Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. Bölüm: "Gizli Misafir"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

7.BÖLÜM: “GİZLİ MİSAFİR”


Yeniden merhaba askolarım! Kitabı okuyan var mı bilmiyorum... Ama eğer okuyup da seven varsa lütfen yorum yazmayı unutmayın. Yorumlar heyecan veriyor :)

Yavaş yavaş işler kızışmaya başlıyor gibi, bakalım... Bundan sonra yazacağım o kadar iyi bölümler var ki... Cidden düşüncelerinizi çok merak ediyorum! Bölümü beğenmeyi unutmayın asko kuşkolarım.

Açtığım instagram sayfasını takip etmeyi unutmayın: @kullerindogusuofficial

Keyifli okumalar dilerim şimdiden! Öpüldünüz!

Bölüm Şarkısı: DARKSIDE – Heart


^^^


"Yardım edin! Biriniz yardım etsin!"

Efdal'ın yardım çığlıkları o kadar baskındı ki, harekete geçmemek imkansızdı. Ares koşup el attı ve baygın, alnından terler akan çocuğu kollarını arasına alıp salondaki büyük koltuğa bıraktı.

Athena hiç zaman kaybetmeden gidip Morpheus'a sarıldı. Öyle sıkı sarılıyordu ki Morpheus'un yüz ifadesinden boğulduğu anlaşılıyordu. Beklediğim bir manzaraydı tabii. Birbirlerine bu kadar değer veriyor olmaları beni mutlu ediyordu.

Efdal ve Morpheus'un yanlarında başka birini getirmelerini beklemiyordum. Kim olduğunu ve neden bu halde olduğunu merak ettim. Afrodit de benim gibi merak ediyor olmalıydı ki, "Bu da kim?" diye sordu koltukta yatan çocuğu gösterirken. Nefes alıyor mu acaba diye düşünürken, ölmüş olsaydı onu buraya getirmeyecekleri aklıma geldi.

"Adı Deha. Evi aramak için çıktığımız zaman karşımıza çıktı ve göründüğü gibi çok kötü bir haldeydi. Onu taşıyarak buraya kadar getirdik." Efdal düzensiz nefeslerinin arasından bize bir açıklama sundu. Yaptıkları takdir edilir bir davranıştı ama Deha'ya nasıl bir yardımımız dokunabilirdi ki?

"Anka," dedi Morpheus, Athena'yı kendinden uzaklaştırmaya çalışırken. Dönüp ona baktım, belli ki benden bir şey isteyecekti. Gözlerinden okunuyordu.

"Gücünle Deha'yı iyileştirebilir misin?"

Doğru ya. İyileştirme gücüm vardı. Bazen bunu tamamen unutuyordum. Deha'ya çevirdim bakışlarımı, baygın olmasına rağmen yüzündeki acıklı ifadesi yerli yerindeydi. Karnının aşağısında kanayan yarası vardı, üstündeki beyaz kazağına çoktan lekesini bırakmıştı. Yarası ne kadar derindi, bilmiyordum. Bir yara fazla derinleştiğinde de bir yardımım dokunur muydu acaba?

Alnındaki terler yavaş yavaş kuruyordu. Karnındaki kan ellerine de bulaşmıştı. Bir kez daha düşününce, Efdal ve Morpheus da Deha'nın kanından nasiplerini almışlardı. Ellerinde, pantolonlarında, her taraflarında ufak ufak lekeler bırakılmıştı.

Yardım etmeyi deneyecektim çünkü aksi takdirde yardım eli uzatmasaydım, işte o zaman kendimi rahatsız hissedebilirdim. Denemeye değerdi, değil mi?

Sessizce başımla onayladım ve Deha'nın yanına giderken Ares yolumdan çekildi. Herkesin bana baktığını seziyordum. Benden büyük bir performans bekliyorlarsa, beklemesinlerdi çünkü neyi nasıl yapacağımı hiçbir zaman kestiremiyordum.

Derin derin nefesler aldım. Ciğerlerim temiz havaya muhtaç kalmışlardı sanki. Bütün yük benim omuzlarımdayken sakinleşerek bu işi halletmem gerekiyordu. Adım adım ilerleyecektim. İlk önce kazağı sıyırdım dikkatli olmaya çalışarak. Sonrasında, ellerimi kanlı yaranın üzerine koydum ama bastırmadım. Nazik davranmaya özen gösteriyordum, zaten kanayan bir yara varken iyice deşmek mantıklı değildi.

İlk defa, odaklanırken gözlerimi kapatma ihtiyacı duymadım. Her defasında gözlerimi sımsıkı yumarken yaranın kaybolup gitmesini imgeliyordum. Bu kez de farklı bir yöntem deneyeyim dedim ve şansımı kullandım. Şansım yaver gitmemişti, yara kaybolmuyordu. Kaybolmayı da geçtim, iyileştiğine dair bir tane bile işaret yoktu.

Ne yani, gözlerimi kapatmıyorum diye miydi?

Bir de hep yaptığım gibi denemek istedim, yaranın dilediğim gibi kayıplara karışmasını ümit ederek. Gözlerim kapandığı sırada ellerimin titremekte olduğunun bilincine vardım. Neden titriyorlardı ki? İlk defa yaptığım bir şey değildi, daha önce de yaralara merhem olmuş, iyileştirmiştim. Beni zorlayan, bana rahatsızlık veren neydi öyleyse?

Titreyen ellerim yaranın üzerindeyken yapmakta olduğum işlem doğru gelmiyordu. Bir şey vardı. Ters giden başka bir şey.

Gözlerim kapalı dururken karanlıkta bir çift göz belirdi. Kıpkırmızı gözler. Sinsice bakıyordu ama aynı zamanda da keskinlerdi. Hışımla gözlerimi açtım, ellerimi yaranın üzerinden çektim. Terlemeye başladığımı o ana kadar fark edememiştim. Bu bir uyarı mıydı? Kırmızı gözlerin sahibi kimdi ve neden bir anda belirmişti?

Bir kadın mıydı? Veya bir erkek? Aklımı yitirecek gibi oldum çünkü aniden ortaya çıkarak irkilmeme sebep olmuştu. Ellerimdeki kanlara baktığımda başım dönmeye başlamıştı. İyi gelmemişti. Hiç böyle olacağını düşünmemiştim. Birine kollarımı açıp yardım etmeye çalışırken bu kadar kötü bir hale bürüneceğimi hayal etmemiştim. Tanrı aşkına, yine ne boklar dönüyordu da başımıza başka bir bela daha üşüşüyordu?

Oturduğum yerden kalktım ve üzgün bir ifadeyle, anlam veremeden bana bakmakta olan Morpheus'a döndüm. O da sezmişti bir şeylerin doğru gitmediğini. Öne atılarak yanıma geldi, kandan kuruyan elini omzuma yerleştirdi. "Ne oldu? Sen iyi misin?" Sesi endişeli çıkıyordu, bakışları da öyleydi.

"Neler oldu bilmiyorum, fakat beceremedim. İlk kez böyle bir durumla karşılaşıyorum. Athena, belki sen onun düşüncelerine ulaşabilirsin. Ona ne olduğunu öğrenebiliriz böylelikle."

"Mantıklı," dedi Athena gözlerini kırpıştırırken. Deha'nın düşüncelerine ulaşmasını beklerken gördüğüm manzaradan dolayı olduğum yerde rahatsızca kıpırdanmaya başladım.

Onlara, gördüğüm bir çift kırmızı gözden söz etmedim. Zaten ortam feci gerginken daha fazlasına ihtiyacımız yoktu. Onlardan sürekli bir şeyleri saklamak doğru gelmiyordu elbet, ancak herkesin her şeyi bilmesine gerek görmüyordum. Sonrasında neler doğuracağını bilmiyordum. En basit örnek olarak, Rabia'yı ele almıştım. Malum, kendisi bir beyinsiz olduğu için gidip her şeyi daha yeni tanıdığı Hermes'e bir bir dökülmüştü.

Her şeyi bir kenara atacak olursak, bu hayatta kendinden başka kimseye güvenemezsin.

Çünkü insanların çoğu bizler gibi değil. Sen güvenir, en önemli şeyini anlatırsın ve onlarda gidip anlattıklarını önemsemeden başkalarına yetiştirir. Belki başkalarına yetiştirmeleri önemsiz olabilir, ancak seni yıpratan bir durumun sonrasında yüzüne vurulmaması gerekir. Onlara bir şey olmazken, ihanet edilen taraf sen olursun.

Güven kazanabilmek, her yiğidin harcı değildir.

Güvenmek ise basittir. Devamda ne olacağını düşünmeden temkinsiz adımlar atmaya benzer ve yaralanan, bizden başka kimse olmaz. Kötüye bir şey olmaz sonuçta, değil mi? Hep böyle söylenirdi ama ben buna inanmak istemiyordum.

Çünkü bizim durumumuz göz önünde bulundurulduğunda, kötü tükenip yok olur, iyi olan bizler galip geliriz.

"Olmuyor. Düşüncelerine ulaşamıyorum. Tarif etmek gerekirse, sanki bir duvar örülmüş gibi." Athena bizlere döndü. Yüz ifadesine bakılacak olursa, memnun olmadığı anlaşılıyordu. "Birkaç kez daha insanların düşüncelerine ulaşamadım, fakat onlarda Deha'da hissettiğim şekilde bir duvar söz konusu değildi." Bize açıklamasını yaptığında Efdal lafa karıştı.

"Nasıl ya? Ne demek işe yaramıyor?" Efdal kızgındı. Bana bakıyordu, sanki tek sorumlusu benmişim gibi. Direkt olarak bana mı kızgındı yoksa yaşadıklarından ötürü çatacak birini mi arıyordu, bilemiyordum. Artık herkesin kendisine çeki düzen vermesi şarttı.

Athena koruma iç güdüsüyle "İşe yaramamış olabilir Efdal. Belki çok yorgun olduğundandır, bunu hiç düşündün mü?" dedi kaşlarını çatarak. "Bende gücümü kullanamadım çünkü buna izin verilmiyor. Yalnızca Anka'ya kızamazsın." Çok zaman geçmeden aynı bakışlarıyla dönüp Hermes'e baktı.

"Seni bu denli eğlendiren şey ne? Bize söyle, belki bizde eğleniriz."

Bakışlarım Hermes'e kaydı. Dudaklarındaki sinsi gülümsemesi yerli yerindeydi ve az önce Athena'nın ona söylediklerine rağmen utanmadan aynı pozisyonda kalmaya devam etti. Evet, onunla ilk karşılaştığımda ondan iyi elektrik almamıştım ve şimdi daha çok ikna olmuştum. Hermes, bize yardım eli uzatmak için burada bulunmuyordu. Planları vardı. Hain planlar, diye açıkladı içimdeki ses.

