Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm: "Bazı Gerçekler"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

3.BÖLÜM: “BAZI GERÇEKLER”


Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın! Biliyorsunuz ki, çok emek vererek yazıyorum. Bonus olarak beni takip ederseniz çok sevinirim :) Öyleyse, bölüme geçebiliriz!

Keyifli okumalar dilerim!

Bölüm Şarkısı: John Lennon- Gimme Some Truth (şarkıları spotify'dan kolaylıkla bulabilirsiniz. Zaten playlist hazırlıyorum :))


^^^

İki gün üst üste geçirdiğimiz zorlu yolculukların arasında doğru düzgün uyuyamamış, yemek yiyememiş, su bile içememiştik. Ağzım kurumaya, açlıktan ve yorgunluktan gözlerim kararmaya başlamıştı. Kendime defalarca kurduğum onca cümleden sonra dengemi ve gücümü tekrar geri kazanmam gerektiğinin bilincindeydim.

Çadırlarımızı kurduğumuz yerden işe yarar birkaç eşya aldıktan sonra toplu olarak market aramaya başlamıştık. Geç bile kalınan bu icraatımızda bir türlü işler istediğimiz şekilde ilerlemediği için hepimiz perişan olmuştuk. Bitik ve bıkkındık.

Sırtıma taktığım sırt çantası yüzünden adımlarım olduğundan daha fazla yavaşlamıştı. Beynimin içinde dönüp duran 'epochal' kitabı hakkında edineceğimiz bilgilerden hem çekiniyor hem de meraktan delirecek pozisyona gelmiştim.

Küllerin doğuşunun, küllerinden doğan katil ile bir bağlantısı var mıydı? Kafamı patlatıp durmaktan başka bir icraatta bulunamıyordum. Cevapsız sorular, beynimin içine öyle bir ağırlık yapmıştı ki eninde sonunda taşıyamayıp yere kapaklanacağımı düşünmüştüm.

Çimler, taşlar, belli belirsiz parçalanmış tahta parçaları ayakkabılarımın altında eziliyordu. Biz, yılmayıp yolumuza devam ederken kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Athena ve Morpheus'ın da bizimle market arayışına çıkmalarına müsaade etmiştik. Hakan, ikisine de güvenmiyordu fakat oy birliği ile en sonunda o da kabul etmek zorunda kalmıştı.

Yerler de yatan cesetlere rastlamamıştık. Bunu bir tek ben garip karşılamış olmalıydım çünkü sessizlik üstünlüğünü korumayı sürdürüyordu. Dalgın bakışlarımla herkesi gözden geçirdim. Bunu fark eden Athena, "Merak etme Anka. Bende senin gibi düşünüyorum," dedi ve her ne kadar zoraki olsa da gülümsedi. Kafa karışıklığı ile ona odaklanırken insanların düşüncelerini okuduğunu anımsadım.

"Bakın! Tam ileride market gözüküyor!" Rabia, hepimizin dikkatini çekmeyi başararak birkaç metre ötemizde bulunan marketi gösterdi. Bize yetebilecek gibi gözüküyordu, bu iyiye işaretti. Eğer talan edilmediyse rahatlıkla sırtımdaki çantayı doldurabilirdim.

"Ay, açlıktan öleceğim!" Efdal, baygınlık geçiriyormuş gibi yaptı. Eski tişörtünden kurtulduğu için ona verilen yeni tişörtün yakasını tutup çekiştirdi. Durup, ona yetişmemi bekledikten sonra kolunu koluma taktı ve kulağıma eğildi. "Sonunda bir işe yaradı," diye gülmeyle karışık fısıldadı. Ardından Morpheus'a seslenerek "Haklıymışsın! İyi ki seni dinledik, bu yoldan geldik!" dedi. Sesindeki mutluluk heyecanla karışmıştı.

Morpheus kendisini açıklamak için "Daldığım saniyelik uykumda rüya görmüştüm, bu yoldan gelmemiz gerektiğini biliyordum," dedi tek seferde. Sesindeki soğukluğun nedenini bende, Efdal'da anlayamamıştık. Efdal, ondan hoşlanıyor gibi davranıyordu ama tam anlamıyla çözemiyordum fakat Afrodit'in Efdal'ı derinlemesine süzüp inceleyen bakışları düşüncemi doğrular nitelikte gösteriyordu. Dayanamayıp "Morpheus'dan mı hoşlanıyorsun?" diye sordum sesimi alçaltarak.

Hızlı bir şekilde bana döndü ve kolunu sertçe kolumdan çekti. Neye uğradığımı şaşırdım. Efdal, kaşlarını çatıp "Ne saçmalıyorsun? Yok öyle bir şey. Başımıza Afrodit mi kesildin şimdi de?" dedi ve sesi o kadar gür çıktı ki herkes dönüp bize baktı. Hakan durup bize bakmayı sürdürdü ve tek kaşı havaya kalktı. Yeniden bakışlarım Efdal'ınkilerle kesiştiğinde kahverengi gözlerindeki ifadeyi tam olarak anlamlandıramadım ama bana öfkeyle bakıyordu.

"Efdal, sakinleş. Kötü bir niyetim yoktu, inan. Yalnızca bir soru sordum," dedim, sesimdeki hayal kırıklığını bastıramadığımı biliyordum. Tek kelime etmeden hızlı adımlarla yanımdan ayrıldı ve o sırada omzunu bilerek omzuma çarptı. Neden bu kadar yersiz bir tepki verip öfkelenmişti, anlayamamıştım. Haddimi aşmış mıydım acaba? İçimdeki suçluluk duygusuzla birlikte omuzlarım çöktü.

Ona sakinleşmesi için biraz zaman tanıyacaktım, daha sonra da gidecek ve hadsizlik yapıp sormuş olduğum sorudan ötürü ondan özür dileyecektim. Gerçekten kötü bir niyetim yokken yanlış anlaşılmak istemezdim.

Afrodit yanıma geldiğinde gözlerimi saniyelik Hakan'ın ifadesiz bakan gözleriyle buluşturdum. "Ona biraz zaman tanı. Morpheus'u gördüğünde etrafında kırmızı renkler uçuşuyor, aslında o da bunun farkında. Kendisine bile itiraf edememişken başkasından böyle bir şey duymanın, her ne kadar korkulacak bir durum olmasa da onu rahatsız edip korkutması çok normal." Afrodit'in rahatlatıcı ses tonu ve konuşması üzerine silkelenip toparlandım. Konunun üzerinde durmamaya karar verdim.

Aklıma dank diye düşen soruyu sormak için ona döndüm. "Aynı şekilde bana baktığında da renkler görüyor musun?" Durdu ve ne söyleyeceğini kestirdi. Gülümsediğinde cevabının ne olacağını tahmin ediyordum. "Görüyorum fakat tek bir renk değil. Sende iki farklı renk birbiriyle iç içe. Alev misali, kırmızı ve turuncu. Enerjileri yüksek, bunu sezebiliyorum. Turuncunun ne anlam taşıdığını bilmesem de kırmızının aşkı simgelediğini biliyorum. Kime âşık olduğunu da biliyorum ve her ne kadar bundan kaçsa da onun da sana âşık olduğunu biliyorum Anka. İşin garip yanı," dedi kimsenin duymayacağı şekilde ve daha sonra konuşmayı bıraktı.

Dinlenip nefeslerini düzene sokmayı bekledi ve diliyle dudaklarını ıslattı. İyice dibime girdi fakat gözleri kardeşinin üzerinde gezindi. "Hakan'da herhangi bir renk göremiyorum. Bu çok enteresan, ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyorum," dedi, kaygılı görünüyordu. Kaygısı bana da bulaştığında aynı onun gibi Hakan'a döndüm. Bize bakmıyordu, sakin adımlarla ilerlemeyi sürdürüyordu.

Onun da bana âşık olduğunu söylemişti, hatta oldukça emin gözüküyordu fakat onda hiçbir renk görmediği halde nasıl oluyordu da bu kadar emin konuşabiliyordu? Aklım almıyordu.

Markete yaklaştığımızda düşüncelerimi beynimin bir köşesine attım. Marketin camları paramparçaydı, etrafı kırık cam parçalarıyla çevrelenmişti. İçerideki ışıklar yanıp sönüyordu. Neler döndüğünü derinlemesine kafa yorarak anlamaya çalışıyordum.

Kimseden çıt çıkmıyordu, herkes yerlere saçılan onlarca cam parçasına bakıyordu. Korku filminden fırlamış gibi bir havası vardı, esrarengiz gözüküyordu.

Kimse harekette bulunmayınca giriş kısmına doğru ilk adımı ben attım, ayaklarımda cam parçaları çıtırdayarak tuzla buz oldu. Kafamı kaldırıp marketin duvarlarına hızla göz attığımda tabelasının orada olmadığını fark ettim.

Market kocaman değildi, ufaktı. Yanlarında binalar yer alıyordu fakat oralardan herhangi bir ses gelmiyordu. Caddeye çıkmıştık ve bu sebeple yeni yüzler aramak için etrafı kolaçan ettiğimde başarısız oldum.

Her tarafın darmadağınık olması, tahmin edilebileceği üzere, beni hiç şaşırtmamıştı. Kaçmayı başarıp burayı terk edenler de olmuştur elbet fakat çoğu insan nereye kaybolmuştu, bilmek istiyordum.

"Ben girmek istemiyorum." Rabia'nın tiz sesi kulaklarımı delerken olabildiğince sakin kalmayı sürdürerek ilerlemeye devam ettim. Yalnızca benim markete girmeye çalıştığımı düşünüyordum ki bir anda sağ tarafımda duran Ares'i gördüm. Boş gözlerle beni süzüyordu ve aklından ne geçtiğini bu kez tahmin edemiyordum.

