Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Bölüm: "Kâbus"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

8.BÖLÜM: “KÂBUS”

Yeni bir bölümle merhaba! Lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın askolarım. Kaç defa söyledim yine söyleyeyim: Yorumlarınız benim için çok değerli ve beni fazlasıyla motive ediyor! :)

O halde yeni bölüme geçelim. Keyifli okumalar dilerim!

Bölüm Şarkısı: Amber Run – I Found

UYARI: Bölüm başında cinsel içerikli sahne yer alıyor. Yaşınız küçük veya rahatsız olduğunuz bir durumsa okumayıp es geçmenizi tavsiye ederim.


^^^


Odanın içinden gelen adım seslerini duyuyordum. Odada tek başıma, yatağımda yatıyordum. Kimin geldiğini merak ediyordum, ancak gözlerimi aralayıp yatağımın ucuna oturanın kim olduğuna bakamayacak kadar çok uykum vardı. Yatağın kenarı içe çökünce bacağım onun dizine değdi.

Ani bir elektriklenme hissettim bacağımın kenarında. O gelmişti. Gözlerimi açmama gerek kalmadan kim olduğunu hemen kavramıştım.

Saçlarımın arasında gezinen parmaklar ve boynumun üzerinde dolanan içimi ısıtan dudakları hissetmek çok başkaydı. Her ne kadar gözlerimi açmak istemesem de gözlerim yavaşça aralandı. Ufak tatmin oluşlarla ortaya çıkan iniltiler beni kendime getirmek için fazlasıyla yeterli olmuştu.

Ben hala yattığım yerde kıpırdanmaya çalışırken Hakan'ın "Çok güzel kokuyorsun," demesiyle uyku halinden sıyrılarak kendime geldim. Kim bilir ne zamandır aynı pozisyonda, yanımda oturuyordu. Çok çabuk adapte olmuştum yanımda olmasına. Onu görebilmek için başımı olabildiğince kaldırdım. Saç tellerimi tuttuğu elini burnuna yaklaştırıp derin bir nefes aldı.

İçerisi hâlâ karanlıktı. Demek ki gün daha doğmamış, güneş ışınları henüz ortaya kendini sermemişti.

"Bir gün şu saçlarını örelim," dedi gülerek. Saçımın ucundan tutup çekiştirdi. Kaşlarımı çattım ama kızmamıştım. Saniyelik gelişen can havliydi. Canımı bile isteye acıtmayacağını biliyordum. Fiziksel olarak yani.

Tamamen ona doğru döndüğümde dizi bacağımın üzerine çıktı. "Burada ne işin var?" Ondan beklemediğim performansları sergiliyordu. Halimden memnun olmadığımdan değil, aksine uzun süredir kendimi hiç bu kadar huzur dolu hissetmemiştim. Bana yakınlığı baş döndürücüydü.

Dibimde olması, saçlarımı tutup sevmesi, iltifat etmesi ve dudaklarının tenimde gezinmesi...

"Seni özledim," dedi, uzun bir süre sonra itirafta bulunuyor gibi çıkmıştı sesi.

Güldü ve "Tahmin edemeyeceğinden çok," diye ekledi. Anın büyüsüne kapılmış giderken bir anda diğer elini belimin oyuntusuna yerleştirdi. Göbeğime doğru yol aldı ve narin parmakları üstümdeki tişörtün ucuna gitti, elini tişörtün altına sokup tenimi okşamaya başladı. Eli, tenimi ürpertecek kadar buz gibiydi.

Daha yeni yeni ayılmaya, olanları idrak etmeye çalışırken onun soğuk elini göbeğimde gezinip durması beni tamamen uyandırmaya yetmişti. Gözlerimi kapatıp onu iyice hissetmek, tatmak istedim ama yapmadım. Onu seyretmek, ne yaptığını veya bir sonraki hamlesini ne olacağını görmek için bekledim.

Normalde kendi içimden neden şu anda bunları yaptığını sorgulardım, fakat o kadar güzeldi ki her şey, sorgulamaya başlasam büyünün ortadan yok olacağını düşündüm ve hemen vazgeçtim. Kaçıp gitmesini istemiyordum. Onu istemediğimi düşünmesi ise hiç istemiyordum.

"Tenin yumuşacık."

Saçımı serbest bırakmasıyla diğer eli boşta kaldı. Sol eli hala göbeğimin üzerinde gezinip dokunuşlarından ürpermeme neden olurken, sağ elini yüzüme yerleştirdi. Yüzünden okunan tatminlik ve mutluluk duygusu paha biçilemezdi.

Hakan'ı uzun zamandır bu kadar mutlu görmemiştim. Başka bakıyordu. Koyu kahverengi gözlerindeki anlam sıcacıktı. Gözlerinin parlaması bana da geçti. Bana baktığı gibi ona bakmaya başladım.

Gözlerim dolmaya başlıyordu, gözlerimde beliren sıcaklıktan bunu anlayabiliyordum.

Ne değişmişti? Tüm bu yaşananlar gerçek miydi yoksa benim hayal ürünümden mi ibaretti?

"Birden böyle davranmanın sebebi ne Dalkıran?" Kendimi tutamayıp sordum. Nedenini bilmek istiyordum. Benden vazgeçmediğini, beni hâlâ sevdiğini ve istediğini dile getirmesini istiyordum. Tüm bunları duymak, içten içe tatmin olmak istiyordum.

Soruma yalnızca sinsi gülüşü ile sessiz bir cevap verdi. Artık duygularını dışa mı vurmaya karar vermişti yoksa? Ya da belki benimle alay ediyor, tepkimi ölçmeye çalışıyordu. Onca atışmamızdan sonra birden odama gelip de bu denli davranıyor olması şüphe uyandırıcıydı.

"Anka lütfen biraz sus da seni öpebileyim."

Uzun kirpiklerini birkaç defa kırpıştırdı. Her ne kadar masum bakmaya başlasa da hareketleri tam zıttını gösteriyordu.

Sesimi çıkarmadım. O istediği için değil, sesimi çıkarıp herhangi bir tepkide bulunacak cesareti bulamamıştım. Heyecan bütün bedenimi esiri altına almaya başlamıştı bile. Bana neden böyle davranıyordu? Ne değişmişti? Bilmek istiyorum fakat tekrar aynı soruyu sormadım.

Alacağım cevaptan ziyade, vazgeçip gitmesinden korktum. Fikrini değiştirip yeniden eski haline bürünerek benden uzaklaşmasını istemedim. Ondan istediğim çok fazla şey vardı ama en önemlisi bana karşı her zaman dürüst olmasıydı ve Hakan çoğunlukla bana karşı dürüst değildi.

Sakladığı bir şey vardı, hatta belki tonlarca şey. Sevgilisi olmaktan çok en yakın arkadaşı olmak istiyordum. Çekinmeden, utanmadan, sıkılmadan ve en önemlisi kaçmadan bana her şeyini anlatmasını istiyordum. Onu her haliyle seviyordum ve seveceğimden de emindim. Aksi bir olayla karşılaşmazsam ondan kolay kolay vazgeçebileceğimden emin olamıyordum hiçbir zaman.

Bu kötü bir şey miydi? Ona bu denli bağlı olmak, kör kütük âşık olmak günah mıydı?

Ama sevmek güzeldi. Sevmek ve sevilmek çok güzeldi. Günah olamazdı, hayır.

Belki de benim cezam buydu. Hiçbir zaman hiçbir şeyden tam olarak, yüzde yüz emin olamıyordunuz. Her ne kadar isteyip kendinizi zorlayarak kandırsanız da bu, her zaman bu şekilde ilerlemiyordu.

Gözlerimi sımsıkı kapattım ve yıllardır beklediğim hamlesini yapmasını bekledim. Dışarıdan bakınca çok mu muhtaç görünüyordum acaba, diye düşünmeden edemedim.

Soğuktan kurumuş elini üzerimdeki pijamanın altından içeri soktu. Elini önce yukarılarda sonra yeniden göbeğimde, sıcak tenimde hissedince irkildim ama ne geri çekildim ne de gözlerimi açtım. Yakınlığımızdan ötürü alev alev yanıyormuşum gibi hissettiğimden soğukluğu beni rahatsız etmiyordu.

Hareket etmeden bir sonraki hamlesinin ne olacağını bekledim. İşaret parmağı göbek deliğimin üzerinden daireler çiziyordu. Kesin o da tüylerimin diken diken olduğunu anlamıştı çünkü anlamamak elde değildi.

Mümkünmüş gibi gözlerimi daha sıkı kapattım. Biraz daha zorlasam başıma ağrılar girecekti.

Belki de hayatımda ilk kez yaşananların sonunu düşünmeden hareket ediyordum. Bazen öyle davranmak gerekirdi, değil mi? Doğru mu yapıyordum bilmiyordum fakat halimden memnundum.

Yaptığı hamleyi tekrarlayarak elini göbeğimden yukarıya, göğsüme doğru kaydırdı ve bir anda öyle sert avuçladı ki gözlerimi açmak zorunda kaldım. "Şşşh, sesini çıkarma. Duymalarını istemiyorum," dedi diğer elini ağzıma götürüp. Dudaklarımdan can havli ile ufak bir çığlık kaçacakken engelledi beni. Şikâyet etmiyordum, etmeyecektim.

"Göğsünün bu kadar güzel olabileceğini tahmin etmezdim. Öyle güzel sertleşmişler ki," diye fısıldadı, sinsi gülüşü dudaklarındaydı.

Eli hâlâ dudaklarımın üzerine örtülüyken gülümsememi ona gösteremedim ama onun anladığını biliyordum. Tatminlikle dolan bakışlarını gözlerime dikti ve bana dakika gibi gelen birkaç saniye öyle bekledi.

"Yalan söylüyordum. Kesinlikle göğsünün bu denli mükemmel olduğuna emindim miniğim."

Elini yavaşça dudaklarımdan çektiğinden ağzımın açık olduğunu fark ettim. Dudaklarımı birbirine bastırıp sözleri karşısında afalladığımı ona belli etmek istemedim. Tamam, çoğu şeyi belki de istemeyerek belli etmiştim ancak gizemimi olabildiğince korumaya çalışıyordum.

Hakan bu şekilde davranarak amacımı bozsa da elimden geldiğince tüm benliğimi ona teslim etmeyecektim. En azından şimdilik. Önünde sonunda ona teslim olacağımı biliyordum, orası ayrı bir konuydu.