Hermes'in lafı geçince otomatik olarak Rabia'yı aradım ama ortalıklarla görünmüyordu. Efdal ve Morpheus'un Deha'yı getirmesinden önce onun adını seslenmiştim. Belki de saklanıyordu ya da çoktan kaçıp gitmişti.

"Başka bir yolu yok mu? Yani Deha'yı başka türlü iyileştiremez miyiz?"

Afrodit sessizliğini bozarak yanımızda olduğunu hatırlattı. O kadar dalgındım ki, Hakan'ın arkasında kolları göğsünde bağlı bir şekilde dikildiğini yeni seçebilmiştim.

"Anka bile onu iyileştirememişken biz nasıl iyileştireceğiz söylesenize?" Efdal'ın sesi yükseldi ama onun gram umurunda değildi ses tonu. En son pes ederek yanımızdan ayrıldı. Lavaboya gittiğini varsaydım, ellerindeki kanları temizlemek adına. Aynı şeyi benim de yapmam gerekiyordu, zira elimdeki kanla kalmak istemiyordum.

Üstüne üstlük başkasının kanıydı.

Morpheus'un da ondan kalır bir yanı yoktu, fakat o kılını kıpırdatmıyordu. Yüzündeki yarasına yakından bakma fırsatı elde etmiştim ortam az da olsa durulduğunda. Bir yara, bir insana yakışabilir miydi? Bunu hiç tahmin etmezdim oysaki, fakat Morpheus ile bütünleşmişti yara izi.

Bakışlarımın altında ezilip büzülüyormuş gibi kıpırdandı ve elini omzumdan çekti. Onu huzursuz etmek istememiştim. Yarası kalıcıydı ve içten bir şekilde onunla uyumlu olduğunu söyleyebilirdim.

"Bir planımız var mı ne yapacağımıza dair?" Afrodit, Hakan'ın arkasından çekildi ve onu daha net görebileceğimiz bir yere geçti. Hakan'dan çıt çıkmıyordu. Bir fikri veya en iyi ihtimalle bir planı var mıydı? Ağzını kapatıp sessizliği tercih ettiğinde aslında kafasından bin bir türlü senaryo geçiyordu. Dudaklarını birbirine bastırdı ve bir şey düşünüyormuş gibi yaptı.

Rabia, elinde tuttuğu silahlarla bir anda salonun ortasına fırladı. Yerimden sıçradığımda az kalsın Deha'nın üstüne düşecektim yanımda Morpheus'u da devirerek. Koltuğun kenarına tutundum, kan oraya da yayıldı.

"Ne yapıyorsun be manyak! Ödümüzü kopardın!" Athena elini göğsüne koyarak sakinleşmeyi bekliyordu. Sesi neredeyse çığlık atarmışçasına çıkmıştı dudaklarından. Rabia silahları yukarı kaldırıp gülerek "Silah mahzeninden getirdim. Getirdiğiniz o çocuğun ne mal olduğunu bilmiyoruz sonuçta. Hem baksanıza, üstü hep kan içinde," dedi. Cümlesinin sonlarına doğru gülmesi gitti, dudakları düz bir çizgi halini aldı. İğrendiğini belli ederek yüzünü buruşturdu.

Silahları ortaya çıkarmayı Hermes eve geldiğinde düşünememiş miydi? Ya gerçekten geri zekâlıydı ya da Hermes'e saçma bir şekilde fazla bel bağlıyordu. Yok yok. Gerçekten akıl işi değildi. Bu kız tam anlamıyla akılsızdı. Silahları getirmesinde bir sorun yoktu, ancak kalbimizi hoplatma niyetiyle pat diye havaya kaldırıp gülmesi dikkatsiz bir hamleydi.

"Evde silah mahzeni mi buldun? Neden daha önce söylemedin?" Afrodit, Rabia'nın yanına gidip silahlardan birini eline aldı ve çevirerek inceledi. Hakan'a döndü ve "Bu senin aldığın silahlardan biri mi?" diye sordu elindeki silahı göstererek. Aynı silah olup olmadığını anlaması için Hakan'ın gidip silahı incelemesine gerek yoktu. Aynı silah değildi, Afrodit'in elindeki daha farklı görünüyordu. Kovboy filmlerinde gördüğümüz silahları andırıyordu.

Yeri gelmişken, Hakan halen daha silahı bulamamıştı. Siktiğimin silahı kaşla göz arasında ortadan yok oluvermişti ve biz kimin aldığını dahi bilmiyorduk. Koymuş olabileceği yerlere baktığından bahsetmişti bir ara, o yüzden başka nerede olabilirdi ki? Buhar olup uçmamıştı ya...

"Hayır," dedi donuk bir sesle. Besbelli, aklını kurcalayan birçok şey vardı. Boş gözlerle silaha bakıyor, başını yan yatırıp gözlerini kısıyordu. Silahı incelerken ne bulmayı ümit ediyordu bilmiyordum.

"Silah dışında başka bir şey var mı?"

"Gizli bir bölme var, saklanabileceğimiz tarzda. Neden böyle bir bölme yaptırma gereği duymuş anlamadım." Dudaklarını büktü, boşta kalan elini silahın üzerinde gezdirdi. Silahla bakışırken kendini kaybediyordu. Tatmin oluyordu, bariz bir şekilde ortadaydı. Daha önce eline hiç silah almadığını fark ettim çünkü o kadar tuhaf ve anlaşılmaz bakıyordu ki...

Rabia'nın sözünü ettiği mahzeni ve gizli bölmeyi çok merak etmeye başlamıştım. Demek ki, Ertuğrul Bolat böyle bir durumla karşılaşıp başa çıkmamız gerektiğini en başından beri biliyordu. Peki ya neden kimseyi uyarmamıştı? Eğer tahminlerim doğruysa, kendisi, çocuklarını ve eşini Zeus ve Hades'e teslim etmişti. Bu işte bir bit yeniği vardı. Burnuma pis kokular geliyordu.

Şu gizemli mahzende kendimizi koruyacağımız kadar yeterli sayıda silah ve kesici alet bulunuyor muydu, diye düşünmeden edemedim. Bu haber gerçekten ilaç gibi gelmişti ama yaraları saran, acını dindiren tarzda değil. Daha çok bir serum gibiydi, rahatlatıyordu ama etkisi çok uzun sürmüyordu.

Athena, Deha'nın uzandığı koltuğa gitti ve yavaşça yüzüne eğildiğinde kızıl saçları yüzünü kapladı. Emin olmamakla birlikte Deha'yı incelemeye başladığını düşünüyordum. "Büyü," diye mırıldandı. Başını yana eğdi ve saçlarını sırtından geriye atıp yüzünü ekşitti. Onu tedirgin eden bir şey vardı, anlaması zor değildi. Ağzından çıkanı açıklamasını bekledim. O ise başını kaldırıp keskin bakışlarını Hermes'e dikti.

"Deha'ya büyü yapıldığını nereden biliyorsun?"

"Büyü mü?" Efdal yeniden aramıza katıldı. Korkarak bakan kahverengi gözlerini önce Athena'ya sonra da Athena'nın gözlerini kilitlediği Hermes'e çevirdi. Athena çevik hareketlerle bir anda Rabia'nın elindeki silahı kaptı ve namluyu Hermes'in boynuna dayadı. Ne ara olmuştu, takip edememiştim. O kadar hızlı gelişti ki her şey, afallamıştım.

Rabia küçük çaplı bir çığlık atarken geriye doğru sendeledi. Hermes ise boynuna tutulan silahı önemsemeden Athena'ya bakmayı sürdürdü. Rahatlıkla silahı Athena'dan alabilir gibi duruyordu ama bunu yapmadı. Onun yerine ellerini havaya kaldırarak "Bir şey bildiğim yok, yalnızca tahmin yürütüyordum," dedi. Ona inanmadım, Athena'da inanmamıştı. Silahı sertçe boynuna bastırdı.

"Yalan söylüyorsun."

Ares, Athena'nın arkasına geçip onu belinden yakaladı ve geriye çekti. "Çıldırdın mı sen?" diye sordu, Athena'nın elinde tuttuğu silahı ondan almaya çalışarak. Athena daha önce de söz ettiği gibi her zaman insanların düşüncelerine ulaşamıyordu, fakat hiçbir zaman yanıldığını söylememişti. Ona inanıyordum, bana kalırsa doğruyu söylüyordu.

"Orospu çocuğu bir şeyler biliyor! Onu bu evde istemiyorum. Ona güvenmiyorum," dedi kaşlarını çatarak. Gözlerini bir an olsun Hermes'ten ayırmıyordu. Ona hakaret ederken bile gözleri, onun gözlerinin içine bakıyordu ve kelimeleri bastırarak söylemişti. Kendisinden hoşlanmadığını ve şüphelendiğini bariz bir şekilde belli ediyordu. Duygularını veya laflarını saklayan biri olmamıştı onu tanıdığım bu kısa süre boyunca.

Karnıma sancı girdi, dolandı ve dolandı. Ellerim refleks olarak karnıma indi ve acının dinmesini bekledim. Eşsiz gücüm, yaraların yanında sancıları da dindiriyor muydu? Diliyordum ki bu kâbus bir önce son bulsun.

Nitekim de öyle oldu. İnanılır gibi değildi. Sancım adeta buhar olup uçtu. Yani gücüm işe yarıyordu ve sadece yaralar üzerinde de değil. Basit gibi görünen ama neredeyse seni öldüreceğini düşündüğün bir sancıyı bile yok edebilmişti.

"Öncelikle, ouch. Hakaretin beni kırdı, kızıl. İkinci olarak, burada olduğum için mutlu olduğumu mu sanıyorsun?"

Hermes, utanmadan bu soruyu direkt olarak Athena'ya yönlendirmişti. İstemiyorsa ne işi vardı burada? Bir amaç uğruna geldiğini bu denli belli etmesi şaşırttı. İyiliğimizi düşünmüyor, istemiyordu. Kesinlikle emindim buna. Ne için burada olduğunu anlamamızla beraber ona karşı bir tedbir almamız gerekiyordu.

"Burada mutlu değilsen siktir olup gidebilirsin o halde. Seni zorla tutan yok," dedi Athena sesini yükselterek. İkisi arasındaki gerilim gözle görülür bir seviyeye ulaşmıştı. Neredeyse etrafımızda uçuşan negatif enerjiyi görecek raddeye gelmiştim. İçimde kötü bir his vardı. Baskına uğrayacakmışız gibi geliyordu, fakat ben öyle olmaması için dua ediyordum. Özellikle de gördüğüm kırmızı gözlerden sonra sezgilerim o yönde artmaya başladı.