Artık ona nasıl bakıyorduysam gülümseme ihtiyacı duydu. "Ya içeride tehlikeli bir canavarla karşılaşırsak?" Bu kez konuşan Athena oldu. Temkinli davranmak istiyordum, bu yüzden adımlarımı sıfırladım. Ares ilerlemeye devam edip markete tamamen giriş yaptığı esnada yüzündeki gülümsemenin uçup gitmesi saniyesini aldı. "Canavar yok." Durup yeri seyretmeyi sürdü. Benim için geçmek bilmeyen o kısa sessizliğin ardından "Yerde bir sürü ölü insan var," dedi ve yutkundu.

"Ay iğrenç!" Rabia'nın yüksek sesi irkilmeme sebep oldu. Arkam dönük olmasına rağmen yüzünü ekşittiğini anlayabilmiştim. "İnsanların ruhlarının terk edip ölü bir beden haline gelmesi iğrenç bir şey değil, üzücü. Bunu anlayamayıp iğrenç gözüyle bakmış olman asıl iğrenç ve mide bulandırıcı." Afrodit'in sesinin baskınlığı belli ki Rabia'yı susturmaya yetmişti. Yüzümdeki sırıtışa engel olamadım.

Morpheus, Ares'in yanında belirdiğinde üzgün bir ifadeyle başını sol tarafa yatırdı ve yeşil gözlerini yere dikti. "Ares size az bile söylemiş. Hiçbirinin gözü yerinde değil, sökülmüşler." Morpheus'un söyledikleri yüzünden adeta dehşete kapıldım. Nefeslerim düzensizleşti.

En sonunda dayanamayıp ikisinin yanına gittim. Peşimden beni takip eden ayak seslerinin sahibinin Hakan olduğunu anlamıştım. Onlar bahsetmemişti fakat içerisi yüzümü buruşturacak şekilde çok kötü kokuyordu. "İçerisi çok fena kokuyor. Belli ki bu cesetler uzun zamandır burada hapis kalmışlar." Göz ucuyla Hakan'a baktığımda kolunu burnuna siper ettiğini gördüm. Haksız sayılmazdı çünkü gerçekten katlanılacak gibi değildi. Her zaman olduğu gibi yerde yatan ölü bedenlerin nasıl bu hale geldiğini düşünmeye başladım. Her birinin gözlerinin çıkartılmış olması akıl alır gibi değildi. Ciddi anlamda kan donduracak bir görüntüydü fakat bu saatten sonra hiçbir şey eskisi kadar üzerimde etki yaratmıyordu.

Hakan, cesetlerin üzerinde basmamaya özen göstererek etrafta bir tur attı. Herhangi bir ipucu aradığı aşikârdı ama pek başarılı olmuş gibi bir hali yoktu. Yanıp sönen ışıklar sayesinde gözlerim kamaştı, çıkardığı cızırtı ise kulaklarımı rahatsız ediyordu. Ares kolumdan tutup "İyi misin?" diye sorduğunda sendelediğimi bile fark edememiştim. Yalnızca başımla onayladım. Tabii, bu bir yalandı.

Işıklar ne zaman marketin içerisini doldursa içim o kadar fazla ürperiyordu. İşte bu, yalan değildi. "Size bir şey göstermek istiyorum." Hakan'ın sesini takip ettik. Rafların dizili olduğu diğer tarafa geçtiğimizde yerlerde saçılmış olan bütün yiyeceklerin üzerine basmak zorunda kalmıştım. Işığın yanıp sönmesi, işleri olduğundan da zor bir hale getiriyordu.

Hakan eğilmiş vaziyette, sağ tarafında kalan rafın altına elini sokup bir şey çıkarmaya çalışıyordu. "Işığın yansıması sayesinde farkına vardım. Bir silah olduğunu düşünüyorum." Sesi dümdüzdü. Güçlükle bahsettiği silahı çıkarmaya çalışırken Ares bir anda rafı tepeye kadar kaldırdı. Lambaya değdi ve havada bir sürü kıvılcımın saçılmasına sebebiyet verdi.

Refleks olarak gözlerimi kapattım. Dışarıdan bize seslenen ses sayesinde o tarafa döndüm. "Ne yapıyorsunuz orada?" Efdal, kollarını göğsünde bağlamış, bir ayağıyla da düzensiz tempo tutuyordu. Hala sinirli gözüküyordu ve bunun nedeni benim ona sorduğum soru olabilirdi. Ona baktığımı anladığı anda bakışlarını çevirdi, yerdeki cam parçalarını izlemeye koyuldu.

Morpheus ona cevap verme tenezzülünde bulunmuştu. "Sanırım Hakan bir silah buldu. Onu almaya çalışıyoruz." Hepsinin suratı aniden bembeyaz kesildi. Rabia, her zamanki gibi kenarda dikilmiş, korkulu gözlerinden bir şey kaybetmemişti.

Ares'in çıkardığı yüksek gürültü, yeniden odak noktamı o tarafa yönlendirmişti. Raflardan düşen yiyecek poşetleri etrafa saçıldı, hatta bazıları cesetlerin üzerine düştü. Hakan, elinde tuttuğu silahı şöyle bir inceledi ve içinin dolu olup olmadığını kontrol etti. Başını kaldırıp bakışlarını sırayla hepimizin üzerinde gezdirdi ve "İçi dolu," dedi, sesi tatmin doluydu.

Yeniden silahı incelemeye koyulduğunda bu sefer arka tarafını çevirdi. Biraz soluklandıktan sonra "Kenarında E.B yazıyor," dedi. Anlamsız gözlerle dönüp bize baktı. Elbette ki, hepimizin kafası karışmış vaziyetteydi. "İçeri geliyorum!" Hepimiz Athena'nın sesini duymuştuk fakat aklımız hala silahın sahibinin kim olduğunu merak etmekle meşguldü.

"Tanrım! İçerisi berbat kokuyor!"

"Sizce silahın sahibi buradaki insanları öldürüp daha sonra gözlerini oymuş olabilir mi?" Morpheus, sessizliği bir bıçak gibi ikiye ayırdı ve bizden bir cevap bekledi. Bu bekleyiş onun için geçmek bilmedi çünkü en sonunda pes edip "Bence herkesi öldürdü, gözlerini yerlerinden çıkardı. Açıkça görünüyor ki biri direnmiş olmalı çünkü o esnada savaş verirken silahı rafın altına kaydı. Sonrasında ise daha fazla bekleyip zaman kaybetmemek için kaçarak uzaklaştı ve silah arkasında kaldı." diyerek düşüncesini direkt olarak dile getirmekten kaçınmadı. "Detaylı bir varsayımda bulundun." Ares, keskin bakışlarını Morpheus'a çevirip baştan aşağı süzdü. Gözlerimi kısıp onu inceledim, bakışları hoşuma gitmemişti.

Athena soluğu yanımızda aldı, elindeki kitabı rafın üzerine koydu. O sırada boşta kalan elini arkadaşının omzuna koyarak sıktı. "O yalnızca fikir yürütüyor ve çok da mantıklı," dedi. Ardından kaşlarını çatıp Ares'e baktı. Ortam bir anda gerildi ve bundan kurtulmak için ellerimi çarpıp tüm dikkatleri üzerime toplamaya niyetlendim. Başarılı olmuştum, herkes anlamsız gözlerle bana bakıyordu.

"Athena'nın da dediği gibi, Morpheus'un varsayımı büyük olasılıkla gerçekleşmiş. Tek beynimi kurcalayan olay, gözlerin sökülmüş olması. Bunu yapacak zamanı ve nedeni nereden bulmuş olabilir, işte bu başka bir soru işareti."

İki adım ötemde duran cesede doğru eğilerek incelemeye başladım. Evet, rahatsız edici bir görüntüydü fakat ondan çok, üzücüydü. "Yargısız infaz da yapıyor olabiliriz. Belki de öldürülenler asıl kötülerdi ve başlarına gelenleri hak etmişlerdi." Ares konuşmaya başladı ve konuşurken sesinde, sesini düzene sokmaya çalışıyor gibi bir tını vardı.

"Bu da bir ihtimal tabii ama eğer öyleyse, bu hala neden gözlerinin yuvalarından çıkarılmış olduğunu açıklamaya yetmiyor." Athena karşılık verdi. Onu göremesem de şüpheli bakışlarla Ares'i yokladığına emindim. Ellerimi cesede değdirmeden temkinli bir şekilde göz çevresini gözden geçirdim. Kenarları kurumuş kanlarla çevreliydi ve damarları belirgindi. Baktığım ceset en az bizim yaşlarımızda olan bir gence aitti. İşin iyice garip yanı şuydu ki, hiç korkmuş gibi bir hali yoktu. Elbette ki, duygularını belli edemeyen birinden bahsediyordum ama içimde beliren his böyle söylüyordu.

İçim titredi, midem kasıldı.

"Anka." Hakan'ın endişeli sesini işittiğimde ona cevap vermeden yerde yatan ruhsuz bedene bakmayı sürdürdüm. İki saniye sonra buz gibi elini kolumda sezdim. Başımı iki yana salladıktan sonra beni tuttuğu el, yeniden ayaklarım üzerinde sağlam basmama yardım etti. "Çocuklar orada neler oluyor? Biriniz de cevap vermiyor ki!" Afrodit, dargın ses tonuyla bize seslendi. En az bizim kadar, onun da endişelendiğini biliyordum.

"Burada daha fazla vakit kaybedemeyiz. Saatlerce burada durup cinayetleri kimin işlediğini tartışıp çözümlendiremeyiz." En mantıklı konuşan yine Athena olmuştu. Ona katıldığımı göstermek için "Çabucak lazım olan ne varsa alıp çıkalım artık buradan. Dayanılmaz koku ve yanıp sönen ışıklar ciddi anlamda başımızı döndürmeye yetiyor," dedim.

