@monanaxg
|
KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP) 6.BÖLÜM: “ARAYIŞ” Selam bebişkolarım! Umarım gününüz güzel geçiyordur. Yeni bölüm ile karşınızdayım! Biraz geç oldu biliyorum... Motivasyonumu yükseltecek değeri göremediğimden hızlı hızlı yazmak gelmiyor içimden :( Kitap hakkındaki düşüncelerinizi çok merak ediyorum. Sevebildiniz mi? Yorumlarınızı benimle paylaşmayı unutmayın lütfen. Motivasyonumu arttırmak için çok etkili oluyor çünkü... O halde bölüme geçelim! Keyifli okumalar dilerim şimdiden! Bölüm Şarkısı: Hozier – Like Real People Do ^^^ Şömineden çıkan alevler, kalbimi ısıtmak için yetersiz kalıyorlardı. Alevlerin çevresinde dönüp duran kıvılcımlar, beni içine çekiyordu. Odak noktam ateşin kudreti olmuştu. Yanıp kül olmanızı sağlayacak kadar büyüktü kudreti. Küllerini etrafına saçarken o yeniden doğmak için adım atıyordu. Küllerinden doğan Anka kuşu. Küllerinden doğan katil. Gök gürültüsü kesilmişti fakat yağmur, damlalarını camlara vurmaktan vazgeçmemişti. Her ne kadar deli gibi ıslanıp hasta olacağımızı bilsem de Morpheus ve Efdal'ı aramaya çıkmak zorundaydık. Bir şeye zorunlu olmak, sizi o şeye itmek için fazlasıyla yeterli bir sebeptir. Yapmak isteyin veya istemeyin. Zorundasınız. Başka seçeneğiniz yok. Çareler tükenmez derler oysa. Doğru, çareler tükenmez eğer siz izin vermediğiniz sürece. Nereden başlamamız gerekiyordu peki? Nereleri arayacaktık? Tamam, elimizde iki tane araç bulunuyordu ama siz gideceğiniz yolu bilmeden, o yolculuğa nasıl ilk adımı atacaktınız? Bunun için ise, kendi yolunuzu kendiniz çizmek durumunda kalıyordunuz. Fırsatlar önümüze sunulmuşken biz, o fırsatları göz ardı edemezdik. Göz ardı edip imkanlarımızı rafa kaldırırsak, işte o zaman aptal bizler olurduk. Her şey için bir yol, bir seçenek vardır. Zaman zaman olmadığını düşünsek bile kendi yollarımızı kendimiz çizemez miydik? Çizebilirdik elbet. Athena'nın saçlarını okşadım bana sarıldığı süre boyunca. Onu ilk defa bu kadar hassas ve yıpranmış görmüştüm. Bazen insanın kendisini koy vermesi çok normaldi. Gerekliydi hatta. Her zaman güçlü durmaya çalışarak içinizde kopan fırtınaları kim sakinleştirecekti? Biz, kendimiz, başkalarından yardım almayarak kimseye ihtiyaç duymadan halletmeliydik. Ortaya da serebilirdik yangınlarımızı, başkasının hakkımızda ne düşüneceğini umursamadan. Veya tek başımıza kaldığımızda içimizdekileri dökerdik tüm çıplaklığı ile. Tercih bizimdi. Lakin, tercihlerimizi verirken arkasından pişmanlık duygusunu barındırmamalıydık. Olabilirdi. Biz de insanız sonuçta. Her şeyimiz dört dörtlük olamazdı ya. Athena kızarmış gözleri ve burnu ile bana bakıyordu. Ya benden bir atak bekliyordu ya da Morpheus'dan sonra güvenebileceğini umduğu tek kişi bendim. Onu boşa çıkarmak istemiyordum. Hayal kırıklığı ve pişmanlık ile oturup beklememesi gerekiyordu. Morpheus ve Efdal için bende çok endişelenmiştim. Yerimden kalktım ve kapıya yöneldim. "Kim benimle?" diye sorduğumda Athena ne yaptığımı çoktan anlamışçasına ayağa fırlamıştı. "Bunu sormuş olduğuna inanamıyorum," dedi gülümsemeye çalışarak. Her şey için geç olmadan hareket etmeliydik. Ares olduğu yerde uyuklarken yolumu değiştirdim, yanına gidip omzuna dokundum. "Ares, Morpheus ve Efdal'ın nerede olabileceğine dair bir fikrin yok mu gerçekten?" Sorum karşısında huzursuzca gözlerini araladı. "Nerede olduklarından emin değilim, fakat buraya yakın olduklarını biliyorum," dedi uzandığı yerden doğrulup ayağa kalkarken. Bana bakmadan önce başını çevirip çapraz koltukta uyuyan Rabia'ya baktı. "Onda bir şeyler var," dedi, gözlerini kocaman açmış Rabia'yı dikkatle inceliyordu. Ondan hoşlanmadığını biliyordum ki zaten hiçbirimiz ona bayılmıyorduk. "Hadi Anka! Gitmiyor muyuz?" Athena kapıyı açmış önünde dururken bana seslendi gelip gelmeyeceğimden emin olmak adına. "Geliyorum, bir saniye," dedim Ares'e bakmayı sürdürürken. Rabia'da bir şeyler olduğunu söylemişti fakat neye göre buna kanaat getirmişti, anlamamıştım. Her zaman olmasa da düşünceleri okuyabilen Athenaydı. Ona ne olmuştu da böyle bir imayı ortaya atıyordu? Elle tutulur bir yanı var mıydı acaba söylediğinin? "Bizde geliyoruz," dedi Afrodit, kendisi ve Hakan'ı işaret ederek. Tabii ki geliyorlardı. Herkes, bulunduğumuz noktaya hala dönmemiş olan Morpheus ve Efdal için seferber olmuştu. Hak ediyorlardı. Hak etmeselerdi bile, kimse dışarıda yalnız başına çaresizlik içerisinde beklememeliydi. Kimi kandırıyordum ki? Hak eden, hak ettiği kadarını görürdü. Umarım birbirlerine kenetlenmiş, düzgün bir yerde saklanıyorlardır, diye geçirdim içimden. Yalın ayak evi bulmaya kalkışsalardı eğer, onlar için fazlasıyla zorlayıcı olabilirdi. "Hadi ama Anka! Seni beklemekten götüm dondu burada," dedi Athena hayıflanarak. Ares bütün dikkatimi dağıtarak başka yöne çevirmişti. Afrodit ve Hakan'da Athena gibi kapı önünde beni bekliyorlardı. "Affedersin, geldim," dedim mahcup bir şekilde. Ares'e dönüp baktığımda bizimle gelmek gibi bir niyeti olmadığını gördüm. Sanırım o da fazlasıyla yorulmuştu, dinlenmeye ihtiyacı vardı hepimiz gibi. Kapıdan çıktığım an farkına varmıştım yağmurun dindiğini. Etraf zifiri karanlıktı ve yalnızca sokak lambalarından yansımakta olan ışıklar sayesinde etraf biraz da olsa aydınlığa kavuşuyordu. "Ne taraftan başlamalıyız?" diye sordu Afrodit. Bir fikrim yoktu ama dördümüz birden gidip aynı yöne bakamazdık. Athena, "Dağılalım," dediğinde düşüncemi okuduğunu anlamıştım ama bozuntuya vermedim. Bana baktığında kahverengi gözlerindeki kızarıklığın gitmediğini gördüm. Göz pınarlarında çapaklar birikmişti ama önemli değildi. Şu an, güzel görünmenin sırası değildi. Hoş, insan her an güzel görünecek diye bir kural da yoktu. "Hakan, sen Anka ile sağ tarafa doğru git. Bende Athena ile sol tarafa bakacağım." Afrodit söylediklerinin üzerine direkt olarak Athena'nın koluna girip dediğini yaparak sol tarafa doğru ilerlemeye başladı. Mecburen Athena'da onu takip ediyordu. Hakan ile baş başa kalmak istediğim zamanlardan birinde değildim ne yazık ki. Ancak, önemli olan nokta ben ve Hakan değildik. Morpheus ve Efdal'ı sağ salim bularak eve geri getirmekti. Hakan gergince ensesini kaşıdı. Saçları uzamaya başlamıştı bile. Her an nasıl oluyordu da bu kadar iyi görünebiliyordu? Ya da ben ona sırılsıklam âşık olduğum için her hali inanılmaz güzel gözüküyordu gözüme. Kimi kandırıyorsun Anka? Komik olma. Yine iç sesim benimle alay ediyordu. Asla bıkmıyordu. "Gidelim o halde," dedi Hakan, evin sağ tarafına yönelirken ellerini ceplerine sıkıştırdı. Üzerimiz tozla kaplıydı ve bunu, yetersiz kaldığını sandığım sokak lambalarının ışıkları sayesinde fark ettim. Komikti. Neredeyse ağlanacak halimize gülecektim. Alt tarafı birkaç gün geçmişti iki bölge arasında çıkan savaştan, fakat sanki yıllardır bu savaşı sürdürüyormuşuz gibi geliyordu. Sahi, savaş nereden çıkmıştı ki? Onu da mı Zeus ve Hades planlamıştı? Tabii ki onlardı. Henüz ikisini de tanımamış olsam da şimdiden onlara duyduğum nefretin gücünü sezebiliyordum. Bir yandan etrafa göz gezdiriyordum, diğer yandan da sessiz kalabilmek adına dudağımı ısırıyordum. Onunla konuşmak her zaman kolay olmuyordu çünkü. Hakan Mirza Dalkıran, çoğu zaman baş belası olabiliyordu. Tuhaftır ki, bunu kendisi de çok iyi biliyordu. Rezalet herif. "Bir Athena