan’ın yıllar önce anlaşma yaptığı ruhtu. Ablasını eski yaşamına döndürmek için başvurduğu yoldu. Ancak tek başına gelmemişti. Beraberinde getirdiği üç-dört tane daha ruh bulunuyordu. Peş peşe havada uçarak kara bulutları delip bizim olduğumuz kısma ulaşmışlardı. Gökyüzüne yaraşır şekilde simsiyahlardı. “Hakan Mirza Dalkıran,” dedi tok sesiyle. Sonrasında, “Sana anlaşmana uyman gerektiğini üstüne basa basa söylemiştim,” dedi öfkeyle. Hakan’ın bir ümit de olsa ablasını saklayabilmek için uzattığı kolları titredi. Art arda defalarca kez yutkundu ama bir yerden sonra bunu yapamadı. Oluşan ıslaklıktan parlayan koyu kahverengi gözleri aslında çok kederliydi. Korkudan eli ayağı birbirine dolanarak mantık çerçevesi içinde hareket edemiyordu. “Yalvarırım,” dedi çatallaşan sesiyle. “Ben bir şey yapmadım.” Ablasını daha sıkı sararak ona iyice sokuldu. Bedeni, Afrodit’in önünde dururken kollarını geriye atarak ablasını sırtını yapıştırmıştı. Yapışık ikiz gibi duruyorlardı. Ondan kopmaya niyeti yoktu, açıkça görebiliyordum. Zitra onların karşısında havada asılı durarak sabit bir şekilde bekliyordu. Diğer ruhlar ise bizlere duvar örmek maksadıyla tam başımızın üzerinde sağa sola gidip geliyorlardı. Onlar birer ruh oldukları için bize dokunamaz ve bizi tutamazlardı ama yapacakları çok daha apayrı yöntemleri olabilirdi. Onlara bulaşmayı istemiyordum. Hiç olmazsa şimdilik delice bir şey yapmadan bekleyecektim. Hayatımda ilk defa kötü ruhlarla karşı karşıya gelmişken yapılacak aptalca bir hamle onları daha çok kızdırarak yapılmasını asla istemeyeceğim şeylere sebebiyet verebilirlerdi. Adı üstünde. Onlar birer kötü ruhtu. Onlarla aşık atmak için yürek yemek gerekiyordu. Yüreğim de cesaretim de şu anlık rafa kaldırılmıştı. Mantığım devreye girerek sezgilerimi de ezip toz haline getirdi; yapmamam gereken şeyleri kulağıma fısıldadı. Bende değil, diğerleri de sabit bir şekilde durup neler olup bittiğini anlamak için bekliyorlardı. Kimse bir delilik yapmadan duruyordu. Zira, ucu hem Hakan’a hem de Afrodit’e dokunabilirdi. Hakan’ın yalvarışı üzerine diğer ruhlar pişkin pişkin güldüler. Onlar için şov, onlar daha buraya gelmeden başlamıştı. Zitra kendi ekibini bir araya getirerek yanımıza gelip onları üzerimize salmıştı. Böylelikle asıl planı olan Hakan’ın elinden Afrodit’i almak onun için daha zahmetsiz olacaktı, biliyordum. Bir ruhun konuşması veya en değişik ihtimaliyle gülmesi bir tek bana mı anormal geliyordu? Bu nasıl kafa karıştırıcı bir evrendi? İnsan her seferinde dumura uğruyordu. Yemin ederim, her gün aynı hissiyatı benimser olmuştum. Bir parçam haline gelmişti ve olabilecek en boktan parçaydı. “Hiçbir şey yapmadın, öyle mi Mirza?” Dilini damağına vurdu. Onu ayıplarcasına konuşuyor ve o tarzda hareketlerini dışa yansıtıyordu. Hakan’ın ondan ne denli korkup çekindiğini o kadar iyi biliyordu ki bunları birer zayıf yan olarak görüp ona göre konuşuyordu. Hakan onun neslinde zayıf bir halkaydı. Onunla kibirli konuşurken de bunu hiç çekinmeden belli ediyordu zaten. “Ya biz daha yeni başka bir kaosun içinden çıkmadık mı? Bu ne şimdi böyle?” Rabia bir elini karnına götürdü; orada bir bebek varsa şayet, bunu koruma içgüdüsüyle yapmıştı. Onun elini karnına götürmesini görmek beni mahvetse de beni tek endişelendiren şey onun bu hareketi değildi elbette. Hakan’ın Afrodit’e yeniden kavuşması henüz çok tazeyken