Gerçekten beni ne şekilde istediğini öğrenmeden olmazdı. Aptallık mıydı bu? Yoksa iyi mi yapıyordum, bilemiyordum ama böyle davranmayı sürdürecektim.

"Küçük bir çığlık için henüz çok erken, acele etme. Sence de öyle değil mi? Sana daha fazla çığlık attırmak istiyorum ve mümkün olduğunca adımı sayıklarken zevk çığlıklarını duymak istiyorum."

Ciddi anlamda ne söyleyeceğimi bilemedim ki çok da bir şey söylemeye gerek yoktu. Bütün konuşmayı kendisi üstlenmişti. Çok çakaldı çünkü söylediklerinin karşısında sessiz kalacağımı biliyordu. İstediği sessiz kalmam da olabilirdi. En azından bahsettiği çığlığa kadar.

İşaret parmağı ve baş parmağıyla göğüs ucumu tuttu ve sıktı. Sert olmaya çalışmıyordu ama elinin ağırlığından mıdır bilmem, canım yanıyordu. Kötü değildi, aksine iyiydi ve yeterince doyurucu bir boyuta ulaşıyordu. Olduğum yerde kıpırdandım.

Diğer elini kullanarak pijamamın ucundan tuttu ve yukarıya doğru sıyırmaya başladı. O sırada parmakları göğüs ucumu daha hafif sıkıyor ve okşuyordu. Bu ana kadar onun bana bu şekilde dokunmasını istediğimi bu kadar net fark etmemiştim. Çoktan ıslanmış olmam tamamen delilikti. Doğru düzgün bir şeyde yapmıyorduk ama tenim adeta arzudan kıvranıyor, yanıp tutuşuyordu.

Daha fazlasını yapmasını söylemek istedim ama deminden beri yaptığım gibi sessiz kaldım. Sessizliğim onu huzursuz etmiyordu, yüzündeki gülümsemeden kendini gösteriyordu.

Elini çekti ve üzerimdeki daha hızlı çıkarabilmek için harekete geçti. İki eliyle birden pijamamın üst kısmını başımdan çıkartmayı başardı. Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim. Ona çabucak müsaade ettim ve artık karşısında göğüslerimi saklamıyordum. Tamamen onun gözleri üzerine serilmişti.

Havanın verdiği soğukluk odaya da geçmişti. Bedenim baştan aşağı titredi. İçimden bir ürperti geçip gitti. Birkaç saniyeliğine yorganı tutup üzerime çekmek istedim fakat bunun sebebi ondan saklanmak değil, bir nebze de olsa ısınabilmekti. Ne yaptığımı anladı ve elini elimin üzerine koyarak bana engel oldu.

"Güzelliğini saklamanı istemiyorum." Yüz ifadesi çok ciddi olduğunu gösteriyordu. Başımı iki yana salladım.

"Hayır, gizlemiyordum. Yalnızca biraz üşüdüm." Hakan elimi tutmaya devam ederken yorganın ucunu bırakmam için çekiştirdi ve öyle de oldu. Artık yorganı değil, onun elini tutuyordum.

"Merak etme miniğim. Birazdan seni ben ısıtacağım ve öyle bir ısınacaksın ki bir sonraki titremende hep bana gelmek isteyeceksin." Göz kırptı ve son sözlerinden sonra nedense ısınmak için sürekli onun yanına gidebilmem ümidiyle hep üşümeyi diledim.

Çekinmeden hunharca güldü. Dudaklarını diliyle ıslattı ve bunu yaparken gözleri bir an olsun benimkilerden ayrılmadı. Dilini tenimde hissetmek istediğimi fark ettim o an. Sıcak dudaklarını benim üzerimde gezdirsin diye bekledim sabırsızca.

Parmakları parmaklarımın arasına geçirdi ve hafifçe sıktı. Bilekliklerimiz birbirine değip duruyordu. "Elimi sakın bırakma," dedi yalvarır gibi. Aramızdaki çekim gittikçe katlanarak artıyordu. Yutkunduğum sırada onu yalnızca başımı sallayarak onayladım. Şu an için mi söylemişti yoksa her zaman için mi, bilmiyordum fakat dediğini yapacaktım sanırım.

Gözlerini gözlerime kilitleyip yavaşça üzerime doğru eğildi. Ne yapacağını anlar gibi istemsizce başım hafifçe havaya doğru kalktı. Ona izin veriyordum ve bundan bir an bile pişmanlık duymuyordum.

Ellerinin aksine önce sıcak dudaklarını boynuma değdirdi. Öpmek için biraz bekledi, ancak bu bekleyiş uzun sürmedi ve ufak öpücüklerini boynuma dokundurdu. O kadar çok tahrik olmuştum ki ne yapacaksa hemen yapsın istiyordum.

Öpüşleri boynumdan aşağıya doğru kaydı. Sanki beni duymuşta ona göre hızlı bir şekilde hareket etmeye başlamıştı. Boynumun üzerinde çok vakit kaybetmeden göğsüme ulaştı. Çevresine minik öpücükler dokundurdu ve o bunları yaparken ben yeniden gözlerimi kapatmıştım.

Tuhaftır ki gözlerim kapalıyken onu daha net hissediyordum. Dili göğüs ucumun üzerinde gezindi. Islaklığını bırakmıştı ve bu beni mutlu ediyordu. Onu tümüyle hissetmek, tatmak ve yaşamak istiyordum.

Ve olan oldu.

Göğsümü emmeye başladı. Bir yandan sertçe göğsümü emerken elimi tutan eli sıkılaştı. Öyle çok sıkıyordu ki farkında mıydı acaba diye düşünmeden edemedim. Özlemini bu denli yaşıyor olması hoşuma gidiyordu. O da benim gibi bu anı yıllardır bekliyor muydu?

Nefes alışverişlerim düzensizleşti; şimdiden bile alnımda ve ensemde terler birikmişti. Gözlerimi aralamak istedim ama yapamadım. Anın tadını çıkarmak, bu anı bozmak istemiyordum. Dediği gibi bir anda bütün vücudumu alev kaplamıştı. Öpüşleri, dokunuşları, dudağı ve geri kalan her şey beni olduğundan daha fazla ısıtıyordu. Bana söylediklerinin gerçekleşmesini istedim ve sabırsızca yerimde kıpırdanarak ona belli etmek istedim.

"Devam etmemi istiyor musun?" diye sordu öpücüklerinin arasından. Başımla onayladım ama beni görüyor muydu bilmiyordum. Yalnızca güldü. Hem de öyle bir güldü ki gözlerimi açmama neden oldu. Elini elimden çekip doğruldu ve elini saçlarının arasından geçirdi.

"Ben istemiyorum." Gülmeye devam ediyordu ama bakışlarına yerleştirdiği ifadesi hiç keyifli görünmüyordu. Ne olduğunu anlayamadan yerimden doğruldum ve kaşlarımı çatarak ona baktım.

"Seni istemiyorum ve hiçbir zamanda istemeyeceğim." Oturduğu yerden kalktı ve karşıma dikildi. Elinin tersiyle iğrenerek dudağını sildiğinde kaşlarım daha ne kadar çatılabilirse o kadar çatıldı.

"Ne saçmalıyorsun yine?" Ne söyleyeceğimi bilemiyordum çünkü az önce yaşananlardan sonra böyle bir cümle beklemiyordum. Hala yatağın üzerinde, yanımda duran pijamamı alıp başımdan geçirdim ve ayağa fırladım. Karşısına geçtim ve ona bakmaya, bana bir cevap vermesini beklemeye devam ettim.

"Söylediklerimi duydun lanet olası. Dediklerimi anlamayacak kadar geri zekâlı mısın sahiden?" Dalga geçer gibi güldü. Sanki çok komik bir şaka yapmışçasına eğleniyordu. Bu da neyin nesiydi böyle?

"Bana oyun mu oynuyorsun Hakan?"

"Oyunun kendisi sensin Anka kuş." Resmen bana iğrenerek bakıyordu. Onun midesini bulandırıyormuşum gibi inceliyordu beni. Sanki bir pislikmişim ve bir an önce benden kurtulmak istiyor gibi duruyordu. Gözlerim dolmaya başlıyordu ve ne zaman böyle olsa kendimden nefret ediyordum. Ağlamaktan nefret ediyordum.

Zayıf yanlarımı insanlara göstermekten nefret ediyordum ve bu isteyeceğim son şey bile değildi.

İlk defa bana karşı böyle hakaret içeren bir konuşma yapıyordu. Bana, benden midesi bulanıyormuş gibi bakmayı sürdürüyordu ve canım hiç yanmadığı kadar yanmaya başlıyordu. İliklerime kadar hissediyordum ve hayatımda ilk kez, hiçbir şey hissetmemek istedim.

Alaycı gülümsemesi korkunç bir hale bürünerek daha fazla genişliyordu. Ona kızmaktan ziyade ondan korkmaya başlamıştım. Sebebi ise önümde adeta bir şeytanı andıran bakışlara ve hareketlere sahip olmasıydı. Neydi bu yaşadığım, yaşadığımız?

"Benimle bu şekilde konuşamazsın Hakan."

"Seninle istediğim şekilde konuşurum ve sana istediğim şekilde davranırım."

Bana doğru bir adım attı ve benden ondan kaçmak için geriye doğru bir adım attım ama başarısız bir girişimde bulundum çünkü yatağa çarpıp sendeledim. Hem fiziksel hem de duygusal olarak gücümü toparlamaya çalışıyordum ancak işleri olduğundan daha sıkıntılı bir hale sokuyordu ve bundan bir an olsun bile pişmanlık duymuyordu.

Keyif alıyordu. Evet, beni böyle görmekten keyif alıyordu. Az önce bana yaptıklarından ziyade, bana böyle davranıyor olmasından haz duyuyordu ve bu, yeterince ürkütücü bir hale geliyordu. Buna bir dur demem gerekiyordu, farkındaydım.

Yatağa oturdum ve durmadan başımı iki yana salladım. "Siktir git," diye fısıldadım. Her ne kadar sesimi gürleştirmeye çalışsam da beceremedim. Sesim fısıltıyla çıkmıştı ve sanki Hakan'a ulaşamadan adeta buhar olup havada gözden kaybolmuştu.

"Seni duyamıyorum," derken dalga geçerek elini kulağının arkasına yerleştirdi, daha net duyabilmek için yaptığı aptalca bir hamleydi yalnızca. "Seni yeniden ellememi, o siktiğimin iğrenç memesini tekrardan avuçlayıp emmemi mi istiyorsun?"