değilim, fakat benim hakkımda iyi şeyler düşünmediğini söyleyebilirim." Ciddi ciddi söylediklerini düşündüm. İç sesimi gerçekten duyabiliyor veya kafamın içindekilere ulaşabiliyordu. Bunun için bir tanrı ismine sahip olmasına gerek yoktu, o beni her zaman anlıyordu. Onda sevmediğim özelliklerden bir tanesi daha. Bakıyordum da liste uzayıp gidiyordu. Enteresan. "Artık senin hakkında hiçbir şey düşünmüyorum," dedim yürümeye devam ederken. "Morph!" diye bağırdı ağaçlık alanlara doğru. "Efdal!" Sesi fazlasıyla gürdü. Kulaklarımı kapatıp yüzümü buruşturdum. "Git, ötede bağır. Dibimde bağırdığın zaman seni benden başka kimse duyamaz ki bu gidişle, bende artık duymayacağım," diyerek mızmızlandım. Eskiden ona nazım geçiyordu ama Afrodit hayata döndüğünden beri Hakan çok değişmişti ve biz, hiç olmadığımız kadar birbirimizden çok uzaklaşmaya başladık. Şimdi yan yana yürümemiz yalnızca bir amaç uğrunaydı. "Efdal! Morpheus!" Dediğimi yapıp ağaçların bulunduğu tarafa doğru yürürken yeniden bağırdı. Tık yoktu. Her ikisinden de beklediğimiz tepki gelmiyordu. Onlar için iyice endişelenmeye başlamıştım ve biri için endişelenmek, benim adıma çok sık olan bir durum değildi. Yaşananlar fazlasıyla yıpratıyordu ve sanki her şey normal gidiyormuş gibi bir de böyle bir durum ile karşı karşıya kalmıştık. Ona katılarak "Morpheus! Efdal! Neredesiniz!" diye bağırmaya başladım. Sesim, onun kadar yoğun çıkmıyordu çünkü yorgunluktan sesim kısılmıştı. Ağaçlık alanlara doğru ilerleyip onları aramaya başladım ama hiçbir yerde görünmüyorlardı. Nereye kaybolmuştu bu ikisi? Hakan, "Anka," dediğinde çabucak ona döndüm. "Bir şey mi buldun?" "Maalesef. Yalnızca baş başa kalmışken seninle konuşmak istiyorum." Bak işte bunu beklemiyordum. "Bir sorun mu var?" diye sorduğumda sorduğum sorunun aptallığı karşısında kendimi tokatlamak istedim. Her şey sorundu. Nasıl başladığını bilmediğimiz savaştan bu yana bize yaşatılanların hepsi birer sorundu. Soruma cevap vermedi çünkü onun da benim gibi düşündüğünden emindim. "Nereden başlayacağımı bilmiyorum," dedi sadece. "Bir yerden başlamana gerek yok. Daha önemli bir işimiz var, hatırlatırım." Niyetim bu denli sert çıkışmak değildi, fakat dediğim doğruydu. Her ne söyleyecekse ilgilenmemeyi seçiyordum. Canımın daha fazla acımasına müsaade edemezdim ve bana söylediği tek bir cümleyi yeniden gün yüzüne çıkartamazdım. Hatırlamak ve ona bağlı kalmak istemiyordum. Madem birlikte olamıyorduk, o zaman sözlerinde bir anlamı yoktu. Aşk her zaman iyi gelmiyordu. Önünde sonunda, acısıyla bunu öğrenmiştim. Tatlı kısmı hiç var olmamıştı çünkü buna izin vermemişti. Onun kuklası değildim. Hiç kimsenin oyuncağı değildim, kimse benimle bir kuklaymışım gibi oynayamazdı. "Haklısın ama beni bir dinle." Dinlemeyecektim ki zaten o, daha nereden başlayacağını bile bilmezken ben ne diye onu dinlemek için efor mu sarf edecektim? Ona belki de defalarca söylemek, anlatmak istediğim o kadar şey varken o yanımda değildi ve beni hiçbir zaman dinlememişti. Şimdi neden ben onu dinleyecektim ki? "Efdal!" Anlaması için sırtımı ona doğru döndüm ve ileriye doğru yürümeye başladım. Uykusuzluktan her an bayılabilirdim. Gözlerim kapandıkça onları geri açabilmek için büyük bir çaba sarf ediyordum. Adeta kendimle savaşıyordum. Ne komik ama. Burada neden bulunup deli gibi bağırdığımızı anlaması gerekiyordu artık. Arkamdan gelen adım seslerini duydum, beni takip ediyordu. "Morpheus!" Avazım çıktığı kadar bağırmaya çalışıyordum ama istediğim gibi olmuyordu. Gerçekten çok bitkin düşmüştüm. Enerjimi geri kazanmanın bir yolunu bulmalıydım çünkü kafamda kurduğum onca senaryodan ötürü dinç kalmam gerekiyordu. Eğer ikisinden biri veya ikisi birden yaralılarsa onları iyileştirmem lazımdı. Bana bahşedilen güç bu kadar yüceyken kendimde işe yarayamaması çok kötüydü. Kalpte açılan yaraları da iyileştirmeyi dilerdim. İlk olarak kendimden başlamak isterdim, ancak benim yaram iyileşemeyecek kadar derinleşmişti. Harika. Her şey çok iyiye gidiyormuş gibi bir de sis çıkmıştı başımıza. İlerisi o kadar bulanıktı ki. Havanın karanlığının yanına bir de sis eklenmişti. Tanrı ve tanrıça isimlerinin bize bahşettiklerinden nefret etmeye başlıyordum. Sebebi netti. Kötüye kullanmayı seçen insanlarda vardı ki eminim, son olmayacaktı. "Anka." "Çocuklar!" Adımı söylemişti ama umursamadan devam ettim. Durdum ve elimi kaldırıp kendime siper ettim ki sisten bir nebze de olsa çevrede ne var ne yok görebileyim. Benim durmamla tam arkamda belirmesi bir oldu. Bir elini saçımın uçlarına dokundururken diğer elini de nazikçe sağ omzuma yerleştirdi. "Benden kaçmana dayanamıyorum." Şaka mı yapıyordu? Ondan kaçmaya başlayalı maksimum yirmi dakika olmuştu. İsteyerek yapmıyordum, mecbur bırakılmış hissetmiştim çünkü. Tam 17 yıl boyunca benden kaçıp duran kendisiydi ve şimdi ne cüretle bana bunu söyleyebiliyordu? Öne doğru bir adım atmak için yeltenirken bunu yapacağımı önceden sezmiş olmalıydı ki hemen omzumdaki eliyle beni durdurdu. "Kaçma," dediğinde neredeyse sesi yalvarırcasına çıkmıştı. "Diğerlerini bulmamız gerek-" "Biliyorum Anka. Lanet olsun, biliyorum!" Sesini yükseltmemişti ama alçakta değildi. Nazik olmaya ve sabırla beklemeye çalışıyordu, fakat bu onun için zorlayıcı oluyordu. Ne yapmaya çalıştığını kendisinin bile bilmediğinden adım kadar emindim. "Onlar için bende endişeliyim, inan bana. Athena ve Afrodit onları arıyorlar zaten şu an. Bırak da bu an, bize kalsın." Sesi ağlamaklı mı çıkmıştı yoksa ben uykusuzluktan kafayı mı yiyordum? Hakan, en son ne zaman ağlamıştı acaba, diye geçirdim içimden istemsizce. Arkamı dönüp onunla yüzleşmek istedim ama yapamazdım. Yelkenlerimi indiremezdim çünkü buna değmiyordu. O değil, bizim mecburen yaşadığımız kaderimiz yüzündendi. İnsan kaderini değiştirebilir miydi? Değiştirebilse bile, değişmesine değer miydi? "Sana söylediğim tek bir cümle yüzünden mi böyle yapıyorsun?" Bunu sormamasını umuyordum. Nasıl bir tepkide bulunacağımı bilemedim, bu nedenle sessiz kaldım. Derin bir nefes aldığında ensemde hissettim bıraktığı nefesini. Tüylerim ürperdi, gözlerimi kapattım. Saç uçlarımdaki eli yukarı doğru tırmanırken adeta saçlarımı okşuyordu. "Seninle birlikte olmayı ne kadar istediğimi bilemezsin." Ağzından çıkan bu cümle yüzünden sessiz kalmak istediğimden mi yapıyordu tüm bunları? Bazen sessizlik sizin çığlığınız olabiliyordu. Önemli olan çığlığınızı duyurmanızdan ziyade, anlamasını istediğiniz kişinin bunu fark etmesiydi ki Hakan'da bunu fark etmiş olacaktı. "Ekstra bir şey yapmıyorum Hakan. Bence sen kafanda kurmaya başlıyorsun." Gözlerimi araladığımda sis artık o kadar da boğucu gelmiyordu. Beni boğan tek şey, onun bu konuyu tekrardan gündeme getirmesiydi. Ben istediğimde konuyu kapatırken, onun isteyip de benim kaçındığım zaman tekrardan bu mevzuyu ortaya seriyordu. "Kafamda kurduğum tek şey seninle birlikte geçireceğimiz onca güzel zaman. Normal insanların yaptığı gibi seni öpebilmeyi ne çok isterdim, miniğim." Biz küçükken hep bana 'miniğim' derdi çünkü ondan üç yaş küçüktüm. Aramızda aman aman bir yaş farkı yoktu, fakat Hakan bana büyüklük taslamayı çok severdi. Geçmişten arınmam gerekiyordu, bana bir iyiliği dokunmuyordu çünkü. Arkam hala ona dönükken başımı iki yana salladım. Normal insanlar gibi derken bir