"Büyüyü sen mi yaptın yoksa? Derhal geri al! Geri al dedim sana pislik herif!" Efdal, boyunun Hermes'ten büyük bir farkla kısa olmasının yanında bir de sıska olmasına aldırış etmeden deli cesaretiyle onun üzerine yürüdü. Tanımadığı biri olan Deha için neden bu kadar çok efor sarf ediyordu, anlayamamıştım. Tamam, kimse büyünün etkisi altında kalmak, acı çekmek istemezdi belki, ancak Efdal'ın şimdiki haline bürünmesinin asıl nedeni neydi? Suçluluk duygusu mu acaba diyecektim ama neden suçluluk duysundu ki?

Ares, Hermes'in önüne geçerek Efdal'ı durdurmak için geriye doğru itekledi. Ares'in çok güçlü olmasını ve Efdal'ın sıskalığını göz önünde bulundurursak onu engellemesi için dokunması yeterli bile sayılabilirdi. Velhasıl da öyle olmuştu. Tek bir el hareketi, tek bir dokunuşla Efdal geriye gitti. Morpheus, Efdal'ın o halini görünce düşmemesi için onu kolundan yakaladı ve öfkeli bakışlarını Ares'e çevirdi.

"Oylama yapalım. O pislik buradan defolup gitsin." Efdal, her şeye rağmen geri adım atmıyordu. Oylama yapmak mantıklı sayılır mıydı ki? Bir oylama üzerine evden kaçıp gideceğini sanmıyordum Hermes'in, ancak denemeye değerdi. Her ihtimali değerlendirmemiz şarttı, özellikle de böyle bir mevzu içerisinde hapsolduysak.

"Gitmesini isteyenler?"

Athena hiç zaman kaybetmeden elini kaldırdı, Efdal'da ona eşlik etti. Afrodit ve ben birbirimize baktık. O da benim gibi ikilemde kalmış görünüyordu. Açık gri gözlerinden bir anlam geçti. Tereddüt içerisinde kalmıştı. Gitmeli miydi yoksa kalmalı mıydı? İki türlü de problemdi. Gitseydi, onu rahatça gözlemleyemeyecektik; kalsaydı, başımıza ne gibi işler açacağını bilmiyorduk. Afrodit'in işittiklerine göre, Hermes bana zarar vermeyi bile düşünmüştü çünkü Ares'i bu konuda tehdit etmişti.

Neden Hakan değildi de Ares'i tehdit etmişti? İkisi de onun arkadaşıyken böyle bir söylemle nasıl gelebilirdi?

Şimdi onun kalmasını isteseydim herkes gibi kendimi de riske atmayacak mıydım? Seçenekler sınırlıydı ve Athena dönüp benimle Afrodit'e bakarken karar vermek kolay olmuyordu. Kaş göz işareti yaparak elini göstermeyi hedefledi, onun yaptığını yapıp ellerimizi kaldırmamızı istiyordu. Biraz durup bekleyerek tartıp biçmemiz gerekmiyor muydu? Alelacele bir karara varmak istemiyordum ama bir yanımda Hermes'in defolup gitmesini istiyordu.

Yoksa, yeni bir düşman mı kazanmıştık?

Hakan ve Ares ellerini kaldırmamışlardı. Hadi onlar arkadaşıydı, peki ya Rabia?

Morpheus'a gelecek olursam, bir yanda en yakın arkadaşı diğer yandan da tahminlerim üzerine hoşlandığı çocuk vardı. Neyse ki ikisi de ellerini kaldırmışlardı. Bu sebeple, Morpheus da onlara katıldı uzun bekleyişin ardından. Olduğum yerde elimi oynatıyordum ama bir türlü kaldıramıyordum.

Afrodit sonunda pes ederek bir karara vardı ve elini kaldırdı. Beklediğim bir hareketti açıkçası. Hakan, ablasına baktı ve kaşları havalandı, belli ki o böyle bir tepki beklemiyordu. "Berabere mi kaldık şimdi?" diye sordu Efdal, delici bakışlarını üzerimde gezdirirken. Zaten ne yapsam yaranamıyordum bu çocuğa. Halbuki benden hoşlanmaması için bir sebep göremiyordum. Morpheus ile olan önceki atışmamızdan dolayı mı böyle davranıyordu yoksa?

Derin bir nefes aldım.

"Hadi siz neyse," dedi Hermes, Hakan, Ares ve Rabia üçlüsünü gösterirken. "Anka'nın gitmemi istememesine şaşırdım doğrusu," dedi bana dönüp gülerek. Piç bir gülüşü vardı, ne yaparsa yapsın yüzünden silinmiyordu. İmzası gibiydi ve farklı bir şekilde onu tamamlıyordu.

Athena, "Bende şaşırdım," dedikten sonra bana dönüp imali bir bakış attı. Neden herkesi hayal kırıklığına uğratıyordum? İnsanlar benim üzerimde bu kadar baskı kuramazdı, buna bir dur demenin vakti gelmiş de geçiyordu. Athena'ya değer veriyordum ki o da bana değer veriyor olmalıydı çünkü bana kırılmıştı. Benden tam tersi bir tepki beklerken şoka uğramıştı. Yapabileceğim bir şey yoktu. Üzgün değildim, fakat onu kırmayı da istememiştim.

Ne olduğunu anlayamadan Hakan beni kolumdan tutup arka odalardan birine doğru çekiştirdi. Beni odanın içine ittirdiğinde yalpalandım. Konsolun kenarına tutundum ve kaşlarımı çatarak ona baktım. İçeri geçip kapıyı kapattı. "Neden onu burada istiyorsun?" Sorduğu soru o kadar anlamsız ki. Sanki daha iki dakika önce kendisi de benimle aynı fikirde değilmiş gibi bir tepkide bulunmuştu.

"Neyden bahsediyorsun? Sende onun burada kalmasını istiyorsun."

"Evet ama benim bir planım var."

Bana doğru yaklaştı ve tam karşımda dikilerek gözlerimin içine baktı. Planı olduğunu dile getirmesi takdire şayandı. Ellerimi birbirine vurarak dalga geçer gibi, "Aferin. Bir tek sen akıllısın," dedim. Bu defa o kaşlarını çattı. Alnına düşen birkaç tutam saçı umursamadan devam etti. "Oyun oynamıyoruz burada. İşi dalgaya vurmanın sırası değil," dedi az önceki kinayeli cümlemin üzerine.

"Oyun oynamıyorum Hakan. Senin olduğu kadar benim de planım var. Bunu hiç düşünmeyi akıl ettin mi? Etmedin."

"Ya, öyle mi?"

Başımla onayladım. Bir elini, konsolun kenarına koyduğum elimin üzerine yerleştirdi. "Söyle bakalım Özçelik. Dahiyane planın nedir?" Benim yaptığımı yaparak sorusunu dalga geçercesine yöneltti. Söyleyip söylememe konusunda kararsız kalsam da söylemeyi seçtim. "Onu daha yakından gözlemleyebilmek adına. Açıkça ortadaki o da aynısını bizim için yapmayı hedefliyor."

Hakan tatmin olmuş bir imayla dudaklarını büzdü ve başını yavaşça aşağı yukarı doğru salladı. Elimin üstündeki eli terlemeye başlıyordu. Acaba, zekâ küpü bunu da fark edebilmiş miydi?

Tuhaftır ki, o kadar şeyden midesi bulanan ben, Hakan'ın terinden gram iğrenmiyordu. Aşk böyle bir şey miydi? İyisinin yanında, kötüsüyle de âşık olduğunuz kişinin hiçbir şeyi size batmamaya mı başlardı? Mantıklı düşünüyor muydum acaba şu an... Çünkü ne zaman Hakan bana böyle yaklaşsa, aklımı yitirecek kıvama geliyordum.

Bunu o da biliyordu. Çok çakaldı ve bunu gizleme zahmetinde bile bulunmuyordu.

"Ne oldu? Rahatsız mı oldun? Seni huzursuz mu ettim güzelim?"

Güzelim kelimesini bastırarak söyledi. Bilerek yapıyordu piç. Yemin ederim bilerek yapıyor, beni delirtmeye çalışıyordu. En son, çift karakterli olacağını düşünecektim. Belki de iki isminin olmasının nedeni buydu. Olamaz mıydı?

Hakan ile tanıştık. Peki ya Mirza? O da mı bana bu şekilde davranırdı?

Aklını yitiriyorsun Anka, kapat çeneni.

Omuz silktim. "Hayır, rahatsız olmadım."

Bunu söylemek için bu kadar beklemiş olmam söylediğimle çelişiyor gibi bir imaj sergiliyordu ama umurumda değildi. Elim, elinin altında kıpırdandı. Yine titremeye başlıyordu. Ellerimize baktığımda titreyen elin benimki değil, Hakan'ınki olduğunu gördüm. Kendisini istemeden de olsa kasıyordu.

"Peki ya senin planın ne?"

Tekrardan yüzüne baktığımda bu sefer o titreyen eline bakmakla meşguldü. Pür dikkat ellerimize bakmayı sürdürürken bir anda elini hızlı bir hamlede çekti ve terini pantolonuna sürdü. Bana bakmadan, "Seninkiyle aynı, pek bir fark yok yani," dedi.

Güzel. Aynı plan uğruna Hermes'i burada istiyorduk. Yalnız benimki anlaşılabilirdi çünkü Hermes'i tanımıyordum. Peki ya Hakan? Güya Hermes onun arkadaşıydı. Yıllardır karşısına çıkma zahmetinde bulunmayan arkadaşı. "Kimseye güvenmiyorsun, öyle değil mi?" İşte bu kez, koyu kahverengi gözlerini benimkilere dikti.

"Kendime ve Afrodit dışında kimseye güvenmiyorum, doğru."

Bana güvenmiyordu yani. Güvenseydi de bunu sesli bir şekilde dile getirmezdi zaten. Ona kızıp tartışma çıkartma gibi bir lüksüm yoktu çünkü bende ona tam anlamıyla güvenemiyordum. Tuhaftır ki, en çok sevdiğim insana güvenemiyordum. Bunun sebebi ben değildim, oydu. Çelişkili tavırları ve sözleriydi beni güvensizliğe sürükleyen.

Biz hala boş gözlerle birbirimize bakmayı sürdürürken bir anda yer sallanmaya başladı. Deprem olamazdı herhalde, diye düşündüm içimden. Olabilir miydi? Her şey mümkündü içinde bulunduğumuz durumu göz önüne alırsak. Ancak, yerin sallanmasının yanında duvarlarda da titreşim görülüyordu. Evet, titreşim. Buğulu, karanlık bir titreşim yayılıyordu duvarların üzerinde.

Sanki biri evi, adeta bir beşik sallar gibi sallıyordu.