İşte şimdi göz yaşlarıma daha fazla engel olamadım ve yanaklarımdan aşağıya süzülmesine izin verdim. Ben utanılacak ya da saklanacak bir şey yapmamıştım. Hatalı olan ve bir göt gibi davranan kendisiydi ama karşımda oldukça rahat görünüyordu. Bardağı taşıran son damlaydı.

"Siktir git!" Oturduğum yerden kalktım ve ellerimi olabildiğince sert bir şekilde göğsüne vurdum. Onu itmeye, odamdan defolup gitmesini sağlamak istiyordum fakat o, olduğu yerden gram oynamıyordu.

"Bunlar çok yanlış hareketler, minik Ankacık." Çok eğlenceli bir durumun içerisindeymişiz gibi başını yana eğdi ve hala göğsünde duran titreyen ellerime baktı. Elleriyle ellerimi tutup sıktı ve o kadar fazla sıkıyordu ki ondan kurtulmak istedim. Çırpındım ama nafile. Ellerimi bırakmıyordu, olabildiğince daha fazla sıkmaya çalışıyordu.

"Yapma bunu bana. Neden yapıyorsun? Ne istiyorsun benden?"

"Senin istediklerinin aksine, sana neler yapabileceğimi hayal bile edemezsin."

Canım fazlasıyla yanıyordu. Ellerimi hissetmemeye başlamıştım ki hissetmemek istediğim yer ellerim değil, kalbimin ta kendisiydi. Ona siktir olup gitmesini söylememe rağmen beni asla ciddiye almıyordu ve yapmak istediği pisliği inatla sürdürüyordu.

Gözlerimi kırpıştırdım çünkü az önce gördüğüm şeyin doğru olup olmadığına emin olmak istedim. Hakan'ın göz pınarlarından kırmızı renkte sıvı akıyordu. Kan olabileceğini düşündüm ama bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Yaptıklarından, eserinden keyif almaya devam ederken deli gibi gülmeye başladı. Kırmızı sıvı yanaklarından akıyordu fakat onun umurunda değildi.

"Hakan," dedim güçsüzce. Gülmeye devam ediyordu. Bıkmadan, usanmadan gülüyordu. Transa geçmiş gibiydi, hareket etmiyordu ama dikildiği yerde gülmeyi sürdürüyordu. Kulaklarım acımaya başlıyordu. Ellerim, gözlerim, kalbim, her yerim...

"Bu da ne? Yoksa kan mı o?" Yanaklarından aşağıya, çenesine doğru yol çizmeye başlayan kana bakıyordum. Bir yandan da yeniden ellerimi çekmeye çalışıyordum. Bırakmıyordu. Taş kesilmişti.

"Bırak beni Hakan. Korkutuyorsun beni."

Ses seda yoktu. Ne dışarıdan ne evin içinden başka bir ses çıkmıyordu. Benim çaresiz çırpınışlarım ve onun deli kahkahaları dışından başka bir ses yoktu koskoca malikanenin içinde. Belki biri beni duyar da yardımıma koşar diye çığlık atmak istedim fakat bu defa da benim sesim çıkmıyordu.

Sesim kayboldu. Yok oldu. Oda bir anda üzerime üzerime gelmeye başladı. Nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Elimi göğsüme götürmek istedim, nefes alabilmeyi istedim ancak Hakan yerinden kıpırdamıyordu.

Uzaktan adımı duydum. Biri "Anka!" diye bağırıyordu. Cevap vermek istedim, beni bu kâbusun içinden kurtarmasını istedim ama başarılı olamadım. Duyun sesimi. Sen her kimsen, sessiz çığlığımı duy ve beni kurtar.

Dayanamıyorum. Hakimiyetimi kaybettim, toparlanamıyorum.

Duyun sesimi.

Ben buradayım.

"Anka!"

"Anka uyan!"

"Kâbus görüyorsun, ben buradayım."

Bir anda yerimden sıçradım ve tam karşımda korkudan deliye dönen Hakan'ı buldum. Az öncekinden farklıydı, hem de çok farklı. Beni kollarının arasına alıp sımsıkı sardı ve saçlarımı okşamaya, beni yatıştırmaya çalıştı. Kâbusun verdiği etkiyle bağırıp çağırmak istiyordum, fakat beceremedim. Boğazıma bir yumru oturmuştu ve sesimi bile düzene sokmamı engelliyordu.

"Buradayım, merak etme. Korkma artık sadece bir kâbus gördün. İyisin, benimlesin."

Nazikçe saçlarımı okşamaya devam ediyordu ve ben, yaşananlardan sonra kendimi daha fazla tutamadım. Ağlamaya başladım çünkü artık kendimi tutmak istemiyordum. Zaten bu zamana kadar kendimi kastığım, ağlamaktan kaçtığım yeterdi. Ağlıyordum evet, ancak sanki sesim çıkmıyordu.

"Ne oldu? Anka, iyi misin güzelim?" Afrodit'in endişeli sesini duydum fakat tepki veremedim. Hiç iyi değildim ki deliler gibi ağlamamdan anlaşılıyor olmalıydı. Çok yıpranmış hissediyordum. Bir daha hiçbir şey hissetmek istemiyordum. Kâbusun verdiği bir fobiye dönüşüyordu artık hissetmek.

Lanet olası şu hisler. Bünyeme fazla geliyorlardı.

Güzel bir şey vermeyecekseniz siktir olup gidebilirsiniz.

"Kâbus gördü. Ne gördüğünü bilmiyorum ama buraya geldiğimde çok kötü bir haldeydi."

Hakan'ın nefesinin sıcaklığını kulağımda sezdim. Onu itekleyip göz yaşlarımı sildim. Yüzüne bakamıyordum çünkü bunun için daha çok erken gibi geliyordu. Sanki gerçekten gördüklerimi yaşamıştım ve bu yüzden Hakan ile göz göze gelmekten kaçınıyordum.

Kapının önünde korkulu gözlerle bana bakan Afrodit'e döndüm. "Hepimiz mi kâbus gördük yani? Aynı gün, aynı saatlerde hepimizin kâbus görmesi normal olamaz."

Ne demek herkes kâbus gördü? Yani sadece ben değildim. İçim ufacıkta olsa rahatlamıştı çünkü gerçekten kafayı yiyecek hale gelmiştim. Çok nadir kâbus görürdüm, hatta çok nadir rüya görürdüm. Rüyalarla aram pek iyi olmamıştır.

Oysaki küçükken hep rüyalar görmek, uyanınca gidip gördüğüm o peri masallarını andıran rüyalarımı annemlere anlatmak için can atardım. Yatağımdan fırlayıp heyecanla annemlerin yanına koşar, gördüklerimi anlatır ve üzerine senaryolar kurardım.

Yıllardır rüya görmüyordum ki artık görmek istemediğime emindim.

Yataktan kalkmak isterken başım döndü ve geri yerime oturmak zorunda kaldım. Hakan, elini omzuma yerleştirip "Acele etme. Kendini ne zaman iyi hissedersen o zaman kalkarsın," dedi.

"Elini omzumdan çek!"

Bağırışım karşısında hızlıca dediğimi yaparak elini omzumdan çekti ve ayağa kalktı. Hala ona bakamıyordum, yataktaki dağınık yorgana takılmıştı gözlerim.

"Affedersin." Göz ucuyla ona baktım. İrkilip geriye çekilirken ellerini havaya kaldırdı. "Tamam, dokunmuyorum sana ama lütfen sakin ol." Üzgün ve endişeli görünüyordu. Ne zamandan beri buradaydı da beni kendime, gerçek dünyaya getirmeye çalışıyordu?

Aslında ona kızmayı ve benden uzak durmasını istememiştim, ancak gördüğüm feci kabustan sonra bir süre bana yaklaşmamasını diliyordum. Bunu hiç dileyeceğim aklıma gelmezdi. Kendimi bok gibi hissetmeyi bırakmam ve acilen toparlanmam gerekiyordu çünkü bilirsiniz, biraz daha böyle devam edecek olursa herkesten ve her şeyden kendimi soyutlamak isteyecektim.

"Anka, şimdi sana ne gördüğünü sormayacağım çünkü anlaşıldığı üzere çok kötü şekilde etkilenmişsin. Ancak bilmeni istediğim bir şey var. Morpheus dışında geri kalanlar senin kadar etkilenmedi."

Afrodit'in söylediklerine kulak asmadım. Haklıydı, gördüğüm kâbus beni derinden etkilemişti.

Midem bulanmaya başlamıştı. Başım dönüyor, midem bulanıyor ve içimdeki ağlama dürtüsünü bastırmaya çalışıyordum. Karnıma sancılar giriyordu ve işte o an, regl olduğum aklıma geldi. Regl döneminde insanın libidosu normalden daha yüksek olduğu için böyle bir rüya görmüştüm belki de.

Tabii ona rüya denebilirse.

Gördüklerim o kadar gerçekçiydi ki kâbus olduğuna inanasım gelmiyordu. Kendime gelebilmek için uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapmaya karar verdim.

"Sigara var mı?"

Bu durumda sorulacak en aptalca soruyu sormuş olabilirdim fakat gerçekten üstüne düşüneceğim bir problem değildi bu.

"Sigara mı? Anka sen yıllar önce içmeyi bırakmamış mıydın?"

Hakan'ın zamanında sigara içtiğimi ve üstüne üstlük ani bir kararla sigarayı bıraktığımı nereden bildiğini merak ettim ama sormadım. Onunla muhatap olmak istemiyordum, henüz kendimi buna hazır hissetmiyordum.

"Afrodit? Sigara var mı yok mu? İçmem gerekiyor."

Afrodit önce kardeşine, sonra bana baktı ve başıyla onayladı. "Bekle, hemen getiriyorum." Odadan çıkıp gözden kaybolunca Hakan derin bir nefes verdi. Bıkkınlıkla çıkan bir nefesti, içinde endişesini de barındırmayı ihmal etmiyordu.

Onu iyi tanıyordum. Bazı şeyler değişmiş olsa da asıl Hakan hala aynı yerdeydi. Yüzüne hiç hoşlanmadığım bir maske geçirmişti ve bize söylemediği bir sebepten ötürü maskesini indirmekten bir an olsun vazgeçmiyordu.

Korktuğum başıma gelmişti, Hakan ile baş başa kalmıştık. Gidip benim için sigara getirmesini ben istemiştim Afrodit'den fakat Hakan ile baş başa kalacağımı o an hesaba katamamıştım.

Hem utanıyor hem de rahatsızlık duyuyordum yanımda olmasından. Kim bilebilirdi ki Hakan ile yalnız başımıza kaldığımızda rahatsızlık duyacağımı...