ondan tekrar mı ayrılacaktı? Tekrardan mı ona veda edecekti? Vedalar can yakmaktan başka bir halta yaramazdı ki… Sanki Hakan’ın derisinden cımbızla etlerini kopartıyorlardı. Kolları ve dizleri titriyordu. Kaybetme korkusu belki de sayamayacağım kadar çok fazla kez Hakan’ın içine işlemişti. Koyu kahverengi gözleri bir küçüldü bir büyüdü; gözleri bir an olsun ona sinirle bakan Zitra’dan ayrılmıyordu. Yıllar önce de aynı gözler Zitra’nın üzerinde dolanmıştı. Minnet dilenmişti 9 yaşındaki Hakan ve bugün tekrardan aynı çaresizlikle kötü ruha kilitlenmişti yaşlarla dolan gözleri. Küçük bir çocuğu andırıyordu; küçük, masum bir çocuktan hiçbir altta kalır yanı yoktu. Onun bu masumiyeti bana da değmişti. “Felaket yakında tecelli edecek,” dedi başka bir ruh, Rabia’nın sözlerine karşı. “Bunlar daha iyi günleriz,” dedi başka biri. Ve yine farklı bir ruh sesini yükseltti: “Hazır hâlâ nefes alabiliyorken yaşamın tadını çıkartın.” Sırasıyla hepsi aynı gamsızlıkla, zehir akıtan dilleriyle konuşmuşlardı. “Tadı çıkarılacak bir yaşamları olduğunu kim söyledi?” dedi Zitra acımasızlıkla, ardından bir ruhtan beklenmeyecek şekilde kahkahasını attı. Onun kahkahası yankılanırken Hakan gözlerini yumdu. Diğer ruhlarda Zitra’nın peşinden giderek onun kahkahasına ortak oldular. Ayrıca Zitra denen bir ruh Epochal efsanesinde yer alıyor muydu da yıllar sonra aynı tazelikle Hakan ve Afrodit’in karşısına çıkmıştı? Keşke kitap yanımızda olsaydı. Bir şekilde şu noktaya gelene kadar yaşanacakları ön görebilirdik. “Seni uyarmıştım Mirza,” dedi Zitra, ana meseleye, buraya geliş amacına değinerek. Bizim hayatlarımız ona sıkıcı geliyordu tabii. Kendisi devamlı olarak bir maceradan başka bir maceraya atlarken hasar almıyordu; onlar bizim gibi değillerdi. İnsan değil, ruhtu onlar. Ne duyguları vardı ne de başka elle tutulur bir özellikleri. Aciz olan yine insanlar oluyordu bu evrende. Aciz olanlar yine bizlerdik. Onların gözünde tek acınması gerekenler biz insanlardık. Kötü birer ruh olup da bizim yaşadıklarımızı anlamalarını bekleyemezdik çünkü bu asla gerçekleşmeyeceğini bildiğim bir hayaldi. Hakan ablasıyla beraber fazla göze batmamak için minik adımlarla geriye doğru gitti. Elbette ki Zitra, Hakan’ın ne yapmaya çalıştığını direkt olarak kavramıştı. Onun gözlerine bakması yeter de artardı zaten; farklı bir icraata ihtiyaç duymuyordu. “Uyarımı dikkate almayarak anlaşmayı bozdun. Üstelik bana sormadan,” dedi alayla. Sanki ona sorsaydı çok bir şey değişecekmiş gibi konuşuyordu. Yalana başvurarak ona kırılmış da hayal kırıklığına uğramış gibi takılıyordu. Halbuki hayal kırıklığını yaşayan da bizdik. Bir ruh -özellikle de kötü bir ruhsa- hayal kırıklığı ne demek bilemezdi. Numara yapmasına lüzum yoktu. “Siz kimsiniz?” diye sordu İsis. Hemen arkasından “Ne için geldiniz? Amacınız ne?” diye sordu Fırat, İsis’in sorusunu genişletip daha çok bilgi edinebilmek niyetiyle. Hiçbir yararı yoktu sordukları soruların. Zitra ve diğer ruhlar onları cevapsız bırakarak Hakan’a ve Afrodit’e kilitlendiler. Arka taraftan inleme sesleri yükseldiğinde Zitra’nın dikkati dağıldı. Efdal, Rabia’dan çok sonra uyanmıştı. İkisi de bayılmışlardı ve Efdal daha yeni yeni gözlerini açıyordu. İdrak etmesi ve sindirmesi gereken bambaşka bir olayla daha burun buruna gelmişti. Omzumun üzerinden baktığım esnada Efdal yukarıdaki ruhları fark ettiği gibi gözlerini