Hakan ilk önce ayaklarımızın altında sallanan zemine baktı, daha sonra bakışlarını duvarlarda gezdirdi. En sonunda bana baktığında göz göze geldik. O da benim gibi kafası karışmış bir haldeydi. Zaman kaybetmeden odadan fırlayıp diğerlerinin yanına döndük. Hermes dışında herkes bizim gibi anlam veremeyerek bulunduğumuz ortamı inceliyor, bir yandan da tutunabilecekleri bir şeyler arıyorlardı.

"Neler oluyor? Neden sallanıyoruz?"

Camdan dışarıya baktım, evin çevresini kırmızı ve siyah ışıklar kaplıyordu. Kırmızı ışık. Gözlerim kapalıyken önümde beliren bir çift kırmızı gözü anımsadım. Başımız dertteydi, hislerim o yönde bedenime reaksiyon gösteriyordu. Boğazım kurudu, yutkunma ihtiyacı duydum. Dudaklarımı ıslattıktan sonra diğerlerine döndüm.

"Dışarıda birileri var. Tehlikeli olduklarını anlamak zor olmamalı, bir şeyler yapmalıyız!"

Silüet olarak kimseyi görmemiştim, fakat belirtilere bakacak olursak kesinlikle birileri vardı. Belki de bir kişiydi, bilemiyordum. Birden fazla olmaması için içimden dua ettim sessizce. Bileğime geçirmiş olduğum siyah toka yardımıyla saçlarımı tepemde atkuyruğu yaptım. Hazırlıklı olmamız gerekirken biz, önemli detayları kaçırmıştık. Her zamanki gibi resmin büyük bir kısmını göz ardı ediyorduk inatla.

"Efdal, Morph! Deha'yı alın. Rabia da sizinle gelsin."

Deli gibi sağa sola bakan Efdal dediğimi duymamıştı. Olduğumuz yerde sallanmamız da cabasıydı. Midem bulanmaya başlıyorken kafamdan bu hissiyatı söküp atmak istedim. Morpheus bana bakıp başıyla onayladı. Efdal'ı kolundan tuttu ve birlikte Deha'yı tutup kaldırarak acele etmeye özen gösterdiler.

"Rabia, onları mahzene götür ve söz ettiğin gizli bölmeye geçin. Sakın ama sakın dışarı çıkmayın. Dışarıda kimlerin olduğunu bilmiyoruz. İnsan bile olmayabilir, herhangi bir riski göze alamayız."

Beni duyup söylediklerimi idrak edebilmeleri için sesimi olabildiğince gür çıkartmaya çalışıyordum. Zeminin, duvarların ve en önemlisi komple evin sallanıyor olması büyük bir gürültü çıkartıyor, birbirimizi anlamamızı güçleştiriyordu. Kırmızı ve siyah ışıklar göğe doğru yükselirken camdan süzülen yansımalarıyla evin içi karamsar bir hale bürünüyordu.

Gerçekten ya, gerçekten bir günümüzde kötü bir hadise yaşamadan geçseydi. Güzelliklere, imkanlara, mucizelere ve bizi iyiye götürecek yollara kucak açmışken bize yaşatılanlar git gide yoruyordu. Kamburum çıkmıştı artık her şeyi üst üste binip baskı uygulamasından.

Rabia, sözümü ikiletmeden kendine söyleneni yaparak Deha'yı güçlük çekerek taşıyan Efdal ve Morpheus'u mahzene götürmek için harekete geçti. "Gelin," dedi Rabia, diğerlerine yolu göstermek için eliyle işaret veriyordu. Onlar mahzenin yolunu tutarken, bir sonraki hamlemizin ne olacağını düşüp tartmakla meşguldüm.

Afrodit, elinde tuttuğunu unuttuğum silahını kapıya doğru tuttu. İçeriye biri ya da birileri girerse diye tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Athena'ya baktığımda ise pis pis Hermes'e bakıyordu. Hakan ve Ares camları kontrol etmeye gittiler. Duvarda asılı duran tablolar, titreşimin etkisiyle öyle bir sallanıyorlardı ki böyle devam ederse hepsi yere düşüp paramparça olacaktı.

Avuçlarım yanmaya başlıyordu. Aklıma, Ogre'yi yenerken de aynı şu anda yaşadığım alevlenme geldi. Ter değildi, hayır. Tarif edemediğim bir sıcaklıktı. Ürkütmüyordu ama güvende sağlamıyordu. Kontrolü bende değilmiş gibi geliyordu ama bilirsiniz, işler hiç belli olmuyordu.

Mahzenden başka silah almalı mıydık acaba diye geçirdim içimden, fakat zaman yoktu. Zaman daralıyordu. Zaman, yine yaptığı gibi bana karşı gelmeye çalışıyor, üzerimde yüküm kurmayı amaçlıyordu. Müsaade etmeyecektim. Su gibi akıp giden zaman, avuçlarımın içindeydi ve ona ben hükmediyordum.

"Sen kimin geldiğini biliyor olmasın Hermes, o kadar sakin durduğuna göre."

Athena, evin içinde yaşanan kaosu önemsemeden Hermes'e hesap sormaya devam ediyordu. Söylediğinde doğruluk payı olabilirdi. En nihayetinde zekâ tanrıçası Athena'nın adını taşıyordu. Zekasından hiç şüphe etmemiştim, etmiyordum da.

Hermes ellerini masumum der gibi kaldırdığında dışardan tekrar ışık patlaması yaşandı. Havai fişeğe benzer bir görüntü sağlıyordu ama onun kadar eğlendirmiyordu. Bu ışıklar nasıl oluşuyordu ve nereden geliyordu? Büyü dünyasına mı adım atmıştık şimdide?

Kulaklarım, çıkan sesten dolayı çınlamaya başlıyordu. Sesler git gide kulak tırmalayıcı ve baş ağrıtıcı boyuta ulaşıyordu. Üstüne de avizelerin sallanması, kitaplıktan düşen birkaç adet kitap ve mutfaktan gelen gıcırdamalar dahil oldu işkencemize.

"Mutfağın arka kapısını kullanabiliriz," diyerek ortaya bir fikir attı Hakan. Zemin su yatağı misali sallanıp dengemizi bozarken mutfağa doğru ilk adımı Ares attı. Camlara vuran ışıklar birbirleri içine geçerek gözlerime ağırlık bindiriyordu. Ağaçların dalları hızlı bir şekilde camlara vurup geri kaçıyordu. Hareket eden ağaç olamazdı çünkü bizim bulunduğumuz evin çevresinde yeterince ağaç bulunmuyordu. Bahçede bir iki tane vardı, yüksek ihtimalle onların dalları vuruyordu.

"Evden kaçıp gitmek ne kadar mantıklı? Saçmalamayın!" Afrodit, silahı kapıya doğrultmayı sürdürürken başını çevirerek kardeşine baktı. Gözlerinde korkunun izleri geziniyordu. Kendisini düşünmediğini biliyordum. Onun tek kaygısı kardeşine bir şey olmasıydı.

"Evde kalırsak eğer, burayı başımıza yıkabilirler ve daha sonra başka kalacak yer aramak zorunda kalırız."

Afrodit kaygılı bir nefes verdi ve silahı yavaşça indirdi. Duvarlardan tablolar zemine düşerken gürültülü sesler çıkardı. Yeterince gürültü vardı zaten, bir de üstüne kırılıp tuzla buz olan tabloların sesleri eklendi. Başımı çevirip yerdeki tablolardan birine baktım.

Ertuğrul Bolat, kolunu en az bizim yaşlarımızda bir kıza dolamıştı. Kızı olmalıydı. Güzel bir kızdı, çekici bile denilebilirdi. Ona ne olduğunu merak ettim istemsizce. Onlar yaşıyor olsalar bile, maalesef babaları ölmüştü. Suçlunun kim olduğu ise büyük bir soru işareti olarak aklımıza kazınmıştı. Cinayetten sonra o kadar çok şey olmuştu ki, katilin kim olabileceğine dair düzgün bir tahmin yürütememiştik.

Ben tabloya kilitlenmişken camın önünden bir karartı geçti. Cama baktım, ışıklar kesilmişti. Zeminin ve duvarların sallanması durmuştu. Gitmişler miydi yoksa? Hayır, bu kadar basit olamazdı.

"Hadisenize!" Hakan, Ares'in arkasından ilerlemeyi durdurdu ve parmak uçlarının üzerinde dönüp bize baktı. Athena ve Afrodit kararsızlık içinde yüzerken Hermes’de tık yoktu. Çok rahat bir hali vardı. Gizli misafir evin etrafında bizimle alay eder gibi kolaçan etmesinden neredeyse Hermes mutluluk duyuyordu. Neredeyse değil, sevinçten dört köşe olduğuna yemin edebilirdim.

"Sen yaptın! Onları buraya sen çağırdın!" Athena, Hermes'e okkalı bir tokat savurdu, Hermes'in dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Ağzım açık bakakalırken Hakan kolumdan tutup mutfağa doğru çekiştirmeye başladı. "Son kez söylüyorum, kızıl. Ben bir şey yapmadım!" Hermes'in sesinin gür çıkmasına rağmen dudaklarındaki ifade silinmemişti. Ciddi anlamda bu durumdan zevk mi alıyordu?

"Onlar derken?" Afrodit'in soruyu sormasıyla silahı Hermes'e doğrultması bir oldu. Harika, işler olduğundan daha fazla boka sarıyordu ve biz bu pislikten bir türlü kurtulamıyorduk. Athena'nın deyimiyle gelen gizli misafirin tek bir kişi olmadığını kavradım. İki? Üç? Dört? Kaç kişilerdi?

Tüylerim diken diken olmuştu. Hakan'ın kolumu tutuyor olması bir nebzede olsa yatıştırıyordu beni. Ares'i bulmak için mutfak tarafında doğru baktım. Arka bahçeye çıkmış olmalıydı çünkü mutfakta onu görememiştim.

"Vaktimizi burada tartışarak geçiremeyiz. Takip edin beni," dedi Hakan peşinden beni sürüklerken. Koluma yapışıp çekiştirmesi sinirlerimi hoplatıyordu ama bu durumda ağzımı açıp tek kelime etmedim. Geride kalan üç kişinin de peşimizden geldiğini görünce rahat bir nefes verdim.

Tek tek arka bahçeden çıktık. Bir taraftan da etrafı gözlemliyordum ki başka bir şokla karşılaşmayalım diye. Tek sıra halinde nereye gideceğimizi bilemeden ilerliyorduk. Aklıma evdeki gizli bölmede bekleyen Morpheus, Efdal, Rabia ve Deha geldi. Diğerleri neyse de Deha daha fazla dayanabilecek miydi? Ya o da ölürse? Onu iyileştirememiştim, şayet ölürse vicdan azabı çekebilirdim.

