Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Bölüm: "İhtimaller"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

5.BÖLÜM: “İHTİMALLER”

Selam aşko kuşkolarım! 5.bölümle sizlerleyim... Ay ama nasıl heyecanlıyım bir bilseniz!

Şimdiye kadar, nasıl buldunuz kitabı? Yorumlarınızı çok merak ediyorum!

Kitabım için bir Instagram sayfası açtım, oraya da beklerim: @kullerindogusuofficial (sayfada düzenlemeler yapacağım <3)

Lütfen oy vermeyi unutmayın. Sizleri seviyorum.

Bölüm Şarkısı: The Irrepressibles – In This Shirt


^^^


Nefeslerimizin son demleriydi.

Kalp atışlarımın son ritimleri.

Karanlığa hapsolmadan önceki son berraklık.

Kayıp gitmemek için tutunacağım son dal, Hakan'ın bayılmasıyla toz olup uçmuştu. Ortadan kaybolmadan yakalamak istedim ama nafileydi. Oysaki, o dala tutunup buradan kaçmayı başarabilmeyi ummuştum. Umutlarım, kayanın altında ezilmeye başlamıştı ve ben, elimden geldiğince kayayı engellemeye çalışıyordum. Ellerim ağrırken parmaklarım kırılacak sanmıştım. Yüküm ağırdı ve beni aşıyordu. Fakat ben güçlüydüm. Her zaman içimde barındığım haliyle.

Onu daha net gözlemleyebilmek adına başımı tepeye doğru kaldırarak insan etiyle beslenen deve baktım. Yerde, hareketsizce yatan Hakan'a doğru bakıyordu. Fakat bakışları delip geçici seviyede dehşetin izlerini taşıyordu. Kendisine Hakan'ı hedef bellediğini biliyordum. Bilmemek gayrimümkündü.

Arzuladığını alamayacaktı çünkü müsaade etmeyecektim.

Devir, değişme devriydi.

"Hakan!" Afrodit, gözyaşlarına engel olamıyor, akmalarına kayıtsız kalıyordu. Yerde oturur vaziyetteydi ve kardeşini, titremekte olan kollarının arasına almıştı. Morpheus, Efdal'ı arkasına saklamıştı. Devden onu saklamayacağını kendisi de biliyordu ama denemeye değerdi diye ümit etmiş olsa gerekti. Ürkek bakışları ise Athena'daydı. Athena, nereden aldığını bilmediğim büyük bir taşı avucunun içinde tutuyordu. Tam kolunu kaldırıp Ogre'ye atmaya hazırlanıyordu ki Ares, taşı elinden alarak onu durdurdu. Athena afallayarak ona döndü, dikkati dağılmıştı.

"Karşımızda insan eti yiyen bir dev var! Bu taş," elini havaya kaldırıp, dalga geçer gibi taşı gösterdi. "Sence onu, bizi yemekten alıkoyacak mı?" Taşı, kenara fırlattı ve çıkan gürültülü ses yüzünden Ogre, ayaklarını yere vura vura bize doğru gelmeye başladı. Eylül'ün cansız bedeni ise hala avucundaydı. Daha tanıma fırsatım olmayan o kızı, pislik dolu avucunda tutması midemi bulandırmıştı. Eylül'ün kafasını koparıp yemesinden dolayı, kızcağızın bedenine geçirdiği kıyafetleri kendi kanıyla lekelenmişti.

O her adım attığında ayaklarımızın altındaki yer sallanıyordu. Tozlar, havayla bütünleşip görüşümüzü engellerken çıkan sesler yankılanarak kulaklarımızın içine içine işliyordu. Aynı sesin, yeniden benimle konuşmasını istemiştim. Bize bir ışık, bir çıkış yolu göstermesini diliyordum.

Resmen benimle alay edip oyun oynarcasına "Dilekler her zaman gerçekleşir mi Anka?" diye sordu iç sesim.

"Anka, bana yardım et! Hakan'ı buradan çıkarmamız lazım!" Afrodit, hıçkırıklarının arasından bana ulaşmaya çalışıyordu. Dönüp oraya bakmak, Hakan'a kilitlenip var oluşumu unutmak istemiyordum. Bu yüzden, Morpheus ve Efdal'a baktım. "Afrodit'e yardım edin!" İkisi, bir anlığına ne yapmaları gerektiklerini düşündüler. Efdal, Morpheus'un kolunu sıkmaktan kıpkırmızı yapmış, parmak izlerini Morpheus'un titreyen koluna damgalamıştı.

Bora, "Ben yardım ederim," dediğinde, Ogre tam arkasında belirdi. Eylül'ün ruhundan uzaklaşan bedenini önemsizcesine kenara fırlattıktan sonra Bora'nın tişörtünün yakasından tuttu ve ayaklarının yerden kesilmesini sağladı. Bora korkunun gezindiği gözlerini kocaman açtı. Arkasına bakmak istiyor fakat endişesinden dolayı kollarını bile kıpırdatamıyordu. İşin aslı, istese de kıpırdatamazdı. Ogre onu öyle bir sıkıyordu ki, Bora bir anda patlayacak ve organları da etrafa saçılacaktı sanki.

Nefes almakta zorlanmaya başladı. Ogre, burnunu Bora'nın ensesine yaklaştırdı ve kokladı. Yüzünü buruşturdu, memnun değildi. Tatmin olmamıştı. Onu yemek isteyecek kadar güzel koktuğunu düşünmedi. Sahi, devler düşünüyor muydu ki?

Bora'yı arka tarafa doğru fırlattığında, gözleri bir an olsun Hakan'dan ayrılmıyordu. Biraz daha bakmaya devam etse Hakan'ı oracıkta yok edecek gibiydi. Ares, elini yumruk yaparak Ogre'nin bacağına geçirdi. Eşsiz gücüne güvendiğini biliyordum. Ancak o bile, tehlikeli devi sarsmaya yetmezdi.

Tam da tahmin ettiğim üzere, Ogre'nin kılı kıpırdamamıştı. Morpheus kolunu Efdal'ın elinden çekip kendi elini Efdal'ın koluna yerleştirdi. Kendisini çok fazla önemsemiyordu sanırım çünkü tek derdi, Efdal'ı devden uzaklaştırmaya çalışmaktı. Athena, Afrodit'in yanına koştuğunda Afrodit hala deli gibi ağlamayı sürdürüyordu. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Gözyaşlarım, uykusuzluğun verdiği yanmayla gözlerimi derinden yakıyordu.

"Sana kaçmanız gerektiğini söylemiştim."

Kulaklarım isteğimin sonucunda yeniden aynı sesin sahibi ile doldu. Bir erkekti, artık emin olmuştum. Sesin sahibini daha önce bir yer duymuş olduğum aklıma geldi. Her benimle iletişim kurduğunda, birbirimize yakınmışız gibi hissediyordum ve bu, garipti. Sadece bu garip olsaydı keşke.

Gözlerimi açtım ve Ogre'nin ayaklarını karşımda göremedim. Dev ayaklarını görememiş olmam garibime gitmişti.

Ne kadar süredir gözlerimi kapatıyordum?

Elimin tersiyle, gözyaşlarını silip yanağımdan aşağı süzülmesine mâni oldum. "Bize yardım et!" Seslendiğim kişi fiziken aramızda değildi ama beni duyabildiğini biliyordum. Bana bu denli tanıdık gelmesi de aklımı kurcalamıyor değildi elbette.

Korka korka Hakan'a baktım. Ogre, kirli elini uzatarak Hakan'a yaklaştığında "Hayır!" diye bağırdım. Ares yine şansını deneyerek ona arkadan iyice yaklaştı ve tüm gücüyle vurmaya başladı. Devin dikkati çabuk dağıldığından hemen arkasına döndü. Ares yüzleşmek için kafasını yukarı kaldırır kaldırmaz "Siktir," dedi pişmanlıkla. Koyu mavi gözleri kocaman açıldılar. Sertçe yutkundu ve etrafına göz gezdirirken kaçacak delik arıyordu.