"Sesimi yükselttiğim için kusura bakma. Hiç havamda değilim ve gerçekten uzun bir aradan sonra ilk defa böyle bir şey gördüm." Ona gördüklerimden bahsetmeyecektim. Aslında hiç kimseye bahsetmeyi düşünmüyordum ama en çok ona. Kesinlikle gördüklerimi eski oyun arkadaşıma anlatamazdım.

Oyun arkadaşım.

Kâbusum yeniden zihnimde belirdi ve oradaki tüyler ürperten Hakan'ın söylediklerini anımsadım.

"Oyunun kendisi sensin Anka kuş."

"Yanlış anlamadıysam benimle ilgili bir şeyler gördün çünkü beni burada gördüğünden beri çok tuhaf davranıyorsun ki seni suçlamıyorum. Yalnız bilmeni istediğim bir şey var." Yüzüne bakmadım.

Devam etmesi için yüzüne bakmamı istediğini biliyordum ama yapamadım.

Kısa bir bekleyişin ardından, "Her ne gördüysen o kişi ben değilim Anka. Senin bu şekilde yıpranmanı sağlayacak o kişi kesinlikle ben olamam," dedi. Ses tonundaki ciddiyetin farkına vardım, doğruları söylüyordu.

Söylediklerinde oldukça içten, samimiydi ve bunu bilmemi o da en az benim kadar istiyordu. Yoksa durduk yere böyle bir konuşma yapmazdı sırf içime su serpiştirip beni teselli etmek için.

Odanın kapısı aralandığında çoktan ayaklanmıştım. Üzerimdeki pijamaya adeta tiksinerek bakıyordum ve en kısa sürede ondan kurtulmam gerektiğinin bilincindeydim. Gözlerimi kapattım ve birkaç saniyeliğine kabusuma geri döndüm.

Pijamanın üzerimden çıkarılışı, Hakan'ın göğsüme yaptıkları ve daha sonrası...

Tanrım.

Özellikle de korku filmlerini andıracak o tiksinç gülüşü.

Sus, sus, sus.

"Anka iyi olduğuna emin misin? Yüzün sapsarı." Gözümü açtığımda Afrodit koluma girmiş, yalpalanmamam için bana destek oluyordu. Hakan ise...

Çoktan odayı terk etmişti. Gidişini bile fark edemeyecek kadar dikkatim dağılmıştı.

"İyiyim," diyerek geçiştirdim Afrodit'i ama bana inandığını pek sanmıyordum. Ona baktığımda benim için getirmiş olduğu bir adet sigarayı kulağının arkasına sıkıştırmıştı. Kendime engel olamayarak güldüm.

Gülmek iyi geliyordu. Yalandan da olsa gülmeye başladığınızda gülüşünüz gerçeğe dönüyordu.

O da bana karşılık vererek güldüğünde sigarayı kulağının arkasından alıp yatağa koydu. "Seni yalnız bırakayım. Üstünü değiştir de gel hemen," dedi. Kolumu serbest bırakıp odadan çıkmak için kapıya yöneldi.

Kapının kulpuna elini attığında arkasına döndü ve bana baktı. "Her ne gördüysen gerçek değil. Biliyorsun bunu, değil mi Simurg?" Gülümsedi ama gülümsemesi zoraki idi.

"Biliyorum."

Afrodit kapıdan çıkarken onların ne gördüğünü merak ettim. Sorsa mıydım acaba? Sorsaydım da anlatacaklar mıydı ki? Ben anlatmamıştım, fakat onlar da sormamıştı.

En iyisi herkes kendi kabusunu kendisine saklamalıydı.

Bir daha böyle etkileyici, hatta sarsıcı bir şey görmek istemiyordum. Etkisi hala izlerini taşıyordu ve kolayca yok olup gidecek gibi de durmuyordu.

Üzerimdekileri çıkartıp rahat bir şeyler giydim. Siyah taytın üzerine kalçamı kapatacak cinsten beyaz, uzun bir tişört giydim. Siyah sweati alıp sırtıma yerleştirdim ve kol kısımlarını önümde bağladım. Şu an üşümekten ziyade yanıyordum. Hala neden yandığım belliydi, ateşim henüz sönmemişti.

Lavaboya gidip soğuk suyu birkaç kez yüzüme çarptım ve dişlerimi fırçalayıp yatağın üzerindeki tek dal sigarayı aldım. Aşağı inerken adımlarım yavaştı. Hızlı hareket etmek istemiyordum. Tekrar başımın dönmesinden endişe duyuyordum ama biliyordum ki, her şeyin geçip gittiği gibi bunlarda geçecekti.

Ailemi çok özlemiştim. Onlara duyduğum özlem beni yıpratıyordu. Her gün, her dakika, her an onların iyi olmasını diliyordum. Bu durumda başka bir çarem ya da dayanağım yoktu.

Son basamaktan da inince herkesin salonda toplanmış olduğunu gördüm. Kimisi ayakta duruyor, kimisi huzursuzca koltuğun bir köşesinde oturuyordu. Beni bekliyorlardı çünkü onlarda kâbuslarının kurbanı olmuşlardı.

Hepimiz bir aradayken kabuslarımızdan bahsedecektik. Her ne kadar istemesem de bir yerden sonra anlatmaya mecburdum. Kendimi hazır hissetmiyordum. Özellikle de Hakan buradayken, bana bakarken anlatamazdım.

Utanmamam gerektiğimi bildiğim halde utanıyordum ve bu, elimde değildi.

"Ben bir sigara içip geleceğim," dedim sessizliği bozarak. Mutfağa geçip masanın üzerinde duran çakmağı alarak bahçe kapısını açtım ve kendimi dışarı attım. Kimsenin peşimden, yanıma gelmemesini umuyordum. Yalnız kalmak istiyordum ve bunu anlayışla karşılayacaklarını düşünüyordum.

Henüz hiçbir şey yememiştim, ancak önemli değildi. Bir şey yiyecek durumda değildim. Canım hiçbir şey istemiyordu, iştahım yoktu.

Sigarayı dudaklarımın arasında yerleştirdim ve çakmak yardımıyla ucunu ateşledim. İlk dumanı çekerken içimi büyük bir ferahlık kapladı. Uzun zaman sonra yeniden sigara içiyor olmak iyi gelmişti. Tehlikeli olduğunun bilincindeydim ama vücudumdaki gerginlik beni daha kötü bir hale sokuyordu ve bundan bir an önce kurtulmam gerekiyordu.

Sigara gerginliğimi tamamen alıp götürmüyordu elbette, fakat birazcık da olsa yardımı dokunuyordu.

Gökyüzüne baktım. Bugün hava kapalıydı. Hava serindi ama sizi soğuktan titretecek kadar değildi. Sigaranın dumanını içime çekmeye devam ederken, tuhaf bir şekilde bir yandan da burnumdan derin derin nefesler alıyordum.

"Gelebilir miyim?" Athena çekinerek mutfak kapısının önünde dikiliyordu. Gözleri kızarmıştı, ağlamış olmalıydı. O ne görmüştü acaba? Afrodit'in söylediklerinin aksine ben ve Morpheus dışında kalan herkesin gördükleri kabuslardan etkilenmiş olabilecekleri yönünde tahminlerim vardı. Athena da kendinde görünmüyordu.

"Tabii," dedim hafif kenara kayarak. Yanıma geldi ve ağzıma götürdüğüm sigaraya baktı. Onun da istediğini anladım, bu yüzden dalı ona uzattım. "Hepsini içebilirsin."

"Morpheus'da aynı senin gibi çok kötü durumda. Çığlıklarla uyandı ve kan ter içinde kalmıştı. Önce şu yeni getirdikleri çocuk, Deha için endişeleniyor sanıyordum ama işin boyutu çok daha farklı." Athena içine çektiği dumanı üfledikten sonra bana döndü. Söylediklerini dinliyor muyum diye anlamak istiyordu. Dinliyordum da ama ne zaman şu "kâbus" olayı açılsa, aklıma benimki geliyor ve huzursuz oluyordum.

Deha'nın adını geçirmeseydi eğer onun hala bizimle, bu evde kaldığını tamamen unutacaktım. Durumu ne alemdeydi bilmiyordum. Daha da önemlisi, hiç uyanmamıştı. Uyanacak mı diye beklerken zaman çok hızlı akıp geçmişti.

"Sen nasılsın peki?"

"İlk uyandığımda berbat haldeydim. Soğukkanlı biri olmasaydım eğer bu kadar kolay toparlanamazdım." Bana bakıp göz kırptı. Hafif dağılmış olan kızıl saçlarını düzeltti.

"Ne gördüğünden söz etti mi?" Yeniden konuyu Morpheus'a çevirdim. Açıkça belli oluyordu ki o da bende gördüklerimiz hakkında konuşmak istemiyorduk.

Dudağımı dişledim. Merakla Athena'dan bir cevap bekliyordum. Son dumanı da çekip izmariti yere attı ve ayağındaki botuyla ezdi. Öyle bir ezdi ki hem de bütün hıncını izmaritten çıkarıyordu.

"Hayır, henüz değil. Herkes toplanmadan söz etmeyeceğine dair yemin etti. O yüzden sende hazırsan artık içeri geçelim mi?" Tatlı tatlı yüzüme baktı, ifademi ölçmek istercesine. "Hazırım, geçebiliriz," dedim ve mutfak kapısını açarak içeriye, salona geçtim.

Athena da arkamdan geldiğinde yeniden herkes bir aradaydı. Morpheus kendini büyük koltuğa atmış, nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Gerçekten de benden daha kötü görünüyordu. Salona girişimde bunu idrak edememiştim çünkü kendi yaşadıklarımla kafam çok meşguldü.

Athena ellerini beline yerleştirerek "Evet Morph. İstediğin gibi herkes burada. Ne gördüğünü söyleyecek misin artık?" dedi. Onun için ne kadar endişelendiğini görmemek aptallık olurdu. Bu, Athena ve Morpheus ile ilk karşılaşmamızdan beri böyleydi. Adeta bir abla-kardeş gibiydiler.

Hakan ve Afrodit gibi. Samimi ama bir o kadar da yıpratan cinsten bir bağ vardı aralarında.

Athena'nın adını geçirmiş olması üzerine aklıma Deha geldi. Bir tek o aramızda değildi ve biliyordum ki, onu güvenli bir yere götürmüş uyanmasını bekliyorlardı. Yanımıza dahil olamayacak kadar bitkin ve bilinci kapalı vaziyetteydi.