Kendine bu kadar yüklenmekten vazgeç.

İç sesim yine doğruları konuşuyordu. Derin derin nefesler alarak yavaş adımlarla evin ana kapısına doğru gidiyorduk. Yerdeki taşlara basarken ekstradan özen gösteriyordum ki seslerimiz onların dikkatini olduğumuz yöne çekmesin.

Ares en öndeydi ve bize ne yapıp ne yapmamamız gerektiğine dair talimatlar veriyordu. Bekleyin, devam, yavaş olun tarzı şeyler.

En arkada kimin olduğuna bakmak için başımı çevirdim. Hermes en arka sırada yavaş ama korkusuz bir şekilde ilerlerken arkasına bakıp bakıp duruyordu. Arkadan saldırıya uğramamıza karşın mıydı yoksa gizli misafirleri bu yöne çekebilmek için miydi, bilmiyordum. Ona dair bilmediğim, bilmediğimiz çok fazla şey vardı. En başından beri onu gözüm hiç tutmamıştı. Gizemli bir havası vardı ve öyle de davranıyordu. Kesinlikle onu daha yakından gözlemlemem gerekiyordu. Plana sadık kalmalıydım.

Ares bize doğru elini kaldırarak durmamız için işaret verdi. Dediğini yaparak beklemeye koyulduk. Duvarın kenarından başının ufak bir kısmını çıkartarak kapının önüne bakmaya çalıştı. İri cüssesinden dolayı istesek de bir şey göremiyorduk. Gelenler bizimle eğlenip gitmiş olabilir miydi? Çok acımasızcaydı, fakat gittilerse çok büyük bir rahatlama yaşayacaktım.

Bir süre aynı pozisyonda kalıp olan biteni çözmeye çalıştı. Bir anda arkasını dönerek bizlere baktı ve işaret parmağıyla orta parmağını kaldırdı. Bu, iki demekti. Demek ki iki kişilerdi ve gitmemişlerdi. İnatla beklemeyi sürdürürlerken bizim dışarı çıkmamızı bekliyorlardı. Korkudan sıçrayarak dışarıya fırlayacağımızı düşünmüş olmalılardı. Evin içerisinde yaptıkları kısa ama sarsıcı şovlarından sonra çıkmadığımızı fark ettiklerinde ise bekleme moduna geçmişlerdi.

Kim olduklarını merak ettim, kafamı kurcalıyordu. Ares tamamen bize dönerek, "İki tane kız," dedi sesini alçaltarak. O kadar kısık bir sesle konuşmuştu ki söylediğini sonradan anlayabilmiştim. Kapının ön tarafından gülüşme sesleri geliyordu. Anlaşılan, keyifleri pek bir yerindeydi.

Ares, pantolonunun arka tarafına sokup sakladığı silahı çıkarttı. Afrodit'in eline baktım, silah yoktu. Hakan arkasını dönmeden kurumuş kanlı elimi bulup sımsıkı bir şekilde tuttu. Bilekliklerimiz birbirine değiyordu.

Telaştan, ellerimi yıkamayı, kurumuş kan lekesinden kurtulmayı unutmuştum.

Boşta kalan elini de önünde duran Afrodit'in eline kenetledi. Kulağına doğru eğilerek, "Diğer silah sende mi?" diye sordum sesimi alçaltmaya özen göstererek. Sesli yanıt vermedi ama başını olumlu anlamda salladı. Demek ki Afrodit silahı kardeşine vermişti ya da Hakan ondan almıştı.

Ares yeniden duvar kenarından başını çıkartıp bakmak isterken ayağının altından çıkan dal çıtırdamaları bütün sessizliğimizi bozdu. "Bizi gördüler," dedi Ares, çevik hareketlerle başını çekip silahı sımsıkı tutarak. Silahların yanımızda bulunması güven sağlıyordu ama gerçekten onları öldürmeyi planlıyor muyduk? Başka türlü nasıl başa çıkılırdı bilmiyordum, fakat yine de bile isteye birini öldürme fikri tüylerimi ürpertmişti.

"Ne yapacağız?" diye sordu Afrodit, sesindeki telaşı gizleyemiyordu. Athena omzuma dokunarak kulağıma eğildi ve "Önce onlarla konuşmalıyız," diyerek fikrini belirtti. Az önce evi deliler gibi sallayan insanlarla ne konuşulabilirdi ki? Aramızdaki en zeki insan olan Athena, sanırım bu kez zekasını düzgün kullanamıyordu çünkü önerdiği şey çok riskliydi. Risk almak gerekirdi hayatta ama bu demek değildi ki bize zarar vermek için pusuda bekleyen insanlarla barış konuşması yapalım.

Kızlardan biri, kim olduğunu göremiyordum, "Minik fareler," dedi kapının ön tarafından. Fareler derken gereğinden fazla uzatarak kinayeli bir şekilde söylemişti. Ses tonu kulak tırmalayıcı şekilde çok cılızdı. "Ben Venüs, yanımdaki de Trivia," dedi kendilerini tanıtmak niyetiyle. İsimleri tanıdık geliyordu, daha önce nerede duymuştum acaba?

Ares, her şeyi yok saymaya karar vererek öne çıktı. Artık saklanmıyordu ve bize de aynısını aşılamak için el hareketi yaptı. Tereddüt etmedim değil, fakat kaçarak nereye varabilirdik ki? Bu sebeple duvar kenarından çıkarak Ares'in yanına gittim. Venüs ve Trivia'nın imajları birbirinden çok farklıydı ama birbirlerini tamamlıyorlardı. Bir bütün gibiydiler. Hangisi hangisiydi, biraz sonra öğrenecektim.

Upuzun kırmızı saçlara ve kırmızı gözlere sahip olan kız, saçlarına ve göz rengine uysun diye kırmızı, dar bir pantolon ve üst giymeyi tercih etmişti. Yanında duran ise, simsiyah uzun saçlara ve siyah gözlere sahipti. Sanki şeytan tarafından ele geçirilmiş gibi duruyordu ki zaten şeytani bakışları vardı. Aynı kırmızılı kızın yaptığı gibi o da kendisini saç ve göz rengine göre kombinlemiş, simsiyah giyinmişti. Boynunda ve kollarında değişik şekillerde dövmeler bulunuyordu.

Kırmızı gözler. Evet, şu anda bana bakan kırmızı gözler, Deha'yı iyileştirmeyi denediğim sırada beni bulan kırmızı gözlerdi. Beni oyalayıp ürkmemi sağlamaya çalışırken bir anda evin önünde mi belirmişti yani? Acaba nerede olduğumuzu da benimle temasa geçerek mi bulmuştu? Bizden ne istiyorlardı?

Canımı sıkan sorular yine beynimin içinde üst üste binerek minik dağlar oluşturmuştu.

Komple kırmızıya bürünmüş olan kız, bize doğru bir adım attı. "Diğer arkadaşlarınız bize katılmayacak galiba," dedi ama daha çok soru sorar gibi bir hali vardı. "Evdeki dört kişiyi güzel saklayamamışsınız," dedi hemen ardından. Evde kalanlardan nasıl haberi olabiliyordu? Ve dört demişti. Deha'nın burada olduğunu biliyordu.

"Trivia," dedi bir adım arkasında duran siyahlı kız. Demek ki bizimle muhatap olan Trivia idi, diğeri ise Venüs.

Venüs, Venüs, Venüs... Çok ama çok tanıdık geliyordu adı. Kafamın içinde devamlı olarak ismini tekrarlıyordum, belki nereden bildiğimi hatırlarım diye. Trivia'ya gelecek olursam, ismine kulak aşinalığım vardı ama Venüs kadar tanıdık gelmiyordu.

Geride kalanlarda ortaya çıktığında, Ares ile benim yanıma dizildiler. Onlar iki kişilerdi, biz ise altı kişiydik. Matematiğim her zaman çok iyi değildi, ancak sayıca onlardan fazlaca üstün olduğumuz aşikardı. Venüs ve Trivia'da ise herhangi bir belirti yoktu. Korkmuş görünmüyorlardı ya da çekingen bir tavır sergilemiyorlardı.

Ürkünç derecede rahat ve profesyonel takılıyorlardı. Kısacası, bizim sayı üstünlüğümüz onların gözünü ufak da korkutmamıştı çünkü kendilerinden eminlerdi. Hem de çok emin.

"Bak bak. Kimler varmış," dedi Trivia, kıpkırmızı gözlerini Afrodit'in üzerinde gezdirirken. Afrodit ne alakaydı? Yoksa onun için mi gelmişlerdi? Trivia, Venüs'e döndü ve "Senin Yunan versiyonun," derken keyfi çok yerindeydi.

Yunan versiyonu mu? Ah, şimdi anlaşılıyordu Venüs'ün neden bu kadar tanıdık geldiği. Venüs, Roma mitolojisinde Afrodit'i temsil ediyordu. Yani, aslında aynı kişilerdi. Aynı tanrıçanın adına sahiplerdi ama farklı ülkelerinkinde. İyi de böyle bir şey mümkün olabiliyor muydu? Çok mantıksız geliyordu kulağa.

İkisi de aynı tanrıçayı temsil ederken isimleri birbirinden farklıydı. Mitoloji diye söz edilen bütün her şey birer gerçeğe dönüşüyor gibiydi, ancak bizim yaşadıklarımız başkaydı. Bizler tanrı ya da tanrıça değildik. Yine de onların özelliklerini ayrı bir biçimde taşıyorduk.

Senin tanrıça ismin yok Anka. Sen bir kuşu temsil ediyorsun.

"Benim bildiğim kadarıyla Venüs burada var olamaz. Yalnızca Afrodit tanrıçası var olabilir," dedi Athena şaşkın bakışlarıyla. Ona karşılık olarak, Trivia önce boğazını temizledi daha sonra ise bizi şoka uğratacak bir bilgi verdi:

"Çünkü tatlım, biz bu boyuttan değiliz. Geçidi illaki duymuşsunuzdur. Hah, işte oradan, size selam vermek için ufak bir ziyarete geldik."

Geçitlerden haberdardık ama oradan herhangi birinin gelip de kapımıza dayanacağını akıl edememiştik. Hatalıydık çünkü bunu bilmemiz gerekirdi. Bilgi konusunda iş işten geçmişti ama onlara karşı savaşmak için hala geç değildi.

Venüs de arkadaşının yanına katılmakta karar kıldığında sırıttı. Elini Trivia'nın omzuna yerleştirdi ve ona döndü. "Bu muhabbetlerden çok sıkıldım Triv. Artık biraz eğlenmeye ne dersin?" diye sordu bizleri göstererek. O esnada Ares, elindeki silahı daha sıkı kavradı ve ikisine birden doğrulttu.