kocaman açtı ve dirseklerinden yardım alarak ayağa kalktı. “Onlar da ne? Şekil değiştirenler nereye gitti? Siktir. Ben ne zamandan beri baygın halde yatıyorum? Rüya mı bu, ne bu?” Girdiği şokun etkisi ona ağır basmıştı. Morpheus, Efdal’ın yanına gidip kulağına bir şeyler fısıldadı. Efdal zor bela da olsa yutkunduğunda Afrodit’e ve onu asla bırakmaya niyeti olmayan Hakan’a çevirdi kahverengi gözlerini. Ağaçlardaki yapraklar huysuzca titreşti; bulutlar yer değiştirerek farklı yönlere dağıldılar. Siyah gökyüzünde ufacık yıldızlar meydana gelerek bize ağladılar. Her şey, herkes bize ağlıyordu. En çok da biz, kendimize ağlıyorduk. Kıyamet alametlerinden demek isterdim ama kıyametin çoktan başladığının bilincindeydim. Yeni yeni, kendine özgü parçalarını birleştirerek önümüze seriyordu. Bu ve bundan sonra hayatımıza dahil olacak davetsiz misafirlerin sayısı epeyce katlanarak artacaktı. Hatta artıyordu, artmıştı ve çoğalmaya da son gazla devam ediyordu. “Ona ne yapacaksın?” Hakan’ın sesi titrediği için çok kesik kesik çıkıyordu. “Zahmet edip buraya kadar gelmişim Mirza. Sence ablanı görüp ona selam vermek için mi buradayım? Yıllar önce kurtardığım bir canı tekrar elinden almak için geldim,” dedi tok sesiyle. Ne dedi o? Bunu yapmaya hakkı yoktu. Hakan kötü veya affedilmemesi gereken yanlış hiçbir şey yapmamıştı. Birini sevmek, ona değer verdiğini göstermek yasak veya ayıp olsaydı zaten en başından kimse kimseyi sevemezdi. Sevseydi de hep içine atardı. Lanet. Olsun. “Bunu yapamazsın,” dedi Hakan, başını iki yana sallayarak. Sesi sert çıkınca Zitra yeniden dilini damağına vurdu. Bir ruh bunları nasıl yapabilirdi? “Yapamam ha? Sen benim neler yapabileceğimi gayet iyi biliyorsun,” dedi Zitra, tehditvari konuşarak. Ardından Hakan ve Afrodit’i küçük, dar bir çemberin içine sokacak şekilde onların etrafında tur atmaya başladı. O, havada döndükçe onu takip ederken başım dönüyordu. “Laflarıma ve uyarılarıma kulak asmadığın için bedelini ödeyeceksin. 17 sene önce sana bir bedel ödettiğimde onun tek bir sayıyla sınırlı kalmayacağını bilmen lazımdı Mirza.” Ona inatla ikinci adıyla sesleniyordu. Kötü bir ruh olarak insanları zaafından vurmayı da ihmal etmiyordu. “Ne yani?” dediğimde Zitra hareketini durdurdu. Bana dönmemişti ama söyleyeceklerimi merak ettiği için cümlelerime kulak kabartacağının farkındaydım. “Sırf âşık oldu ve bunu çaresizce yaşamayı istiyor diye mi cezalandıracaksın onu? Bu çok mantıksız, akla hiç yatmıyor. Afrodit’i, ablasını ondan söküp almak için tek gerekçen bu mu?” Bütün gözler benim üzerime çevrilmişti. Bu defa Zitra da dahil. “Sen misin âşık olduğu kadın?” Beni baştan aşağı süzerken dudaklarında yapmacık bir gülümseme peydahladı. Benimle ve benim görünüşümle düpedüz alay ediyordu. Hakan aceleyle “Evet, o,” dedi. Benim Zitra ile muhatap olmamı istemiyordu; kendi açtığı sorununu kendisi çözerek bir sona varmak istiyordu. Afrodit’i kaybedecek olmasının sebebi bana duyguyu hisler olmasına rağmen işin içine beni dahil edip oradan oraya sürüklenmemi göze almak istemiyordu. Nerede kaldın Zahir? Dedim içimden. Bugün bunu kaçıncı dile getirişimdi… Sana güvenmiştim. Gelmeni dört gözle bekliyordum. Şimdi burada olsaydın birçok zorluğun üstesinden gelmemizi kolaylaştırabilir, mümkün kılabilirdin. Sırtımı ve çenemi dik tuttum. Düşük omuzlar ve yere bakan eğik bir baş ile onlara güçsüzlüğümü