Morpheus, uzun sarı saçlarını tepeden hızlıca topuz yaptıktan sonra derin bir nefes aldı. Konuşmaya başlamadan önce tüm cesaretini toplamak istiyordu. Onun içinde kolay olmadığını biliyordum. Beni, ya da diğerlerini Morpheus'dan ayıran bir özellik vardı. Onun gücü rüyalarla alakalıydı.

İşin karanlık tarafı da buydu zaten.

Morpheus düşler tanrısıydı.

Gördüğü rüyalar veya en can sıkıcı ihtimal olan kâbusları ya gerçekleşmiş olanlar ya da gerçekleşecek olanlardı.

Bu sebepten ötürü işler fazlasıyla boktan bir hale bürünüyordu.

Boğazını temizledikten sonra tedirgin tavırlarıyla elleriyle oynamaya başladı. Henüz hazır değildi, evet ama yapması gerektiğini kendi de biliyordu. Gücünden dolayı gördüklerini bize söyleme zorunluluğu hissediyordu. Onu iyi anlıyordum.

"Niyetim kimseyi korkutmak değil ama biliyorsunuz ki adım Morpheus ve ismim düşler tanrısına ait."

Konuya giriş şeklinden nereye varmak istediğini çözdüm. Birazdan anlatacakları için kimsenin onu suçlamamasını istiyordu çünkü gördüklerinin gerçekleşeceğinin farkındaydı. Ona doğru yaklaşıp yanına oturdum ve gerginliğin verdiği etkiden dolayı titreyen ellerini tuttum.

Önce tuttuğum ellerine, sonra zorlayıcı bir gülümsemeyle bana, en sonunda da ürkek bakışlarla Athena'ya baktı. Athena'yı mı görmüştü yoksa? Ona bir şey mi olacaktı? Hayır, umarım düşündüklerim beni yanıltır.

"Sen ne gördüğünü biliyorsun, değil mi Athena?" Efdal, Morpheus'u o şekilde görünce endişelenerek Athena'nın yanına geldi ve ona yaklaştı. Onun içinde kolay olmadığını biliyordum. Athena bir anda buz kesildi. Hiçbir tepki göstermeden Morpheus'un bakışlarına karşılık vermeye devam ediyordu. Kendisi için mi kaygılanıyordu, yoksa Morpheus için mi? Belki de gözle görülür kaygısı ikisi için birdendi.

Sahi, Athena onun düşüncelerine ulaşmayı başarabilmiş miydi? Veya en azından ulaşmayı denemiş miydi? Çünkü hatırlıyordum ki bu her zaman olmuyordu, arada çaba göstermesi gerekebiliyordu. Karşısındaki kişiye ya da düşüncelere, belki ikisine göre de değişen bir durumdu bu.

"Hayır Efdal, okuyamıyorum. Morpheus en başından beri bana izin vermiyor," dedi hayal kırıklığıyla. Kendini toparlaması biraz zaman almıştı ama önünde sonunda yeniden aramıza dönmüş olmasına sevinmiştim. Athena çoğu zaman kendini kaybetmeyen, soğukkanlı olan taraftı. Kilit nokta Morpheus'du. Onunla alakalı herhangi bir durumda bir anda bütün benliğini kaybediyordu.

Morpheus oturduğu yerden kalktı ve gözleriyle baştan aşağı süzercesine şöyle bir bize baktı. Kaşları çatıktı, fakat kaşlarını çattığını fark edemeyecek kadar yorgun görünüyordu. Göz altındaki morluklardan uykusunu alamadığı ortadaydı. Yeniden uykuya dalmaktan korkar hale gelmiş olmalıydı. Dün gece uyuduğumuz sırada kim neler yaşamıştı?

Rahatsızca olduğum yerde kıpırdadım. En başından beri ayakta duruyordum ama hiç öyle gelmiyordu. Bacaklarım uyuşmuştu ve zar zor beni taşıyorlardı. Bir an önce Morpheus'un gördüklerini anlatmasını istiyordum. Huzursuz olmaktan hiç ama hiç hoşlanmıyordum.

"Aramızdan birinin öleceğini gördüm," dedi daha fazla vakit kaybetmeden. Sesi çok güçsüzdü, adeta bir fısıltıyla ulaştı bizlere. Çıkan fısıltılı sözlerine rağmen ne dediğini direkt olarak algıladık çünkü algılanmayacak gibi değildi.

Birisi ölecek.

Ölmek.

Ölüm.

Kulağa hiç hoş gelmeyen sözlerdi. Herkes bir anda hareket etmeden sessizlik içerisinde bekledi. Kimse ne söyleyeceğini, nasıl bir tepkide bulunacağını bilmiyordu. Korkmuştum. İçimizden birine, özellikle de hayatımda büyük yeri olan insanlara zarar geleceği düşüncesi beni mahvetmişti. Zarar gelmekten ziyade, bahsi geçen şey ölümdü.

Biz neler yaşıyorduk böyle? Nasıl bir oyunun içine dahil olmuştuk?

Dönüp dolaşıp yine aynı sorular, aynı belirsizlikler karşısında boğuluyordum.

"Bu da ne demek oluyor? Sen ne söylediğinin farkında mısın?" Ares'in gür sesi bizi kendimize getirdi. Ondan böyle bir tepki bekliyordum. Kaşlarını çattı ve Morpheus'a döndü. Ellerini saçlarının arasından geçirdi ve dudağını ıslattı. İdrak etmeye çalışıyordu, hepimizin yaptığı gibi.

"Saçmalık! İnanmıyorum, tamam mı? Kimse ölmeyecek!" Burnundan soluyordu. Öfkesini hissetmemek elde değildi. Göz ucuyla bana baktı ama çabucak gözlerini kaçırdı.

"Sence ben bu durumdan çok mu memnunum?" Morpheus sinirle ona döndü, gözlerinin dolduğunu gördüm. Kâbusu kendisinin görmesinden ve düşler tanrısının adına sahip olmasından dolayı başımıza her ne gelecekse şimdiden kendisini sorumlu tuttuğu anlaşılıyordu.

"Bir dakika," dedi Rabia araya girerek. Kendini öne attı ve sağ elini havaya kaldırdı. "Rüyaların her zaman gerçekleşiyor mu?" diye sordu tedirginlikle. Şimdiye kadar sesini çıkarmamış olması bir mucizeydi. Ares'den önce davranarak bir çığlık patlatıp bizi yerimizden sıçratacağını düşünmüştüm.

Sorduğu sorunun cevabını almaktan korkuyordum. Gerçekleşmesini istemediğim bir şeydi bu ve cevabın hayır olmasını o kadar çok istiyordum ki. Sanki duvarlar üstüme üstüme geliyordu, her yaklaştığını hissettiğimde nefesim daralıyordu. Gerçekten de Morpheus'unkinin yanında benimki hiçbir şeydi.

Ne diyeceğini bilemeden Rabia'ya bakan Morpheus elini ensesine götürdü ve vereceği cevabı düşünüyormuş gibi yaptı.

"Emin değilim, hatırlamıyorum."

"Peki kimin öldüğünü gördün mü?" Hermes'in sesini duyunca neredeyse onun burada olduğunu unutacaktım. Güzel bir noktaya parmak basmıştı. En azından kimin öleceğini bilirsek...

Hayır, hayır.

Her türlü çok fena bir olayın içine hapsolmuştuk.

Birinin ölme düşüncesini geçtim, kimin öleceğini bilirsek bu daha da mahvederdi bizi.

"Hayır göremedim. Çok bulanıktı ama birinin öldüğünü gördüm, buna eminim. Biliyorum, iğrenç bir şey bu ama elimden bir şey gelmiyor. Bende istemezdim böyle olmasını. İnanın bana," dedi ağlamaklı ses tonuyla. Athena ve Efdal ona destek olmak için yanına gitti. İkisinin de harap olduğunu görebiliyordum.

Hepimiz aynı durumdaydık.

"Bu senin suçun değil Morph." Athena, Morpheus'un kolunu okşadı. Onu rahatlatmak istiyordu ama henüz kendisi rahat değilken bunu başarması biraz güçtü.

"Kimse seni suçlamıyor Morpheus," dedim en son. Doğruydu. Yani en azından benim açımdan doğruydu. Onu suçlamıyordum çünkü nasıl suçlayabilirdim ki? Düşler tanrısının adını taşıması ve onun gücüne erişmesi onun suçu ya da onun tercih ettiği bir şey değildi. O da bu durumdan hoşnut değildi, bunu anlamak için bir bilge olmanıza ihtiyaç yoktu.

"Dediğim gibi, kimin öldüğünü göremedim ama bilmenizi istediğim başka bir şey var," dedi çekinerek. Cümlesini tamamlamadı veya tamamlayamadı. Önce Athena'ya baktı, sonra da Efdal'a. İkisinin yanında duruyor olması her ne kadar onu sevindiriyor olsa da bunu dilediği şekilde gösteremiyordu.

Cesaretini yeniden toplayabilmek için derin derin nefesler aldı. "Söyleyebilirsin," dedi Athena, her zamanki gibi sakin ve güven veren sesiyle konuşmuştu.

"Ölen kişinin bir erkek olduğunu biliyorum ve çok fazla acı çekiyordu."

Gözünden bir damla yaş süzüldü. Hıçkırarak ağlamak istiyordu ama yapamıyordu. Kendini o kadar çok kasıyordu ki ellerindeki kan çekilerek bembeyaz hale gelmişti.

Ölecek kişinin bir erkek olduğunu söylemesi üzerine çekine çekine Hakan'a döndüğümde bakışlarımız kesişti. Yoksa o da mı kendisinin öleceğini düşünmüştü? Hayır, ben bu ihtimali düşünmek bile istemiyordum. Onu kaybedemezdim. Buna hazır değildim.

"Bir erkek mi? Yani bizlerden biri mi?" Ares ellerini kaldırarak tek tek bütün erkekleri gösterdi ve en sonunda işaret parmağını kendine çevirdi. Şaşkınlıkla kaşları havalandı, hala idrak etmeye çalışıyordu.

Morpheus sesini çıkarmadı. Evet demek istemediğini anlamıştım. İstemsizce o kişinin Hermes olmasını diledim. Sonuçta onu tanımıyorduk ve onu ilk gördüğüm andan beri ondan hiç hazzetmemiştim. Bunu diliyor olmam beni kötü biri yapar mıydı? Diğerlerine bir şey olmasını istememem çok normaldi, fakat onlara bir şey olmasın diye başka birinin ölmesini dilemek... Çılgınca mıydı?