Raflarda düzgün ne kalmışsa hepsini girişten aldığım sepetin içine doldurduk. Bazılarını ise sırtımda olduğunu unuttuğum çantama tıkıştırdım. Konserve yiyecekler, su, meşrubatlar, atıştırmalıklar, ped, diş macunu ve diş fırçası... Bulabildiğimiz her şeyi kaptığımız gibi marketten çıktık. Geride kaldığı için göz ucuyla Hakan'a baktım, bulduğu silahı beline yerleştirmeye çalıştığını gördüm. Ona da dahil, hiç kimseye tek kelime dahi etmedim.

Ares, Hakan ve Morpheus sepetleri taşıyordu. Athena iki eliyle sımsıkı tuttuğu kitapla Morpheus'ın yanından yürüyor, Rabia da her zamanki gibi Hakan'ın dibinden ayrılmıyordu. Efdal ise kenarda kolları göğsünde bağlı bir halde yeri seyrederek yavaş adımlar atıyordu. Hala bana kırgın ya da kızgın mıydı, bilmiyordum. İçim içimi kemiriyordu. Afrodit koluma girip kimsenin duymasını istemediğini belli edercesine kulağıma doğru fısıldadı.

"Siz marketteyken bir şey buldum." Ardından soluklandı ve her ne diyecekse devam etti. "Yerde parlayan bir şey gözüme çarptı. İlk başta yansıyan ışıklardan dolayı kırık camların olduğunu düşünüp umursamadım. Fakat daha sonra tekrardan baktım ve bunu buldum." Serbest kalan elini sağ cebine attı ve cebinden çıkardığı kolyeyi gözlerimin önüne serdi. Bu esnada yavaşlayıp durmam için kolumu çekiştirdi. İstediğini yapıp durdum ve bana uzattığı kolyeye bir göz attım. Gümüş, yuvarlak bir kolyeydi. Üzerine yazılı olan baş harflerini görene kadar normal görünüyordu.

E.B

Afrodit'in kolundan çıktım ve kolyeyi avuçlarımın arasına alarak yakından incelemeye başladım. Kimdi bu E.B? Markette olan bitenle bir alakasının olup olmadığı kafamda iyice netleşmişti. "Aynı baş harflerini içeride bulduğumuz silahın kenarında da gördük. Hakan, silahı çaktırmadan arkasına sakladı. Kimsenin görmesini istemiyormuşçasına bir hali vardı ama benden kaçmadı."

"Silahı yanına mı aldı? Bundan yeni mi söz ediyorsun Anka?" Kenara çekilip sinirli ve soran gözlerle bana baktı. Birkaç saniye sonra başını kaldırıp kararmakta olan gökyüzüne baktı ve iç çekti. "Sana güvenip kolyeden bahsediyorum. Eğer kolyeden bahsetmeseydim bana kardeşimin silahı aldığından bahsedecek miydin?" Bakışları olabildiğinden daha fazla sinirliydi fakat ses tonu öyle göstermiyordu. O kadar sakin konuşuyordu ki, kendimi fazlasıyla gerilmiş bir halde buldum.

"Bahsedecektim ama burada değil. Söz veriyorum, anlatacağım." Kolyeyi hızla cebime yerleştirdikten sonra çoktan yol almış olan gruba yetişmek için adımlarımı hızlandırdım. Afrodit'in burnundan soluyarak peşimden geldiğini sezdim. "Sözünü tutarsan iyi edersin Simurg." Yanımdan hızla geçip gittiğinde verdiği esinti, az önce söylediği cümleyle birlikte yüzüme tokat gibi çarptı.

Yanlış bir harekette mi bulundum diye düşünmedim değil. Afrodit'i seviyor ve ona çok değer veriyordum. Bana kırılmasını, kızmasını ve benden uzaklaşmasını asla istemiyordum. O, benim hiç var olmamış kız kardeşim gibiydi. Her ne kadar küçükken çok vakit geçirememiş olsak da yanımda olduğu zamanlarda kendimi çok mutlu ve huzurlu hissediyordum.

Ah, şu hisler. İnsanı hem en dibe batırır hem de göklere çıkarır.

"Anka nerede?" Hakan omzunun arkasından dönüp beni aradı ve gözlerimiz buluştu. Gülümseyip gülümsememe arasında gidip geldiğini fark ettim. "Geliyorum!" diye seslendim. Adımlarımı yavaşlatmış olduğumu o an anladım. Afrodit'in bulduğu kolyeyi, hala orada mı diye emin olmak adına elimle cebimi yokladım. Düşüp bir yere kaybolmamıştı, oradaydı.

"İstersen biraz ben taşıyayım. Kolun şu an çok ağrıyordur kesin," dedim Hakan'ın yanında yürümeye başladığımda. Yüzüme bakmayıp sırıttı. "Şimdilik gerek yok. Hem..." durdu ve sırıtışı genişledi. "...kolum çok ağrırsa gücünle beni iyi edersin. O zaman ortada bir sorun kalmaz." Onun yaptığı gibi uçsuz bucaksız yolu seyrederken "Yalnızca ağrıları iyileştirebiliyor muyum, emin değilim. Eğer ciddi anlamda zarar göreceğin bir durum olursa o zaman seni iyi etmek için elimden geleni yaparım," dedim. Ağzımdan çıkan cümleleri bir an bile tereddüt etmeden söyleyiverdim. Söz konusu Hakan olunca akan sular duruyordu ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Her ne kadar bunu değiştirmek, ona ve kendime belli etmemek için çaba sarf etsem de hep sınıfta kalıyordum.

"Daha ne kadar yürüyeceğiz? Çok yoruldum!" Uzun bir aradan sonra Efdal ağzını açıp konuştu. Hemen akabinde sepetten arakladığı kurabiyeyi eline aldı. Bir tane ağzına attı, yüzünde rahatlama belirtisi meydana geldi. "İlk defa Efdal'a katılıyorum." Bu sefer konuşan Rabia idi. Efdal ise onu duymamazlıktan geldi. Çabucak etrafımıza göz gezdirdim. Ciddi anlamda bir oyunun içerisine hapsolmuş gibiydik. Tam ağzımı açıp iki kelam edecekken sözü benim yerime Ares devraldı. "İleride ağaçların arkasında kalan büyük bir ev görüyorum. Bir nevi malikâne diyebilirim." Durup parmak uçlarımda yükseldim.

"Hani nerede? Göremiyorum." Athena da benim gibi Ares'in bahsettiği malikâneyi aramakla meşguldü. Ona bakmasam da Ares'in gülüşünü işittim. "Büyük ihtimalle boyumdan dolayı yalnızca ben rahatlıkla görebiliyorum." Hız kesmeden Hakan "Bende gördüm şimdi," dedi. Herkes olduğu yerde durdu, çocuklar kollarındaki sepetleri yere indirdi ve biraz soluklandık.

"Güvenli midir ki? Gidip bir baksak mı?" Efdal resmen hepimizin içini okumuştu. "Denemekten zarar geleceğini düşünmüyorum. En kötü ihtimalle-" Rabia, Ares'in sözünü kesip "Ölürüz," dedi. Ortamda oluşmaya yüz tutmuş gerginlik Hakan'ın "Böyle aptal gibi dışarıda başıboş dolanıp durmaya devam edersek de ölürüz Rabia," demesiyle uçup gitti.

"O zaman gidip bir göz atalım." Afrodit önden yürümeye başladı ve biz de sırayla peşinden gittik. Tam önünde durduğumuzda malikânenin etrafının yüksek çitlerle çevreli olduğu gördüm. Başta öylesine malikâne diye atıp tutuyorduk ama gerçekten yakından öyleydi. Devasa bir yerdi, başımızı kaldırarak bakmak durumunda kalmıştık.

Gözüme çarpan bir detayı fark ettiğimde şoka uğradım. Girişteki kapının hemen yanında koskocaman bir yazı vardı: Ertuğrul Bolat. Silahın ve kolyenin üzerinde baş harflerinin bulunduğu adamın evinin tam önünde duruyorduk. Ya da ben ona yoruyordum ama bu kadar tesadüf olamazdı. Oluşan şok etkisi, saniyelik korkuyla tetiklendi. Kalp atışlarım hızlandı ve Athena bunu fark etmişti. Dibime girdikten sonra "Düşüncelerin karmakarışık. Neler oluyor?" diye sordu tedirginlikle.

İşaret parmağımla az önce görmüş olduğum yazıyı işaret ettim. "Silahın ve Afrodit'in bulduğu kolyenin üzerinde yazan baş harflerinin sahibi burada oturan adam olabilir." Kolyeden yeni bahsediyordum, bu sebeple Athena afalladı. "Bir dakika, bir dakika. Doğru mu duydum ben?" Yüzündeki ifadeden kafasının çok karışmış olduğu belliydi. "Afrodit kolye mi buldu?" diye sordu. Ondan ve diğerlerinden bir şeyler saklayıp gizli kapaklı işler çevirdiğimizi düşünmesini istemedim. "Evet. Bir yerde durulup dinlendiğimizde bahsedecektik," dedim çabucak.

Tam o esnada Hakan ile göz göze geldik. Dakikalar önce girdiğim şokun belirtisini onda gördüm. O da idrak etmiş olmalıydı. Ertuğrul Bolat denen adamın evinin önünde dikilmiştik. Evin bahçesinde yer alan ışıklar aydınlandı, içeriden sesler gelmeye başladı. Hakan'a kaş göz işareti yaptım. Kapının önünde durmaya devam mı edecektik yoksa koşar adımlarla buradan uzaklaşacak mıydık?

Kim olduğunu bilmiyorduk ancak yırtıcı bir hayvanla burun buruna gelmediğimiz açıkça ortadaydı. Görünüşe bakılırsa boku yemiştik. İnsanların hayvanlardan daha tehlikeli olduğu bir gerçekti. Aslında her türlü zarar içerisindeydik. "Ertuğrul Bolat," diye mırıldandı Efdal. Bakışları sakindi ancak hafiften titremeye başlayan bedeni aynı şeyi göstermiyordu.