"Madem sen Afrodit'in Roma versiyonusun, o zaman güçlerinizde aynı olmalı. Bu yüzden bize hiçbir şey yapamazsınız."

Doğru bir yere parmak basmıştı. Eğer Venüs, gerçekten de dediği kişiyse, o zaman sadece bizlerin aurasını görebilirdi. Bu da bizi kötü yönde etkileyemezdi. Değil mi? En nihayetinde auralarımız aşkı temsil ediyordu çünkü Afrodit ve Venüs birer aşk tanrıçasıydı.

Trivia, "Öyle mi dersin?" diye sordu alay ederek. Ardından Venüs'ün dudağına minik bir öpücük kondurarak "Göster onlara, hayatım," dedi. Büyük bir keyif ve heyecanla Venüs'ün ne yapacağına odaklandı. Çaktırmadan geriye doğru birkaç adım attım. Venüs bize ne yapabilirdi? Onu, Afrodit'den özel kılan neydi, farklı bir boyuttan gelmesi miydi?

Athena elini kaldırarak ikisini de durdurdu. "Benim kim olduğumu biliyor musunuz?" diye sordu neşeli bir edayla. İkisi ilk önce birbirine baktı, sonrasında ise başlarını olumsuz anlamda salladılar. "Adım Athena. Zekâ tanrıçasının ismi olduğunu söylememe gerek yoktur umarım," dedi ve güldü. Onların dikkatini mi dağıtmaya çalışıyordu? Akıllıcaydı.

Fakat fark ettim ki Athena'nın tek niyeti bu değildi. Başka bir şey planlıyordu. "Sen, kırmızılı olan," dedi Trivia'yı işaret ederek. Trivia, tüm dikkatini Athena'ya verdi.

"Neden başka birine tutkulu bir şekilde aşıkken, yanındaki zavallıya ümitler veriyorsun?"

Ve bum! Athena bombayı patlattı. Venüs'ün yüzü düştü. Trivia ise afallayarak Athena'ya bakıyordu. Kırmızı gözleri koyulaşırken burun delikleri genişledi. Olayların etkisinden Venüs'ün kolunda yer alan 'Trivia' yazılı dövmenin farkına varamamıştım. Venüs, Trivia'ya gerçekten âşık olmalıydı. Athena'nın yapmaya çalıştığı şey ise ikisini birbirine düşürmekti. Bir kez daha Athena'nın zekasına hayran kaldım.

Hakan nazikçe kolumdan tuttu, dikkatimi ona yönlendirmemi istiyordu. Ona döndüğümde elindeki silahı bana uzattı. "Al bunu," dedi fısıldayarak. Hermes, Hakan'ın arkasından gizlice bizi dinliyordu. Ona baktığımı görünce hemen başını çevirdi ama artık çok geçti, görmüştüm.

"Silah kullanmasını bilmiyorum," dedim elindeki silaha bakarak. Elini kolumdan çekti, ellerimi tuttu ve avcuma silahı bıraktı. "Bilmesen dahi silahı elinde tutman sana güven sağlar. Bundan çok daha fazlası olduğunu biliyorum Anka. Vadi'de olanlardan haberim var, Ares her şeyi anlattı. Ellerinden neredeyse ateş topları çıkacakmış ve o iğrenç dev Ogre, çekine çekine senden uzaklaşmış." Durdu ve derin bir nefes aldı. Motor hızıyla konuşmuştu.

Başımla onayladım ve silahı sıkı sıkı tuttum. Silaha ihtiyacımızın kalmamasını ümit ediyordum.

Yeniden ana konuya döndüm. Venüs ellerini sıkıyordu, sinirlenmişti. İşin kötü yanı, Trivia'ya değil de Athena'ya bilenmişti. Gözleri tamamen siyaha kaplandı. Afrodit'e döndü, az önce olanları yok sayarak. "Söylesene Yunan versiyon, kardeşinin seni kurtarmak için hangi bedeli ödediğinden haberin var mı?"

Hakan'a baktım. Gözleri kocaman açıldı ve olduğu yerde kas katı kesildi. Afrodit ise dönüp kardeşine baktı. "Ne bedelinden söz ediyorsun?" diye sordu Hakan'a bakmaya devam ederken. Venüs ile ilgilenmiyordu, odak noktası kardeşi olmuştu.

Athena bana döndü ve yanıma yaklaşarak "Onun gücü Afrodit'inkinden çok farklı Anka. Venüs, duygularımızı ele alarak bizimle oyun oynuyor," dedi sesini en aza indirgemeye çalışarak. Auralarımızı görüyordu, bu kısmı biliyordum. Athena'nın bahsini geçirdiği şey Venüs'ün auralarımız yardımıyla duygularımıza en derinden ulaşabilmesi olmalıydı.

Bak işte bu hiç iyi görünmüyordu. Birden fazla kavgaya ve kalp kırıklıklarına vesile olabilirdi.

Trivia yüksek sesle kahkaha attı. İstediğini elde ediyordu, Venüs onun dilediği kıvama ulaşmıştı. Ellerini havaya kaldırdı, avuçlarının içinden kırmızı ışıklar çıktı. Camdan gördüğümüzde bu kırmızı ışıktı. "Adımın anlamını bilmiyorsanız söyleyeyim. Büyü tanrıçasıyım, minik fareler," dedi böbürlenerek. Göğsünü şişirdi ve hayranlıkla ellerinden süzülen kırmızı ışıklara baktı. Dikkatim ışıklar yüzünden dağılırken Ares'in kendini benim önüme atmasını son ana kadar algılayamadım.

Ben neler olduğunu idrak etmek isterken Ares'in göğsündeki izi gördüm. Ayaklarımın dibine düşmüştü ve acıdan dolayı inliyordu. "Ne yaptın ona!" Trivia'ya bağırdım ama o oralı olmadı. "Büyük bir şey değil. Yalnızca siz minik fareler için minik bir büyü." Güldü ve gülüşü bana karanlık bir korku saldı. Tek bende değil, Afrodit de irkilmişti.

Normal durmuyorlardı. Tamam, kötü niyetli olabilirlerdi ki öyle olduklarını çoktan kavranmıştık ama bambaşka bir şey vardı. Bir nevi trans halindelerdi. Çok absürt davranıyorlar, konuşuyorlar ve bakıyorlardı. Kimin siyah veya kırmızı gözü olurdu ki tanrı aşkına? Diğer boyutta tahmin edemeyeceğimiz şeyler dönüyordu. Yoksa ikisi de bu denli acayip acayip davranamazdı.

"Ne büyüsü? Ne diyorsun sen ruh hastası!"

"Sizden istediğimiz bir yavru kuş var. Onu bize verirseniz daha fazla zarar görmezsiniz." Konuşma sırası Venüs'teydi çünkü Trivia'ya baktığımda kendisine başka bir av arıyordu. Gözleri fıldır fıldırdı.

"Deha'yı istiyorlar," dedi Athena. Bir yandan olaylara uyum sağlamak için çabalarken, diğer yandan dizlerimin üzerine çökmüş vaziyette Ares ile ilgileniyordum. Hakan yanı başıma geldiğinde Ares'e baktı. "Ben iyiyim, beni merak etmeyin. Yapmış olduğu büyü her neyse, beni alt edemez," dedi Ares bizi ikna etmeyi amaçlayarak. Olmuyordu. İkna veya tatmin olmuyordum. Bugünümüz daha da kötüye gidiyordu.

Trivia bize doğru yaklaştı. Yere düşürmüş olduğum silahı çabucak elime aldım ve ona doğrulttum. "Bir adım daha atacak olursan beynini patlatırım," dedim net bir sesle. Gülmeyi sürdürürken kafasını Ares'e doğru indirdi. Yalandan bir öpücük attıktan sonra dudaklarını ıslattı.

"Yakında, çok yakında, Ares size düşman olacak," dedi memnuniyetle. Yaptığı büyü buydu demek. Ares'i bize düşman etmek, kendi taraflarına çekmek. Böyle bir şeyin olmasına izin veremezdik, vermemeliydik.

"Numaradan o çocuk için üzülüyormuşsun gibi yapma. Gerçekte kime âşık olduğun anlaşılıyor Anka," dedi Venüs arka taraftan. Yeni bir soru daha eklendi beynimin en dip köşesine. O da isimlerimizi nereden biliyor olmalarıydı.

Beni hedef alıyordu bu kez de. Acımasız ve gamsızlardı. Hakan'ın da yardımıyla Ares'i yerden kaldırdık. Göğsündeki iz, kırmızılıklar yayıyordu üzerindeki kıyafete. Çok etkilenmiş görünmüyordu Ares. İçimi bir kuşku kapladı. Bu kadar mıydı yani? Göğsünde kırmızılıklar içeren bir iz bırakmak mı? Sancısı bu kadar çabuk mu dinmişti? Nefret ettiğim sorular artık beynimi patlatacak raddeye ulaşmıştı. Keşke şu an beynim patlasaydı da soru işaretlerimle birlikte toz olup uçsaydım.

Ares'in üzerindeki büyünün etkisi olabilirdi onu iyiye çeviren. Bir bulmacayı andırıyordu her şey ve yakın zamanda hepsinin geçip gitmesini diledim. Büyünün bozulmasını, hatta hiç var olmamasını.

"Kes sesini artık," dedi Hakan sinirlerine hâkim olamayarak. Venüs'e dönerek direkt olarak onunla muhatap oldu. "Bizi birbirimize karşı düşüremeyeceksin seni lanet olası kaltak." Venüs kahkahasını bastığında dışarısı onun gülüşüyle yankılandı. Ona kaltak diye hitap edilmesi hoşuna gitmişti. Kim kendisine kaltak denilmesinden bu denli zevk alırdı ki? İkisi de iyice kafayı sıyırmışlardı.

"Ne oldu Mirza? Söylediklerimden rahatsızlık mı duydun?" Venüs, ona ikinci adıyla seslenmişti. Dudaklarını büktü, üzülüyormuş numarası yaptı. Hakan kaşlarını çattı. Ellerini o kadar çok sıkıyordu ki damarları belirginleşti. Bizimle alay ediyorlardı ve bizde bunlara hemen kanıyorduk. Böyle olmamalıydı, kendimizi toparlamalıydık en acilinden.

"Mirza mı?" diye sordu Hermes, biraz daha sesini çıkartmasaydı burada olduğunu unutacaktım. Tam da tahmin ettiğim gibi Hermes, arkadaşım dediği insanın ikinci ismini bilmiyordu. En önemli mesele Hakan'ın ikinci ismiymiş gibi bir tavır takınması sinirlerimi bozdu. Konuyu, Hakan'ın üzerinden atmam gerekiyordu.