nevi haklıydı, biz normal değildik. Daha doğrusu ben ve benim gibiler değildi, yoksa Hakan hala aynıydı. Bir gücü yoktu ve bu onu normal yapıyordu, değil mi? Yine de bu halde olmamız beni gerçekten öpmesi için bir engel teşkil etmiyordu. İsteseydi çoktan yapardı, eline birçok fırsat geçmişti ama hiçbirini düzgün kullanmamıştı. Ya da kullanmak istememişti. Arkama döndüğümde ellerini benden uzaklaştırmak zorunda kaldı. Koyu kahverengi gözlerine ışık yansımıyordu, ancak onun bana bakışı ilk defa bu kadar berraktı. Onu özlemiştim. Tahmin edebileceğimden bile çok. Yutkundum çünkü söyleyecek bir şey bulamadığımdan oyalanmaya çalışıyordum. Dudakları düzdü, gözlerinin aksine. Anlamlı bakıyorlardı fakat katmaya çalıştığı anlamın ne yeri ne de zamanıydı. Yanlış zamanın insanı olmaktan vazgeç artık Hakan Mirza Dalkıran. Dayanamıyorum. "Benimle, gelecekte tek bir güzel an bile yaşamayı gerçekten isteseydin eğer, en başından bana bu şekilde soğuk yaklaşmazdın." "Sana karşı soğuk değildim, mesafeliydim." "İkisi aynı kapıya çıkıyor Hakan." Bana karşı nasıl soğuk davranmadığını söyleyebilirdi? Söylediklerini geçtim artık, yaptıklarını da mı fark edemeyecek kadar kördü bu çocuk? "Bana tek bir söz söylemen senden uzaklaşmaya karar vermem için yeterli oldu," dedim sinirle. Sadece ona değil, hala bu mevzuyu uzattığım için kendime de sinirliydim. Şu an için gereksiz bir mevzu gibi görünüyor olsaydı da aslında çok önemli bir meseleydi. İkimiz içinde. "Sana kötü mü davranmamı istiyorsun?" diye sordu anlamsızca. Kafası karışmış görünüyordu çünkü bir aptal olduğu için söylediklerim bir kulağından giriyor, diğerinden çıkıyordu. Ne cevap vereceğimi kestirmeye çalıştığımda tekrar konuştu: "Artık sana karşı kötü mü yaklaşmalıyım Anka?" Benden ziyade, kendisiyle konuşuyormuş gibiydi. Beyni mi yıkanmıştı bunun? Ağzından çıkan saçmalıkları kulakları duysaydı eminim kendisi de şaşırırdı. Az önce beni öpmek istediğinden bahseden adam, şimdi eski haline geri dönmeye çalışıyordu. Bunu neden yapıyordu, bir türlü anlamıyordum. Bir bulmacaydı da benim mi çözmem gerekiyordu? Çözümü bende mi saklıydı? "Bana zaten iyi yaklaşmıyorken, neden gelip bu aptalca soruyu soruyorsun?" Gözlerini gözlerime kenetledi. Hemde öyle bir kenetlemişti uzun bir süre gözlerini kırpmadı bile. Gözlerinden geçen hisleri çözemedim çünkü hep yaptığı gibi bana karşı olan hislerini iyi saklıyordu. Eğer beni sevmiyor ise, bundan sonra bende kalbime kilit vuracak, anahtarını da en derinlere gömecektim. Beni sevmeyen birini bende sevmemeliydim. Bana değer vermeyen, beni önemsemeyen biri için ağlayan biri olmadım hiçbir zaman. Bunu kendime yediremiyordum. Karşımdaki her kim olursa olsun fark etmiyordu. İki artı iki dört. Basit denklem, üstüne düşünmeye ve tartışmaya gerek olmaz. "Sana hiçbir zaman kötü davranmadığımı sende biliyorsun." Bana kötü davranıyor ya da davranmıyor, asıl olay bu değildi. Bana kötü davranmasa bile, kalbimi defalarca kırmayı başarmıştı. Bunu bir türlü algılayamıyordu ve o, her umarsız davranışında beni daha çok sinirlendiriyordu. Mevzu derinleştikçe Hakan'ın gözleri de derinleşiyordu. İşleri olduğundan bir tık ileriye götürüp daha fazla ciddi bir hale bürünmesini sağlıyordu. Bayıldıktan sonra kafasını bir yere çarpıp akli dengesini yitirmişti herhalde. "Çocuklar! Efdal ve Morph! Neredesiniz, lütfen cevap verin!" Gözlerim gözlerindeyken yeniden bağırarak sesimi duyurmaya çalıştım. Ben bile kendi sesimi duyamıyorken, bir başkasının beni duyma ihtimali gülünç geliyordu. "Nasıl istersen öyle olsun Özçelik," dedi sert bir şekilde. Kaşları çatılmıştı ve bunun nedeninin yalnızca benim onu kale almamam olmadığını biliyordum. Başka bir şeye canı sıkılmıştı besbelli ki. Bu zamana kadar karşısına çıkan engelleri tek başına alt etmişti ve bundan sonra da öyle yapmalıydı o halde. Ben artık onunla yan yana yürümeyecektim. Açıklama yapmaya çalışırken bile beni her defasında cevapsız bırakmıştı. Gün geçtikçe hayatımızdaki zorluklar artıyordu. Bana vermek istediklerini yıllar sonra da önüme sürebilirdi çünkü hiçbir zaman bana zamanını bahşetmemişti. Bu nedenle, aciz biri gibi yıllarca bekleyerek bana cevaplar sunmasını beklemeyecektim çünkü sıkılmıştım. Benim de bir gururum vardı ve artık sabrım da son demlerindeydi. "Tehditlerden hoşlanmadığımı bildiğini sanıyordum." Yanından geçip giderken bile isteye omzuna çarpmaya çalışmıştım ama benden uzun olduğu için anca koluna değebilmiştim. Bu da yapmaya çalıştığımı anlaması için yeterliydi zaten. "Anlaşılan birbirimizi gerçekten de hiç tanımamışız." Söylediği cümle üzerine bir elimi yumruk yaptım. Sırtım ona dönüktü ve en son onun sırtı da bana dönüktü. Arkasını dönüp bana bakıyor muydu bilmiyordum, fakat birinin beni izliyor olma düşüncesi birden aklıma düştü. Ona vurmayacaktım elbette. Yalnızca, hıncımı tırnaklarımı elime geçirerek kendimden çıkararak almaya çalışıyordum. Derin bir nefes almak zorunda kaldım çünkü ağzından çıkan söz nefesimin kesilmesine neden olmuştu. Doğru olabilir miydi? Gerçekten birbirimizi hiç tanıyamamıştık bunca sene? Yumruk yapıp sıkmakta olduğum elim birden yanmaya başladı. Afallayarak elime baktım, görünürde bir şey yoktu. Lakin, elim resmen yanıyordu. Sanki bir ateşin üstünde elimi tutuyordum. Hissettiğim birebir buydu, yalnızca tek fark şuydu ki, elim asla yara almıyordu. Elimi serbest bıraktım ve arkama dönüp son kez Hakan'a bakma zahmetine girmeden geldiğimiz yöne doğru ilerlemeye başladım. Sisten dolayı göz gözü görmüyordu. Onları bu havada bulmak çok zordu. Bir ümit, Athena ve Afrodit'in onları bulmuş olmasını diledim. Gökyüzü griydi. Siyah ve beyazın karşımı. Arafta kalmış gibiydi. Ne karanlık ne aydınlık. Aynı benim durumum gibi. Arafta sıkışıp kalmıştım. Karanlığa çekiliyorken aydınlığa kavuşmak istiyordum. İki tarafta yüzüme gülmüyordu. Aydınlık bana yol gösterecekken bütün yollarımı kapatıyordu sanki. Berbat bir durumdu ama halledecektim. Arafta kalmaya devam etmeyecektim. "Afrodit?" diye sordum karşıya bakarak. İleride birini gördüğümü sanmıştım, fakat yanılıyor olmalıydım. Algılarım kapanıyordu adeta. Gözlerim kararmaya, başım dönmeye başlamıştı. Gerginliğin verdiği bir etki olsa gerekti. Ya da uykusuz ve yorgun olduğun içindir. Eve gidip uyumam gerekiyordu ama bu mümkün görünmüyordu. Yapılacak çok fazla iş vardı ancak sıkıntı şuydu ki, henüz bir tanesini bile başaramamıştık. Belki de en kolay olandı. Biz kolay olanı bile başaramamışken, karşımızdaki zorlukları nasıl alt etmeyi planlıyorduk? Arayışımız planladığım gibi gitmemişti çünkü Hakan, planlarımı alt üst etmişti. Hayatımı alt üst etmeye çalışmasının yanında bu yaptığının iğne ucu kadar değeri yoktu. Bugün, sadece Efdal ve Morpheus için bir arayışa girmemiştim. Kendimi de arıyordum. Arayış, içimde sakladıklarımı açığa vurmamın bir öncüsüydü. Yeni idrak etmiştim olsam da artık bilincindeydim. Tek bir arayış değildi bu. Benliğimin de arayışı içerisindeydim. Başarabilirdim. Başarılamayacak, yenilemeyecek tek bir engelin mümkünatı yoktu. Engel, benim lügatimde yer almıyordu. "Eve gidiyorum," dedim, beni duyup duymadığından emin olmayarak. "Sen git, ben biraz daha bakacağım." İyi edersin. Sabahtan beri boş boş konuşup canımı sıktın çünkü. Tabii ki sessiz söylemiştim ama sessizliğimin bir önemi