"İçeri giriyor muyuz?" Rabia'nın sorusuyla ön kapının açılması arasından yalnızca birkaç saniye geçti. Devasa beyaz kapının arkasından kendini gözler önüne seren adam şaşkınlığa uğradı. Bizden yaşça büyüktü, ellilerinde olabilirdi. Orta boylarda, yapılı biriydi. Gözleri tek tek üzerimizde dolandı ve bir adım geriye gitti. Özellikle Ares'i gördüğü sırada bir duraksama yaşadı. Eli kulağındaki küpeye gitti, oynamaya başladı. Aklını kurcalayan bir mesele var gibiydi. Gözlerini kıstı, Ares'i baştan aşağı süzdü. Hareketi onu ele vermeyecek sanıyordu herhalde. Ancak, gözümden kaçmamıştı çünkü bariz bir şekilde ortadaydı.

Bu sefer Hakan'a döndüğünde içten bir gülümsemeyle "Bende seni bekliyordum," dedi. Sesi derinden geliyordu. En az bizim kadar Hakan'da afallamıştı. Kendisini işaret ederek "Beni mi?" diye sordu. Adam, 'evet' anlamında başını salladı ve "Yanında taşıdığın silah bana ait, evlat," dedi. Hakan'ın, evlat kelimesini duyduktan sonra kasıldığının farkına vardım. Ağzını açıp tek kelime etme zahmetinde bulunmadı.

"Silahı yanına mı aldın Dalkıran?" diye sordu Ares. Ses tonuna bulaşan siniri, kendisini çok belli ediyordu. Ona soyadıyla seslenmişti ve bu nedense bana garip gelmişti. Yakın arkadaşına bu denli soğuk hitap etmesi tuhafıma gitmişti. "Silahını aldığımı nereden biliyorsun?" Refleks olarak eli beline gitti ve şüpheci bakışlarıyla bize yaklaşmakta olan adamı izledi. Adam, bahçe kapısına ulaştığında kapı kulpunu tuttu ve çevirdi. Kapıyı ardına kadar açtı ve içeriye geçmemiz için kenara çekildi. Hiç kimse yerinden kıpırdamadı.

"Çünkü talan edilen marketin sahibi benim ve sizi kameradan izleme fırsatım oldu." Dikkatle bize baktı, birini aradığı anlaşılıyordu. Bakışlarını Afrodit'in üzerine sabitlediğinde tekrardan dudaklarında gülümseme belirdi. "Kolyemi de sen almıştın. Öyle değil mi?" Athena gözlerini kısarak "Bize anlatmak için can attığınız önemli bir mevzu mu var Ertuğrul bey?" diye sordu ismin üzerinde durarak. Devamında ise "Eğer gerçekten evin sahibi siz iseniz," diye ekledi. Afrodit'in üzerine gitmesine müsaade etmeden konuyu başka tarafa çekmeyi denedi. Akıllıca bir davranıştı.

Ertuğrul olduğunu varsaydığımız adam elini beline yerleştirdi. "Evet, evin sahibi benim." Kafasını arkaya döndürdü, ismin yazılı olduğu tarafa baktı ve tekrardan bize döndü. "Ertuğrul Bolat benim." Derin bir nefes verdi. İçini kemiren bir durum vardı ve bu onu sabırsızlaştırıyordu. "Kızıl saçlı arkadaşınızın söylediği gibi size anlatmam gereken bazı gerçekler var."

Olay üstüne olay, şok üstüne şok yaşıyorduk.

"Eğer buyurup içeri gelirseniz bildiğim her şeyi anlatacağım." Şüphe dolu iğneleyici bakışlarımız üzerinde kitlenmişti. O da bunun bilincindeydi. "Size neden inanıp güvenelim? Ayrıca arkada yazan isme bakmanız, sanki kendi adınızı ezbere bilmiyormuşsunuz imajı verdi." Morpheus sesindeki düzlüğü bozmadan konuştu. Sonra söylediği cümlede, ses tonundaki kinayeyi anladım. Adam ise yalnızca alayla gülmekle yetindi. Kollarımı göğsümde birleştirdim ve "Doğru söylüyor. İlgimizi çekecek bir tane bilgi verirseniz bunu düşünebiliriz," dedim. Athena, farkında olmadan elindeki kitaba kenetlenmişti, sımsıkı tutuyordu. Öyle ki, parmak uçları kızarmaya başlamıştı.

"Mademki market size ait, o halde yerde yatan gözleri yuvalarından çıkmış insanlardan haberiniz vardır." Hakan'ın sesinde herhangi bir yükselme yoktu ancak cümleyi bastırarak söylemiş olması içten içe sinirli olduğunu belli ediyordu.

Hüzünle başını iki yana salladı. "Haberim var ve şimdi söyleyeceğim şey yüzünden bana güvenmemekte haklı olduğunuzu düşüneceksiniz lakin gerçekten yaşananlar bunlardan ibaretti." Sesi yumuşak çıktı. Yüz ifadesine yapışan hüzün, sesine de yansıdı. Tekrardan Ares'e baktı. "Oradaki insan sandıklarınız, insan değillerdi. Beni öldürmeye çalıştılar çünkü bilinmesini istemedikleri şeyler biliyorum. Eğer kaçmayı başarmasaydım orada ölecektim." Bacakları titremeye başladı, kapının kulpunu daha sıkı kavradı. Önlerimizde dizili olan sepetlere baktı ve iç geçirdi. "Onları almakla çok iyi yapmışsınız."

Hakan, adamın son cümlesini kâle almayıp alayla güldü. "Yani diyorsunuz ki ya ben ölecektim ya da onlar? Kısacası onları öldürmek zorunda kaldınız, öyle mi?" Duraksadı fakat adamın ona cevap vermesini beklemeden devam etti. "Söylediğiniz gibi, bu pek güven verici bir konuşma olmadı." Eğilip yerdeki sepeti aldı. "Bildiklerinizi merak etmiyorum çünkü hiçbir bok bilmediğinize eminim." Hakan'ın kolunu tuttum. "Söyleyeceği her neyse merak ediyorum." Yalnızca onun duyabileceği şekilde fısıldadım. Alaycı gülmesi kahkahaya dönüştü. Kulağıma eğilerek "Ölen insanların hiçbirinde kurşun izine rastlamadık Anka. Bu kadar kör ve aptal olamazsın," dedi.

"Sende her şeye bu kadar şüpheci ve sert yaklaşamazsın." Kolunu iterek kaşlarımı çattım ve bahçeden giriş yapmak için ilk adımı attım. Çimler yeni sulanmış olmalıydı çünkü ayaklarımın altında ezilen çim adeta cıvık cıvıktı. İstemsizce huylandım. Evet, belki de insanlara kolay güveniyor veya inanıyordum ama şu an gidecek başka bir yerimiz yokken iyi de olsa kötü de olsa şansımı Ertuğrul Bolat'ın söyleyeceklerini dinlemekten yana kullanacaktım.

Benimle aynı fikirde olup bazı gerçekleri merak edenler peşimden gelirdi. Beni durdurmak için hiçbir icraatta bulunmadı. Bazen hislerine, doğrularına ve varsayımlara göre hareket etmek gerekir. İyi ya da kötü. Doğru ya da yanlış. Olan olacaktı fakat ben, sonrasında hayıflanıp gerçekleşebilecek önemli bir durumdan kaçmış olmak istemiyordum. Düşünceleri tahmin edip kestirebildiği için Athena'ya baktım, başıyla onay verdi. Biraz da olsa içime su serpti.

Ertuğrul hafiften bana doğru eğilerek "Adınızın geçtiği anonsu duydum ve bunu kimin yaptığını biliyorum," dedi dikkatimi çekebilmek adına. Sırtını dikleştirdikten sonra diğerlerine bakarak "Onları öldüren ben değildim. Hele ki gözlerini söküp yanımda götürmeyi planlayacak kadar zalim ve merhametten yoksun hiç değilim," dedi, sesi titriyordu.

Sırtımdaki çantanın yükü altında ezilecek hale gelmiştim. Omuzlarım ağrımaya başladı fakat olabildiğince sırtımı dikleştirmeye özen gösterdim. Tuttuğumun farkında olmadığım nefesimi verdikten sonra diğerlerini ikna etmek için yalvaran gözlerle onlara baktım. "Biliyorum, ona güvenmiyorsunuz." Elimle Ertuğrul'u gösterdikten sonra elimi göğsümün üzerine koydum. "Bari bana güvenin, lütfen." Sesim cılız çıktı ve bu beni rahatsız etti.

Ares, ayaklarının dibindeki sepeti alıp koluna taktı. Öne atılıp yanıma geldi ve boştaki elini omzuma koydu. "Sana güveniyorum Anka." Sesindeki sıcaklık gülümsememe neden oldu. Bu tepkiyi farklı birinden bekliyordum, o da biliyordu. Hakan'a baktığımda hala ısrarla olduğu yerde dikiliyordu. Kaşları çatıldı ve daha fazla kasılmaya başladı. Athena ve Morpheus da harekete geçtiğinde Efdal, onlara ayak uydurmaya karar verdi.

"Sana pek güvendiğim söylenemez ama bak buradayım işte," dedi Efdal ve elleriyle kendisini gösterdi. Ona da sıcak bir gülümseme gönderdim ve sessizce "Teşekkür ederim," dedim. Afrodit, Hakan ve Rabia kalmıştı. Afrodit gelip gelmemekte kararsızdı. Bakışlarından kararsızlığını kestirebilmiştim. Bunun sebebinin ise silah muhabbetinden kaynaklı olduğuna emindim.