Ogre, eğilerek ona doğru kükrediğinde nefesi, Ares'in saçlarını geriye doğru savurdu. Fırsattan istifade, Afrodit ve Athena Hakan'ın kollarından tutarak bedenini geriye doğru sürüklemeye başladılar. Morpheus ve Efdal da fırsat bilip onlara yardım etmek için koştu. Nasıl olsa koca yaratığın dikkati başka yöndeydi. "Kahretsin! Düştüğümüz duruma bak!" Efdal'ın sıska bedeninin yanında, sesi de titremekteydi.

"Bütün bunların arkasında kim var!" Haykırışım, Vadi'nin içinde yankılandı. Yalnızca benimle konuşuyor, sesini yalnızca ben duyuyordum. Yine her şeyi bildiğini sanan ukala iç sesim, "Neden bize yardım ediyor?" diye sorarken cevap gecikmedi.

"Her şey, Zeus ve Hades'in başının altından çıkıyor. Yer yüzünde bulunup nefes almayı sürdüren herkesi kendi himayeleri altına almak istiyorlar."

Zeus ve Hades mi? Göklerin tanrısı Zeus ile ölülere hükmeden yer altı tanrısı Hades. Anonsu da onlar yapmış olmalıydı öyleyse. Bizimle dalga geçer gibi isimlerimizi söylemişlerdi. Ancak yanılmışlardı çünkü bizden başka yaşayanlarda vardı. Yalanla söylenmiş bir düzmeceydi.

"Anka, içinde henüz keşfedemediğin bir güç var. Ogre'den kurtulmak için gücünün farkına var, gücünü kullan."

Ne yani? Bilmediğim başka bir gücüm mü vardı benim?

"Anka!" Her taraftan adımı haykırıyorlardı. Ogre elinin tersiyle Ares'e vurduğunda Ares, büyük bir sesle sağdaki duvara çarptı ve yere kapaklandı. Acıdan kıvranırken ayağa kalmaya çalışıyordu. Dev tatmin olmuşçasına küstahça kıkırdamaya başladığında kaşlarım çatıldı. Dev kıkırdadıkça, alttaki iki sivri dişi sallanıyordu. O kadar iğrençti ki... Herhalde, hayatımda bu kadar iğrenç ve mide bulandırıcı bir yaratıkla karşılaşmamıştım. Umuyorum karşılaşmazdım da.

"Hey!" diye bağırdım sonrasında nasıl bir tepkide bulunacağımı bilemeden. Nasıl bir yol izlemem gerekiyordu?

Ogre bana doğru döndüğünde tekrardan kükreme sesi duyuldu. Vadi, onun kükremeleri ve Afrodit'in feryadıyla çalkalanıyordu. Kalbim hızını arttırdığında damarlarımdaki kanların da hissiyatı belirmişti. Kendimi enerjik hissediyordum. Gözlerimi Ogre'ye dikmeden önce Afroditlerin olduğu tarafa döndüm. El birliği ile Hakan'ı Vadi'den çıkartıyorlardı, bu iyiye işaretti. Derin bir oh çektim. Ares ise güçlükle de olsa ayaklanmayı başarmıştı. Sersem gibiydi, elini ensesine götürdü ve ovuşturdu.

Leş gibi kokusuyla burun deliklerimi acıtan Ogre'nin meydan okuyan bakışları benim üzerimde gezindikçe kendimden tiksindim. "Bir sikim yapamazsın," dedim tükürürcesine. Beni anlayıp anlamadığını kestiremiyordum, ancak sorun değildi. Sesin kaynağı beni cesaretlendirmişti. Aslında içimde var olan cesaretimi, gün yüzüne çıkarmama vesile olmuştu. Artık, kimseden bir atak beklemeden derinlere hapsolmaya yüz tutmuş cesaretimi kendim açığa çıkarmalıydım.

Gözlerimi onun kasvetli gözlerine diktim. Bana doğru bir adım attığında kıllı göbeği sallandı. Sivri dişleriyle beni parçalara ayırmak istediğini biliyordum çünkü onu huzursuz etmiştim. İşte böyle, gel yamacıma seni pislik.

Pislik içinde yüzen ellerini havaya kaldırdığında ışık toplarına değdi. Sinirlenip ona değen ışık topunu avuçlarının arasında aldı ve tereddüt etmeden parçalara ayırdı. Etrafa kıvılcımlar saçılırken, gözlerim bir an olsun onunkilerden ayrılmıyordu. Korkmadığım halde, korktuğumu düşünmesine izin veremezdim. Korkunun ecele faydası yoktu.

"Eşsiz gücünü keşfet Anka. İşini bitir."

Parmak uçlarımdan bedenimin her bir yanına yayılan enerjiyi sezdim. Farkına varmamak olanaksızdı. Gülüşümü ortaya sererken sırtımı dikleştirdim. Enerji, beraberinde uyuşukluk hissini getiriyordu ama kötü değildi. İyi geliyordu ve beni, hiç olmadığım kadar dinç yapmaya yetmişti. Şimdi işin bitti.

Gözlerimdeki yanma aleve dönüştüğünde Ogre'de bunu gördü. Canımı acıtmıyordu, hatta yanından bile geçemezdi. Sanki olması gerekeni açığa sunuyordu, en başından olması gerektiği haliyle. Gözlerimdeki ışığı ben bile hissederken karşımda duran kokuşmuş devin hissetmemesi mümkün değildi.

Uyuşuklukla harmanlanan alevin hissiyatı bambaşkaydı. Ben izin verdiğim sürece bedenimi ele geçiriyordu. Şikâyet etmiyor, tatmin oluyordum. Ellerimin yanmaya başlamasıyla gücümün kudreti de artıyordu. Ellerime bir zarar gelmiyordu. Benimsediğim ateş beni olduğumdan fazla dinçleştiriyordu.

Karşımda dikilen devin az önceki halinden eser yoktu. Küçük bir çocuk edasıyla sus pus olmuştu. Adımları geriye doğru gittikçe çekingen bakışları da benim üzerimde geziniyordu. Bakışlarımın ona battığını biliyordum, fark ettiriyordu kendisini. Beni nasıl görüyordu acaba? Alevler ile çevrelenmiş olma ihtimalim ne kadar fazlaydı? Çünkü tam olarak böyle hissettiriyordu. Ateşten çekinip kaçındığını, gözlerindeki şaşkın ifadeden anlamıştım.

Uzaktan, Ares'in "Anka! Vadi yıkılıyor, gitmemiz gerek!" diye bağırdığını duydum. Pes etmeyecek, onu yok etmeyene kadar durmayacaktım. Dev, bizden uzaklaşana kadar tehditkâr bakışlarımı onun üzerine diktim. Ne yapmaya çalıştığımdan ziyade, başına geleceklerden tedirginlik duyuyordu. Duymalıydı da. Hah. Anka 1 – Ogre 0

Artık bu bir oyun değildi ve bizde piyonlar değildik. Kanlı canlı karşımızda beliren devin gerçek olup olmadığını anlamamak için gözlerimizin kör olması gerekirdi.

Artık, havalanan ışık topları bana yetersiz geliyordu çünkü etrafımda dönüp duran alevlerin baskınlığı altında eziliyorlar, görünmez hale geliyorlardı.

"Anka! Beni duymuyor musun? Gitmemiz lazım diyorum!"

Hayır, duyuyordum. Transa geçmiş içimdeki öfkeyi açığa kavuştururken vazgeçemezdim. Ogre geriye doğru gitmeye devam ederken ayağı takıldı ve geriye düştü. İniltisi beni kendime getirdiğinde, Ares beni kolumdan yakaladı ve geldiğimiz yöne doğru sürükledi. Özüme dönmüştüm, yanma hissi uçup gitmişti. Ne zaman istesem ortaya çıkacağına kanaat getirmiştim.

Yalnızca ayaklarımın altındaki tozla karışmış taşlar değil, duvarların kırılma sesleri de dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Ogre acıdan kıvranırken tavandan üzerine devasa bir kaya parçası düştü. Kanı bütünüyle içeriye sıçradı. Hak ettiğini buldun işte pis yaratık.

Tekrardan, büyüklü küçüklü kaya parçaları Vadi'nin içerisine düşüp yeri yararken Ares çoktan bizi dışarıya atmayı başarmıştı. Benim gücümün etkisi miydi Vadi'yi yerle bir edip yok olmasını sağlayan? Hiçbir zaman bilemeyecektim belki de.