yoktu, içimden ne söylediğimi gayet iyi biliyordu. Tek kelime etmemiş olsam da o, beni duymuştu. Eve doğru giderken önümü görmeye çalıştım bir müddet. Sokak lambalarının loş ışığı yeteri kadar etki etmiyordu. Yalnızca görüntüsü içimi ısıtıyordu, sebebini bilmediğim bir şekilde. Bahçe kapısının önüne varmayı başardığımda evin kapısının açık olduğunu gördüm. Kalbim, anlık olarak hızla çarptı. Sevinçten miydi yoksa endişeden mi, orasını birazdan öğrenecektim. Bahçeden adımımı atarken ayakkabılarım çamura batıp çıkıyordu. Yağmur dinmişti ama arkasında hala izlerini taşıyordu. Salondan sesler geliyordu. Tanıdık olmadığım bir ses, "Rabiacığım," dedi samimiyetten uzak bir tonda. İçeride ne haltlar dönüyordu kim bilir... Kapıdan adımımı atarken karnıma bir sancı girdi. Regl dönemim yaklaşıyordu ve ilk belirtisini şimdi gösteriyordu. Harika, bir bu eksikti. Salonda karşılaşmayı beklediğim iki insan vardı. Ne yazık ki, Morph ve Efdal yoktu, onlar yerine tanımadığım küpe takılmış kulaklarının biraz altında açık kahverengi, dalgalı saçları olan biri vardı. Geldiğimi anladığında bana doğru yaklaşarak samimiyetsizce gülümseyerek elini uzattı. "Merhaba. Ben, Hermes." Uzattığı eline boş gözlerle baktım. Bir ona, bir de önümde durup tokalaşmayı bekleyen eline bakıyordum. Parmaklarında yüzükler vardı ve hepsi gümüştü. Kendine has bir tarzı vardı anlaşılan. "Anka," dedim yalnızca. Elini tutup sıkmak içimden gelmemişti çünkü bana vermiş olduğu enerjiden hiç hoşlanmamıştım. Karın sancımdan kaynaklı da olabilirdi negatiflik. Malum, regl zamanı karnınız deli gibi ağrımaya başladığında hiç kimse size tatlı görünmüyordu. Gri gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı ama o kadar halsizdim ki, söylemeye çalıştıklarıyla ilgilenecek ne gücüm ne de arzum vardı. "Demek Anka sensin," dedi gözlerimin içine hayranlıkla bakarak. Bu Hermes denen herifte nereden çıkmıştı şimdi? "Ares senden çokça söz etmişti. Güzelliğinden bahsederken az bile söylemiş." Bana ettiği iltifattan ziyade, Ares ile bir tanışıklığı olması beni şaşırtmıştı. "Ares ile nereden tanışıyorsunuz?" Bakışlarımı Hermes'den kaçırıp arkadaki koltukta huzursuzca oturan Ares'e yönlendirdim. Zaten yeterince cevapsız sorular mevcutken, her gün, her dakika bir başka soru beliriyordu kafamda. En sevmediğim şeylerden bir tanesiydi: Cevapsız sorular. Özellikle bir cevabı var iken, cevabının bana verilmediği o can sıkıcı sorular. Ares oturduğu yerden ayağa kalktı ve Hermes'in yanına gelip durdu. Hemen hemen aynı boydalardı ama Ares birkaç santim daha uzun duruyordu. Herhalde 1.90'dan uzundur. "Hermes ile çocukluktan beri tanışıyoruz. Eskisi kadar sık görüşemiyorduk çünkü yaşayıp yaşamadığına dair bir bilgim yoktu, şu ana kadar." Ares, Hermes'e doğru kaşlarını çatarak baktığında saniyesinde bakışlarını düzeltti. Gizlemeye çalışmıştı, fakat başarılı olamamıştı. Bakışlarını yakalamayı başarmıştım ve işin doğrusu, hiç iyi bakmıyordu az önce bahsi geçen çocukluk arkadaşına. Ares'in bu denli gergin gözükmesi de gözümden kaçmamıştı. Yanılmıyorsam, Hermes'den pek de hoşlanmıyordu. Mazilerini bilmiyordum ama sanırım, Hermes, Ares'i kışkırtacak bir şeyler yapmıştı. Rabia ayaklanıp yanımıza geldi. Yeniden düşündüğümde Hermes'in Rabia'yı da tanıdığını fark ettim. Ben girmeden önce onunla konuşuyor olmalıydı. "Evde bir silah mahzeni bulduk," dedi Rabia heyecanla. Daha sonra boğazını temizleyerek "Buldum," diye düzeltti. Heyecanını anlayabiliyordum çünkü dışarıda nelerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk ve kendimizi koruyabilmemiz için silahlara ihtiyacımız vardı. Rabia'nın güzel haberi üzerine, evin içerisine doğru düzgün bakmamış olduğumu anladım. Demek ki Ertuğrul Bolat, sıkı bir adamdı ve koskoca evinde kendisine ait bir silah mahzeni inşa ettirmişti. Akıllıcaydı. Yalnız, mahzenin olduğu odanın kapısının açık olması da ilginçti. Mantıken, kilitli kalması gerekmiyor muydu? "Bu harika bir haber ama bununla daha sonra ilgileneceğim. Önce bir lavaboya gitmem lazım," derken ellerimi karnıma götürdüm. Sancı gittikçe şiddetini arttırıyordu ve her karnıma giren her sancıda yüzümü buruşturuyordum. Acaba gücümle karın ağrımı giderebilir miydim? Eğer yapabiliyorsam mükemmel olurdu! Marketten aldığımız eşyaların olduğu sepetlere doğru ilerledim ve almayı akıl ettiğim pedi aradım. Şanslıydım, hemen görebilmiştim pedi. Bir tanesini yanıma alarak alt kattaki lavaboyu aradım ve şaşılacak bir şekilde, bulmam zor olmamıştı. Seri hareketlerle kapıyı ardımdan kapatıp kilitledim. Lavaboya oturmadan önce, tuvalet kağıdından bir tutam kopartıp ıslattım ve klozetin üstünü sildim. Bu konuda huysuzdum ki bence herkes öyle olmalıydı. Olup olmadığımı kontrol ettiğim sırada olmuş olduğumu fark ettim. Pedi hemen yerine taktım ve sifonu çektim. Ellerimi yıkarken salondan yükselen sesleri duydum. Biri yardım edin diye bağırıyordu. Aynadaki yansımama dikkat kesildim çünkü yüzüm çok solgun görünüyordu. Gözlerim kızarmış, gözaltlarımda morluklar oluşmaya başlamıştı. Yüzüme soğuk suyu çarptıktan sonra hızla lavabodan çıktım ve salona koşar adımlarla ilerledim. Dikkatsizlikten kapıyı kapatmayı unutmuştum ama iyi ki kapatmamışım dedim içimden. Athena nefes nefese kalmıştı. Bir eli göğsünde, düzensiz nefesleri arasından "Afrodit'in başı dertte," diyebildi. Gözlerimi kırpıştırdım. Ares direkt evden fırlayıp bahçe kapısının önünde her an bayılacak gibi duran Athena'nın yanına koştu. Athena, buraya kadar yardım için koşuşturduysa eğer, gerçekten Afrodit büyük bir belanın içine sürüklenmiş olmalıydı. Hakan koşarak Ares'in arkasına gelip durduğunda "Afrodit nerede?" diye sordu. Sorudan ziyade, tepkisini bağırarak göstermişti. Söz konusu ablası olunca akan sular duruyordu onun için. Eve doğru yaklaşırken, Athena'nın haykırışını o da duymuştu demek ki. Karın ağrımı bir kenara atarak evden dışarı fırladım. Hermes ve Rabia aklıma gelince arkamı dönüp onlara baktım ve "Morpheus ve Efdal'ın dönme ihtimaline karşı siz evde bekleyin," dedim. Hermes ile yeni tanışmıştık. Rabia ile onu tek başına evde bırakmak doğru görünmüyordu, fakat kavradığım kadarıyla ikisi önceden tanışıyorlardı. Rabia için bir sorun teşkil etmeyeceğini düşünürken haklı çıkmıştım. Rabia sessizce, ürkek bakışlarıyla itiraz etmeden kafasını salladı. "Çocukları arayalım derken ormanlık alana girdik. Hareket eden ağaçlar, Afrodit'i yakaladı." Athena, Afrodit'e ne olduğunu açıklarken işaret parmağıyla bahsettiği hareket eden ağaçların olduğu tarafı gösterdi. Hakan önden koşarak Athena'nın gösterdiği alana hiç tereddüt etmeden girdi. Ares arkasından onu takip etmeden önce, nefeslerini düzene sokma çabası içindeki Athena'ya dönüp, "Aferin size. Bu zifiri karanlıkta ormanlık alana mı girdiniz gerçekten? Hele ki havaya sis hakimken," dedi kinayeli ses tonuyla. Gökyüzüne baktım. Bulutlar bir bütün haline gelmiş, üzerimize gölge yaratıyordu. Her yer çok sessizdi ve üstelik, gökyüzünün çok boğucu bir havası vardı. Çoğu insana göre boğucuyken, bana ilaç gibi geliyordu böyle havalar. "Anka sen gelme," dedi Ares emir verircesine. Kaşlarım havalandı, anlamsızca koyulaşan mavi gözlerine baktım. Sokak lambasından çarpan loş, sarı ışık yüzünün yarısını aydınlatıyordu. Onu ilk defa böyle endişeli görüyordum. Afrodit'den dolayı mıydı, yoksa