"Gelmeyecek misiniz?" Athena tek kaşını kaldırarak onlara döndü. Kitabı havaya kaldırdı ve salladı. "Burada yazılanları cidden merak etmiyor musunuz?" İç çekti. Sabırsızlanmıştı, evin giriş kapısına doğru yürüdü. "Morph ve Efdal, gelin." Onlara emir verir gibi seslendiğinde sesi kızgındı ama asıl kızdığı kişilerin onlar olmadığını biliyordum.

Sokaktaki lambaların ışıklarından dolayı gözlerim sulandı, gözlerimi kırpıştırdım. Çabucak parmaklarımla gözaltlarımı sildim ve pes ederek diğerlerini takip edip eve doğru ilerledim. Sokak lambaları koskoca malikânenin etrafını aydınlatmak için zayıf kalmışlardı ama önemli değildi. Gittiğim yolu kestirebilmiştim. "Anka'ya güvenmiyor musun Dalkıran?" diye sordu Ares. Olduğum yerde durdum, daha fazla ilerleyemedim. Hakan'dan herhangi bir ses çıkmadı.

"Bekleyin, bende geliyorum." Omuzlarımda sıcaklık hissettim ve kafamı yan çevirip baktım. Afrodit gelmişti. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle içimi ısıtmaya çalışıyordu. Başarılı da olmuştu. "O kadar sert çıkıştığım için üzgünüm. Sana güveniyorum, biliyorsun." Göz kırpmasına karşılık gülümsedim. Normalde kendimi bu kadar hassas görmezken, son iki gündür hassasiyetimi üzerimden atamıyordum.

Afrodit'in ağzından güzel sözler duymak iyi gelmişti. Yalnız, aklımda bir soru işareti vardı. Ortam durulduğunda, uygun zamanı bulduğumda soracaktım. Bana Simurg diye seslenmişti ve onun anlamını sorma niyetindeydim. Diğer soru işaretleri ise, büyük ölçüde Afrodit de dahil herkesin kafasını delip geçenlerdi. Gözlerimin içine baktığı sırada sanki içimden geçenleri biliyor, tartıp biçiyordu. Anlamış gibi başını aşağı yukarı salladı. "Bana söz verdiğin gibi, bende sana açıklayacağım," dedi beni anladığını göstererek.

Afrodit, belimden itekleyerek içeri girmemi sağladıktan sonra peşimden geldi. "Hakan'ı dert etme. İnatçıdır ama fikrini değiştirip geleceğine adım kadar eminim." Güven veren bir tınıyla konuştu. "Buna inanmak istiyorum fakat zor geliyor," dedim, nefeslerimin düzensizliği sesime yansımıştı.

Sırtımdaki çantayı girişteki kapının hemen yan tarafına bıraktım. İçeriyi gözden geçirme fırsatı yakaladım, kocamandı. Dikkatimi ilk olarak karşı çaprazımda duran ahşaptan yapılmış merdivenler çekti. Tavanlar fazlasıyla yüksekti ve içerisi oldukça büyük, ferahtı. Sol tarafta salon, sağ tarafta ise upuzun bir yemek masasıyla sandalyeler vardı lakin hiç kullanılıyor gibi bir hali yoktu, eskimiş gözüküyorlardı.

Yalnızca salonda duran şöminenin etrafı taş duvar ile çevreliydi, geri kalan duvarlar sıcak bir renkle boyanmıştı. Şöminenin yanında beyaz bir kitaplık duruyordu. Etkilenmedim desem yalan olurdu. Özellikle bir gün geçirdiğimiz çadırlardan sonra burası mükemmel görünüyordu. Afrodit de en az benim kadar etkilenmişti. Athena'yı Morpheus ile çaprazımızdaki merdivenlerden inerken gördüm. "Gördünüz mü? Kocaman!" Efdal, bir çocuk edasıyla sevinerek hemen arkalarında belirdi. Başımla onay vermekle yetindim.

"Diğerleri nerede?" Athena, ahşap merdivenlerden dikkatlice indikten sonra salondaki koltuğa yerleşti. Uzun, kızıl saçları oturduğu koltuktan bir tık açık renkteydi. "Ares geliyor. Hakan ve Rabia ise hala kapıda," diye cevap verdim. Söylediğimin hemen üstüne Ares ve Ertuğrul Bolat geldi. Bir ümitle kapıya baktım fakat kapıyı arkalarından kapattıklarında Hakan'ın fikrini değiştirmediğini anladım. Kalbim sızladı. Geriye dönüp onun yanına gitmek istedim lakin ayaklarım bir türlü kapı yönüne doğru ilerleyemiyordu. Büyük ihtimalle Rabia ile kapının önünde dikilip bizi beklemeye karar vermişti. Ya da gitmiş bile olabilirdi ancak bunu bir ihtimal olarak değerlendirmek istemiyordum.

Morpheus ve Efdal da salondaki koltuklara geçtiklerinde bizde onları takip ettik. İkisi yan yana oturdu, bende Athena ve Afrodit'in oturduğu koltuğun ortasına yerleştim. Ares ise ayakta kalıp olup bitecekleri seyretmeyi tercih etmişti. Oturur oturmaz, masada duran 'epochal' kitabına gözüm ilişti. Ertuğrul, karşımızdaki bej rengi koltuğa geçti ve ellerini birbirine sürttü. Şömine yavaştan sönmeye başlıyordu ancak şimdilik bulunduğumuz bölgeyi ısıtmaya yetecek kadardı. Boğazını temizledikten sonra direkt olarak lafa girdi. "Gelip beni dinlemek istediğiniz için teşekkür ederim."

Çenesini havaya kaldırarak göz ucuyla Ares'e baktı, rahatsız olmuş gibi bir hali vardı. "Arkadaşınıza da söylediğim gibi," beni gösterdi, "İlk olarak, isimlerinizin anons edildiğini duydum ve bunu kimlerin yaptığını biliyorum," diyerek devam etti. Kaygılı bir nefes verdi. "Bir isyan başlatma derdindeler ve bunu kötü taraf düzenliyor." Cümlelerini seçerken özlen gösteriyordu, ara ara bekleyip bir iki nefes veriyordu. Bunu fırsat bilerek elimi kaldırarak yeni söze başlamadan önce durup beklemesini istedim. "Anonsta duyduğunuz insanların bizler olduğumuzu nereden biliyorsunuz? Ayrıca sizde fark etmişsinizdir ki, burada oturan herkesin ismi anonsta geçmedi çünkü yalnızca dört isim okundu."

Şüpheci bakışlarım onunkilerle buluştu. Hafifçe gülümsedi, sorduğum soruyu görmezden geldi ve yarım kaldığı yerden devam etti. "Anonsu yapanlar, kötü taraf. Henüz kim olduklarını bilmiyorum ama niyetim öğrenmek. Nasıl yaptıklarını soracak olursanız ki soracaksınız," dedi, gülümsemesi genişledi. Ellerine bakmayı sürdürdü. Bizim ise bütün dikkatimiz onun üzerindeydi. "Bazı gerçeklerden bir tanesi ise, geçitlerin olduğu. Yani anlayacağınız, yalnızca burası yok." Daha açıklayıcı olmak adına kollarını kaldırdı, elleriyle etrafı gösterdi. "Anladığım kadarıyla, sizin hatta benim bile bilmediğim başka geçitler de var."

"Nasıl yani? Geçit derken neyi kastediyorsunuz?" Soru Afrodit'ten geldi. Sarı saçları yüzünü kaplıyordu ama bu onu rahatsız etmiyordu, elinin tersiyle geriye itmedi. Dudaklarımı büküp oturduğum yerde kıpırdandım. "Kastettiğim şu küçük hanım, Epochal efsanesinde yer alan tanrı ve tanrıça isimleri sayesinde belirli güçleri olanlar bunu kötülük için kullanıyor. Geçit dediğim ise, bu güçler sayesinde belirli bir yerde ve sayıda öbür taraftan buraya bir geçit oluşturuyorlar. Onca insan nasıl kayboldu sanıyorsunuz?" Afrodit, yüzüne düşen saç tellerini eliyle arkaya attı. "Söylediklerinizin 'gerçekliğine' neden inanalım ki? Mantıksız konuşuyorsunuz." Gerçeklikten bahsederken işaret parmaklarıyla orta parmaklarını kapatıp açtı.

Afrodit haklıydı. Bulunduğumuz bu evrende neler dönüyordu? Ertuğrul'un ağzından çıkanlar beni dehşete düşürmüştü. Bütün bunlar nasıl oluyordu? Tüm bu anlatılanlar mümkün müydü yani? İnanmak istemiyordum ama bir yanım ise bana karşı çıkıyordu. Adeta inanmam için benimle kavga ediyor, inatlaşıyor ve beni ikna etmeye çalışıyordu. Garipti. Az önce konuşulanlar, iç sesim... Hepsi.

"Bu da ne demek şimdi?" Efdal, kafa karışıklığından kurtulmayı ümit ederek başını sağa sola salladı. "Yani..." Nefesleri düzensizleşti, Morpheus destek olmak için bir elini titremeye başlayan bacağına yerleştirdi. "...geçit sayesinde mi ailelerimiz burada yok? Onları alıp götürdüler mi?" Karşımda dimdik oturan adamın bir anda omuzları çöktü. "Maalesef evet. Benim eşimi, kızımı ve oğlumu da onlar alıp götürdüler," dedi, sesi ağlamaklıydı.

Kapıya vurulan yumruk sesleri sayesinde Ertuğrul az önce söylediklerini yok sayarak kendisini toparladı ve gidip kapıya baktı. Gelen Hakan ve Rabia idi. İkisi de tek kelime etmeden salona, yanımıza geldiler. Hakan, kolundaki sepeti şöminenin biraz uzağına koydu ve Ares gibi ayakta dikilmeyi tercih etti. Rabia ise Morpheus'ın yanına oturdu, çekingen görünüyordu.