"Bora," dedim aydınlanma yaşayarak. "O içeride kaldı!" Aklım başıma gelmeye başlıyordu. O kadar çok odaklanıp olanlardan sıyrılmıştım ki, her şeyi bir bir unutmuştum. Bora'yı içeride bırakamazdık. Vicdanım buna el vermezdi, veremezdi. İçeriye girip onu kurtarmak istiyordum ama çok zordu.

"Eğer onu kurtarmaya çalışsaydık ikimizde kayaların altında ezilerek can verirdik." Sesindeki umarsızlık yerli yerindeydi. Ona bağırmak, Bora için geri dönmemiz gerektiğini sözlere dökmek istemiştim fakat ağzımı açıp iki kelam edememiştim.

Merdivenlere sürüklenirken tam Vadi'nin tepesinde kanatlarını her iki yana açmış Anka kuşunu gördüm. Arkasında kalan güneş, tamamen ortadan kaybolmuştu. Kanatlarının büyüklüğü, hemen hemen bütün gökyüzünü kaplar nitelikteydi. Çok çarpıcı görünüyordu. Anka kuşunun bu kadar güzel görüneceğini kim bilebilirdi? Ağzım açık kalmıştı. Gözlerimi kırpıştırarak gördüğümün gerçek olup olmadığını idrak etmeye çalışıyordum.

Merdivenlerin aşağısından "Acele edin!" diye bağırdı Athena tüm var olan gücüyle. Ares bıkkınlıkla beni havaya kaldırdı ve omzunun üzerine attığında ayaklarım yerden kesildi. Anlık bir çığlık attım. Kollarım Ares'in sırtından yere düşerken bir yandan da dengemi korumaya çalışıyordum. Beni sırtına bindirmesine gerek yoktu.

"Toparla kendini. Yoksa öleceğiz, görmüyor musun?" dedi endişeli bir şekilde. Merdivenleri hızlı hızlı inmeye çalışıyordu ama aynı zamanda da tutunabileceği trabzanlar olmadığı için gözünü dört açıyordu. Attığı her adım sonunda hızını indirgemek için çabalıyordu. Basamakları inerken omzunun üstünde sallanıp duruyordum. Midem ağzıma geldi, başım döndü.

Öte yandan da karşı karşıya kaldığım güzelliği kaçırmak istemiyordum. Ares beni taşırken ben, gökyüzünde havalanan Anka kuşuna kafamı kaldırarak bakmaya çalışıyordum. Saçlarım gözlerimin önüne düşerken devasa Anka kuşunu hayretler içerisinde izliyordum. Kanatlarındaki renkler, ateşin renkleriydi. Kırmızılar, turuncularla iç içeydi. Tüyleri, gözleri, her şeyi... Mükemmeldi.

Vadi'nin yıkılmasını ben değil de o mu sağlamıştı? Başka bir ihtimal daha ortaya çıkmışken, oyumu Anka kuşundan yana kullandım. Onun kudretinin yanında benimki nedir ki? Anka bir kuştu, tanrıça değildi. O halde neden benim güçlerim vardı? Epochal efsanesine göre, yalnızca tanrı ve tanrıça isimleri verilen insanlar kısmen onların gücüne hâkim olmuyor muydu?

Yanlış mı düşünüyordum yoksa? Ama bizlere söylenilen, aktarılan ve sürekli olarak vurgulanan şey buydu. Kafamın içerisi karman çormandı.

Ayaklarım yere bastığında "Rabia kaşla göz arasında diğer arabayı alıp kaçmış," dedi Efdal kızgınlıkla. Yaşadığım sersemliğin üzerine böyle bir cümle beklemiyordum. Efdal gibi kızgınlık beslemiyordum Rabia'ya karşı. Davranışı her ne kadar bencilce olsa da ağzımı açıp Efdal'ı daha fazla kızdıracak bir söz söylemedim. Zaten hepimiz gergin olduğumuzdan üzerimizdeki ölü toprağa bir kürek dolusu daha eklemenin anlamı var mıydı?

Vadi yerle bir olurken havayı tozu dumana katıyordu. Tozdan boğulacak gibi olduğumda öksürmeye başladım.

Bora ve Eylül için kalbim acıdı. Kurtulmayı başardıklarını düşünürlerken daha can yakıcı bir şekilde son nefeslerini vermişlerdi. Birkaç saniyeliğine, onları hiç bulmamayı, buraya bizimle sürüklememeyi diledim. Olan olmuştu maalesef. Herkesi kurtaramıyorduk ve göründüğü üzere, her zaman kurtaramayacaktık.

Arkamı dönüp gökyüzüne baktığımda artık Anka kuşunu göremiyordum artık. Gitmişti. Bizi kurtarıp uzaklaşmıştı. Yaptığı için minnettardım. Adımla bir kez daha gurur duymuştum.

"Tek bir arabaya sıkışmaktan başka bir çaremiz yok. Eğer hızlı olmazsak kayaların altında geberip gideceğiz ve kimsenin bizden haberi olmayacak."

Morpheus, söylediklerinde sonuna kadar haklıydı. Yola devam etmek zorundaydık. Kayaların merdivenden yuvarlanıp bizi altında ezmesine ramak kalmıştı. Acele etmemiz gerekiyordu. Ares, hız kesmeden cebinden anahtarı çıkartıp aracı açtı. Hakan hala kendine gelememişken nasıl hızlı davranacaktık bilemiyordum. İş başa düşmüştü.

Arabanın dört kapısını da sırayla açtım ve diğerlerine çabuk olup binmeleri için talimat verdim. Ares, Hakan'ı kollarının arasına almıştı ve acele edip arka koltuğa yerleştirirken Hakan'ın başını vurmaması için özen gösteriyordu. Afrodit kardeşinin yanına yerleşti ve Hakan'ın başını dizlerine koyup saçlarını okşamaya başladı. "Ne olur uyan artık!" diye isyan ediyordu.

"Arabaya sığma işlemini nasıl yapacağız?" diye sordu Athena arka koltuğa bakarken.

"Bilmiyorum! Girin arabaya hadi!" Ares fazlasıyla gerilmişti. Hakan'dan dolayı mıydı yoksa gücünün bir boka yaramamış olmasından mı, bilemedim. Gerçi, kayaların bizi ezme ihtimalinden kaynaklıda olabilirdi.

Efdal ve Morpheus, zar zor ortaya sıkıştılar. Hakan'ın bacaklarını dizlerine yerleştirdiler. Athena, "Anka, ön tarafa birlikte sıkışabiliriz değil mi?" diye sorduğunda başımla onayladım.

Ares sürücü koltuğuna yerleştiğinde biz Athena ile çoktan ön koltuğa yan yana oturmuştuk. Cam tarafında duruyor, tutunacak bir yer arıyordum. Anka kuşunu diğerlerinin görüp görmediğini merak ederken, "Onu yalnızca sen görebilirsin," dedi bana cevap olarak. Tanrı aşkına, kimdi bu erkek?

Ares sancılı bir uğraşın ardından titremekte olan eliyle anahtarı kontağa yerleştirmeyi başardı. Merdivenden yuvarlanmakta olan koca kaya parçasının araca çarpıp parçalamasına saniyeler kalmıştı. Şimdiye kadar bize ulaşmış olmaları gerekiyordu. Gecikmenin sebebi, üzerinde yuvarlandığın merdivenin çökmüş olmasıydı. Her taraf harabe olmuştu.

"Bas gaza!"

Araba çalıştı, el freni indi ve dönüş sağlanarak gaza basıldı. Dönüşü sağlamdan önce yok olup giden Nefis Vadisi'ne gözlerim takıldı. Çok enteresan bir durumla karşı karşıya kalmıştım. Her şey yıkılıp toz haline gelirken daha önce rastladığımız iki Anka kuşu heykeline hiçbir şey olmamıştı.

İç sesim devreye girdi. "Son anda kurtuldunuz, her zaman olduğu gibi."

Rabia arabayı alıp kaçmıştı fakat bizim kullandığımız Mercedes'i almıştı. Anahtara nasıl ulaşmıştı acaba? Biz Vadi'de canımızla cebelleşirken o, her zamanki gibi zoru görünce kaçıp gitmiş, yalnızca kendi götünü kurtarmıştı. Onu suçlamayı isterken yapamıyordum. Kızamıyordum çünkü hayalinizin de ötesinde korkunç bir olayla burun buruna geldiğinizde, herkes sizin gibi tepki verecek diye bir durum söz konusu değildi.