benden dolayı mı? İki türlü de manasız geliyordu. Endişelenmesi normaldi evet, fakat korkuyordu da aynı zamanda. Korkacak bir şey yoktu ortada. Her zaman başardığımız gibi yine zaferimizi kazanacak, tek parça halinde eve geri dönecektik. "Afrodit'i yalnız bırakamam. Daha neyi bekliyoruz? Hakan, onu tek başına kurtaramaz Ares, yürü!" Athena bizden önce davranarak, geldiği yere yeniden dönmeyi göze alarak ağaçların arasından geçti. Önümü doğru düzgün göremiyordum. Ares, Athena'nın adımlarını takip ederek peşinden ilerledi ve dönüp elini uzatarak beni de yanına almayı ihmal etmedi. Bizi, kocaman ve büyünün himayesi altındaki zehirli yılanlara resmen teslim eden Ares, şimdi pişmanlık duygusuyla tekrar bize yardım etmeye çalışıyordu. Hatta, hatasını telafi etmek için fazla istekli görünüyordu. Er ya da geç, yaptığı hatanın farkına varmış olması güzeldi ama ona bu konuda hala kızgın ve kırgın hissediyordum. Ne yapayım, elimde değildi. Yürüdüğümüz yoldaki hiçbir ağaç hareket etmiyordu. Athena'nın söz ettiği hareketli ağaç neredeydi? Fazla uzakta olmayacaktı ki Afrodit'in çığlıklarını işittim. Çaresizce çırpınışı ve haykırışını hissedebilmiştim. Afrodit ne zaman acı içinde kıvranacak olsa, bende aynı şekilde hissetmeye başlıyordum çünkü küçüklükten kalma bağımız vardı. Ares çalılıkların arasında zorlanmadan yürürken ben, sisten dolayı odaklanamıyordum. Bir an önce ortadan kalkması gerekiyordu. Acaba Zeus, bizi bir yerlerden izlerken keyif kahkahasını atıyor mudur? Zeus ile karşılaştığımda onu, doğduğuna pişman edecek, sürüm sürüm süründürecektim. Yağmur yağdığı için toprak cıvık cıvık olmuş, çamura dönmüştü. Ayaklarımla çamura bata çıka Ares'i takip ediyordum. Üzerimdeki halsizlik, iyice bana yapışıyordu. Gözlerim kapanmak için ısrar ediyordu, fakat ben olabildiğince gözlerimi açık tutmaya çalışıyordum. Güzel bir duş almayı çok özlemiştim. Özellikle şimdi çamurla kaplanınca özlemim gittikçe artıyordu. Athena ve Hakan'ın sesleri yakından geliyordu. Yaklaşmıştık, biliyordum. Ares, halsizliğimi görünce yanıma gelip kolunu koluma doladı. "Sana gelme demiştim. Ne kadar inatçısın Anka," dedi huysuzca. Dudaklarımı yaladım, kupkuru olmuşlardı. Sisin fazla bulunmadığı bölgedelerdi. Sis, küçük gri bulutlar halindeydi. Parça parça ağaçların aralarında beliriyordu. Vücudum komple gerilmeye başladı, fakat duygusal açıdan değildi. Fiziksel açıdan bacaklarımdan tut, boynuma kadar bedenim kasılmaya başlıyordu. Reglnin verdiği halsizlikte cabasıydı tabii. "Ayakta bile duramıyorken hala yürümek için ısrar ediyorsun." Derin bir nefes aldım. "Beni bırak. Gidip onlara yardım et," dedim kolumu Ares'inkinden ayırırken. Çenemle karşıyı gösterdim. Hakan, Afrodit'in beline dolanmış ağacın dalını iki eliyle birden tutmaya çalışıyordu. O da biliyordu ki, bulunduğu girişim bir işe yaramayacaktı. Öyle kolay değildi ağacı dalından söküp koparmak. Boyumdan uzun dal, Afrodit ile alay edercesine onu, oradan oraya sallıyordu. İzlerken bile midem bulanmışken, Afrodit'i düşünemiyordum. Aslına bakılırsa, hiçbir şey düşünecek halde değildim. Kendimi bile düşmemiştim ki bu halimle, buraya kadar gelmiştim. Yardım etmek, Afrodit'i kurtarmak istiyordum ancak o gücü kendimde bulamıyordum. Halsiz olmam çok normaldi. Neredeyse günlerdir doğru düzgün uyku çekmemiştim. Cinayetten gecesinden beri ayaktaydım ve bitik bir haldeydim. Her yer çamur olduğu için kıçımın üstüne oturacak bir yerde yoktu. En mantıklı hareketi yaparak, sağ tarafımdaki ağacın gövdesine elimi koyup soluklanmaya başladım. Ben fark etmeden, bacaklarım titremeye başlamıştı bile. Kimseye bir yardımım dokunamıyorken buraya gelip onlara ekstradan yük olduğum için kendime kızdım. Şu dakikadan sonra, yapabileceğim bir şey yoktu. Fiziksel olarak yardımcı olamasam da burada olduğumu bilmelerini istiyordum. Onları hiçbir koşulda yüz üstü bırakmak gibi bir niyetim hiç var olmamıştı. "Ares! Ne olur yardım et! Ablamı bir kez daha kaybedemem." Hakan'ın ağzından çıkan sözleri yüreğimi burktu. Bana söylediği hiçbir söz, ablası için söylediği kadar yaralamamıştı beni. Bizim meselemiz başkaydı; ablası ile olan bağının yakınından bile geçemezdi. Birbirlerine bu kadar sıkı sıkıya bağlanmaları her zaman beni çok duygulandırmıştır. Afrodit çığlık çığlığa bağırıp ormanın içini doldururken gözlerim kapanmaya başlıyordu. Diren Anka, başarabilirsin. Eve gitmeyi bekle, sonra güzel bir uyku çekip dinlenirsin. Şu anda olmaz. Uyuyamazsın. Bilinçaltıma gevelediğim sözlerim dudaklarımdan fısıltılarla dökülüyordu. Ağaçtan elimi çekip sırtımı dayadım. Ellerimi bacaklarıma koyup öne doğru eğilerek gözlerimi kapattım. Bile isteye kapatmıştım çünkü derin nefesler alarak içimden 10'a kadar sayacaktım. Toparla kendini. İçindeki cevheri keşfet ve pes etme. Asla. Pes. Etme. Reglnin verdiği mide bulantısı ve bel ağrısı da eklenince işler iyice sarpa sarıyordu. Başımı kaldırdım ve ellerimi belime yerleştirdim bu sefer. Kafamı çevirip diğerlerinin ağacın dallarıyla cebelleştiği kısma baktım. Afrodit hala dönüp durmaya devam ediyordu. Az kalsın başka bir dal Athena'yı bileğinden yakalayacaktı ama o, son anda kurtulmayı başardı. Yer mi sallanıyordu yoksa benim başım iyice dönmeye mi başlamıştı? "Ağacı sinirlendirdik! Kökleriyle yeri sallamaya çalışıyor." Konuşan Athena idi ve anlamıştım ki bende bir sıkıntı yoktu. Sıkıntı daha büyüktü çünkü ağaç köklerini yüzeye çıkartırsa bu işten kurtulma ihtimalimiz en aza indirgeniyordu. Ares, kafam kadar bir taşı aldı ve Afrodit'e gelmemesine özen göstererek ağacın gövdesine doğru fırlattı. Ağaca zarar veriyor olması hoşuma gitmiyordu, fakat başka seçenekte yok gibi görünüyordu. Taş, ağacın gövdesine çarpıp yere düşerken ağırlığı altında ezilen ufak dallar geriye çekilmeye başladılar. Başka bir dal, Hakan'ın sırtına çarptı ve onu yere serdi. Komple çamura batmıştı. Afrodit kendisini unutarak kardeşine bağırmaya başladı. Her taraftan sesler yükseliyordu ve ayaklarımın altındaki zemin asla durmuyordu. Gittikçe daha fazla hareketleniyor, yeri iyice sarsıyordu. Her şey için geç olmadan kaçmamız gerekiyordu. Sırtımı ağaçtan çektim ve ellerimle yüzüme vurmaya başladım. Kendime gelmem, enerjimi toplamam gerekiyordu. Gözlerim açıldı ve artık her şeyi daha net görüyordum. Maalesef, görmemeyi dilerdim. Upuzun dallar göğe kadar yükselip yeniden aşağıya inişini sağlarken çamura çarpıp geri çıkıyordu. Her çarpışında, çamur etrafa sıçrıyordu. Diğer ağaçların gövdelerine lekelerini bırakırken, dallar yeniden aynı işi yapıyordu. Kalk ve in. Çamura bat ve çık. Artık ağaç kontrolünü kaybediyordu. Dallarına bulaşmış çamurlar ona ağırlık yapıyordu. Bizi kurtarmaya yetecek kadar bir ağırlık söz konusu bile değildi, ancak böylesi de iş görürdü. Onca ağacın içinde yalnızca en uzun ve en görkemli olanı hareketini sağlıyordu. Neyse ki, diğer ağaçlar normaldi. Yoksa buradan çıkışımız mümkün olmayacaktı. Yapraklar havadan yere doğru süzülürken, bulunduğumuz ortam gereğinden fazla karmaşık olmaya başladı. İhtiyacımız olan zıttıydı, bu değildi. Dallar her havalandığında uçlarındaki yapraklar zemine düşüp çamurun içerisinde gözden kayboluyordu. Artık yağmur yağmadığı için kendimizi bir nebze de olsa şanslı hissediyordum. Daha kötüsü olabilirdi. Afrodit, dalın arasından havalanarak aşağıya, tam