Ertuğrul boğazını temizledi, burnunu çekti. Eski yerine oturmak yerine ayakta, koltuğun arkasında durdu ve ellerini koltuğun üst kısmına yerleştirip destek aldı. "Mevzuyu dağıtmak istemiyorum, diğer gerçeği söylemem gerekiyor. Sizin için ne kadar değer taşır bilemiyorum." Masada duran kitabı gösterdi. "Onu bana verebilir misiniz?"

Athena kitabı yavaşça eline aldı, bir iki saniye bekledikten sonra Ertuğrul'a uzatmaya karar verdi. Adam kitabı ellerinin arasına aldığında çevirerek derinlemesine inceleme yaptı. Bir şeyleri çözmeye çalışıyormuşçasına alt dudağını bükerek kafasını salladı. İçini açıp göz gezdirerek sayfalarını çevirdi.

İstediğini bulduğu anlaşılıyordu çünkü yüzünde tatmin bir ifade oluştu. "Evlilik kuralı hakkında bir bilginiz var mı?" Kafasını kaldırdığında gözleri bizim üzerimizde dolandı ve kimseden çıt çıkmayınca kitabı geri kapattı. "Anladığım kadarıyla yok." Kitabı sağındaki kitaplığa, rafa koyduktan sonra etrafta volta atmaya başladı. "Küllerinden doğan katilden de önce evlilik hakkında bir kural belirlendi. Kuralın kim ya da kimler tarafından belirlendiği belli değil fakat o zamandan bu yana gerçekleşmeye başladı."

Olduğu yerde durdu, sırtını dikleştirdi. Bize bakmıyordu fakat gözlerinin dolduğundan emindim. "Bunları size neden anlatıyorum çünkü yardımınıza ihtiyacım var. Ailemi bulmam için sizlere ihtiyacım var." En sonunda bize bakmaya karar verdiğinde derin bir nefes aldı. Yerimde huzursuzca kıpırdandım çünkü ailelerimizin başına gelen olay bu olabilirdi.

"Evlilik diyordunuz," diyerek adamın üzüntüsünü görmezden geldi Ares. Ertuğrul'a güvenmediği belliydi, ona rağmen söyleyeceği önemli mevzulara kulak kabartmıştı. "Doğru... Evlilik." Boğazını temizledi. "Tanrı ve tanrıça isimlerine sahip olanlar yalnızca kendileri gibi insanlarla evlenebilirler. İsimlere sahip olmayanlar da aynı şekilde. Mesela Ares ve Anka."

Refleks olarak Hakan'a baktım fakat o bana bakmıyor, adamı dikkatlice dinlemeye devam ediyordu. Rahatsız olduğunu hal ve hareketlerinden anlayabildim çünkü ellerini sıkmaya başlamıştı. Rabia hemen öne atılıp "İlk defa güzel bir cümle çıktı ağzınızdan," dedi. Sesindeki mutluluk yüzüne yansıdı. Sinsi sinsi gülmeye başladı. Gözlerimi devirmekle yetindim. "Ah, bende ne unuttum diyordum," dedi adam hayıflanarak, eliyle alnına vurdu. "Bir vadi var. Adı Nefis Vadisi." Ellerini ovaladı, huzursuzca nefesini verdi. "Merak ettiğiniz soruların cevaplarını bu vadide bulabilirsiniz. Mesafe uzak olduğu için istediğiniz zaman arabamı alıp gidebilirsiniz. Yalnız..." Bekledi, bekledi ve bekledi.

"Çok dikkatli olmanız gerekiyor. Şayet, dikkatli davranmaz iseniz oradan çıkmayı başaramayabilirsiniz. Oraya gidenlerin çoğu geri dönemedi. Nefsinize yenik düşmemeli, dirayetli olmalı ve birbirinizden ayrılmamalısınız," diye ekledi uzun bir bekleyişin ardından.

Nefis Vadisi'ni hayal ettim. Nasıl bir yer olduğunu ve oraya gidersek orada bizi nelerin bekleyeceğini.

"Son olarak şunu da belirtmem gerekir ki, telefon ve internet kesintileri yaşanıyor. Zaten ortada ne telefon ne de başka bir iletişim aracı kaldı. Gerçi isteseniz de ailelerinize ulaşamazdınız çünkü inanın bana, ben defalarca denedim." Yüzü donuklaştı. Athena ayağa kalktı da kızıl saçlarını savurarak Ertuğrul beyin yanına gitti. İki elini de omuzlarına yerleştirerek "Yaşadıklarınız, yaşadıklarımız için üzgünüm," dedi. Bu hareketinden dolayı şaşırdım çünkü ondan böyle sıcak hareketler beklemiyordum. Yaptığı hoşuma gitti, gülümsedim.

Ona inanan yalnızca ikimizmişiz gibi geldi, diğerlerinin yüz ifadelerinde herhangi bir değişiklik yoktu. Kafalarını kurcalayan düşüncelerin esiri altındalardı. O esnada Ares'in tek kaşını kaldırarak onlara baktığını gördüm. Olan her şeyden rahatsızdı, hem de fazlasıyla. Athena da bunu sezmiş olacaktı ki ellerini çekip Ares'e döndü ve "Şüpheci yaklaşımların beynimi zorluyor Ares, dur artık," dedi rahatsızlığını belli ederken. Ares tuhaf tuhaf ona baktı, anlamadığı aşikardı.

"Athena, insanların düşüncelerini anlayabiliyor, her zaman olmasa da" diyerek Afrodit olayı açıklama gereği duydu. Ares hızlıca dönüp Afrodit'e baktı. "Ciddi misin?" Sesinin tınısında korkunun izleri dolaşıyordu. Neyden bu kadar çok korkuyordu ki? "Korktuğun bir şeyler mi var Ares?" diye sordu Athena. Bana baktı ve göz kırptı. Düşüncelerimi okuduğunu o an anladım ve bu soruyu onun sormuş olması beni rahatlattı.

Bir-iki saniye düşündükten sonra "Bir sürü olay oluyor Athena. Her şeyden korkmaya, her şeyi ve herkesi sorgulamaya başlıyorum. Sence de normal değil mi?" Sesi sert çıktı fakat kimse bunu umursamadı. Evet, normaldi çünkü hepimiz aynı şeyleri yaşıyor, düşünüyor ve hissediyorduk fakat kimse onun şu an ki durumunda olduğu gibi tepki vermiyordu. Garip olanda buydu zaten.

"Belli ki hepiniz çok gerginsiniz. Dilerseniz duş alabilir ve yemek yiyebilirsiniz. Dolabımda bir sürü yiyecek var ve hepsi bana çok. Kıyafet için çocuklarımın kıyafetlerini giyebilirsiniz," Durdu, yere baktı. Acı bir iç çektikten sonra kalan yerden devam etti. "Hemen hemen sizinle aynı yaştalar o yüzden çekinmeden üstlerinizdeki kıyafetleri değiştirebilirsiniz. Boş boş dolaplarında duracağına siz yararlanın isterim."

Bu sefer ayaklanan Afrodit oldu. "Yardımlarınız ve verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz beyefendi fakat artık kalkmalıyız diye düşünüyoruz," dedi mesafeli bir şekilde. İstemeden de olsa herkes adına konuşmasından rahatsız oldum. Oturduğum yerden bacak bacak üstüne atarak "Ben hayır demem," dedim. Şimdi Hakan'ın beni seyretmeye başladığını biliyordum fakat bu sefer oralı olmayan taraf bendim.

"Anka'ya katılıyorum. Bende hayır demem ki zaten diyecek bir durumda olduğumuzu düşünmüyorum." Efdal, heyecanla ayaklanarak harekete geçti. Ertuğrul, ona yolu göstermek için merdivenlerin başında bekleyerek eliyle onu takip etmesi için işaret verdi. Önden Ertuğrul bey, arkasından ise Efdal, Athena ve Morpheus ilerledi. Rabia da ayaklandı, gidip gitmemek arasında ikileme düştü, ardından merdivenlerden çıkarak onları takip etti.

Afrodit ile ufak bir bakışmamız oldu, ikna olmuş gözüküyordu. Ona bakmaya devam ettiğimde aklımdan geçenleri hemen anladı. Ares'in koluna girerek "Gel bari bana yardım et, mutfaktan bir şeyler bulup sofrayı hazırlayalım. Herkes çok yorgun, biliyorsun. Bu seferlik bazı şeyleri görmezden gelelim," dedi onu ikna etmek adına. Kendisi ne ara ikna olmuştu, anlayamamıştım fakat şikâyet etmiyordum. Ares, bakışlarını bana döndürdü.

Kaşları çatıktı fakat başımla onay verdiğimi görünce biraz rahatladı. Tek kelime etmeden Afrodit'i içeriye doğru takip etti. Hakan ile baş başa kaldığımızda gerginliğimi gizlemeye çalışıyordum. Saçlarımı geriye attım, rahat bir şekilde oturmaya çalıştım. Lakin rahat değildim, neden bu kadar gergin olduğumdan da emin değildim, sanırım onunla tek kalmak bunun için yeterli bir sebepti.

Ellerimi ceplerime yerleştirip yavaş adımlarla girişe doğru ilerledim. Tereddütle kısa bir süre bekledikten sonra "Fikrini değiştiren neydi?" diye sordum. Cevap verip vermemek için düşündü. Etrafa göz attı, huysuzca çenesini kaşıdı. O anda çıkmaya başlayan sakallarına dokunmak istedim. Dikkatle onu inceledim, o ise hala kararsızlık içerisinde boş boş salonu seyrediyordu. Yerinden kalkmamıştı bile. Koltukta rahatsızca kıpırdandı, ellerini dizlerine yerleştirdi ve en sonunda bana döndü.