Gözlerim sulandı. Bu sabah o kadar boktan uyanmıştım ki bundan sonrasının da çok güzel ilerlemeyeceği kesindi artık. Sıcaklamaya başladım. Gerginliğin ve adet olmanın verdiği sıcak basmaları. Kimseye bir şey demeden mutfağa geçtim ve diğerlerini salonda bıraktım.

Buz dolabını açtım ve ağzıma bir tane siyah zeytin attım. Çekirdeğini çıkartıp çöpe attıktan sonra ellerimi tezgâha yaslayıp bekledim. Gözüm bileğimdeki bilekliğe takıldı. Onu hala takıyor olmamız bile bir mucizeymiş gibiydi. Göğsüm ağrıyor, göğüs kafesim gittikçe daralıyordu sanki. Ölümü düşünmek için henüz çok erkendi. Herkes gibi buna bende hazır değildim.

Dayanamazdım. Yapamazdım. Başa çıkamazdım.

Arkamdan gelen ayak seslerini duydum ama oralı olmadım. Başım yerde, ayaklarıma bakıyordum boş gözlerle. Gözümden bir damla yaş düştü zemine ama aldırış etmedim. Arkamdaki her kimse beni bu şekilde görmemesini istiyordum. Zayıflıklarımı göstermeyi seven biri değildim, hiç olmamıştım.

Son zamanlarda sulu göze dönüşüyordum ve bu benlik değildi.

Bütün sinir sistemim altüst olmuştu. Her defasında kendimi kandırıyormuşum gibi geliyordu. Ağlama Anka. Sırtını dikleştir Anka. Sen güçlüsün Anka.

Evet, güçlüydüm. En sevdiğim halimdi. Gerçekten Anka Özçelik olduğum halim.

Ancak elimde olmayan durumlardan dolayı bazen sarsılıyordum. Hep yaptığım, yapmaya çalıştığım şeyleri yaparak çabucak kendimi toparlamaya zorluyordum. Bilmediğim bir şey vardı ki, bazen insan bocalayabiliyordu. Bu çok doğaldı. Kendimi bu kadar kasmaktan zevk almıyordum. Yapım böyleydi, ancak son zamanlarda ben, ben değildim.

Ağlama isteğimi bastırmaya çalışıyordum. Bu bana iyi gelmiyordu. İnsan bazen ağlamalıydı. Hüngür hüngür, bağıra çağıra ağlamalıydı. Peki ben neden yapamıyordum?

Güçlü görün Anka.

Ağlama Anka.

Bu sen değilsin Anka kuş.

"Hakan'ı mı düşünüyorsun?"

Ares'in sesini işittim. Şefkatle sormuş olması beni şaşırtmıştı doğrusu. Az önceki tepkilerinden sonra kendisini çabucak toparlamayı başarmıştı. Ona imrenirken buldum kendimi.

Başkalarına imrenmekten hoşlanmıyordum.

Aslına bakarsak çoğu şeyden hoşlanmıyordum sanırım.

Yaslandığım yerden geri çekildim ama ona dönmedim. Kimsenin yüzüne bakmak istemiyordum. Fazla mı abartıyorum diye düşünmeden edemiyordum. Abartılması gereken o kadar şey vardı ki... Artık neyin üzerinde durup, neyi abartacağımı bile şaşıracak hale gelmiştim.

Al işte. Bundan da hoşlanmıyordum.

"Biraz temiz hava almak ister misin?" Hala burada olması, benimle ilgileniyor olması hoşuma gitmişti. Ona döndüm ve bana tatlı tatlı baktığını gördüm. Gerçekten sakinleşmişti ve benimle cidden ilgilenmek istiyordu. Yüzündeki samimiyeti durduğum yerden kolaylıkla okunuyordu.

"İyi olur. Teşekkür ederim."

Gülümsedim. Zorla değildi. Gerçekten ona içten gülümsedim. O da bunu anlayınca gülümseyerek karşılık verdi. Baştan aşağı beni süzdükten sonra "Sırtına attığını üzerine geçir istersen. Hava serin görünüyor," dedi düşünceli bir halde.

İçeriden sesler geliyordu. Neler konuşulduğunu merak ediyordum ama gidip dahil olmayacaktım. Kendime gelmem için biraz zamana ihtiyacım vardı. Hepimizin ihtiyacı vardı, fakat hepimiz kaçıp duruyorduk. Nereye gittiğimizi bile bilmeden kaçmayı sürdürüyorduk. Belki de hatamız buydu.

Kendimizden kaçmadan bütünüyle kendimizi rahat bırakmak.

Sal gitsin kendini be kızım. Daha ne kaybedebilirsin ki...

Hepimiz rol yapıyorduk aslında. Her şeyin süper olduğunu, iyiye gideceğini, kaçmaktan vazgeçtiğimizi söyleyerek bir yere varmaya çalışıyorduk. Kimse doğru düzgün kendisiyle baş başa kalıp durup bir düşünmüyordu.

Ares beni beklerken dediğini yaptım ve sırtıma astığım sweati omuzlarımdan indirerek üzerime geçirdim. İçi polarlı olduğu için hemen ısınmıştım. "Katilin sana verdiği kolyeyi yanına al istersen. Dışarıda yürürken ne işe yaradığını çözmeye çalışırız," diyerek bir öneride bulundu. Dediklerini hızlıca ölçüp tarttım. Mantıklı olabilirdi.

"Sen gidip al, ben dışarıda seni bekliyor olacağım."

Ares arka kapıdan bahçeye çıkarken bende hızlıca salona geçerek vakit kaybetmeden yukarı çıktım. Odama geçtim ve yatağa baktığımda aklıma gördüklerim geldi. Başını iki yana sallayarak kurtulmaya çalıştım. İstemiyordum. Düşünmek veya hissetmek. En azından kısa bir süreliğine de olsa bunu başarabilirdim.

Kolyeyi nereye koyduğumu hatırlamaya çalıştım. Bana verdiği gece takmamıştım kolyeyi. Cebime koymuştum diye hatırladım bir an. Hızlı davranarak kolyeyi aradım. Bulmam uzun sürmedi. Sol avucumda kolyeyi tutuyor, incelemeye çalışıyordum. Bunu bana neden vermişti? Küllerinden doğan katilin benimle ne gibi bir bağı olabilirdi?

Aynanın karşısına geçip kolyeyi boynuma takmaya çalıştım. Yuvarlak, alev rengindeydi. Cansız bir rengi vardı ve taşı çok büyük değildi. Aynaya doğru eğilerek kolyeyi taktım. Boynumdaki duruşuna bakmak istersen bir anda kolye parladı. Rengi canlandı ve kolaylıkla renklerini seçebileceğiniz bir hale büründü. Değişik bir enerjisi vardı. Sihirli miydi yoksa?

O gece sihir kullanmıştı. Eve koruma büyüsü yapmıştı. Veya kolyeye büyü de yapmış olabilirdi. Anlamak güçtü ama Ares ile ben, bunu açıklığa kavuşturmak için bir yola baş vuracaktık. İşe yarasa iyi olurdu çünkü ne yapacağımızdan emin bile değildim.

Kolyenin ucu saçlarımla aynı renkteydi ve tuhaf bir şekilde bana yakışmış, güzel görünüyordu. Saçlarımı omuzlarımdan geriye attım ve düşmüş kaşlarımı yukarıya kaldırıp son kez aynadan kendime baktım. İyiydim. İyi görünüyordum. İyi görünmeliydim.

Kendim için.

Anka için iyi olmalıydım.

Odadan çıkıp aşağıya indim. Hakan ve Afrodit ayakta, dış kapının eşiğinde duruyorlardı. Onlarda mı hava almak için dışarı çıkacaktı?

Kimseye çaktırmadan kolyeyi sweatin içine soktum. Taktığımı görmelerini istemiyordum. Bunu bilmelerine gerek yoktu şimdilik. Daha ben bile kolyenin sırrını çözememişken onlara verecek bir açıklamaya sahip değildim.

"Siz nereye? Bir yere mi gidiyorsunuz?" Soruyu Afrodit'e yöneltmiştim. Şu anlık Hakan ile muhatap olmak istemiyordum.

"Birden fazla geçit olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Dünde bir tanesine şahit olduk. O yüzden Hakan ile başka geçitleri aramaya çıkacağız. Gelmek ister misin?"

"Çok isterdim ama gelemem. Ares ile dışarı çıkacağım. Hatta şu anda beni bekliyor. Size kolay gelsin şimdiden. Umarım geçitlere ulaşabilirsiniz." Gülümsedim, fakat sonra Hakan'ın bakışlarını üzerimde hissedince ona döndüm. Memnun görünmüyordu, kaşları çatılmıştı.

Gözlerimi onunkilerden kaçırarak onlara arkamı döndüm ve mutfağa ilerledim. Ares, arka kapıda durmuş hala beni bekliyordu. Dışarıya çıktım ve mahcup bir ifadeyle özür diler gibi ona baktım. Sorun değil dercesine elini salladı.

Konuşmadan da anlaşabiliyor olmak güzeldi.

Sözler olmadan da karşındaki kişiyle birbirinizi anlamanız değerliydi.

Bahçeden çıktığımızda hangi yöne gideceğimize dair bir fikrimiz yoktu. Planlı ilerlemiyorduk, bu yüzden sağa mı gitsek yoksa sola mı, bilememiştik. Elini bana doğru uzattı. Tutup tutmamak arasında gidip geldim ama sonra tutmaya karar verdim.

Beni peşinden sürükleyerek sağ tarafa doğru döndü. Sonradan aklıma gelmişti ki sol tarafta hareket eden ağaç bulunuyordu. Akıllıca bir hamleydi. Elim avucunun içinde rahatsızca kıpırdandı. O da fark etmişti ama elimi bırakmadı.

Arkama dönüp baktığımda Afrodit ve Hakan'ın biraz gerimizde kaldıklarını gördüm. Afrodit diğer yöne bakarken Hakan bize bakıyordu. Ellerimize.

Gözlerini bütünleşen ellerimize dikmişti. Refleks olarak elimi Ares'inkinden çektim. Tutuşu bile kuvvetliydi. Elimi serbest bıraktığında durup bana baktı. Ne tarafa baktığımı görünce "Dert etme," dedi düz bir şekilde. Dert etmiyordum ki zaten. Sadece sabah uyandığımda ona bu kadar soğuk davranırken şimdi yakın arkadaşının elini tutuyor olmak garip gelmişti.