göstermeyecektim. Değildim. Güçsüz biri değildim ben. Başımı taşla da ezse başımı eğmeyeceğini ona gösterecektim. Zitra’nın asıl suçlunun ve üzerine alınması gereken sorumluluğun bana ait olduğunu düşündüğünü biliyordum. O yüzden beni kınadığını net bir şekilde sezebiliyordum. “Şahane,” dedi Zitra, yarı dalga geçerek yarı da durumdan haz aldığını belli ederek. “Değiyor mu yani ablanı şu çirkin kız için feda etmen?” Diğer ruhlar uzun süreliğine kahkaha atarak gülmeye başladılar. Onların gülüşleri beni hiç etkilemiyor, ruhuma dokunmuyordu. Dokunamazdı çünkü onlar benim gözümde hiçbir şey değillerdi. Öyle ki Zitra’nın bana çirkin demesine bile aldırış etmedim. Yalnızca omuz silkmekle yetindim. Herkesin zevki ve fikri kendinedir. Onun beni çirkin görmesi ve bunu bana hakaret olarak yansıtması benim umurumda olmazdı. Beni bu iğrenç sözlerle inciteceğini bir an bile düşündüyse asıl kahkaha atma sırası bana geçecekti. “Hey hey hey! O çirkin değil. Anka benim hayatımda gördüğüm en güzel ve en özel kadınlardan bir tanesi,” dedi İsis, beni bile şaşırtacak siniriyle. Aramızdaki buzların yavaş yavaş erimeye başlaması beni sevindiriyordu. Ona bakıp hafifçe gülümsedim, bana arka çıkmasına bir karşılık vermeliydim. İşte bu. İşte bu sözler ruhuma dokunurdu. Hakaret veya küçük düşürücü sözlerin hiçbir hükmü olmazdı çünkü onlar içi boş sözlerdi. İsis’in ağzından çıkan sözlerin altında yatan anlam gerçek anlamdı. “Ne kadar da dokunaklı,” dedi Zitra, ağlıyormuş gibi yapıp. “Ablamı sana vermeyeceğim,” dedi Hakan sertçe. Ona güven ve cesaret aşılayan şey neydi bilmiyordum ama Zitra’ya karşı başını dik tutmasını takdir etmiştim. Ona böyle davranmak yakışıyordu. Pes edip koyuvermek değil. İnsanoğlu elbet bir gün pes de ederdi fakat söz konusu sevdikleriniz olunca pes etmek o kadar da basit olmuyordu haliyle. Malum, uğruna savaşılacak bir şeyiniz varsa boş vermek insana yakışmıyordu. “Senden izin istediğimi sanmıyorum. İzin verip vermemen umurumda değil, küçük ucube seni. Anlaşmamızı fes ederek bana karşı geldin. Bu nedenle ablana son bir kez veda et, Mirza. Onu bir daha asla göremeyeceğin için ona edeceğin bir vedayı çok görmezsin herhalde.” “Hayır, bunu yapmayacağım. Ona veda etmeyeceğim çünkü ablam beni bırakmayacak. Bende onu bırakmayacağım. Ne yaparsan yap onu benden alamayacaksın.” Hakan, Afrodit’i arkasında saklarken biraz daha geriye doğru yürüdü. “Öyle mi? İzle ve gör o zaman.” Kudretini gösterircesine etrafımız esmeye başladı. Rüzgâr şiddetlendiğinde çimleri ufaktan yakmaya devam eden alevler pat diye sönüverdiler. Saçlarım önüme doğru uçuşunca birkaç tutamı dudaklarıma yapıştı. Zitra yüceliğini konuştururken diğer ruhlar anında bizim önümüzde bariyer oluşturmak için karşımızda belirdiler. O sırada Zitra artık her ne yaptıysa Afrodit’i Hakan’ın arkasından yukarıya, kendi bulunduğu yüksekliğe ulaştırmak için kaldırdı. Hakan ablasının bacaklarını tutup onu aşağı çekmeyi denerken gözyaşları yanaklarından akıyordu. “Hayır! Hayır! Ablamı alamazsın benden!” “Sana alacağımı söylemiştim. Ona veda etmen için sana süre de tanımıştım ama bana kafa tutmayı tercih ettin.” Afrodit’i yukarı doğru çekmeye devam ederken Hakan inat ederek ablasının bacaklarını bırakmıyordu. Rüzgâr Afrodit’in sarı saçlarını dalgalandırdı. Olduğu konumdan memnun değildi çünkü çırpınıp karşı koymaya çalışıyordu. Başını Hakan’a çevirmek için