Onu da anlamaya, benimsemeye çalışıyordum. Belki de yapmamam gerekirdi ama bu ben değildim. Daha kendimi bile tam tanıyamazken, insanları nasıl tanıyıp empati kuracaktım? Önceden keşfedemediğim kuvvetim kendi benliğini daha yeni yeni ortaya seriyordu. Neydim ben? Her şeyden önce, kimdim? Anka Özçelik kimdi ve yapacaklarının bir sınırı var mıydı? Soru işaretleri hep yaptığı gibi beynimin içerisinde görünmez küçük dağlar oluşturdu.

Tırnaklarımı geçire geçire, her birine tırmanamazdım ya. Cevaplar, küçük dağların ardında da değildi halbuki. Ya görünmezlerdi ya da kendilerini açığa çıkartmaktan kaçındıkları için saklanıyorlardı. Nasıl gün yüzüne çıkacaklarını araştırmam gerekiyordu. Aklımda bir fikir vardı ama yoktu da aynı zamanda.

Fikirler midir insanı umuda sürükleyen? Yoksa olasılıklar mı? Umudun pençelerinde gezinirken canımın yeniden yanmasından da kaçınmak istiyordum. Üst üste gelen, omuzlarımda yükünü bırakıp bedenimi ağırlaştıran onca karmaşa. Ailelerimizden hala haber yoktu. Umudumu tüketemezdim çünkü bir insanı ayakta tutup mücadele etmesini umutlarımız sağlıyordu.

"Neyse ki harita bizde. O beyinsiz kız malikaneyi tek başına nasıl bulmayı planlıyor acaba?" dedi Athena, elindeki kitaptan haritanın bulunduğu sayfayı açtı. Üzerinde çizgiler vardı. Malikaneden Vadi'ye kadar geldiğimiz bu süre zarfında, geri dönüşümüz için başlangıç noktasından bitişe kadar çizgiler çekmiş, notlar tutmuştu. Akıllı kızım benim.

Sağdaki yan aynadan Afrodit'in yüzüne baktım. Gri gözlerinde ışığın izleri yoktu, çok durgunlardı. Harap olmuştu. Ağlamamak için kendimi sıkmıştım Hakan kriz geçirip bayıldığından beri. Herkes kendini koy verip ağlasaydı, kim mücadele edecekti?

"Soldan dön," dedi Athena, işaret parmağıyla yolu göstererek. Tabelalara gözüm kaydı. Yılan resmiyle çerçevelenmiş 'Anguis' tabelasıydı. Bir an aklıma düşen belirsizlikle dudaklarımı araladım. "İki bölge arasındaki savaş nasıl ortaya çıktı?" diye sorduğumda Afrodit'in mutluluk çığlığını duydum.

"Hakan! Uyandın!"

Hakan, ablasının bacağından kafasını kaldırıp doğrulmak için yeltendiğinde Afrodit, onun alnına vurdu. "Hemen ayaklanma. Eve gitmemizi bekle Mirza," dedi kaşlarını çatarak. Çatık kaşlarının aksine dudaklarında gülümseme mevcuttu. Hakan'ın er ya da geç uyanıp kendine geleceğini biliyordum ancak yine de sevincime alıkoyamadım.

"Neler oldu? Neden geri dönüyoruz?" Hakan, sersemlemiş haline rağmen merakına yenik düşmüştü.

Afrodit, "Eve bir gidelim de her şeyi anlatacağım kardeşime," dedi ve eğilip az önce Hakan'ın alnına vurduğu yere bir öpücük kondurdu. Birbirlerine olan bağlılıkları içimi ısıtıyordu her seferinde.

Bir kardeşe sahip değildim. Tek çocuktum.

Afrodit ve Hakan'ın abla kardeş ilişkisinden sonra kardeşliğin aslında ne kadar kutsal olduğunun kanısına vardım.

Gözlerim doldu ama uzun bir süreden sonra ilk defa mutluluktandı.

_____

Malikane olarak adlandırdığımız evin girişine geldiğimizde, Ares arabayı garaja park etme zahmetine girmeden bahçe kapısının önüne park etti. İşler, eskisi gibi yürümediğinden başımızı koyacağımız bir yuvamız olmadığından Ertuğrul Bolat'ın bizim için ardına kadar açtığı evine geri dönmekten başka seçeneğimiz bulunmuyordu. Araçtan indiğimizde gözüme çarpan bir detay vardı: Rabia'nın alıp kaçtığı Mercedes ne kapının önündeydi ne de garajda.

Yolda giderken başına kötü bir şey mi gelmişti? Veya Athena'nın da arabada söylediği gibi yolu mu bulamamıştı? Bu olası bir durumdu çünkü bizde harita olmasaydık tekrar aynı yere dönemezdik. Yolda gelirken etrafta bir tane bile insan görememiştim. Eylül ve Bora dışında yeni yüzler görememiştik uzun bir süre. Onlar çok acı bir şekilde can verdikleri için kahrolmuştum.

İkisi içinde bir şeyler yapmak, elimi uzatarak onların kurtuluşları olmak istemiştim ama başarılı olamamıştım. Tek bende değil, içimizden kimsenin onlara bir yardımı dokunamamıştı. Yüreğim parçalanıyordu. Başkaları için üzülmekten bir türlü kurtulamıyor, kendimi bu durumdan soyutlayamıyordum. Ne yapayım... Bende böyleydim işte.

Merhamet duygum çok yoğundu ve sırf bu kadar yoğun olduğu için bazen merhametimden şikâyet ediyordum. Yanlış ya da kötü bir özellik olduğundan değildi asla. Sadece çok hırpalıyordu.

Bahçenin girişindeki demir kapıyı aralarken, "Rabia hala dönmemiş," dedi Morpheus düşünceli bir şekilde. Kapı gıcırdayarak açıldı. Hepimiz sırayla kapıdan geçerken gök gürledi. Havanın kararmaya başladığını yeni yeni idrak ediyordum. Ne kadar zaman Vadi'de kalmıştık? Olup bitenlerden dolayı her şey birkaç dakika içerisinde gerçekleşmiş gibi gelmişti ama yolu da hesaba kattığımda havanın karanlığa gömülmesi olası bir durumdu.

Vadi'de bana söylenenler kafamı kurcalamaya başladı. Zeus ve Hades, öyle mi? İyi de onlar tanrı değillerdi ki. Yalnızca tanrı isimlerine sahip olan iki insanlardı. Bunca kötülük ve hazımsızlığın kaynağı nereden geliyordu öyleyse? Bu karışıklıklar, olan ihtimallerimi de küçük çocuğun elinden şekerini alması gibi ellerimden alıp götürüyordu.

Artık altı yaşında küçük bir kız çocuğu değildim. Ben, Anka Özçelik, 23 yaşındaydım. Daha edineceğim birçok tecrübe vardı, orası kesindi. Zeus ve Hades'in isteğinin aksine, benim istediğim herkesin refah bir yaşam sürmesiydi. Bunun içinse elimden geleni ardıma koymayacaktım.

Gökyüzünü ortadan ikiye ayıracakmışçasına yeniden yüksek sesle gök gürüldedi. Şimşekten çıkan ışıklar, yürürken önümüze aydınlık sağlıyordu. İçimdeki dinmek bilmeyen ses, tam tersini vurguluyordu.

"Aydınlık sandığın yol, sizin kâbusunuz olacak," deyip duruyordu ve iç sesimi frenlemek için hiçbir icraatta bulunamıyordum. Sus desem de anlamayacaktı. Hislerimi ezip geçiyordu ve bunu yaparken sinsi sırıtışı yüzünden düşmeden büyük bir keyifle beni izliyordu. Tarifi bundan ibaretti.

Ares, bizleri kapıyı açmadan önce, "Çok kötü yağmur başlayacak," diye uyardı. Tek sıra halinde geniş kapıdan içeriye doğru adımlar hızlandı. Sonda ben kalmıştım çünkü arkamı dönüp evin çevresini incelemekle meşguldüm. Rabia görünürlerde yoktu. Kimse oralı olmamıştı eve giriş yapmamamdan ki bu işime geliyordu. Ağrıdan çatlayan başımı zorlukla havaya kaldırarak göğe baktım. Şimşek saçtığı ışığıyla önden geliyor, kuvvetli sesi ise hemen arkasından beliriyordu. Tırnak etlerimle oynamaya başladım.