"Deha'ya sen büyü yaptın, değil mi?" Trivia'ya döndüğümde Hermes'e garip bir ifadeyle baktığını gördüm. Sanki ilk defa tanışmıyorlardı çünkü Hermes'i süzmekte olan bir çift kırmızı göz, imalı görünüyordu. Trivia sessizliğini koruyarak gözleriyle Hermes'e bir şeyler anlatmak istiyordu. Yanıldığımı düşünmüyordum çünkü çok bariz bir ifadeyle sanki biz burada değilmişçesine ona bakmayı sürdürüyordu.

Trans içerisindeymiş gibi bir anda silkelenip kendine gelmeye çalıştı. Gözlerini bana döndürdü, sorunun benden geldiğinden emin olmak adına yüzüme baktı. "Ne kadar da zeki bir fare," dedi gülerek. Asabiyetle ayağımı yere vurdum ve meydan okuyan bakışlarımı çekinmeden gözlerine diktim.

Arka tarafta durmayı sürdüren Venüs, bir elini havaya kaldırarak parmak uçlarından siyah ışıklar çıkarttı. Göğe çıkıp patlayan siyah ışıklar gözlerimi kamaştırdı. İstemeden de olsa dikkatim dağılarak o yöne çevrilmişti. Tekrardan aynı işlemi yaptı ama bu defa iki elini birden kaldırdı. Havada süzülen siyah ışıklar içime keder saldı. Hava kapkaraydı. Yalnızca hava değil, içim de kararıyordu.

Saldıkları enerjide gözle görülür bir şekilde büyük bir negatiflik söz konusuydu. Bu negatiflikten çabucak arınmamız gerekiyordu.

"Canımı sıkıyorsunuz." Venüs göğe bakarken kendi kendine söyleniyordu. Trivia yanına koştu ve onu durdurmak için Venüs'ü omuzlarından tutup kendisine çevirdi. "Efendi, enerjimizi böyle saçma şeyler için kullanmamamız gerektiğini söylemişti," derken Venüs'ü uyarıyordu.

Efendi? Zeus muydu? Ya da Hades?

Başka biri olma ihtimali olabilir miydi peki?

Afrodit, Trivia'nın 'Efendi' demesi üzerine kıkırdadı. Trivia ve Venüs aynı anda Afrodit'e döndüler. "Ablanı bir kez daha kaybetmeyi göze alabilir misin minik fare? Ya da büyük fare mi demeliydim sana?" diye sordu Trivia, Hakan'a baktı hainlik dolu gülüşünü sergileyerek.

"Sakın ona dokunayım deme!"

Trivia ellerini Afrodit'e doğrultup yavaş yavaş ona doğru yürürken Hakan hızla silahı elimden aldı. Trivia yürümeye devam ediyor, gözlerini Afrodit'in üzerinden ayırmıyordu. Ares, Athena, hatta Hermes bile kendilerini Afrodit'in önünde bir bariyer oluşturmak için kendilerini öne çıkardılar. Üç kişiden oluşan bu bariyerin gerçekten onları kurtarabileceğini sanmıyordum.

Venüs de Trivia'ya katıldı ve aynı onun yaptığını yaparak ellerini kullanıp Trivia'nın dibinde yürümeye başladı. Başlarını tuhaf hareketlerle oynatıyorlardı. Bir şey onları huzursuz yapıyordu, fakat onlar bunun farkında bile değildi.

Silah patladı.

Etraftaki tek ses buydu. Merminin silahtan çıkması ve ortaya kulaklarımızı çınlatan büyük bir ses bırakması.

Kirpiklerimi kırpıştırdım. Silahın kime denk geldiğini çözmeye, anlamaya çalışıyordum. Kulaklarım çınlaması geçmiyordu. Trivia inleyerek bir çığlık attı. Venüs olduğu yerde kalakaldı. Her şey çok ani gelişmişti.

Merminin hangisine isabet ettiğini görmek istedim. Hakan'a baktım önce, silahı tutan elleri titriyordu ama bakışları kendinden emin bir ifadeyle Trivia'nın üzerinde geziniyordu. Trivia'yı bacağından vurmuştu.

Afrodit geriye doğru birkaç adım attı, diğerlerinden sıyrıldı. Şok etkisiyle dili tutulmuş gibi kekelemeye başladı. Kardeşinden böyle bir hareket beklemiyordu, kimse beklemiyordu.

Hakan'ın kollarını indirdim ve silahı kibarca ellerinin arasından aldım. Ares ve Hermes, Afrodit ile Athena'yı omuzlarından tutarak geldiğimiz yöne, arka bahçeye doğru yürütmeye çalışıyordu. Hepsinin gözleri Trivia'nın üzerindeydi ama yalpalanarak yürümeyi de ihmal etmiyorlardı.

Fırsattan istifade harekete geçmeyi akıl ederek kaçıp saklanmayı hedeflemişlerdi. Böyle bir durumda Ares'in aklına kaçıp gitmenin gelmesi zekiceydi çünkü ben hala durduğum yerde Trivia'nın acıdan kıvranan yüzüne bakıyordum. Öne doğru eğildi ve bacağına bakmak için altına geçirdiği kırmızı pantolonunu uçlarından sıyırmaya çalıştı. Pantolonu kırmızı olduğu için yayılmakta olan kan kendisini o kadar da belli etmiyordu, ancak orada olduğunu biliyordum.

Bacağının çok üstüne denk gelmediği için pantolonu sıyırması kolay olmuştu. Mermi tenine işlemişti ve aşağıya kanlar süzülüyordu. Parmaklarını, özellikle de uzun kırmızı tırnaklarını kullanarak mermiyi çok kolay bir hamlede çıkartıp yere fırlattı. Pantolonunu geri aşağı indirdi ve az önce olanlar hiç yaşanmamış gibi bir tavır takındı.

Acıyı nasıl göz ardı edebiliyordu? Hiç silahla vurulmamıştım ama bildiğim ve gördüğüm kadarıyla acısı tarif edilemez bir boyuttaydı. Nasıl katlanabiliyordu?

Trivia'nın sert bakışları Hakan'ınkilerle kesişti. Hakan dibime sokuldu ve elini elime geçirip sımsıkı tuttu. "Yanımdan ayrılma," diye fısıldadı bana doğru. Oysa söylemesine lüzum yoktu, onu hiçbir koşulda yalnız bırakmayacaktım. Ya benden destek alıyordu ya da beni koruma iç güdüsüne kapılmıştı. Her iki durumda da yanımdaydı ve hiçbir yere gitmiyordu.

Venüs başını eğdiğinde bana baktığını ve beni incelediğini düşünüyordum ama öyle değildi. Hakan'ın etrafına bakınıyor, bir şeyler arıyordu.

"Anka'nın elini tuttuğunda, etrafında oluşan kıvılcımı görmemek imkânsız Mirza." Başını kaldırdı ve bu kez bana baktı. Simsiyah gözlerinden hiçbir anlam çıkartamıyor, hiçbir şekilde bir sonuca varamıyordum. "Zavallı küçük fareler sizi," dedi Trivia, eski moduna geri dönerek. Birkaç dakika önceye kadar bacağından vurulduğu gerçeğini görmezden geliyordu. Anladığım kadarıyla daha büyük bir planı vardı ve ses tonundan planını hemen harekete geçirmek istediği anlaşılıyordu.

"Asıl zavallı sizsiniz."

Ağzımdan çıkanlar, onların üzerinde hiçbir etki yaratmadı. Adeta duvarla konuşuyormuşum gibi bir izlenime kapılıyordum. Benliklerini kaybeden iki kadın, gelmiş bize meydan okuyorlardı. Bu durum sadece komikti. İçimden bu hallerine gülüyordum. Onlara acıyan gülüşlerimi bahşetmek istiyordum çünkü tek hak ettikleri buydu.

Gün ağarmaya, gökyüzü kızıllıklarla kaplanmaya başlıyordu yavaş yavaş. Rekabetin asıl nedenini unutuyorlardı. Güya buraya Deha'yı alıp götürmeye gelmişlerdi ama şimdi tüm dikkatleri bizim üzerimizdeydi.

"Daha fazla katlanamayacağım. İkiniz de ölmeyi hak ediyorsunuz sizi gidi minik fareler."

Trivia dediği gibi daha fazla dayanamayarak Venüs'ün elini tuttu. Siyah ve kırmızı ışıklar buluştu, harmanlandı ve yukarıya doğru bir yol çizdi. Bu sefer ben Hakan'ın elini sıkıyordum. Parmaklarımı onun parmaklarının arasından geçirdim daha iyi tutabilmek adına. Verdiği elektrik, enerji bana iyi geliyordu.

Hislerden söz etmiyordum bile.

Diğerlerinin bir delilik yaparak ortaya çıkmamasını diledim. Sahi, nereye kaybolmuşlardı?

Trivia ve Venüs gözlerini kapatarak ışığın verdiği enerjiye kapılıyorlardı. Boş gözlerle onları seyrederken bizimkiler onların arka tarafında belirdi. Ellerinde farklı türde silahlar tutuyorlardı. Hazır ola geçmişlerdi, her an saldıracak gibi duruyorlardı. Bir icraatta bulunmamalarını istedim çünkü onlara bir şey olmasını istemiyordum. Hermes çok umurumda değildi, fakat yine de diğerlerinin yanında duruyor olması onları da riske atıyordu.

Kaş göz işareti yaparak onlara ulaşmaya, hayır demeye çalıştım. Bana bakmıyorlardı. Odak noktaları güçlerini birleştiren Trivia ve Venüs'teydi. Silahlar kalktı, ateş edilmek için hazırlandı ve iki kadının sırtına doğrultuldu.

Trivia ve Venüs'ün yüzleri buruşmaya başladı. Artık nasıl bir enerjinin içine girdilerse çok etkilenmişlerdi. Yüzlerindeki tatmin ifadesi yavaşça yerini alıyordu. Zaman daralıyordu. Heykel gibi olduğumuz yerde dikiliyorduk. Bunu istemiyordum, hayır.

Ve hiç beklenmeyen bir anda, o geldi.

Küllerinden doğan katil.

Tam ortada, küllerin içerisinden siyah pelerinini gökyüzünde havalandırarak ortaya çıktı. Onu en son on yedi yıl önce, kasabamızı ziyaret etmeye geldiğinde görmüştüm. Aynı kıyafet ve aynı ihtişamla on yedi yıl sonra yeniden karşımızdaydı. Aklımdaki tek soru ise neden burada olduğuydu. Her şey bir kenara dursun, tamı tamına on yedi yıl sonra neden tekrardan karşımızda beliriyordu?

On yedi. Dile kolay.

Gökyüzü bir anda simsiyah oldu. Kızıllıklar yok oldu, yerini siyah ve gri karışımı tozlara devretti. Küller ve gri-siyah tozlar etrafımızda tur atıyordu. Bir girdap misali, yanımızdan dönüp dönüp duruyordu. Küllerden ve oluşturduğu toz parçalarından korunmak için gözlerimi kıstım.