Yanlış değildi. Garipti.

Yanlış bir şey yapmamıştım. Kısa bir süre geçmiş olsa da Ares'i sevmeye başlamıştım. Duygusal olarak değil, arkadaş olaraktı içimde beslediğim sevgim. Bunu ikisinin de bildiğini düşünüyordum. Derin bir nefes aldım ve yeniden ilerlediğimiz yöne doğru döndüm.

Yürümeyi bıraktığımızı da o an fark etmiştim. Kolyeyi gözler önüne sererken Ares'e gösterdim. "Baksana. Kolyeyi taktığımdan beri ışıldıyor." Biraz daha eğilip kolyeye baktı.

"Daha önce olmamış mıydı yani?"

Hayır der gibi başımı iki yana salladım. Hemen yüz ifadesi değişmiş, düşünceli moda geçiş yapmıştı. O da benim gibi anlam veremiyordu. Bir anlamı olmalıydı ama. Büyü ya da sihir, artık her neyse o mu işlevini göstermeye başlamıştı?

Yavaş yavaş yürümeye devam ederken ileride duran bir silüet gözüme çarptı. Kadın mıydı yoksa erkek miydi, seçemiyordum. Bildiğim tek şey bir çocuk olamayacak kadar uzundu. Çok dikkat çekmemeye özen göstererek işaret parmağımı kaldırıp "Orada biri var," diyerek Ares'e gösterdim. Benim işaret ettiğim yöne baktı ve hemen sonra arkasına bakıp yeniden bana döndü.

"Evden epeyce uzaklaştık Anka. Geri mi dönsek?" Sesinde kaygı barınıyordu. Geri dönmek istemesi normaldi ama böyle bir cümle kuracağını düşünmezdim. "Neden? Korkmuyorsun değil mi?" Gülümsedim.

"Kendim için değil." Bana bakan koyu mavi gözleri derinleşti. Benim için korkmasına gerek yoktu çünkü ben kendim için korkmayı bırakalı çok oluyordu. Evet, bedenimi korku kapsıyordu zaman zaman, fakat kendimi hep es geçiyordum. Sonradan kavradığım bir şeydi.

"Benim için korkmana ya da endişe etmene gerek yok Ares. Başımın çaresine bakabilirim," dedim. Sırtımı dikleşirdim ve yeniden ilerideki silüete baktım. Orada öylece dikiliyordu. Yardım mı istiyordu acaba? Gerçi yardıma muhtaç gibi durmuyordu.

Bir adım atıp ilerlemek isterken Ares elimi tutup bana engel oldu. Ne oldu dercesine ona baktım. İçinde uzun zamandır tuttuğu bir sırrını açığa vurmak istiyormuşçasına bana bakıyordu. Söylesem mi, söylemesem mi diye bekliyordu. "Bir sorun mu var?" Yüzümü tamamen ona döndüm. Silüet arkamda kalmıştı.

"Ares," dedim sakince. "Sorun her neyse bana söyleyebilirsin."

"Senden hoşlanıyorum."

Tuttuğu elimi sıktı. Bana gülümseyerek bakarken "Bende senden hoşlanıyorum. Çok iyi birisin. Hepimiz için yaptıkların paha biçilemez," dedim gülümsemeye çalışarak. Söylediklerimi duyunca elimi bıraktı.

"O anlamda değil Anka," dedi sert bir ses tonuyla. "Sana karşı hisler besliyorum."

Aşk itirafı için ne yeri ne de zamanıydı. Ona kızmak istedim ama yapmadım. Bana olan hislerini açığa vurmuşken ona kızmak pek de mantıklı gelmiyordu.

Ne anlamda söylediğini anlamış, bozuntuya vermemiştim. Salağa yatmayı sürdürürken "Bende işte," dedim. Söylemesini istemediğim şeyler söylüyordu ve üstü kapalı devam etmemesini rica ediyordum ondan.

Regl döneminde ekstradan hassas oluyordunuz. Onu kırmak istemiyordum. Ona bakarken üzülüyordum ve onun adına üzülmekte istemiyordum. Bu kadar hassas hissedip hassas davranmaktan zevk almıyordum. Sinirlerim bozulmuştu. Kendimi sürekli telkin etmek için büyük bir çaba sarf ediyordum ama gerginliğime bir türlü kilit vuramıyordum.

Daha fazlasını söylememesi için ona sırtımı döndüm. Silüet biraz daha yaklaşmıştı bize. Yanlış görmüyorsam eğer, bir kadındı. Dinç gözükmüyordu, yaşlı olabileceği aklıma geldi.

"Sana âşık oldum diyorum! Aşığım diyorum Anka! Seni seviyorum."

Ben kafamı dağıtmaya çalışırken Ares'in acı çekerek yaptığı itirafı karşısında olduğum yerde durdum. Ona dönüp bakacak cesareti kendime bulamıyordum. Gözlerindeki o derin anlamı görmek bana iyi gelmeyecekti. O, âşık olduğum kişinin yakın arkadaşıydı.

Sevmek günah değildi. Hayır, kesinlikle günah olamazdı.

İmkânsız birini sevmek peki? Ulaşamayacağını bildiğin kişiyi sevmek...

Günahları da sevapları da biz belirleyemiyorduk.

Birini sevmenin günah olduğunu bilseydim yine de Hakan'ı seçerdim.

"İlk gördüğüm andan beri. Sana ilk o gün, yaralı halinle Afrodit'e yardım etmeye çalıştığın zaman vuruldum. Kendi kendime kızdım sürekli. Sevemezsin, sevmemelisin diye türlü türlü yasaklar koydum ama yapamadım Anka. Lanet olsun ki yapamadım. Özür dilerim. Seni sevmeyi, sana âşık olmayı bende istemezdim ama olmadı."

Bunları neden şimdi bana söylüyordu? Beni dışarı çıkartıp yalnız kalalım da aşkını itiraf etsin diye kolyeyi bahane mi etmişti? Böyle bir şeyin olacağını bilseydim kabul etmezdim. Evet, kabul etmezdim çünkü şu anda ne söyleyeceğim hakkında en ufak bir fikre sahip değildim.

"Beni sevmediğini biliyorum. Yani en azından o şekilde. Hakan'a, dostum dediğim insana âşık olduğunu biliyorum. Ona ihanet etmedim Anka, yemin ederim. Ona ihanet edecek bir şey yapmadım. Sevmek ihanet etmek değildir. Duygularıma engel olamadım, olamıyorum. İşin kötü yanı da engel olmak istemiyorum."

Tekrar tekrar aynı şeyleri dile getiriyor, özür diliyordu. Onu suçlayamazdım elbette. İnsan kalbine söz geçiremiyordu.

Özür dilemesini gerektirecek bir şey yapmamıştı. Sadece sevmişti. Hepimiz gibi. Herkes gibi sevmişti.

Benim gibi.

Karşındaki insanla olamayacağını bilerek sevmiş, sevmeye devam etmişti.

Bu yanlış değildi ama doğru da diyemezdim.

"Ne söyleyeceğimi bilmiyorum Ares," dedim sadece. Sırtım hala ona dönüktü. Ellerini omuzlarıma yerleştirdi ve titreyen sesiyle "En azından beni dinledin," dedi. Gözlerimi kapattım çünkü duygular geri geliyordu. Onları kovmuştum. Bir gün için bile olsa duygularımın hepsini rafa kaldırmak, hiçbir şey hissetmemek istiyordum.

Nazikçe omuzlarımı sıktı. "Bir şey söylemen gerekmiyor. Sadece duygularımı bilmeni istedim. Bir karşılığı olmadığını ve hiçbir zamanda olmayacağını biliyorum. İçimde tutmak bana iyi gelmiyordu."

Cevap vermedim. Yeri seyrediyor, yerdeki taşlara bakıyordum.

"Biri bana yardım etsin!"

Ares'in elleri omuzlarımdan çekilirken bende gelen sesle başımı kaldırdım. Gözlerimin altındaki ıslaklığı sildikten sonra karşıya baktım. Tahminlerim doğru çıkmıştı. Yaşlı bir kadın bize doğru yürüyordu. O kadar yavaş ve takatsiz yürüyordu ki yarı yolda yere kapaklanacak diye korktum.

Ares koşarak kadının yanına gitti ve koluna girerek kadına destek olmaya çalıştı. Kadının saçları beyazdı fakat tozlardan hep grileşmişti. Yüzündeki buruşukların arasından bile çok fazla acı çektiği anlaşılıyordu. Gözleri kısılıyor, dudakları inceliyordu.

"Tanrıya şükür! Sizleri bulduğuma çok sevindim. Yaralandım ve gidecek hiç kimsem yok." Ares'in tuttuğu kolu değil, diğer kolu boydan boya kanla kaplanmıştı. Direkt olarak baktığınızda göremiyordunuz çünkü kan kolunun arka kısmından akıyor, yere düşüyordu.

Yarası tazeydi ve kanı daha kurumamıştı. Başına ne gelmiş olabileceğini sıraladım zihnimde. Bir yaratık tarafından saldırıya uğramış olsaydı şu anda burada olmazdı. Yüksek ihtimalle ölmüş olur ve bir ağacın ya da yolun kenarında cansız bedeni yatıyor olurdu. En kötü ihtimalle ise onu yaralayan yaratığın midesinde.

Başka bir şey veya biri tarafından saldırıya maruz kalmıştı. Bu tatlı yaşlı kadına kim zarar vermek isteyebilirdi ki tanrı aşkına? Onu bu hale getiren neydi?

"Anka," dedi Ares. Kim bilir ne zamandır bana sesleniyordu. Dalgınlığımdan sıyrılarak ona baktım, çenesiyle yaşlı kadının yarasını gösteriyordu. Ne demeye çalıştığını anladım. Yarasını iyileştirmemi istiyordu.

Ellerim yanmaya başladı. Tam o sırada kolye yanıp sönüyordu. Işığı gittikçe artıyor ve tekrar sönüyordu. Bir süre böyle yanıp sönmeye devam ederken kadının kolyeme baktığını gördüm. Gözleri parlıyordu. Az önceki halinden eser kalmamıştı.

Kolyeye bakarak kahkaha atmaya başladı. "İşte buldum seni," dedi keyifle. Ares, deliye dönen kadına tuhaf tuhaf bakarken kolundan çıktı. Kadın elini kaldırarak bana doğru bir adım attı. "O kolyeyi istiyorum," dedi aç gözlerle kolyeye bakmayı sürdürürken. Sesi hiç yaşlı bir kadına aitmiş gibi çıkmıyordu. Ses tonundaki arzusu kadınla hiç uyuşmuyor, sanki başka birinden çıkıyormuş gibiydi.