Zeus'un parmağı olabilir miydi? Sonuçta, Zeus tanrısının ismini taşıyorsa yeteneği göklere hükmetmesi olmalıydı. Ucu bize dokunacak olsa da bu ihtimali göz ardı edemezdim. Zeus'un gökleri avucunun içerisinde tutuyor olması büyük bir eksiydi. Zira, gücü o kadar kudretliydi ki göğü yarıp bizi de beraberinde sürükleyebilirdi.

Daha fazla zaman kaybetmek istemediğimden acele etmeye çalıştım. Ayakkabılarımın altında ezilen toprağa yağmur damlaları düşerken yavaş yavaş çamura geçişini sağlıyordu. Adımlarımı hızlandırdım ve çamura bulanmasına mâni olamadığım ayakkabılarımla içeri adımımı attım. Ayak tabanlarım ağrıyordu. Gözlerimin ağrıması da cabasıydı.

Yatıp dinlenmek ve güzel, huzur içerisinde bir uyku çekmek istiyordum. Fakat buna ne zamanım ne de şansım vardı. Vadi'de, sadece benim işittiklerimi geç olmadan diğerlerine söylemem gerekiyordu. İhtimaller üzerine kafa patlatmalıydık. Biliyorum, kimsenin hali yoktu. Bende memnun değildim ama görünürde başka bir şansımız bulunmuyordu.

Arkamdan kapıyı kapatıp kilitledim ve leş gibi geçen günü, zarar görmeden atlatmamızı ümit ettim.

"Biliyorum bencilce olacak ama yorgunluktan geberiyorum. Bir iki saatliğine de olsa gidip uyumak istiyorum." Efdal gözlerini ovuşturarak ne kadar uykusu olduğunu belli etmeye çalıştı. Söylediklerinde bencillik barınmıyordu çünkü hakkı vardı. Aslında hepimiz yatıp uyumalıydık. En azından kendi adıma, her ne kadar istesem de uyumayı reddetmek durumunda kalmıştım.

Kimsenin ağzından Efdal'ı azarlamak adına tek bir söz bile çıkmadı. O da sessizliğin farkına vardığında Morpheus'a kaş göz işareti yaparak merdivenleri gösterdi. Onunla uyumasını, ona güven vermesini istediğini biliyordum. Morpheus yanındayken, Efdal hiç olmadığı kadar güvende ve huzurlu hissediyordu kendisini. Onlar adına mutluydum, birçok yaşananın aksine.

İkisi, argın yorgun merdivenleri çıkarken Athena'da inzivaya çekilmek istediğini söyledi. Aramızdan üç kişi uyumaya gittiğinde kendimi koltuklardan birine bırakıp ne kadar yorulmuş olduğumu anladım. Şuracıkta, koltuğun köşesinde kıvrılıp uyumak için her şeyimi verebilirdim.

Ares, "Gidip mutfakta yiyecek içecek bir şeyler bulayım," dedi ve mutfağa gidip aramızdan ayrıldı. Ares sözünü geçirmeye kadar acıktığımı anlamamıştım. Midem guruldadı.

Afrodit, Hakan'ı çoktan çaprazımdaki koltuğa uzanmasını sağlayarak kendisi de kardeşinin yanına oturmuştu. Afrodit ile göz göze geldiğimiz sırada, parmaklarıyla boynunu rahatlatmaya çalışıyordu.

"İyi misin?" diye sordum bakışlarımı Afrodit'den çevirip Hakan'a bakarak. Uzandığı yerde başını ovuyordu. Konuşmaya mecali kalmadığından başını sallayarak yüzünü buruşturdu. Mutfaktan gelen bir açıp bir kapanan dolap seslerinin üzere Afrodit ayaklandı. "O sersem aradığını bulamadı anlaşılan. Gidip bir bakayım," dedi gülümseyerek. Gülümsemesinin içten olmasını dilemiştim.

Hakan ile salonda yalnız kaldığımızda oturduğum yerden doğruldum ve yattığı koltuğun yanına gidip çömeldim. Ellerimi koluna koyduğumda dönüp bana bakmasını umdum, fakat öyle olmadı. "İyiyim dedim ya," dediğinde ses tonu sertti. Bana kızıyor olamazdı herhalde.

"Gerçekten iyi misin peki Hakan?"

Gözlerini tavana dikmiş, boş boş tavanı seyrediyordu. O da kendi düşünceleri altında mı eziliyordu acaba? Aslında yapması gereken çok basitti. Dürüstçe bana gerçekten ne hissettiğini söyleyecekti ama yapmıyordu. Hatta o da değil, gerçekleri dile getirmekten kaçıp duruyordu. "Bana söylemek isteyip de söyleyemediğin, sakladığın tonlarca sözlerin olduğunu biliyorum," dedim tepkisini ölçmek adına.

Bakışları tavandan ayrılır ayrılmaz benimkileri buldu. Kısa bir süreliğine de olsa, onu bu kadar yakından incelemek her şeye rağmen güzeldi. Koyu kahverengi gözlerinden derin bir anlam geçip gitti. Kendisini bu kadar çabuk toparlaması ve duygularını bu denli iyi kamufle edebilmesi sinirlerime dokunuyordu.

Kolunu kıpırdatıp ellerimden kurtulmayı denediğinde kolunu sıkıca tuttum. "Yeter artık Hakan. Bıktım senin bu davranışlarından," dedim yüzüne bakarken. Burun delikleri genişledi. Gizleyemediği tek duygusuydu kızgınlık. Yağmur damlaları pencerelere çarpıp hızını arttırırken, yüreğimde barındırdıklarım da yağmurla birlikte hızını arttırıyordu. Nefesimi kesiyor, göğsüme batıp canımın acısını ikiye katlıyordu.

"Neyin inadı bu? Ne diye hala sessiz kalmakta ısrar ediyorsun?"

"Bak gördün mü?" diye sordu dalga geçer gibi. "Yine başımıza bir felaket daha tecelli etti ve bu seferki bana dokundu." Daha önce söylemiş olduğu söz kafamda belirdi.

"Çünkü ne zaman sana yaklaşmaya kalksam, hemen arkasından kötü bir olay oluyor."

Ellerimi çekip çöktüğüm yerden kalktım. Bacaklarım uyuşmuştu. Ne yapmaya çalıştığımı görünce "Anka?" diye sordu. Benden herhangi bir tepki bekliyordu. Ondan uzaklaşırken "Özür dilerim," diye fısıldadım. İşin aslı, neden özür dilediğimi de bilmiyordum. Aslında, gerçekler bütün çıplaklığı ile ortadaydı. Fark etmek istemeyen bendim. Taşlar şimdi yerlerine oturuyordu.

"Saçma sapan konuşma. Sen neden özür diliyorsun?" dedi suçluluk duygusuyla. Beklediği tepki, kesinlikle bir özür değildi. Yattığı yerden doğruldu, saçlarını karıştırdı. "Pekâlâ," dedi nefesini vererek. Ardından, "Tek bir gerçek söyleyeceğim," dedi gerçeğin üstüne basa basa. Ayağa kalktı ama aramızdaki mesafeyi kapatmadı. Bana yakın olmaktan korkuyordu. Onu inciteceğimden değil, beni inciteceğindendi.

Beni daha ne kadar incitebilirdi, orası ayrı konuydu.

"Seninle birlikte olmayı ne kadar istediğimi bilemezsin."

Tek bir cümle, tek bir gerçek. Beni bitirmeye yetecek tek bir söz. Gülümsemek, ona benim de isteğimin bu olduğunu dile getirmek istedim ama yapmadım. Daha fazla gerçeği önüme sunsun istedim, yapmayacağını bile bile.

Onunla olma ihtimalimizden şüphe etmeye başlamışken, söylediği beni derinden sarstı. Sevinç çığlıklarıyla beraber hoplayıp zıplamam gerekiyordu normal şartlar altında.