"Çok yorgunum Anka. Bari bugünlük bana cevabını vermek istemediğim sorular sorma." Gözlerindeki ifadenin aksine, ses tonu sert değildi. Kalbimi kırmak istemiyormuşçasına kibar bir şekilde rica etmişti. Başımla onayladım. "Gidip Afroditlere yardım edeyim." Cümle dudaklarımdan dökülür dökülmez onların gittiği yöne ilerledim. Mutfağın nerede olduğunu bilmiyordum ama bulmam uzun sürmedi. Kendi aralarında mırıldanarak, kendi çaplarında sofrayı kurmayı başarabilmişlerdi. Mutfak yeterince genişti, renkler açık kahve ve beyazdı. Salonda yemek masasının dışında da mutfakta, pencerelerin olduğu yerde bir masa daha vardı.

Masa, merdiven gibi ahşaptandı ve herkesin oturabileceği kadar büyüktü. Üzerinde ise dokuz tane tabak, dolaptan çıkarılıp ısıtılmış birkaç çeşit yemek ve kadehlerle birlikte beş şişe şarap duruyordu. Bugün, içip kafa dağıtmak hepimize iyi gelecekti. "Sofra inanılmaz iyi gözüküyor." Yanlarına gittim ve masaya yakından göz atma fırsatı buldum. Afrodit gülerek "Ares'in marifeti," dedi. Yukarıdan gelen ayak sesleriyle kapıya döndüm. Tam önünde Efdal ve Morpehus dikiliyordu. Üzerlerinde yeni ve temiz kıyafetler vardı. "Vay be! Bugün düzgün bir şekilde güzel bir ziyafet çekeceğiz desenize," dedi Efdal heyecanla.

Morpheus, Efdal'a gülümsedikten sonra "Adamın söylediklerine inanıyor musunuz?" diye sordu. Dudaklarındaki gülümsemesi soldu, yerine ciddiyeti hakimiyet kurdu. Ares bu soruyu bekliyormuşçasına direkt olarak "Hayır," dedi.

"Emin değilim. Yalnız, uydurulmuş cümleler olacak kadar fazla detaylı. Bu da onu inandırıcı bir hale getiriyor," dedim. Ares hayretle bana baktı. Bakışlarına karşılık omuzlarımı silkmekle yetindim. Onun saçma sapan teorileriyle uğraşacak ne vaktim ne enerjim ne de isteğim vardı.

"Duş boşaldıysa gidip güzel bir duş alayım," dedi Afrodit. Morpheus'ın sorusuna cevap verme zahmetinde bulunmadı. "Rabia hanım süslenmesini bitirebildiyse boşalmıştır," dedi Efdal alayla. Ares istediği cevapları alamayınca ansızın "Nasıl oldu da hepiniz aniden bu adama güvenmeye başladınız?" diye sordu. Sesindeki kırgınlığı ve kızgınlığı bir aradaydı. "Başta birbirimize de güvenmiyorduk ki hala tam güveniyor sayılmayız. Şu anda başka çaremiz yok gibi görünüyor. Bu kadar kendini kasıp herkesi huzurunu kaçırmaya çalışmaktan vazgeçmeni tavsiye ederim Ares." Morpheus dayanamayarak sesini yükseltti. Ares'in bu tavırlarından bıkmış olduğu her halinden anlaşılıyordu.

Ares ona karşılık vermek için dudaklarını aralamışken Rabia içeri girdi ve "Duşa girmek isteyen varsa girebilir. İşim bitti," dedi. İlk defa bir ortamda bulunmasından memnun olmuştum, yoksa gerginlik çıkabilirdi ve olmayan tadımız da iyice kaçardı. Afrodit bana göz kırptıktan sonra mutfaktan ayrıldı. Rabia'ya baktığımda üzerinde seksi bir elbise olduğunu fark ettim. Gözlerimi devirip "Bende bir duşa gireyim," dedim ve yanlarından ayrıldım.

______

Hepimiz duşlarımızı almış, yemeklerimizi yemiştik. Giydiğimiz tertemiz ve güzel kokan yeni kıyafetlerle salondaki koltuklara yığılmış şişmiş karnımızdan yakınıyorduk. Bir yandan kahkahalar havada uçuşurken diğer yandan da hala şaraplarımızı yudumluyorduk. Salonda yanan abajurlar, bize yetecek kadar ortamı aydınlatıyordu. Başım ağrımaya başlamıştı ve bu durum bile beni mutlu ediyordu. "Ben bu gidişle şu koltukta sızacağım." Efdal yattığı yerden doğrulup kadehinden son yudumu aldı ve zorlukla ayağa kalktı.

Morpheus da onunla kalkarak "Bende gidip yatacağım. Başım dönüyor," dedi ve Efdal'ın koluna girerek merdivenlere yöneldiler, tırabzana tutunarak yukarı çıkıp gözden kayboldular. "Size iyi geceler çocuklar. Tam anlamıyla bana güvenmiyor olsanız da en azından evime gelip beni dinlediğiniz ve benimle güzel bir ziyafet çekmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim." Ev sahibi Ertuğrul beyde yerinden kalktı ve odasına doğru ilerledi. Yatak odası, bulunduğumuz giriş katındaydı. "Dilediğiniz odada uyuyabilirsiniz. Keyfinize bakın lütfen," dedi en son bize seslenerek. Aslında iyi bir adam olabilir, diye geçirdim içimden.

"Ben çok halsiz hissediyorum. Gidip biraz dinlenmek istiyorum." Afrodit de ayaklandığında aslında kimsenin oturup sohbet etmek istemediğini anladım. Doğrulup büyük sehpanın üzerinde duran şişeyi alıp tekrardan kadehime doldurdum. "Ben biraz daha oturmayı planlıyorum. Sana iyi geceler," dedim ona bakıp gülümseyerek. "Öyleyse, Athena, Rabia ve Ares sizde geliyor musunuz?" diye sordu. Hakan'a bilerek sormamıştı. Athena direkt ayağa fırladı, kadehini sehpanın üzerine bıraktı ve içerideki odalardan birine doğru yalpalayarak ilerledi.

Ares'in çoktan uykuya daldığını görünce gidip kolunu dürttü. Ares mızmızlanarak gözlerini araladı ve hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp yukarı çıktı. Afrodit, Rabia'ya bakıyordu fakat istediği hareketi alamadı. Sinirle nefesini verdi, Hakan'a doğru eğilip saçından öptü. "İyi geceler kardeşim," dedikten sonra Athena'nın peşinden gidip gözden kayboldu.

Yalnızca Rabia, Hakan ve ben kalmıştık. Rabia'nın gitmeye niyeti yoktu, her ne kadar gözlerinden uyku akıyor olsa da. İkimizi baş başa bırakmak istemediğini biliyordum. Her hareketinde giydiği elbise bacaklarından yukarıya doğru daha fazla ilerliyordu. Sanki ben burada değilmişim gibi kıkırdayarak Hakan'a sokuldu ve başını onun göğsüne yasladı. Kıskandığımı belli etmemek için dişlerimi sıkıyordum ama bana hiç yardımı dokunmuyordu.

Hakan olduğu yerde rahatsızca kıpırdanarak kendini geriye çekmeye çalıştığında Rabia inatla her defasında ona daha fazla sokuldu. Daha yeni doldurduğum şarabı bir dikişte içtim ve hiç hız kesmeden yenisini doldurdum. "Rabia belli ki uykun var. Git, içeride yat." Hakan kendi kadehiyle birlikte onunkini de elinden alıp yanındaki sehpaya koydu. Rabia'nın düşmeye başlayan başını elleriyle kaldırarak ondan kurtuldu ve kendiyle birlikte onu da ayağa kaldırdı.

"Buradaki kimseye güvenmiyorum. Ben, ben..." Kollarını Hakan'ın boynuna doladı, sendeleyerek yürüyordu. "Seninle uyumak istiyorum," diye fısıldadı. Sarhoş olmuşa benziyordu ve sarhoşluğun verdiği cesaretle yaramaz bir kızmış gibi davranmaya çalışıyordu. Sınırlarımı zorluyordu, tahammülüm gittikçe yok oluyordu. Bu sahneye şahit olmak istemediğimden onlar gidene kadar sıkıca gözlerimi kapattım, burnumdan havayı çektim ve sakinleşmeye çalıştım.

"Ben hemen döneceğim," dedi Hakan. Kime söylediğinden emin olamamıştım, ardından ikimizden de cevap gelmediğini fark edince "Anka, sana diyorum. Beni burada bekle," dedi. Tekrardan beklediği cevabı ona sunmadım, onun bana yaptığı gibi. Ayak sesleri uzaklaşmaya başladığında gözlerimi araladım, gitmişlerdi. Gözlerimi o kadar çok sıkmıştım ki sulanmışlardı, göz yaşı yanağımdan aşağıya doğru süzüldü. Her şey çok fazla geliyordu, her şey. Her ne kadar diğerlerinden ziyade kendime belli etmemeye çalışsam da gerçekler bütün çıplaklığı ile ortadaydı.

Birkaç dakika sonra Hakan söylediği gibi geri geldi. O sırada ben çoktan ayaklanmıştım ve bunu fark ettiğinde afallayarak "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Hava iyice karanlığa gömülmüştü, dışarıdan gelen sokak lambalarının ışığı içeriye yansıyordu. Salondaki abajurların verdiği sıcak aydınlatmayla sokaktaki lambalar koyu kahverengi gözlerine vuruyor, gözlerindeki ifadeyi daha net görmemi sağlıyordu. Şaşkınlığını sürdürerek bana bakıyordu. "Uyumaya gideceğim," dedim yalnızca. İtiraz etmeyeceğini düşünürken "Gitme," dedi.

"Biraz burada benimle kal."

"Neden bunu yapayım? Yoruldum Hakan."