ayaklarımın dibine sert bir iniş yaptı. Yerde yüz üstü yatıyordu, çamurla kaplanmıştı. Şaşkınlıktan bir an ne yapmam gerektiğini bilememiştim. Athena, gücünün sınırlarını zorlayarak çamura batıp çıkarak Afrodit'in yanına geldi. Başımı iki yana sallayıp yere eğildim. Athena'nın yardımıyla Afrodit'i kollarından tutup kalkmasını sağladık. Yüzü çamur içinde kalmış, sarı saçlarının uçları kirden rengini değiştirmişti. Serbest kalmanın rahatlamasıyla, "Siktiğimin evine gidip siktiğimin duşunu almak istiyorum," dedi. Onu yürütmeye çalışırken yalpalanıyordu devamlı olarak. Anlaşılabilirdi çünkü deminden beri tepede oradan oraya şuursuzca sallanıp duruyordu. Dallar hareketini kesmişti. Tekrardan icraata geçmeden bu yerden çıkmalıydık. Arkamı dönmeye çalıştım, fakat Afrodit o kadar dengesiz yürüyordu ki, arkamı dönseydim tümden dengeyi kaybedip bu sefer üçümüz birden çamura batacaktık. Resmen şu an kendimden tiksiniyordum. Birkaç gün öncesine kadar her şey çok güzeldi. Güzeli de geçtim, sakindi. Evet, hayatım sakin ilerliyordu. Aksiyon içerisinde koşuşturup durmuyor, şimdiye kadar varlığından haberdar olmadığım bir sürü saçma sapan varlıklarla uğraşmıyordum. Nasıl olmuştu da bunca zaman gerçekleri görememiştim? Mümkün olamazdı ki. Eğer karşılaştığımız tüm bu şeyler hayatım normalken de var olsalardı, onların çoktan farkına varmaz mıydım? Doğrusu, bir gücüm olduğundan bile yeni haberim olmuştu. Demek ki her şey göründüğü gibi değildi. Veya tam anlamıyla göründüğü gibiydi ama saklanıyor, görünümünü henüz gözler önüne sermiyordu. Delirecektim gerçekten. Kafayı sıyırmama az kalmıştı. Ne için dışarı çıkmıştık da neyi bulmuştuk... Asıl niyetimiz, Morpheus ve Efdal'ı bulabilmek adına arayışa çıkmamızdı. Gel gör ki ikisini bulmak dışında her şey gelmişti başımıza. Yeniden düşünmüştüm de acaba onlarda hareket eden ağaç tarafından rahatsız edilmiş miydi? Öyle olsaydı seslerini duyardık diye umuyordum. Tanrı aşkına, neredeydi bunlar? Artık onların yolu bulamayıp kaybolmuş olması işleri ciddiye bindiriyordu. En başından beri öyleydi, ancak o kadar saatin sonunda geleceklerini ümit etmiştik. Ne yazık ki hala görünürlerde yoktular. Arka taraftan yükselen çıtırdamalar ve boğucu sesler kulaklarımı delip geçecek şekilde şiddetliydi. Ayaklarımı daha hızlı hareket ettirmek için zorladım. Çamura rağmen, adımlarımı olabildiğince geniş ve hızlı atmaya çalışıyordum. "Ares, dayan!" Ares mi? Hakan'ın Ares'e seslenişinden arkada bir şeyler döndüğünü kavramam uzun sürmedi. Halsizliğimi göz önünde bulundurursak, hala işlevimi kaybetmemiştim. Her tarafa hâkim olmaya çalışıyordum. Ağzından içeriye girmeye çalışan çamuru yere tükürüp pislikten arınmak isteyen Afrodit'i yürütmeye çalışırken başımı, omzumun üstünden geriye bakmak için döndürdüm. Az önce Afrodit'e saldıran ağaç yeniden işlevini kazanmıştı ve bu defa Ares'e saldırıyordu. Yukarıdan aşağıya inen dal, çaresizce çırpınan Ares'in sağ ayak bileğine dolanmıştı. Onu yere yatırıp yakınına çekmeye çalışıyordu, fakat Ares diğer ayağıyla bileğine dolanan dala tekmeler savuruyordu. Ağacın canını acıtmak ve bir şekilde başarılı olup ondan kurtulmayı amaçlıyordu. Ormanlık alandan çıkmayı başardığımızda derin bir oh çektim. Başım çatlıyordu ve karnımda ona eşlik ediyordu. Dinlenmeye ihtiyacım, ihtiyacımız vardı ama her şey böyle tepe taklak olmuşken dinlenmek bizim için yalnızca bir mucizeydi. Neyse ki mucizelere inanır, mucize gerçekleşmesi için kollarımı açıp beklerdim. "Sen Afrodit'i eve götür. Ben gidip Ares ve Hakan'a bakacağım." Athena, itiraz etmemi beklemeden çalılıkların arasına daldı. Fazla mı cesurdu, yoksa aptal mı? Bundan sonra benim için Athena'nın tanımı, cesur aptaldı. Bu kız gerçekten korkusuzdu ve onun bu yönünü çok seviyordum. Kollarımı silkeleyip kendimi toparladıktan sonra Afrodit'in koluna girdim ve eve yürümemiz için ilk adımı attım. Onu kaplayan çamur bana da geçmişti. Her adımımızda zemin, ayakkabılarımızdan oluşan çamur lekeleriyle doluyordu. Diğerleri geri dönmeyi başardığında bıraktığımız izleri takip ederek kolayca eve ulaşabilirlerdi. Hansel ve Gratel gibi. Ekmek parçalarını gittikleri yola bırakarak eve dönüşlerini sağlamak istemişlerdi, aynı şu an bizim yaptığımız gibi. Masalda onların başına geldiği şekilde, umuyordum ki kimse bizim ayak izlerimizin üzerini örtmesin. Evin bahçe kapası görüş alanıma girdiğinde rahatlamıştım çünkü daha fazla ilerleyecek gücü bedenimde bulamıyordum. Acaba Rabia ve adını yeni öğrendiğim Hermes, bize yardım eder miydi? Morpheus ve Efdal dönmüşler miydi? Onları bu denli özleyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Birlikte çok zaman geçirmemiş olsak da onlara bağlanmıştım. Bir zararları yoktu ve diliyordum ki, hep öyle kalırlardı. Hermes, bahçeye çıkmış bir ileri bir geri yürüyüp duruyordu. Ellerini arkada bağlamıştı ve yürürken yere bakıyordu. Bizi mi bekliyordu? Kapının önüne geldiğimizde başını kaldırdı ve gri gözleri önce bana, sonra Afrodit'e yöneldi. Kaşları havalandı, ellerini arkasından çekti ve bahçenin kapısını bize açarak içeri girmemize yardımcı oldu. "Bu haliniz ne böyle?" Yüzünü buruşturarak Afrodit'i baştan aşağı süzdü. Afrodit'in, onun kim olduğunu soracak takati bile yoktu, o yüzden yanımızdan ayrılarak aralık olan evin kapısından içeri girdi. "Eve iki tane çocuk geldi mi hiç?" diye sordum, boş gözlerle evin kapısına bakan Hermes'e. Güzel bir cevap vermesini istiyordum, fakat söylediği tek şey, "Hayır," oldu. Omuzlarım çöktü, moralim yerle bir oldu. Zaten iyi de değildi ama insan yine güzel bir haber duymak istiyordu. Resmen, mutluluk verici herhangi bir habere muhtaç kalmıştım. İnanılmaz. Peki diğer üçlü ne haldeydi? Kurtulabilmişler miydi? Endişelendiğim o kadar çok kişi vardı ki, hepsi üst üste birikmiş, omuzlarımda ağırlık yapıyorlardı. Tam kapıdan içeriye geçecekken Hermes'in gözleri şaşkınlıkla irileşti. Arka tarafa doğru bakıyordu. "Geldik!" Athena neşeli sesiyle bağırdı. Geldikleri yöne döndüm. Üçünün de bitik olduğu anlaşılıyordu, fakat bir o kadarda zafer kazanmış gülüşleri dudaklarında belirmişti. Bizi her defasında alt etmeye çalışan zorluklar, bugün de galip gelmemişti. Nasıl oluyordu da hep ayakta kalmayı başarabiliyorduk? Yoksa bu da oyunun bir parçası falan mıydı? Öyle olsaydı bile zafer çanları yeniden bizim için çalmıştı. "Hermes?" Hakan şaşkınlıkla hayran bakışlarıyla Athena'yı süzen Hermes'e baktı. Hakan'da mı Hermes'i tanıyordu? Peki ya Hermes? Athena'ya öyle bir bakıyordu ki... Ya onu tanıyordu ya da çamura bulanmış haliyle bile güzel görünen Athena, onu büyülemişti. Ayakta daha fazla beklemek istemiyordum çünkü bacaklarım resmen bana oturmam için yalvarıyordu. Üçü de bahçeye geçip Hermes ile karşı karşıya geldiklerinde ilk konuşan Hermes oldu ve doğrudan Athena ile konuşuyordu. "Merhaba," dedi. Sesi cılız çıkmıştı. Boğazını temizledi ve ona anlamsızca bakan Athena'ya elini uzattı. Tokalaşmaya ne kadar meraklı biriydi. "Merhaba ve görüşürüz," dedi Athena, ona uzatılan samimi eli geri çevirerek yanımdan geçip içeri girdi. Hermes arkasında bakakalmıştı. Ağzı açıldığında az kalsın salyasının akacağını düşünüyordum. Haksız olduğunu söyleyemezdim, sonuçta Athena uzun kızıl saçları ve anlamlı bakan kahverengi gözleriyle insanı hemen esiri altına alabilirdi. Hakan