Samimiydi hem de son birkaç günde hiç olmadığı kadar. Neden birlikte olamayacağımızı mantıklı bir açıklama ile sunsa, inanıyordum ki kalbim şu anki durumundan daha sağlam olurdu. İhtimaller, yüreğime minik iğneler gibi batmaya başladı. İlişkimize dair tek bir ihtimal bile yoktu. İtirafına karşın olduğunu düşünmem gerekse bile imkânsızlığın altında kayıplara karışmıştı.

"Buna inanmamı mı bekliyorsun?" dediğimde bile çoktan inanmaya başlamıştım. Yarım ağız gülerek, "Söylediklerime dair inancın olduğunu biliyorum. Sana yalan söylemedim, söylemem de. Sadece tüm gerçekleri söylemiyorum. Buna yalan denmez bence," dedi. Yalan söyleyip söylemediğini gözlerindeki ifadeden ayırt edebiliyordum.

Kabul, yalan söylemiyor olabilirdi ancak gerçeklerin birçoğunu da sakladığını netleştiriyordu. Sözlerine güvenebilir miydim? Öyle bir bakıyordu ki yalan söylemek için bir nedeni yokmuş gibiydi.

"Eveet! Dolapta ne bulduysak hazırlamaya çalıştık," dedi Afrodit elinde iki tabak dumanı tüten salçalı makarnaları tutarken. Olduğu yerde durduğunda bana ve Hakan'a baktı. Neden iki aptal gibi ayakta dikilip birbirimize baktığımızı sorguladığına yemin edebilirdim. "Her şey yolunda mı?" Ares de tam arkasında belirirken aynı Afrodit gibi iki tane tabağı elinde tutuyordu.

"Etrafınızda dönüp duran ışıklar gözlerimi kamaştırıyor. Ne oldu? Aşk itiraflarınızı mı gerçekleştirdiniz?" Güldü ama gülüşü kısa sürdü.

"Aşk itirafı falan değil. Yalnızca gözüm açıldı ve gerçekleri gördüm," dedim Hakan'a bakmaya devam ederken. Yalan söylüyordum, yani en azından bir kısmı yalandı. Gerçekleri görmüştüm ama hepsini değil. Bana karşı hisleri net değildi, fakat belirsiz de değildi. Arafta sıkışıp kalan hislerine el uzatmıyordu. Uzaktan öylece seyrederek kapana kısılmalarına müsaade ediyordu.

"Ne gerçeği? Tanrı aşkına Anka, ne zırvalıyorsun?"

"Bir şey yok Afrodit," dedi Hakan konuyu kestirip atmak istercesine. Ares yanıma gelip elindeki tabaklardan bir tanesini bana uzattı. "Madem bir şey olduğu yok, o zaman biraz yemek ye," derken sesindeki sertliği anlamlandıramadım. O neye kızıyordu şimdi? Ares, bazen çok tuhaf ve anlaşılmaz davranıyordu. Onda bir gariplik olduğunu, onu ilk gördüğümde sezmiştim. Hakan'da tuhaflıklar olduğundan söz ettiğinde, sanıyordum ki kendisinden bihaberdi.

"Anlaşılan hepimizin sinirleri bozuk. Uzun süredir yapmadığımız şeyi yapalım. Şu anda, kimse tek kelime etmeden sakince yemeklerini yesin." Afrodit, gerginliği sezmişti ama üzerinde daha fazla durup mevzuyu büyütmek istemiyordu.

Ares'in elinden tabağı aldım ve geri yerime oturarak salçalı makarnayı yemeye başladım. İştahım bir anda yok olmuştu fakat saatlerdir ağzıma tek bir lokma bile atmadığımdan sessizce yemeğimi yemeye çalıştım.

Gök gürültüsü şiddetini arttırmıştı. Gökyüzünden beliren beyaz ışıklar, pençelerden içeriye yansıma yapıyordu. Elimdeki tabağı önümdeki sehpaya koyarken son lokmamı yuttum. "Rabia hala dönmedi. Birimizin onu aramaya çıkması gerekiyor," dedim diğerlerine bakarak. Ciddi bir durumdu. Tamam, akılsızlık edip fevri davranarak arabayı alıp kaçmış olabilirdi. Ancak bu havada, onun dışarıda bir başına dolanmaya çalışması doğru değildi. Yardımımıza ihtiyacı olabilirdi.

Kaybolmuş ve çaresizce yolunu aramaya çalışıyor olma olasılığı yüksek görünüyordu.

Bunu da en iyi ben bilirdim. O sebeple, yerimden kalktım. Ares, "Sen otur. Ben gidip onu ararım," dedi boşalmış tabağını sehpanın üzerine yerleştirmeden önce. Hemen ayaklandı ve kapıya doğru yöneldi. "Islanacaksın sersem. Bu yağmurda o halde mi dışarı çıkıp Rabia'yı aramaya koyulacaksın?" Afrodit de ayaklandı ve içerideki odalardan birine gitti.

Çok uzun sürmeden elinde gri bir sweatshirtle geri geldi. Ares'e fırlatırken onun yüzüne çarpmasına neden oldu. Sweatshirtü alıp başından geçirirken zorlanmıştı. Malum, feci kasları vardı ve üstüne geçirdiği sweat ona biraz dar gelmişti. "Teşekkür ederim," dedi minnetle. Onu, bu zamana kadar düşünen başka biri olmamış gibiydi. Kafası karışarak bakmıştı çünkü Afrodit'e. Gülümserken kapının kilidini açtı.

Merdivenlerden ayak sesleri duyulduğunda dikkati dağılarak o yöne çevirdi koyu mavi gözlerini. Efdal ve Morpheus uykularından uyanmışlardı. Bu kadar kısa süre uyuyacaklarını düşünmemiştim doğrusu. "Sen nereye gidiyorsun?" diye sordu Morpheus, Ares'i kapının önünde gördüğünde. Merdivenden indiklerinde Efdal kollarını iki yana açarak esnedi. Esnemesi iyice uykumu getirmişti fakat şu anki durum daha mühimdi.

"Rabia'yı aramaya çıkacaktım," dedi kapüşonu başına geçirirken. Siyah saçlarından birkaç tutam alnına yapışmıştı. Morpheus ellerini çıtlatarak "Bizde gelelim o halde. Tek başına gitmektense fazladan iki kişiyle beraber o geri zekalı kızı daha rahat bulabiliriz," dedi. Geri zekalı kısmını bastırarak söylemişti.

Hemen ardından, "Uykumdayken bir kâbus gördüm. Bu saatte, bu havada kimse tek başına kalmamalı," diye ekledi. Morpheus'un alnından akan ter, az kalsın yeşil gözlerine girecekken elinin tersiyle alnını sildi. Efdal "Ben, sizinle o beyinsiz kızı aramaya gelmeyeceğim," dedi öfkeyle.

Morpheus, Efdal'ın ona karşı gelemeyeceğini bilerek "Geliyorsun," dedi ona bakarak. Efdal omuz silktiğinde mecburen kabul etmiş olmuştu. Ondan korktuğundan ya da çekindiğinden kabul etmiyordu her söylediğini. Ona, bir annenin çocuğuna düşkün olduğu gibi düşkündü. Efdal, Morpheus'a muhtaçtı sebebini bilmediğim bir biçimde. "Hava daha fazla kararmadan çıkalım o zaman." Ares, dış kapıyı açtı ve elindeki anahtarla arabayı açtı. Efdal ve Morpheus tam arkasındaydı.

Kapıdan çıkmadan önce "Dikkatli olun," dedi Ares. Hepimize birden söylediğini biliyordum. Kapının çarpma sesinden kısa bir süre sonra, dışarıdaki gürültülü yağmur sesine rağmen arabanın çalıştığını duyabildim. Sanki onların gitmesini bekliyormuşçasına arkama yaslanırken "Vadi'de olanlar hakkında konuşmamız gerekiyor," dedim direkt olarak konuya giriş yapmak istediğimi belli etmek adına. Afrodit, oturduğu yerde rahatsızca kıpırdanırken Hakan'a baktı göz ucuyla. Çok değerli kardeşinin geçirmiş olduğu kriz sonrası meydana gelen baygınlıktan bahsedeceğimi düşünüyor olmalıydı.

Abla kardeş, ikilemde kalmışlardı ama umurumda değildi açıkçası. Meraklı gözlerle bana bakmayı sürdürürlerken "Vadi'de bir ses duydum, derinden geliyordu. Yalnızca benimle iletişim kurduğu için onu sadece ben duyabildim," dedim tek seferde.