"Seni anlayabiliyorum, bende yoruldum. Hepimiz yorgunuz ama şimdi, burada biraz daha benimle otur Anka." Sesi yumuşak çıkıyordu. Bana doğru bir adım attı, olduğum yerde onu izledim. "Hayır, o anlamda demedim. O da var tabii fakat seni çözmeye çalışmaktan yoruldum," dedim bıkkınlıkla. Olduğu yerde durdu, yüzümü inceledi. Söyleyecekleri düşünüp tarttıktan sonra yavaşça "Anka," deyip durdu. Diyecek bir şeyi olmadığını biliyordum ama yine de güzel bir söz söyler diye umutlanmıştım. Her zamanki gibi boşunaymış.

Hayal kırıklığıyla yanından geçip gitmek için yeltendiğimde elini kolumda hissettim. Sıkmıyordu, nazikti ama gevşekte değildi. Yüzüne bakmıyordum ama onun bana bakıp beni izlediğini biliyordum. Kulağıma doğru yaklaşıp "Bir-iki dakikalığına da olsa yanımda olmana ihtiyacım var," diye fısıldadı. Sıcak nefesini kulağımda hissedince ürperdim. Usulca yüzümü ona döndüm, gözlerimiz buluştu. Koyu kahverengi gözlerini gördüğüm anda samimiyetini anladım, gerçekten yanında olmamı istediğini gördüm.

Eli hala kolumdaydı, çekmemişti. Hareket edemiyordum. Ağzımı açıp tek bir söz söyleyemiyordum. Normal şartlar altında söylemek istediğim çok şey vardı fakat gel gör ki hepsi bir anda uçup gitmişti. Kendimi toparladığımda "Yalnızca iki dakika," dedim her ne kadar inandırıcı olmasa da. "Yalnızca iki dakika," diyerek onayladı. Kolumda duran elini çekti, dikkatlice belime yerleştirdi. Narin parmaklarının aksine, belimin üzerinde baskı uyguladığını sezebiliyordum. Durup sonrasında ne yapacağını bekledim.

Gövdesini iyice bana doğru döndürdü, diğer eliyle yanlarda duran saçlarımı kulağımın arkasına yerleştirdi. "Uzun zaman sonra, seni ilk defa bu kadar yakından inceleme fırsatı elde ettim," dedi mırıldanarak. Gözlerimi kırpıştırdım. Gülümsedi ve "Neden geri döndüğümü sormuştun," dedi. Onu konuşurken izlemek hoşuma gidiyordu çünkü normalde çok fazla konuşmuyordu. Konuştuğunda da kendisi gibi değildi, bambaşka biri gibi soğuk ve umursamazca davranıyordu.

Başımı eğip "Senin için demeye kalkışma sakın, fazla klişe olur," dedim gülerek. Her ne kadar bana olan bakışlarına karşılık vermek istesem de alkolün etkisiyle çok daha utangaç bir hale bürünmüştüm. Tam sırasıydı gerçekten, diye geçirdim içimden.

Aniden kaskatı kesildi, belimdeki eli öylece durdu. Bütün hisleri bir anda yok olmuş gibiydi. Hızlıca elini çekti, benden uzaklaştı. Uzaklaştığı esnada arkasındaki koltuğa çarptı, başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerinde korku vardı. Elimi ona uzattım, oralı bile olmadı. "Hakan," dedim sakince, onu kendine getirmeye çalışıyordum. Korkarak bakan gözleri bana değil, dışarıya bakıyordu. Nereye baktığını, onu bu kadar korkutan şeyin ne olduğunu anlamak için baktığı yöne baktım. Hiçbir şey göremiyordum. Ne olduğunu kavrayamadım.

"Sen iyi misin? Ne oldu?" Havada asılı duran elimi indirdim, ona yaklaştım. Kendisini, olabildiğince arkasındaki koltuğa yasladı. Onu en son küllerinden doğan katil ile karşılaştığında bu kadar korkmuş bir halde görmüştüm. "Kimi gördün?" diye sordum bu sefer. Ondan herhangi bir tepki almaya çalışıyordum ama durumu oldukça zorlaştırıyordu. Gerildim, gerginlik bütün bedenime yayıldı.

Kapıdan gelen gürültülü sesle olduğum yerde sıçradım. Tam çığlığı basacakken diğerlerinin uyuduğu aklıma geldi, ellerimi ağzıma götürüp kapattım. Hızlı hızlı nefesler alıp verirken nefesimin sıcaklığını avuç içlerimde duyumsadım. Gözlerim kocaman açıldı, bir Hakan'a bir de kapıya bakıyordum. Hala hareket etmiyor, tepkisiz kalmayı sürdürürken öylece karşımda dikiliyordu. Alkolün verdiği etkiden dolayı mı böyle görüyorum diye ciddi anlamda kendimi sorguladım. Ansızın başını iki yana salladı. Girmiş olduğu trans etkisinden çıkmak için adeta kendisiyle bir savaş içerisindeydi.

"Korkma, yanındayım," dedi az önce kendisinin korkmuş bir halde olduğunu unutarak. Aklımdan, iki dakika önce camın diğer tarafında görmüş olduğu şeyin kapının önünde belirip belirmediğini geçirdim. Ellerimi ağzımdan çektim, kapıya doğru ilerlemek için harekete geçtim. Attığım her adımda ahşap zemin çatırdıyor, sesler yükseliyordu. Zeminden gelen sesler ikiye katlandığında arkamdan beni takip ettiğini anladım. İkimizde kapının önünde dikildiğimizde elimi tuttu, güven vermek adına eliyle elimi sıktı. Avuçları ter içindeydi.

"Kapıyı açacak mıyız?" diye sordum. Ona döndüm, kapıya bakıyordu. Kaşları çatılmış, yaşadığı stresten ötürü dudaklarını ısırmaya başlamıştı. "Arkama geç," demesiyle hala tutmakta olduğu elimi çekiştirerek arkasına geçmemi sağladı. Bacaklarım birbirine dolanır gibi oldu, düşeceğimi sandım. Yüzüm artık sırtına bakıyordu. Kas katı kesilmiş olan sırtına. "Silahın nerede?" diye sormak aklıma geldi. Elbette birini öldürmeyi ummuyordum ama kendimizi korumak zorunda olduğumuz hissine kapılmıştım. Ondan bir cevap gelmeyince soruyu yenilemedim, susmayı tercih ettim. Herhalde duşa girdiği sırada, lavaboda falan bırakmıştır diye düşündüm.

Göz ucuyla elini kapı koluna atıp dikkatlice kapıyı aralamasını izledim. Kapı genişleyerek açıldı ve sokak lambalarından vuran ışık sayesinde, tam yerde, önümüzde duran evin sahibi Ertuğrul beyi gördük. Üzeri kanlar ile kaplıydı, silah ile vurulmuştu ve büyük ihtimalle onu vuran kişi göğsünü hedef almıştı. Herhangi bir tepkide bulunmuyordu.

O saniyede ölmüş olduğunu idrak ettim. Bu sefer ellerimi ağzıma götürmedim, yüksek sesle çığlığı bastım. Yirmi dakika kadar önce uyumaya giden adam, yerde cansız bir şekilde yatıyordu. Ne ara olmuştu? Nasıl oldu da silah sesi duymamıştık? Diye kendi kendime söylenirken aklıma susturucu geldi, bu nedenle duymamış olmalıydık. Yine de bir anlamı yoktu. Odasından çıktığını görmemiştik. Salonda oturuyorduk ve eğer, odasından çıkmış olsaydı bunu ilk biz fark ederdik.

Diğer bir soru ise, bunu kimin veya kimlerin yaptığıydı. İnanılmaz ürkütücü bir hal içerisindeydik. Nedenini düşünmek bile istemiyordum çünkü düşünsem de bulamayacağımı biliyordum.

Diğerlerinin çığlımı duyup hızlıca aşağıya ineceklerini beklememe rağmen salonda Hakan ve benden başka kimse yoktu. Onlara da kötü bir şey oldu mu acaba diye düşündüğüm sırada elim kalbimin üzerine gitti. Gözlerimi kapatıp açtım, yanmaya başlamışlardı. Hakan'ın arkasından çıktım, kapının önünde dizlerimin üzerine çöktüm. Elimi havaya kaldırdım fakat öylece sabit durdu.

Ertuğrul'un sağ bacağının altında kandan lekelenmiş bir kâğıt parçası dikkatimi çekti. Özenle kâğıdı bacağının altından çekip aldım. Üzerinde alt alta yazılı olan sözler sarsılmama sebep oldu. Tüm olasılıklar, imkanlar, ümitler yerle bir oldu. Yanağımdaki sıcaklıkla Hakan'ın yanıma çöktüğünü anladım. Benim gibi titremekte olan elimde duran kâğıt parçasına baktığını biliyordum. Ben hala içimden yazılanları okuyup dursam da o, mırıldanıp yazılanları dışa vurarak okudu.

"Kaçıp gidecek bir yeriniz,

İmkânınız,

Hiçbir şansınız yok."

Yanlış görmeyi, yazılmış olanları yanlış okumayı... Hepsinin bilinçaltıma işlenmiş hayal ürünlerinden biri olmasını o kadar çok istedim ki. Ne yazık ki değildi. Hepsi gerçekti ve çok yıpratıyordu.

Gelgelelim, olasılıklar ve imkanlar bizi uçurumdan aşağıya itmek için el elelerdi.

^^^

Ayyyy! Çok heyecanlıyım çünkü uzuuun bir aradan sonra 3. bölümü yayınladım. Kimse okumuyor gibi ama olsundu... Şimdiden okuyacaklara teşekkür ederim!

Lütfen beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın. <3

Bir sonraki bölümü bu kadar geç yayınlamam umarım :(

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

Loading...
0%