yeltendiğinde Zitra onu da engelledi. Her yaptığı hareket sonucunda yalnızca Hakan’ı değil, Afrodit’i de cezalandırıyordu. Önümdeki ruhtan kurtulmayı denediğimde sağa sola hareket ederek geçişimi önledi. Hakan’a yardım ederek bende Afrodit’in bacaklarından tutup onu aşağı indirmek istiyordum fakat ne yaparsam yapayım, neyi denersem deneyim önümdeki ruh bana karşı geliyordu. Bir ruhun içinden geçebilir miydim? Öyle yapmayı denedim bu sefer. Lakin ruh beni havalandırarak baş aşağı sallanmama neden oldu. Büyük bir çığlığı bastığımda tek gördüğüm çimlerdi. Havada ters bir şekilde sallanıp durmamdan dolayı yapacağım şeyler çok sınırlıydı. Bunlardan biri çığlık atıp karşımda kıs kıs gülen ruha aşağı inmem için beni bırakmasını söylememdi. Diğer ruhlarda Hakan ve Afrodit dışında geriye kalan herkese aynı şeyi yapmışlardı; hepsi benim gibi baş aşağı sallanıyorlardı. Bizi yere indirseler kafamız yere sertçe çarpacak ve muhtemelen çarpmanın etkisiyle baygınlık geçirecektik. “Bırakın lan bizi!” diye serzenişte bulundu Atlas. Sesini yükselttiğinde diğer ruhlar kıs kıs güldüler. Sol tarafıma bakmaya yeltendiğimde ruh bu sefer soluma geçip görüş açımı kapattı tüm siyahlığıyla. “Vulcan, Aurora! Avuçlarınız!” diye bağırdım bende. İkisi de beni duyduğu gibi avuçlarını kaldırmayı denediler fakat ruhlar onların hareketine duvar örerek engelledi. Hareketimizi de kısıtlayarak bizi tamamen bir put gibi havada ters halde sallandırıyorlardı. Tanrım, tanrım, tanrım. Ne olur bunların hiçbiri gerçekleşmesin. Lütfen biri bizim imdadımıza yetişsin. Zahir. Sikeyim. Yine gelmemişti, gelmiyordu. Yüksek ihtimalle de artık gelmeyecekti. Umutlarım yeşeremeden bir bıçak yardımıyla kesilmişti. Ne Athena ne Poseidon… İkisine de kavuşamadan şimdi de Afrodit’e veda edecektik. Hayır, bunların hiçbirini istemiyordum. Benim dileklerim arasında bu kâbuslar yer almıyordu, hayır. “Yapma, yalvarıyorum sana! Alma ablamı benden!” Hakan artık yana yakıla ağlıyordu. Elleri ablasının bacaklarından kayıp gidiyordu çünkü Zitra’nın gücü bizimkiyle eş değer değildi; o fazlasıyla kudretliydi ve gücü çok, çok vahşiceydi. Onu ezip geçemezdik. “Bir insanı tekrar tekrar uyarmaktan hiç hoşlanmam Mirza,” dedi Zitra, bu kez Mirza ismini bastırarak iyice vurgulamıştı. Hakan’ın canını daha çok acıtarak onu yakmak, lime lime etmek istiyordu. Hakan bu oltaya düşmeyecek kadar akıllı olsa da Afrodit’e veda etmesi gerektiğini bildiğinden ağlaması şiddetlenmişti. Haykırışları yeri inletiyor, ağaçları titretiyordu. Bir veda bu kadar acı verici olamazdı. Hakan’ın ve bizlerin Afrodit’e olan vedası bu kadar yaralayıcı olamazdı. “Ağlama kardeşim,” dedi Afrodit titrek sesiyle. Dudaklarını birbirine bastırarak kendi ağlamasını gizlemeye çalışıyordu. Kafamı biraz kaldırdığımda gördüğüm şey Afrodit’in can çekişen gri gözleriydi. O da üzülüyor, yıkılıyor ve paramparça oluyordu. Kolay mıydı ki canım, kanım, her şeyim dediğin bir insana veda etmekle yükümlü bırakılmak? Asla. Asla kolay sayılacak bir konu değildi. “Sen ağlarsan benim kalbim atmayı bırakır. O değil de sen beni öldürme Hakan’ım,” dedi Afrodit. Artık kısık sesle ağlamalarını işitebiliyordum. Şimdiye kadar kendisini her konuda çok sıkan ve kısıtlayan bir yapısı varken tam da şu anda, kardeşine veda edeceği sırada hislerine kilit vuramadı; dudaklarını mühürlemeyi beceremeyerek kesik kesik çıkan hıçkırıkları