kuşkuyla Hermes'i baştan aşağı süzdü. O da aynı Ares gibi kendisinden pek hoşlanmıyordu anlaşılan. Ne olmuştu, Hermes ikisine de kazık mı atmıştı zamanında? "Seni görmek ne kadar güzel Hakan Dalkıran." Az önce Athena tarafından terslenmemiş gibi yeniden keyiflenerek eski tanıdığına baktı. Senin de eski tanıdığın, minik. İç sesimizi kapatma butonu falan yok muydu ya? Acilen icat edilmesi gereken konular vardı. O an anladım ki, Hermes Hakan'ın ikinci adını bilmiyordu veya Hakan ikinci adından bu denli nefret ettiği için kullanmamayı seçmişti. Neden nefret ettiğine dair bir fikrim yoktu. Sağı solu belli olmuyordu zaten Hakan'ın. Neyi gerçekten sevip sevmediğini anlayamıyordunuz. En sonunda bedenimi dinleyerek dikildiğim yerden hareketlendim ve salona giriş yaptım. Afrodit, duştan çıkmıştı ve yeni giysiler giyerek başına bağladığı havluyla kendini uzun koltuğa bırakmıştı. Onun yerinde olmak için nelerimi verirdim şimdi... Aklanıp paklanmak istiyordum üzerimdeki kirden. Alt kattaki duşta Athena'nın olduğunu varsayarak üst kata çıktım. Ne de olsa kocaman bir evdi ve bir sürü odaya, banyoya sahipti. Ertuğrul Bolat'a olanlardan sonra hala burada kalıyor olmamız bana mutluluk vermese de gidecek başka bir yerimiz yoktu. Bu suçluluk duygusundan kurtulmam, arınmam gerekiyordu. Koridorun sonundaki odaya girdiğimde çamurlu ayakkabılarımı ayaklarımdan çıkartıp duvar kenarına bıraktım. Buraya gelene kadar bastığım her noktada kurumuş çamur izlerini bırakmıştım. Şu anda, derdine düşeceğim tek şey bu bile değildi. Parmaklarım ağrıyordu. Karşımda duran giysi dolabına gidip içinden siyah bir taytla aynı renkte olan sweatshirtü çıkartıp dağınık yatağın üzerine fırlattım. Odada bulunan lavaboya geçerek havluları dolaptan çıkarttım ve klozetin üstünü sildikten sonra üzerine bıraktım. Üstümdeki pasaklı kıyafetlerimi çıkartıp, duşa kabini açtım ve içine girdim. Kapıyı kapatırken resmen ellerim zangır zangır titriyordu. Çoğu zaman, yorulduğumda böyle titrerdim. Ilık suyu ayarladıktan sonra saçlarımdan aşağıya doğru akmasına izin verdim. Kendimi suya teslim ettim, bütün kirden arındım. Ara ara gözlerimi açıp ayaklarımın dibindeki çamur parçalarına bakıyordum. Hepsinden kurtulmak muazzam bir histi. Günler sonra ilk kez beni bu denli rahatlatan bir duş almıştım. Suyu kapatır kapatmaz duşa kabinden çıktım ve havluyla çabucak kurulanıp iç çamaşırımı giydim. Belki iğrenç gelecek ama aynı iç çamaşırını geçirdim çünkü başka birininkini kullanma düşüncesi midemi bulandırıyordu. Odaya geçtiğimde bıraktığım kıyafetleri üzerime geçirdim ve son kez havluyla saçımı kuruttuktan sonra kendimi yatağa attım. Loş ışığıyla ortamı yumuşatan abajurları kapattım. Işık açık uyumaktan nefret ederdim. Uzanır uzanmaz büyük bir rahatlama kapladı tüm bedenimi. Kendimi o kadar iyi ve huzurlu hissediyordum ki... Keşke hep böyle kalsaydım. Gözlerim kapanmaya başladığında bu defa müsaade ettim. _____ "Anka, uyan." Bir ses bana sesleniyor ve uyanmam için kolumu dürtüp duruyordu. Huzur beni terk etmişti, rahatsızca yerimde kıpırdandım. Uyanmak istemiyordum. Sonsuza kadar uyumak istiyordum. Bu bir istek değildi, ihtiyaçtı. Bedenim bana direniyordu, fakat kolum bir yerden sonra sızlamaya başlamışken uyumaya devam edemezdim. Kaşlarımı çatarak gözlerimi araladım yavaşça. Sahi, ne kadar süredir uyuyordum? Beş dakika gibi gelmişti çünkü bana. "Ne var?" Beni, güzel uykumdan uyandıran kızıl saçların sahibiydi. Uyandığımı görünce elini kolumdan çekti ve yatağın ucuna oturdu. Yattığım yerden doğrulmaya çalışırken arkamdaki yastığı düzeltmeye çalışıyordum. Aşağıdan gelen sesler, sanki beynimin içinde bir kavgaya tutuşmuşlar gibi derinden geliyordu. "Yoksa Morpheus ve Efdal mı geldi?" Bir anda gözlerim kocaman açıldı. Athena başını eğerek olumsuz anlamda salladı ve "Hayır. Hala onlardan bir iz yok," dedi üzgünce. Beni üzmek için acımasızca bir şaka mı yapıyordu yoksa ciddi miydi? Saatler olmuştu ikisi dönmeyeli. "Birkaç dakikaya yeniden onlara bakmaya çıkacağım ama ondan önce başka bir mesele var." Yüzü ciddileşti ve sesini alçalttı. Odada yalnızca ikimiz vardık, neden sesini alçaltma gereği duymuştu ki? Ayrıca, şu zamana kadar gözlemlediğim kadarıyla onun için en değerli şey, Morpheus'du. Kardeşi gibi seviyordu onu. Onun kaybolmasından daha mühim ne olabilirdi? Meraklı gözlerimi, sinirden deliye dönmüş kahverengi gözlerine diktim. Bahsettiği meseleyi anlatmasını beklerken oturduğu yerden kalktı ve gidip odanın kapısını kapattı. "Rabia," dedi. Saçlarını geriye attı ve derin bir nefes aldı. Rabia ne alakaydı? Ona da mı bir şey olmuştu yoksa? Gerçekten, ben ne zamandan beri uyuyordum? "Düşüncelerine ulaştım ve bu hiç zor olmadı. Zaten hal ve hareketlerinde bir tuhaflık seziyordum. Duygularını saklamakta asla başarılı olamıyor." Bana mı söylüyorsun? "Hermes denen çocuğa bildiği bütün her şeyi bir bir anlatmış kahpe." İnanamayarak ona baktım. Bacaklarımı örten yorganı itekledim ve ayağa kalktım. Beni izliyordu, bir sonraki hamlemin ne olacağını kestirmek istercesine. "Ne anlatmış?" "Ertuğrul Bolat'ın bize söylediklerini ve onun bir cinayete kurban gittiğini." Dağılmış saçlarımı karıştırdım ve dudaklarımı ıslattım. Rabia ne zaman akıllanacaktı, merak ediyordum. Bir yandan, Athena dışında başka kimseye nottan söz etmediğim için mutluydum. Yoksa gidip bir papağan gibi onu da öterdi. "İyi de Hermes'e anlatmasının ne gibi bir mantığı olabilir ki?" Uyku mahmurluğundan Athena'nın söylediklerini yavaş yavaş kavrıyordum. "Bilmiyorum ve işin garip yanı da bu ya zaten. O çocuk ne alaka?" Hermes'in lafını geçirdikten sonra midesi bulanmış gibi yüzünü buruşturdu. O da benim gibi Hermes'den iyi elektrik almıyordu sanırım. "O kadar aptal bir kız ki. Nasıl daha yeni tanıştığı birine güvenip olanları anlatabiliyor, aklım almıyor." Athena adeta sinirden köpürüyordu. Hak veriyordum ona ama bu işi gözlemleyerek halletmemiz gerekiyordu. Rabia'yı kenara çekip hesabını soracaktım, hiç kimse fark etmeden. "Bu durumdan başka birine söz ettin mi?" "Hayır. Anladığım gibi direkt sana geldim. Uykunu böldüğüm için üzgünüm, fakat bunu bilmek isteyeceğini düşündüm." Mahcup bir şekilde gülümsediğinde aynı şekilde karşılık verdim. Odanın kapısını açtım ve çıkıp merdivenlere yöneldim. Arkamdan gelen Athena, "Bende geleyim mi?" diye sordu ne olur ne olmaz diye. "Gerek yok." Basamakları inerken Hermes ve Ares'in tartıştığını gördüm. Ares, Hermes'in üstüne yürüyordu ve Hakan, kendini araya sokarak Ares'i engellemeyi denedi. Savaş tanrısı Ares. Engellenmesi mümkün değildi ama Ares'in Hakan'a yumruk atmayacağını biliyordum, o yüzden geri çekilmek durumunda kaldı. Tartışmanın sebebi neydi? Nereden patlak vermişti de bu kadar alevlenmişti? "Ne diye birbirinize girdiniz?" Son basamağı da indikten sonra karşılarında dikildim. Ellerimi belime yerleştirdim ve ağırlığımı sol bacağıma vererek bekledim. Kavganın nedenini, nasıl başladığını ve neden bu kadar büyütüldüğünü merak ediyordum doğrusu. Çıt çıkmadı. "Bende öyle düşünmüştüm," dedim bilmiş bir tavırla. Madem verilecek mantıklı bir açıklamaları yoktu, o zaman boşu boşuna yeterince gerilmiş ortamı deşmeye de gerek yoktu. O esnada Afrodit bana bakıyordu ve onun bu bakışını biliyordum. Bana bir şey söylemek istiyordu ama bunun için doğru