"Ses mi duydun? Bak bu enteresanmış. Ne söyledi sana?" Athena'nın uykulu sesini duydum. Salonun ortasında dikildiğinde onu nasıl görememiş olduğumu sorguladım. "Gök gürültüsünden uyuyamadım doğru düzgün," dedi memnuniyetsizce. Gelip yanıma otururken sehpadaki boş tabağa baktı. Bana doğru dönerek kahverengi gözleriyle konuşmaya devam etmem için gözlerimin içine baktı bu defa.

Oturduğu yerde esniyordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü.

Daha fazla uzatmadan, "Bir erkekti. Onu ilk duyduğum zaman ses bana yabancı gelmişti ama daha sonra," dedim ve bağdaş kurdum bütün dikkatimi toplamak adına. Diğer yandan, gök gürültüsünden kendimi uzaklaştırmak adına çaba sarf ediyordum. Kulaklarımı ve beni huzursuz ediyordu.

"Sesini daha önce duyduğumu anımsadım. Hala kim olduğunu çıkartamıyorum fakat onunla önceden yollarımız kesişmiş, bundan eminim." Derin bir nefes aldım. Benimle irtibata geçen ses hakkında daha açıklayıcı başka ne söyleyebilirdim bilmiyordum.

"Bana, bu olup bitenlerin arkasında Zeus ve Hades'in olduğunu söyledi," dediğimde üçünün birden gözleri fal taşı gibi açıldı. Bir iki saniye kadar önce yorgun bakan uykulu gözler değişmişti. Merak dolu ve anlamsızlığı barındıran bakışlara dönüşmüşlerdi. Nefis Vadisi'nde başka bir şey olduğunu bilmiyorlardı çünkü onlar benim gibi sesi duyamamışlardı. Peki ya neden sadece bana ulaşmıştı? Kafamın içi zonkluyordu.

"Yaşamakta olan bütün herkesi kendi himayeleri altına almak istediklerinden ve anonsu da onların yaptıklarından söz etti."

Athena, dağılmış olan kızıl saçlarını düzeltirken "Bu ikisi sadece tanrı isimlerine sahipler. Kendilerini tanrı mı zannetmeye başladılar şimdi?" Söylediklerinde alayla beraber öfke de barınıyordu. Doğru bir noktaya parmak basmıştı. Bize verilmiş olan bu isimler, var olmayan tanrı ve tanrıçaların isimleriydi. Yalnız bu demek değil ki bizler de bu efsanevi tanrı veya tanrıçalardık. Sadece onların bilinen güçlerinin ve kişiliklerinin birer yansıması bizlere vurmuştu.

Bu özellikleri ve güçleri iyiye kullanmamız gerekirken bazı hainler kötülük adı altında savaş başlatmıştı. Kendi kazdıkları çukura bir bir yollanacaklardı. Çukurun üzerini betonla kaplayarak bir daha oradan çıkamamaları için bütün ihtimalleri ortaya dökecektik. Güç dediğin böyle kullanılırdı.

"Bunun doğru olduğunu mu düşünüyorsun?" Afrodit bana söylenenlere inanıp inanmadığımı sorgulamaya çalışıyordu. Doğru diyemezdim elbet, ancak bu zamana kadar elimize geçen en mantıklı açıklama buydu. Neden olmasındı ki? Biz Vadi'den ayrıldıktan sonra havanın bu denli kötüleşmesi, bir tesadüften ibaret olamazdı. Öyle değil mi?

"Bana kalırsa, şu zamana kadar elle tutulabilir, olabilitesi yüksek tek açıklama bu."

Hakan'nın da benim düşündüğüm şekilde düşünüyor olması hoşuma gitmişti. Afrodit, "Yine de kimliği belirsiz bir sesin dediklerine kanmamak gerek," dediğinde ses tonu kuşkulu çıkmıştı. Onu da anlayabiliyordum tabii. Temkinli olmak istiyordu ki haksız olduğunu söyleyemezdim.

"Başka bir ihtimal olamaz mı peki?" diye sordu bu defa da. Sorduğu soru ilgimi çekmeyi başarmıştı. Zeus ve Hades dışında, yaşananların başka bir ihtimali bulunuyor muydu? Athena, "Ne gibi bir ihtimalden söz ediyorsun?" diye sorduğu sırada biri hızlıca kapıya vurmaya başladı.

Hakan oturduğu yerden kalktı ama adımları gitmiyordu. Kapıyı yumruklayan sesler yükselip şiddetini arttırınca "İçeri alın!" diye bağırdı kapının öbür tarafındaki kişi. Bir aydınlanma yaşayarak gözlerimi kocaman açtım. "Rabia bu!" dedim ve koşarak gidip kapıyı açtım. Baştan aşağı sırılsıklam olmuştu. Kollarını kendine dolamış, tir tir titriyordu. Kısa siyah saçlarının ucundaki su damlaları içeriye girdiğinde yeri ıslatıyordu. Afrodit yeniden içeri odalardan birine koştu ve tıpkı Ares için sweatshirt getirdiği gibi ona da bir tane getirmişti. Bu kıyafetler, Ertuğrul Bolat'ın kayıp çocuklarının kıyafetleri olmalıydı.

Açık kapıdan içeriyi dolduran soğuk rüzgâr saçlarının içinden geçti ve daha çok titremesine vesile oldu. Üzerinde giymiş olduğu ince kazağı üstüne yapışmıştı. Kapının önünden çekilirken hızlıca kazağı başından çıkartıp burnundan soluyarak yere fırlattı. Ona verilen sweatshirtü giymeye çalışırken, bende dışarıya göz gezdiriyordum. Ares, Morpheus ve Efdal'dan herhangi bir iz yoktu. Onlar dönmemişler miydi?

İnatla bahçe kapısının girişine bakıyordum çünkü her an ortaya çıkacaklarını umuyordum. Ama yoklardı. Rabia'nın peşinden eve girmemişlerdi. Rabia'yı onların bulduğunu ve ilk olarak kendisinin kapıya koşarak yardım istediğini ummuştum. Onu aramak için bu yağmur ve gök gürültüsünde dışarı çıkan üçlü hala gelmemişlerdi.

Arkamdan gelen seslerden şömineyi yakmaya çalıştıklarını anlamış olsam da dikkatim hala başka yöndeydi. Dışarıya bir adım attım daha net görebilmek adına. Zira, sokak lambalarının ışıkları görüşüm için yetersiz kalıyorlardı. Yağmur hala aynı şiddetle yağmaya devam ediyordu. Eğer bunun sorumlusu Zeus ise yağdırdığı yağmur yeterli gelmemiş miydi? Göklerin tanrısı Zeus. Dondurucu rüzgâr estikçe titredim. Titremenin verdiği etkiyle çenem titremeye, dişlerim birbirine çarpmaya başlamıştı. Sıcak ve kapalı bir alanda oturduğumuzdan dolayı havanın bu denli buz gibi olmasını tahmin etmemiştim.

"Diğerleri nerede?" diye sordum içeriye doğru. Islanacak kadar dışarıya çıkmamıştım çünkü ıslanmaktan nefret ederdim. Gök gürültüsünden de hiç hazzetmezdim. Bana sadece ama sadece kötü anılarımı getiriyordu. Arkamdan iki tane sıcacık el omuzlarıma yerleştiğinde sırtımdaki ısıyı hissetmemek elde değildi. Hakan'ın elleriydi.

"Şimşek sesinden hoşlanmadığını hatta ürktüğünü biliyorum." Elbette biliyordu. Hakan Mirza Dalkıran, benim hakkımdaki her şeyi biliyor, hayatıma dair her şeye vakıftı. Her ne kadar yıllarca görüşmemiş olsak da bir yerlerden beni gözetlediğini biliyordum. O zamanlar yanımda değilken şimdi yanımda, yakınımda olması güven veriyordu. Onun minik sayılacak hissiyatı bile bana itimat sağlıyordu.

Geçmiş geçmişte kalmalıydı. Üzerine bir toprak atarak geçmişi gömmeliydik. Bugüne odaklamak zorundaydık. Geçmişimdeki hissettiğim korkuyu dile getirmemek için çaba sarf ederken Hakan, gök gürültüsü hakkındaki kaygılarımı gün yüzüne çıkarıyordu. İstemsizce yüzüme çarpıyordu.