titreyen dudaklarından bir bir döküldü. “Abla,” dedi Hakan, yüreğinden kopan bir parçayla acı çekerek. Daha sonrasında Afrodit’in bacaklarını tutan elleri kayıp boşluğa düştü. Ters dursam da görebiliyordum gözümün önünde yaşananları. Hakan dizlerinin üstüne çöktü, başını ellerinin arasına alarak haykırıp yakarmaya başladı. Diğer ruhlar bizi yere bıraktığında dirseklerimin üzerine düştüm; kafam darbe almadığı için neredeyse sevinecektim. “Sana…” dedi Hakan güçlükle. Hıçkırıkları ve burnunu çekmesiyle bir türlü diyeceklerini dışarı vuramıyordu. “Sana veda etmek istemiyorum,” dedi cılız çıkan sesiyle. Biz ayağa kalkmayı başarınca direkt Hakan’ın yanına koştum. Hemen yanına çömelip “Hakan kalk. Afrodit’i yakalamalıyız. Çok geç olmadan ona ulaşmalıyız,” diye fısıldadım. Benim de sesim de kısık çıkıyordu çünkü sesimi yükseltecek takati kendimde bulamamıştım. Afrodit sırt üstü havada süzülerek Zitra ve diğerlerinin peşinden gitti. Karşı çıkabileceği herhangi bir seçeneği yoktu; en kötü bir ağacın dalına tutunmayı denerdi fakat iki yanında da ağaçtan eser yoktu. Bilerek onu ortadan sürüklüyordu, bir yere tutunacak bir dalı olmasın diye. Zalimler. Hepsi birbirinden beterdi. Hakan’ı koltuk altlarından tutarak ayağa kaldırdım. Dizleri hâlâ titriyordu ama ben onu sırtından iteklediğimde bacaklarının bağı çözüldü. Adımlarını atmaya başlayınca devamı geldi. Zitra ve Afrodit’i takip ederek onların arkasından koşmaya başladık. “Bekle! Zitra bekle!” diye bağırdı Hakan, son bir çare olarak. “Lütfen onu bırak! Götürme ablamı! Koparma onu benden, ne olur yalvarırım!” Resmen çığlık atarcasına, boğazlarını yırtarcasına bağırıyordu. O bağırdıkça sanki benim boğazım yanıyordu. Onun sesi aslında benim de sesimdi; onun haykırmalarını bende hissediyordum. Koşmaya devam ettik. Bir saniyeliğine bile durup dinlenmeyi aklımızdan geçirmedik. Bizim onları takip ettiğimizi fark etmemişlerdi, bu yüzden rahatça koşuyorduk. Onlar bizi görselerdi başka yola sapabilirlerdi ve böylelikle onları hiç bulamayabilirdik. Hakan’ın sesi de onlara ulaşmamıştı; ulaştıysa da dönüp arkalarına bakma zahmetine girmemişlerdi. Hakan ile ben tek başımıza koşuyorduk. Koşuşmanın içerisine girmeden hemen önce Atlas ile çok kısa bir bakışmamızdan sonra dudaklarını oynatarak “Gidin, biz bekleriz,” demişti. Ondan hemen sonra da koşmaya başlamıştık zaten. Onların bize eşlik etmesini beklemeden aceleyle fırlamıştık. Hakan yavaşlar gibi olunca onu kolundan tutup çekiştirdim. “Durma, yola devam etmeliyiz,” dedim. Nefes nefese kalmıştım, dediklerimi algılayabilmiş miydi bilmiyordum. “Ona veda etmeye hazır değilim,” derken koşuşunu yeniden hızlandırdı. Bacaklarım kopacak raddeye gelmişlerdi artık, dayanmıyordum. Ama pes etmek, vazgeçmek ve geriye dönmek benlik, bizlik değildi. Belirli bir koşulda ya da belirli bir süre içerisinde yapardık ancak. Böyle hayat memat meselesi olan bir durumda pes etmek ne benim ne de arkadaşlarımın kitabımda yer alamazdı; söz konusu dahi olamazdı. Zitra ve diğerleri Afrodit’i dağlık bir alana doğru götürüyorlardı. Bizim olduğumuz yerden farklı olmasının yanı sıra daha fazla taşın ve kayanın olduğu bir bölgeye sürüklüyorlardı. Afrodit, görebildiğim kadarıyla yine aynı pozisyonda sırt üstü, saçları ve kolları aşağı sarkar vaziyette havada sabit bir yol izleyerek ruhların hemen arkasından ilerliyordu. Onların peşine düşmeye