Esti, esti ve esti. Ara vermeden bir müddet devam etti.

Ani bir durmayla küller ve geride bıraktığı tozlar hızlı bir hareketle yerlere saçıldı. O ise kapüşonunu indirmeden öylece dikiliyordu. Bırak başını kaldırmayı, parmaklarını bile kıpırdatmıyordu. Pelerini havalanmayı kesti, duruldu. Boğazıma bir yumru oturmuştu. Kurtulmak için sertçe yutkundum.

Kasveti bütün havayı kapladı. Anlayamadığım bir şekilde ona çekiliyordum. İyi miydi yoksa kötü mü bilmiyordum ama tuhaf bir biçimde beni yörüngesi içine almayı başarıyordu. Onunla ilk karşılaştığım zamankinden çok da farklı değildi. O zamanla bu zaman arasındaki tek fark, şu anda onu daha yoğun hissediyor olmamdı.

Yönünü Trivia ve Venüs'e çevirdi, artık sadece sırtını görüyordum. Siyahlar içerisinde bir bütün haline gelmişti. Kapüşonunu indirdiğinde omuzlarına kadar gelen parlak siyah saçlarını gördüm. Saçının ortasından ufak bir örgü geriye düşmüştü. Bize doğru dönük olmadığı için yüzünü göremiyordum. Trivia ve Venüs bir şeylerin ters gittiğini anlayarak gözlerini açtılar ve karşılarında duran katili gördüklerinde gözleri kocaman açıldı. Bizimkilere baktım tepkilerini ölçmek adına. Onların da Trivia ve Venüs'ten altta kalır bir yanı yoktu.

Hiç zaman kaybetmeden Venüs elini kullanarak bulanık, gri bir tane daire oluşturdu. Daireye baktım, parlıyordu. Havada asılı bir şekilde durarak kendi içinde bir girdap oluşturmuştu. Geçit miydi yoksa? Diye düşündüm içimden. Athena'ya gözüm kaydı, ne düşündüğümü anlayarak beni başıyla onayladı.

Bu kadar kolay kaçacaklarını düşünmemiştim. Ani bir kararla geçidi oluşturmuşlardı ve içimden bir ses, bunun sebebinin küllerinden doğan katil olduğu söylüyordu. İkisinin de gözünü korkutmuştu, hem de sadece kapüşonunu indirerek. Ondan neden bu kadar çok çekiniyorlardı? Katil olduğu için olamazdı çünkü onlarda birer katildi, bunu net bir ifadeyle belli etmişlerdi.

Katil yerinden kıpırdamadı. Onların tüymelerine bu kadar çabuk mu izin verecekti?

Sanki bir film izliyormuşum gibi geliyordu. İzlemeyi de geçtim, bir filmin içerisindeydim. Korku filmi desen değil, romantik desen yanından bile geçemezdi. Gerilimdi. Verdiği hissiyat tam olarak buydu.

Trivia ve Venüs çevik hareketlerle kendilerini geçidin içerisine atmadan önce Venüs, Hermes'e döndü. Sinsi gülüşünü dudaklarına yerleştirdi ve "Seni yeniden görmek güzeldi Hermes," dedi. Geçit kapandı ve ikisi de ortadan kayboldu. Bu kadar kolay mıydı gerçekten?

Geçitler hakkında daha fazla bilgi edinmemiz bir görev haline gelmişti artık. Birden fazla geçidin mevcut olması da ekstradan dehşet vericiydi.

"Seni nereden tanıyorlar?" Soruyu Hermes'e yönlendirirken Athena'nın kaşları çatıldı. Bir elini beline yerleştirdi ve bilmiş tavrıyla Hermes'e bakarak ondan mantıklı bir cevap bekledi. Fakat ben, Hermes'in verebilecek mantıklı bir cevabı olmadığını düşünüyordum. Demek ki bunca zamandır Trivia ve Venüs, Hermes'i tanıyorlardı. Al sana Hermes'e güvenmemek için bir neden daha. Al birini, vur ötekini. Üçü de güvenilmezdi ve eminim ki Hermes'te bir katildi.

Ama yine de ben, onu evden görmeyerek planımı işlemeyi sürdürecektim. Ayrıca yalnızda değildim, Hakan'da benimle aynı amacı paylaşıyordu.

Hakan elimi bıraktığında elimin terlediğini fark ettim. Soğuk hava dalgası her elime çarptığında terin hissiyatı daha çok belirginleşiyordu. Elimi üstüme sildim ve katilin sırtına bakmaya başladım. Yüzünü bize doğru çevirmesini istiyordum.

Diğerleri ellerindeki silahları çoktan indirmişlerdi ama her an tetikte olmak için hala sıkıca tutuyorlardı. Yan yana dizilmişlerdi ve benim gibi onlarda katile bakıyordu. Yüzünü görebiliyorlardı ama yüz ifadelerinden neyi hissettiklerini bu uzak mesafeden anlamak güçtü.

Küllerinden doğan katil, siyah botları üzerinde dönerek yönünü değiştirdi ve bize doğru baktı. Daha doğrusu bana. Yüzüne baktım ama tam anlamıyla seçmek zordu. Gözlerinin rengini görür gibi oldum, zümrüt yeşili olmalıydı. Ona göre sol, bana göre sağ yanağında boylu boyunca bir yara izi vardı. Keskin bir aletle kesilmişti ve yarası ize dönüşmüştü.

Şimdi onu daha iyi inceleyebilme fırsatı elde etmiştim. Dudakları düz bir çizgi halindeydi. İfadeden yoksun suratıyla bana bakarken botlarını yere vura vura benim önüme geldi ve durdu. Yakınımda olması beni rahatsız etmiyordu. Benden birkaç santim uzun olduğu için onu daha da net görebilmek adına başımı kaldırdım.

Ellerini pelerininin ceplere sokarak bir şey aramaya koyuldu. Bana zarar verecek bir şey çıkarmamasını diledim ve nitekim de öyle oldu. Sağ cebinden yumruk yaptığı elini çıkarttı. Tek kelime etmeden yumruğunu bana uzattı ve elini açtı.

Elinin üzerinde duran şeye baktığımda bir kolye tuttuğunu gördüm. Avucundan sarkan ince bir zinciri vardı ve kolyenin ucunda minik bir daire bulunuyordu. Daireyi inceledim, ateşin rengindeydi. Anka kuşunun renginin aynısıydı. Küllerinden doğup yeniden hayata tutunan Anka kuşu.

Bana bir kolye mi vermek istiyordu? İyi de neden?

"Al," dediğinde sesi yumuşak çıkıyordu. Kolyeyi almamı bu denli istemesini garipsemiştim. Hediye olarak vermiyordu herhalde. Başka bir durum vardı, ancak bana sebebini açıklamıyor, kolyeyi avucundan almam için diretiyordu.

"Anka sakın o kolyeye elini sürme," dedi Ares, katilin arkasında dururken. Mesafeliydi, çok yaklaşmamıştı. Bana uzattığı kolyenin farkına varmıştı, aslında hepsi biliyordu ama ağzını açıp almamam için beni uyaran yalnızca Ares olmuştu.

"Kimseyi dinleme. İç sesin, kalbin ne söylüyor Anka? Asıl sen ne hissediyorsun?"

Benim ne hissettiğimin bir önemi var mıydı ki?

Kolyeyi al ve boynuna tak.

Katilin bana iç sesimin ne söylediğini sorması üzerine iç sesim hemen devreye girdi. Her zaman içimizdeki sesi dinlemek gerekir miydi emin değildim ama yine de dediğini yaparak kolyeyi elinden aldım. Parmaklarım onun tenine değdiğinde ufak çaplı bir elektrik akımı oluştu, elimi hızlıca geri çektim. Eli buz gibiydi. Ciddi anlamda buz. Solgun beyaz teni onu ele veriyordu gerçi.

Kolyeyi boynuma takmadım, cebime attım. Boynuma takmadan önce kolyeyi araştırmam gerekiyordu. Nasıl araştıracağım konusunda bir bilgiye sahip değildim ama fark etmiyordu. Kesin bir karara varmadan iç sesimin diğer dediğini yapmayacaktım çünkü belki de kolyeye büyü yapmıştı.

Dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. Gülümsüyor muydu yoksa ben tozların etkisinden hala çıkamamıştım da yanlış mı görüyordum?

Geriye doğru döndü, diğerleriyle yüz yüze geldi ve daha sonra yanlarından geçerek evin olduğu tarafa baktı. Ellerini kaldırdı ve avuçlarından çıkan gri ışıklarla evin etrafını çevreledi. Ne kadar çok ışığa maruz kalmıştık bugün.

Evin çevresindeki grilikler yok oldu. O da Trivia gibi büyü mü yapmıştı az önce?

"Eve koruma büyüsü yaptım çünkü ihtiyacınız olacak."

Son söylediği cümle bu oldu. Kapüşonunu kafasına geçirdi ve pelerinini havalandırarak öylece kayıplara karıştı. İşlerini hızlıca halledip gitti ve hala dışarıda duran biz altı kişi yine baş başa kaldık. Farklı iki insan vardı: Hermes ve Deha.

Deha'ya yapılan büyüyü bozmaya çalışacaktık, fakat Hermes konusunda biraz daha gayret edecektik.

Bugün dört tane gizli misafirle karşılaşmıştık. Hangilerinin bize yararı olacaktı? Ya da diğer bir ihtimal olan zararlar. Önünde sonunda su akar yolunu bulurdu.

Bizim bulacağımız yolun su kadar berrak olmasını çaresizce arzuluyordum.

^^^

Bölümü bitirdik. Nasıldı bari güzel miydi? Hiçbir şey söylemiyorsunuz kzfjksznfkj

Yazarken çok özen göstermeye çalışıyorum çünkü benim için çok derin, çok önemli bir kurgu. Bütünleştik artık :)

Lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın, benim için büyük bir motive kaynağı oluyor ki yukarıda da söyledim zaten <3

İlk defa size birkaç sorum olacak çünkü düşüncelerinizi çok merak ediyorum. Ara ara böyle yapabiliriz bence, ne dersiniz?

1- Kitabın gidişatından memnun musunuz? Sonrasında neler olacağına dair bir tahmininiz var mı?

2- Sizce Afrodit ve Anka, Hakan'ın ödediği bedeli öğrenince nasıl bir tepkide bulunacak?

3- Hermes'e güveniyor musunuz? Nasıl biri sizce?

Ve son soru:

Küllerinden doğan katilin Anka ile ne gibi bir bağlantısı olabilir sizce?

Hepinizi çook seviyorum! Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, öpüldünüz!

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

Loading...
0%