zamanı bekliyordu. Rabia ile ilgilendikten sonra gidip onunla konuşacaktım. Afrodit'in bakışlarından sıyrılıp Rabia'ya çevirdim bakışlarımı ve elimle ona işaret ederek, "Biraz konuşalım mı?" diye sordum. Kendisine söyleyip söylemediğimi anlamak istercesine işaret parmağını kendisine doğrulttu ve "Benimle mi?" diye sordu şaşkınca. Başımla onaylamakla yetindim. Yerinden kalkıp yanıma gelirken göz ucuyla Hakan'a, sonra da Hermes'e baktı. Hakan bana, Hermes ise Athena'ya bakıyordu. Neydi bu? Zincirleme bakışması falan mı? Kolumu Rabia'nın omzuna atarak mutfak yönüne doğru ilerledim. Athena hemen arkamdan gelip mutfağın kapısını kapattı ve kendisine sorulan soruları cevapsız bıraktı. Bu evi daha önce hiç gezememiş, keşfedememiştim. Bu nedenle mutfaktan arka bahçeye açılan bir kapı olduğunu yeni görmüştüm. Kapının kulpunu tutup çevirdim ve önden Rabia'nın geçmesini bekledim. Tereddüt ediyordu ama dediklerime itaat etti, ikiletmedi. Bazen zeki bir kız olabiliyordu. Kapıyı arkamdan kapattım. Arka bahçede ıslanmış iki tane sandalye bulunuyordu. Ayakta kalmayı tercih ederek merakla bana bakmakta olan Rabia'ya döndüm. Yaptığının farkındaydı, titremesinden anlıyordum. "Ne söyleyeceğini biliyorum Anka. Üzgünüm, isteyerek anlatmadım," dedi pişmanlıkla. Ona kızmayı planlamıyordum aslında. Minik bir uyarıda bulunacaktım, ancak o, uyarıya ihtiyacı olmadığını üstü kapalı belirtmişti. "Hermes'i tanımıyoruz. Hatta kimse kimseyi tanımıyor doğru düzgün. Çektiğimiz çileyi, doğruluğundan emin bile olamadığımız bilgileri gidip ona anlatırken ne düşünüyordun sahiden?" Sesimi yükseltmememe rağmen beklediğimden daha baskın çıkmıştı. Benden bu kadar korkuyor olamazdı. Yüksek ihtimalle, tek derdi gidip yaptığını Hakan'a anlatmamdı. "Biliyorum, biliyorum. Ağzımdan kaçıverdi ve geri dönüş için artık çok geçti. Anlıyor musun?" Sesi çatallaştı. "Kendine çeki düzen ver. Tek söyleyeceğim bu." Başını hızlı hızlı onaylarcasına salladığında, "Şimdilik," diye ekledim. Durdu, bana baktı. Ne kadar ciddi olduğumu görmesini istiyordum. Aptallıklara zamanımız yoktu. İki kişi halen daha kayıpken bir de gelip burada, aptallığı hakkında nutuk çekmek istemiyordum. "Haklısın, aptalın tekiyim. Bundan sonra daha dikkatli olacağım, söz veriyorum." Ondan bu tepkileri beklemediğimden bozguna uğradım. Verdiği söz ne kadar tutulabilirdi, bilmiyordum ama mevzuyu gereğinden fazla uzatmak istemediğimden ona inanmayı tercih ettim. Eğer inancımı yerle bir edecek olursa, işte o zaman kaçacak delik araması gerekecekti. Benden bir tepki gelmeyince her şeyin düzeldiğini umarak kapıyı açtı ve kendini mutfağa attı. Olduğum yerde durmayı sürdürürken ayak sesleri kulaklarımı doldurdu. Bu kadar çabuk geri dönmüş olamazdı. Hakan'ı kapının diğer tarafında görünce irkildim. Buraya geleceğini tahmin etmemiştim. Aralık olan kapıyı ardına kadar açıp, "Bitti mi sorgunuz?" diye sordu kinayeli bir şekilde. Bir adım attı ve yakınımda durdu. Kapıyı sertçe kapattığında neredeyse yerimden sıçrayacaktım. Bu fevri hareketleri yüzünden onu tokatlamak istiyordum. "Sen neden buradasın?" Kollarımı göğsümde birleştirip meydan okuyan gözlerle ona baktım. Geri adım atmayacaktım ki o da bunu çok iyi biliyordu. "Hava almaya çıktım." "Hah, tabii ya. Kesin öyledir," dedim dalga geçerek. Çünkü hava almaya çıkacak başka bir yer yoktu, değil mi Hakan? "Rabia'ya ne söyledin?" Konuyu değiştirmeye ve hiç istemediğim bir yere çekmeye çalışıyordu. Bu tavırlarının sebebi neydi? Rabia kendisini koruyamıyor muydu da Hakan sürekli gelip bana onun hakkında hesap soruyordu? Yanlış bir şey yapmıyordum, olanı söylemiştim ki Rabia'nın kendi hatasıydı. "Sana ne? Şimdi de onun avukatı mı oldun?" "Yine aynı şeyi yapıyorsun. Zıtlaşıyorsun benimle ve ben bundan rahatsız olmaya başladım artık." "Hakan senin kafan mı güzel? Yok seni öpebilmeyi isterdim de bilmem ne de deyip geveliyorsun, sonra da gelmiş bana hesap soruyorsun. Hemde Rabia hakkında. Derdini tam olarak anlatsana bana bir," dedim en sonunda sesimin volümüne hâkim olamayarak. Dengelerimle oynuyordu. Beni sarmaya, dengemi alt üst edip, her nasıl bir oyun oynuyorsa galip gelmek istiyordu. "Derdim falan yok Anka. İstediğini sana veriyorum." Benim istediğim? Laflarımı çarpıp kendi lehine çeviriyor ve onları uyguluyordu. Benim isteğim değildi bu, onun tercihini çoktan yapmış olduğu bir yoldu. Bilmiyordu ki ben o yolu nasılda onun için kapatacaktım. "Söylesene," dedim bakışlarımı onunkilere kilitlerken. "Rabia egonu tatmin ediyor diye mi onu yanından ayırmıyorsun?" Bakışları donuklaşırken kaşlarını çattı. Böyle bir soru karşısında afallamıştı. "Egomu tatmin etmek için kimseye ihtiyacım yok benim." Klasik Hakan Mirza Dalkıran egosu. "Seninle polemiğe giremeyecek kadar yorgunum. Ben gidiyorum," dedim kapıyı açıp mutfağa geçerken. Beni durdurmak için kılını bile kıpırdatmamış ki bu, ondan beklediğim hareketti. Salona geçtiğimde Afrodit beni görür görmez yanıma koştu. "Seninle konuşmam lazım." Onu kolundan tutup içerideki odalardan birine götürdüm. Kapıyı ardımızdan kapattım ve ne söyleyeceğine dair kulaklarımı açıp bekledim. "Ares ve Hermes'in tartışmasının nedeni Hermes'in, Ares'i sana zarar vermekle tehdit etmesiydi," dedi soluklandıktan sonra. Hermes, Ares'i tehdit mi etmişti? Hem de bana zarar vermekle? Bunlar nasıl arkadaşlardı böyle? "Bana zarar verebileceğine inandı mı gerçekten?" Gülmeye başladım ama keyiften değildi. Sinirlerim alt üst olmuştu. Her zamanki gibi her şey üst üste gelmiş, üzerime binip beni boğmak için tepiniyordu. "Biz varken sana zarar veremez, fakat onu tanımıyoruz ve sınırlarını bilmiyoruz." Mantıklıydı. Hermes'i tanımıyorduk ve artık hiç tanımakta istemiyordum. "Sen bunu kimden öğrendin? Ares mi söyledi?" "Hayır. Rabia, Hermes ile gizli gizli konuşurken kulak misafiri oldum." Ne? Yine mi Rabia? Her şeyin altından, Athena'nın da deyimiyle o kahpe çıkıyordu. Onu daha yeni uyarmıştım ama belli ki akıllanmamıştı. Akıllanacağı yoktu da anlaşılan. Beni kışkırtmaması gerektiğini biliyor olmalıydı. Sinirle nefesimi verdim. "Bunu bana söylediğin için teşekkür ederim. Merak etme, Hermes bana zarar vermeyi geç, dokunamaz bile." Kapıyı açıp odadan çıktım. Şimdi Rabia'yı kimse elimden alamazdı. "Rabia!" diye bağırmamla kapının sertçe çalması bir oldu. Kızgınlığımı bastıracak derecede güçlü çalıyordu. Athena'nın gözleri parlarken koşup kapıyı açtı. Morpheus ve Efdal kapıda duruyorlardı. Mutluluktan gözlerim dolmuştu. İyilerdi. Kollarındaki ufak tefek çizikler ve dağılmış saçlarından başka bir şey yoktu görünürde. Kapının eşiğine yaklaşıp onları daha rahat görmek istediğimde bir şey fark ettim. Yanlarında biri, üçüncü bir kişi daha vardı. Yaralıydı ve baygın bir haldeydi. Büyük ihtimalle, bulundukları yerden kurtardıkları bir çocuktu. Ne çok büyük ne çok küçük duruyordu. Kolları, ikilinin omuzları üzerine ağırlığını vermişti. En az taşıdıkları çocuk kadar bitmiş halde olan Morpheus ve Efdal bir ağızdan aynı şeyi söyledi: "Yardım edin!" ^^^ Evetttt! Bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunmaktayız. Nasıl gidiyoruz sizce? Ben çok keyif alıyorum. Yalnız, beğeni ve yorumları da görmeyi çok istiyorum:) Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, öpüldünüz! Beni takip edin! instagram: semina.akaydin |
0% |