mecbur bırakılmıştı güzeller güzeli Afrodit’im. Vücudumun her bir noktası ter içerisinde kalmıştı, üstüm başım kir içerisindeydi ve yapış yapıştım. Her bir zerrem, hücrem zonkluyordu adeta. İstediğim veya beklediğim adrenalin bundan çok, çok uzaktaydı. Birinin canının peşine düşmek değildi arzuladığım adrenalin. Eskiden koşmaktan ne kadar çok zevk alırsam, koşmak benim ne kadar çok tutkum haline gelmişse şu anda tam zıttıydı. Koşmaktan nefret ediyordum; şu zaman zarfında koşmaktan bıkmıştım. İğreniyordum, her şeyden iğrenip tiksiniyordum. Zitra, Zeus, Hades, Hermes, Ares, Trivia, Venüs… Hepsinden tiksiniyordum. Yaratıklar ve canavarları saymıyordum bile. Yeni oluşturulan bu berbat ötesi evrenden de nefret ediyordum. Epochal efsanesinin ve diğer her şeyin canı cehennemeydi. Önemli olan bizdik. Ben ve arkadaşlarım. Ben ve sevdiğim adam. Masum birkaç insan daha vardı tabii fakat öyle insanlar nerelere sıkıştırılıp hapsolmuşlardı bilmiyordum. Birer mahkûm olarak tutulan birçok insan olduğuna kalıbımı basardım. Ailelerimiz de onlardan birisiydi. Her şey yeni başlıyordu aslında. Kıyametin kokusunu bile alabiliyordum; taptazeydi. Zitra ve diğer ruhlar durdular, yukarıda sabit halde beklediler. Afrodit de yavaşlamıştı; Zitra onun da hareketini durdurmuştu. Yoksa bizi duymuşlar mıydı? Özellikle de Hakan’ı duyup ona merhamet mi göstereceklerdi? Ablasını serbest bıraksalardı ne de iyi olurdu… Fakat öyle gerçekleşmedi hiçbiri. Düşündüğüm, tahmin yürüttüğüm hiçbir şey hayata geçirilmedi. Ben kendi zihnimde kendimi kandırdım sadece. Sinirim, çaresizlik hissim, gerginliğim, yaşadığım stresim… Hiçbiri yatışmamıştı; aksi gibi hepsi her attığım adımlarla büyüyerek genişlemişti, çoğalmışlardı. Sesimi çıkarmayacaktım. Yanlış bir söz söyleyerek olan durumu, olacak çok daha kötü bir felakete erişmesine müsaade etmeyecektim. Sessizlik her zaman kötü değildir, bazen de bazı konularda sessiz kalmamız gerekirdi. Fevri davranacağımı bildiğimden susmayı bir seçenek olarak değerlendirmiştim, yoksa sakinliğimi koruyacağımı bilsem susmak asla tercihim olmazdı. Onlara biraz daha yaklaştığımızda Zitra “Geleceğini biliyordum,” dedi, Hakan’a. “Ablan için her şeyi göze alacağını biliyordum. Peki ablanın uçurumdan aşağı düşmesini de göze alabilecek kadar cesur musun?” Karanlıktı ama o karanlığa tezat oluşturacak şekilde sırıttığına şahit olmuştum. Kendisi karanlık biriyken sırıtışı parıldıyordu. Kara bulutlar iki yana ayrılarak üzerimize az bir ışık hüzmesinin düşmesini sağladı. Kirpiklerimi kırpıştırarak göğe baktım. Tam ilerimizde serin sular, yani deniz vardı. Bir ucu ve bir sonu olmayan denizdeki dalgaların hırçın sesleri kulaklarımdan içeriye aktı. Tüylerim kabardı ve vücudum buz kesti. Aslında en başından beri onu takip ettiğimizi biliyordu. Bilmemesi saçma olurdu zaten. Sırf bu sebepten ötürü uçurumun kenarını seçmişti. Afrodit’i koca koca kayaların yer edindiği uçurumun kıyısından aşağı atacaktı. Bu aslında intihar sayılırdı. Genelde insanlar intihar etmek için uçurumun kenarını tercih ederlerdi. Zitra da bir uçurum kenarında karar kılarak Afrodit’i ve onun izinden geleceğimizi bildiği için bizi buraya kadar sürüklemişti. Hınzırca gülüyordu resmen. Bu tür, ona zevk verici şeyler onun rutini haline gelmişti. Bugün başka bir zevki tadıp hazzı doruklarına kadar yaşayacakken yarın da başka bir maceranın izinden giderek