Su damlalarının ıslattığı toprak kokusunu salmıştı. Burnumdan içime soğuk havayı çekerken toprağın kokusu da devamında geliyordu. "Aynen böyle," derken sesi çok sakindi. Kaygılandığımı sezmişte, beni sakinleştirmek için özen gösteriyor gibiydi. "Derin derin nefes al." Elleri, kollarımdan omuzlarıma doğru çıktı. Avuçlarındaki sıcaklıktı aslında beni derin nefesler almaya sürükleyen.

"Bazen bir şeylerden korkmak normaldir, miniğim. Kendini bana bırak çünkü ben senin yanındayım."

"Ne diye bu soğukta kapıda dikiliyorsunuz? Hasta olacaksınız, içeri girsenize!" Athena'nın sözleri üzere refleks olarak arkama döndüğümde elleri omuzlarımdan düştü. Yüzüm, Hakan'ın göğsüne bakıyordu. Göğsü inip kalkıyor, enfes kokusu bütün toprak kokusunu bastırarak yine beni etkilemeyi başarıyordu. O kadar pisliğin içinde, nasıl hala bu kadar güzel kokabiliyordu? Benden gelen kokunun tam tersiydi.

Önümden çekildiğinde içeri geçmemi bekledi. Salona geçtiğimde şömineden çıkan alevlere kaydı gözlerim. Anka kuşundan kimsenin söz etmediğinin farkına vardım. Onu da mı ben görmüştüm sadece?

Hakan, "Nerelerdeydiniz?" diye sorunca diğerlerinin döndüğünü anladım. İçimi bir rahatlama duygusu kaplarken "Efdal ve Morpheus nerede?" diye sordu Athena endişeyle. Şöminenin önünde bağdaş kurmuştu. Oturduğu yerden kalktı. "Siz birlikte çıkmadınız mı?" Ares'e hesap soruyordu. Morpheus ile ne kadar yakın olduklarını biliyordum, o nedenle şu anki tepkisini de algılayabiliyordum.

Dönüp Ares'e baktım. Üstündeki sweatshirt sırılsıklam olmuştu. Arabayı alıp gitmemişler miydi? Rabia'dan daha fena bir haldeydi ama onun aksine, Ares gram titremiyordu. Başını ellerinin arasına aldı ve gözlerini bizden kaçırarak yere odaklandı.

"Rabia'yı aramak için ayrılalım dedik. Efdal, Morpheus ile aramak istediğini söyleyince itiraz etmedim çünkü biliyorsunuz, gücüme güvendiğimden dolayı bunu sorun yapmak mantıksız gelmişti." Nefes nefeseydi. Kasları sanki bir anda balon gibi söndü. Önümde kendinden iğrenen sıska, güçsüz bir çocuk duruyordu adeta.

"Eee, sonra ne oldu? Neden onları da alıp gelmedin?" Athena sesindeki öfkeye hâkim olamıyordu. Endişesi bir yana, öfkesi hepimizi kasıp kavuracak cinsten kendisini belli ediyordu. Öfkesini sezebilmem için bağırmasına ihtiyacı yoktu. Athena'nın bakışları bile, sizin oracıkta nefesinizin kesilmesine neden olabilirdi.

"Konuşsana siktiğimin çocuğu!" Athena iyice zıvanadan çıkmıştı. Göz yaşları, gözlerinin kenarlarında birikmişti ve her an yanaklarından süzülebilirdi. Ares, "Onlara seslendim. Artık arabaya geri dönmemiz gerektiğini söyledim ama onlardan ses seda yoktu," dedi pişmanlıkla. Saçlarını çekiştirmeye başladığında kendini bırakmıştı. Deli gibi davranıyordu. Pişmanlığın verdiği etkiden miydi yoksa bu kadar aptalca davrandığı için kendine mi kızıyordu, anlayamamıştım.

"Her yerde onları aradım, yemin ederim." Sesi titriyordu. Başını yerden kaldırıp yanımda öfkeden deliye dönen Athena'ya baktı. Koyu mavi renkteki gözleri sulanmış, kızarmıştı. "Yemin ederim Athena," dedi fısıltıyla. Sesi çok güçsüz çıkıyordu ve buna engel olmak istese de başaramıyordu.

"Bir günümüz ya! Bir günümüz de olaysız olsa şaşıracağım!" Athena ne yapacağını bilemeyerek etrafta volta atmaya başladı. Ares'e odaklandığımda bakışlarının arka tarafıma kaydığını gördüm. Rabia'yı görmüş olma ihtimali vardı ki ani duygu değişiminden görebildiğim kadarıyla, kesinlikle onu görmüştü.

"Senin yüzünden! Sen, arabayı alıp kaçarak bizi sik gibi ortada bırakmamış olsaydın seni aramak için bu havada dışarı çıkıp hayatımızı tehlikeye atmayacaktık!" Burnundan soluyarak yanımdan geçtiğinde omzu, omzuma çarptı. Kasları o kadar kuvvetliydi ki sendeledim. Kolundan tutup onu durdurmak istesem de beceremedim. Çok hızlı davranmıştı.

Hakan, Ares'in peşinden gitti. "Yaptığın hatadan dolayı onu suçlayamazsın," dediğini duydum Hakan'ın. Sırtım o tarafa dönüktü. Gidip Athena'ya sarıldım çünkü buna ihtiyacı vardı. Bizde, en az onun kadar üzgündük. Kollarını bana doladı ve sımsıkı sarıldı. "Onları bulmamız lazım Anka. Bir başlarına dışarıda mahsur kaldılar," dedi mırıldanarak. Nefesi kulağıma çarpıp ısısını yayıyordu.

"Bulacağız, merak etme," diyebildim sadece çünkü başka ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Başlarına bir felaket daha tecelli etmeden hızlı davranmalıydık. Bizim karşılaştıklarımızdan daha fazlası olduğunu biliyordum. Bunu bilmek için bir dahi olmaya gerek yoktu.

Yeniden ihtimaller düştü aklıma. Bin bir türlü ihtimal kafamı kurcalıyordu. Hangisine odaklanacaktım? Hangisi beni doğru yola sürükleyecekti?

Bu kadar yükü nasıl sırtlayacaktık?

Yapabilirsin kızım. Ümidini kaybetme ve asla kendine inanmaktan vazgeçme. Sana karşı gelen zamanı durdur ve hedefine ulaş.

İkisinin de sağ salim dönmesini umarken, Athena başını omzuma yaslayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu süreçte içine atıp kaybolmasını beklediği onca duyguların açığa çıkmasıydı tüm bu hıçkırıklar. Kızıl saçları omzumdan düşüyordu. Bir elimi kaldırarak başını okşamaya başladım. Sakin kalmaya çalışıyordum.

İhtimaller, dedim içimden.

Tek dayanağımız olan ihtimaller.

Tohumlarını ekmiş, yeşermeyi bekleyen ihtimaller.

^^^

Bölümü nasıl yazdım, nasıl bitirdim ve nasıl yayınlıyorum... Bende bilmiyorum desem ajddhfjk

UMARIM BÖLÜM HOŞUNUZA GİTMİŞTİR!! Geç geldiği için üzgünüm ama yapacak bir şey yok, her şey kusursuz olsun istiyorum manyak gibi... Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin. Günlerdir gidişatı için kafa patlatıyordum. Emeklerimin karşılığını almak istiyorum :')

Bölümleri beğenmeyi unutmayın. Motive ediyor :)

Yazım yanlışları vs olabilir. İnanın, heyecana kapılırken yapmış olduğum hataların farkına varamıyorum her zaman. Anlayışınız için teşekkür ederim aşko kuşkolarım.

Fazla detaycı olmak yoruyor harbiden. Ama onu da halledeceğiz inşallah AJDBHJAD. Ha bu arada, bölümleri uzun yazma gibi bir takıntı oluştu bende of. 5.000 kelime bile acayyiiip kısa geliyor, siz düşünün :/

Ay yine ne çok konuştum. Hadi ben kaçar. Öpüldünüz!

Beni takip edin!

instagram: semina.akaydin

Loading...
0%