oradan oraya savrulacaktı. “Ablana veda etmek için son şansın,” dedi Zitra ardından diğer ruhlar geri sayım yapmaya başladılar. Hakan ise ondan beklediğim gibi veda konuşması yapmak yerine Afrodit’in canı için bıkmadan usanmadan savaşını sürdürdü. Ancak nafile. Zitra ona resmen kulaklarını tıkayarak bütün algılarını kapatmıştı. Geri sayım bitmişti. Verilen süre dolmuştu. Afrodit, “Her şey için teşekkür ederim kardeşim. Benden çok sen bana ağabeylik yaptın bu zamana kadar. Şimdi bende, sen daha fazla darbe alma diye hayatımı sonlandırıyorum. Sana kızmıyorum, lütfen böyle düşünme. Bir sonraki hayatımızda görüşürüz Hakan’ım. Seni çok sevi- “derken cümlesi yarıda kaldı; Afrodit uçurumdan aşağı atıldı. Çığlıkları bir şimşeğin göğü inletmesinden daha kuvvetli çıkmıştı. Yer yarıldı, gök yarıldı. Her şey paramparça oldu. “Sevgiymiş. Midemi bulandırıyor,” dedi Zitra küstahça. Diğer ruhlarla birlikte denizin üstünden uçarak karşıya, uzaklara doğru gittiler. Gitmeden önce tek söylediği sözler bunlar olmuştu. Sevgiden ne kadar midesinin bulandığını söylemişti. Afrodit’i de bu yüzden cümlesini bitirmesine izin vermeden aşağı atmıştı. Sırf biri birini sevdiğini kelimelere dökecek diye katlanamamıştı duymaya. Dizlerimin üstüne düştüm. Bedenim beni taşıyamayacak kadar yorgun düşmüştü. Nefes almam zorlaşıyordu. Hakan çığlık çığlığa bağırıp ağlarken kulaklarımı kapatmak istemiştim. Bu bencillikti ama âşık olduğum adamın feryatlarını duymak bana çok ağır geliyordu. Afrodit’i, arkadaşımı kaybetmiştim fakat Hakan bu hayatta en çok değer verdiği insan olan ablasının gidişine seyirci kalmıştı. Ona bir veda edememişti çünkü etmek istememişti. Bende Afrodit’e bir veda cümlesi kuramamıştım çünkü nasıl veda edilir bilmiyordum. Veda ederken doğru kelimeler yoktu, bulamıyordum. Birine veda etmek dünyada çekilecek en kötü acılardan, azaplardan bir tanesiydi. Ne Afrodit’e ne Athena’ya ne de Poseidon’a bir veda edememiştim. Hiçbirimiz onlara veda edememiştik. Vedalar can yakardı, yüreğe bıçak saplardı ve bir kalbi delik deşik ederdi. Vedalar hem insanın zihnine işler hem de kalbine damgasını vururdu. Vedaların bir insanda bıraktığı izlere gelecek olursam, yanık izi yanında çocuk oyuncağı olarak kalırdı. Bir vedanın izi ile tekrardan yandığınızı hissederdiniz çünkü size hatırlatırdı. Size, ettiğiniz vedanızı hatırlatırdı. Fakat biz aslında veda edemeden onlara vedamızı etmiştik. Bilmeden, farkına varmadan yapmıştık tüm bu vedalarımızı. Bundan sonra geriye dönme şansımız yoktu. Ve yine bundan sonra olacaklardan bihaberdik. İçimdeki Anka ateşine duvar örmeyecektim; canımızı acıtan herkesi birer kül olana kadar yakacaktım. Daha sonrasında ise ben, Anka Özçelik, kendi küllerimden doğacaktım. Yaktıkları insanların küllerini bir araya getirecektim. Küllerin doğuşunu başlatacaktım. Bu da benim yeminim olsun. 1.KİTAP FİNALİ DEVAM EDECEK ^^^ Her şey için çok ama çok teşekkür ederim. Şimdi burada olmasanız da, her şey çok daha yeni olsa da iyi ki varsınız. Sizleri seviyorum <3 Destekleriniz için şimdiden çokça teşekkürler, minnettarım. :') İlk kitabımız böylelikle bitmiş bulunmakta... 2. kitap için beklemede kalın, umarım onu ilkinden daha fazla sevme şansınız olur :) Yorumlarınız benim için çok kıymetli. Bölümü beğendiyseniz oy vermeyi de ihmal etmeyin, olur mu? <3 Beni takip edebilirsiniz: instagram: semina.akaydintur |
0% |