Kolyeyi neden istediğini anlamamıştım. Ares çabucak kendini benim önüme atarak siper etti. Bana bulunduğu itirafından sonra yaptıklarına daha farklı bir gözle bakmaya başlamıştım. "Ona sakın dokunayım deme seni ihtiyar," dedi hiddetle.

Kimsenin benim için kendisini tehlikenin tam önüne atmasını istemiyordum ve hiçbir zamanda istemeyecektim.

"Anneciğim."

Ares'in arkasında olduğum yerde kalakaldım. Hareket edemiyordum. Nefes alamıyordum. Duyduğum sese inanamıyordum. Kalbim hızlı atmaya başladı.

Annemin sesiydi bu.

Beni bulmuş muydu? İyi de nasıl bu kadar kolay yanıma gelebilmişti?

Ares'i önümden itip anneme kavuşabilmek için bir hamlede bulunacaktım ki Ares "O annen değil. Arkamdan sakın ayrılma," dedi birden. Nasıl annem değildi... Onun sesiydi bu. Hasret kaldığım o yumuşak sesi.

"Annesiyim elbet. Kızım beni hiç özlemedin mi?"

Ares o kadar uzun ve iriydi ki hiçbir şey göremiyordum. Kollarını arkaya atıp elleriyle bileklerimden tuttu. "Yaşlı kadın veya annen değil. Şekil değiştiren yaratık bu." Ares sesini en aza indirgemişti, sadece benim duyabileceğim şekilde.

Göz ucuyla Ares'in beni sakladığı kişiye baktım. Annemdi bu. Annem tam karşımdaydı ve bana seslenmişti. Bir taraftan da o değil gibiydi. Onun kadar masum ve sevecen görünmüyordu. Fiziksel olarak anneme benziyordu ama bakışları tam tersini söylüyordu.

Yine de gerçek olmasa bile annemi görüyor olmak gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Onu çok özlüyordum. Onu ve babamı.

Ares doğruları söylüyordu. Yaşlı kadın artık görünürlerde yoktu. Bu çok çok acımasızcaydı. Beni annemle vuracak kadar gaddar bir hamleydi.

"Sen annem değilsin," dedim Ares'in arkasından çıkarak. Bileklerimi tutuyor olması bana engel olamamıştı, onlardan çabuk kurtulmuştum. Baştan aşağı beni süzdü ve gözleri yeniden kolyeme takıldı. "Onu bana ver," dedi sinirle. Sesi bambaşka çıkıyordu bu kez. Daha derinden ve daha keskindi.

Kolyemin yuvarlak taşını tuttum ve sıktım. "Bunu sana asla vermeyeceğim." Kolyeden çıkan ışık, parmaklarımın arasından belirlemeye devam ediyordu. Tanrı aşkına, bu kolyenin özelliği neydi?

Birdenbire annemin bedeni değişti ve tanımadığım başka birine dönüştü. Tırnakları sivrileşti ve dişleri uzamaya başladı. Vampiri andırmıyordu, hayır. Çok daha farklı ve ürkütücüydü. Uzun tırnaklarını Ares'in sol koluna geçirdi ve boydan boya çizdi.

Ares acıyla inleyerek geriye kaçtı ama şekil değiştiren yaratık duracak gibi görünmüyordu. Ares'i es geçerek bana döndü. Uzun ve kesici dişlerinin arasından dilini çıkarttı. Venom'u andırıyordu ama tam olarak onun gibi de değildi.

"Ver o kolyeyi bana!" Elini havaya kaldırıp boynuma doğru götürürken gözlerimi kapattım. Kolumu yüzüme ve boynuma siper edecek şekilde kaldırmıştım. Bir işe yaramayacağını bilerek bekledim. Neden beklemekte olduğumu bilmiyordum.

Acı içinde bir çığlık duydum. Bu ne benden ne de Ares’ten geliyordu.

Kolumu hafifçe indirerek gözlerimi araladım. Oydu. Yine gelmişti.

Siyah pelerinini görüyordum. Sırtı bana dönük vaziyette, tam önümde dikiliyordu.

Küllerinden doğan katil yine bizi kurtarmaya gelmişti.

Pelerininin ucundan olan biteni idrak etmeye çalıştım. Şekil değiştiren o iğrenç yaratık toz haline gelmiş, havaya saçılmıştı. Başımı gökyüzüne doğru kaldırdım. Grilikler yukarıya doğru süzülerek yükseldiğinde gözlerimi alamıyordum.

Onu öldürmüştü. Onu yok etmişti.

Bizi kurtarmıştı. Yeniden.

Onu tekrar görmeyi beklemiyordum. En azından bu kadar kısa bir sürede tekrardan karşıma çıkmasını beklemiyordum. Az önce yaşananlar gerçek miydi? Yeniden kâbus görüyor olma ihtimalimi düşündüm, ancak hayır. Gördüklerim bu defa gerçekti.

İşini bitirdikten sonra bana döndü. Farkında olmadan hala elimle sıkıca tuttuğum kolyeye baktı. İçten bir gülümseme sundu. Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Onu hiçbir zaman boynundan çıkarma," dedi çenesiyle kolyeyi işaret ederek.

Elimi kolyenin ucundan çekip terlemiş avucumu taytıma sildim. Kaşlarımı çatmış ona bakarken o fazlasıyla kendinden emin görünüyordu. "Sebebini söylemeyecek misin?" diye sordum çünkü kolyeyi neden bana vermiş olduğunu merak ediyordum.

Biraz durup düşündükten sonra, "O kolye seni koruyor ve sana güç veriyor Anka," dedi. Korumak ve güç kelimelerini bastıra bastıra söyledi. Ona inanmamı beklemiyordu herhalde.

Söylediklerini ciddiye almayarak alayla güldüm. "Şaka mı yapıyorsun? Az önce olanları görmedin herhalde. Ah, ya da dur. Gördün ve hiçbir sike yaramadığını fark ettin ve bu yüzden beni kurtarmaya geldin. Hem de tekrar." Burnumdan soluyordum.

Ona çok öfkeliydim. Bir katil olmasına rağmen fazla rahat duruyordu. Karşısında aptal yoktu, bunu bilmeliydi. Güya kolyeyi bana güç vermesi, beni koruduğuna inandığı için vermişti. Korumamıştı. Güç de vermemişti. Yalnızca öfke ve gerginlik barındırıyordu bütün bedenimde.

"Neden işe yaramayan bu aptal kolyeyi bana verdin? Benden ne istediğini bile bilmiyorum. Bana neden yardım ediyorsun?" Onu süzüp sen bir katilsin der gibi baktım. Bakışlarımdan artık her ne anlam çıkarttıysa gülümsedi.

Gülümsemesi sinir bozucuydu.

"Öyle gülümseyip durma bana! Benimle aranda ne gibi bir bağ olabilir senin?"

"Zamanı geldiğinde bunu sana açıklayacağım. Söz veriyorum Anka."

Ve öylece ortadan kayboldu. Esintisi ve her zamanki ihtişamı ile bana tek bir açıklama bile yapmadan gitti. Ondan nefret ediyordum. Beni kurtarmasına rağmen ona olan öfkem, nefretim dinmiyordu. Beni soktuğu durumun bilincinde bile değildi. Gelip saçma sapan sözler söylüyor, açıklamasını sonra yapacağına dair boş vaatlerde bulunuyordu.

Bir katilin sözüne kim inanırdı ki?

Arkamdan gelen inleme sesleriyle düşüncelerimden uzaklaşarak o yöne döndüm. Ares'i yerde yaralı bir halde görünce kendime kızdım. Az kalsın onu unutuyordum. Tanrım, bugün aklım neredeydi benim? Her şeyi unutur olmuştum. Kafam çok dağınıktı.

Yanına gidip diz çöktüm. "Özür dilerim," dedim başka ne diyeceğimi bilemeden. Çektiği acıya rağmen gülümsemeyi ihmal etmemişti. "Senin bir suçun yok. Neden özür diliyorsun her seferinde?"

Bilmiyorum der gibi omuzlarımı indirip kaldırdım. Sağ elini tutarak onu kaldırmaya çalıştım ama çok ağırdı. Dirseğinin üzerinde doğrularak elimi tuttu ve kendini yukarı kaldırdı. Onun için çok kolay olmuştu. Elini sol koluna götürüp akan kana bastırdı.

"Dur, bırak. Ben halledeyim."

Elini kesiğin üzerinden çektim ve kendi elimi yerleştirdim. Derin nefesler alarak katilin söylediklerini düşündüm. Gözlerimi kapatıp birkaç saniye bekledim.

Ben güçlüyüm.

Gücümü kullanabilmem için aptal bir kolyeye ihtiyacım yok. Bundan çok daha fazlasıyım.

"Geçiyor," dediğini duydum Ares'in. Gözlerimi açmadım ve kaçmaya çalıştığım hislerimi yeniden ortaya döktüm. Hissettim ve sanırım uzun bir aradan sonra hissetmek ilk defa bu kadar doğru ve mükemmel gelmişti.

"Sana söylediklerini duydum. Gücünü keşfetmek için o kolyeye muhtaç olmadığını ikimizde biliyoruz. Sen Anka'sın. Her halinle kusursuzsun. Çoğu şeyi başarabildiğin gibi bunu da başaracağını biliyorum."

Gözlerimi araladım ve yeniden o tatlı gülümsemesiyle karşılaştım. Çiziğe baktım, kaybolmuştu. Başarmıştım. Söylediği ve hissettiğim şekilde başarmıştım.

Güldüm.

"Hadi artık. Dönme vakti," dedi evin yönünü göstererek. Konuşacak havamda olmadığım için sessizce başımla onaylayarak eve doğru yürümeye başladık. Eve yürüdüğümüz süre zarfında tek kelime etmemiştik. Sessizlik ve sakinlik içinde bahçe kapısının önüne geldik.

Bahçeden içeriye geçtiğimizde ana kapıdan değil de mutfağın arka kapısına yürüdüm. "Anka," diyerek durdurdu beni. Ona döndüğümde mahcup bir ifadeyle bana baktı. Kanın bulaştığı elini ensesine götürüp "Sana söylediğim onca şeyi hiç söylememişim gibi davranabilir miyiz?" diye sordu.

Benden bunu istiyor olması karşısında bozguna uğradım. Böyle bir istekte bulunacağını düşünmemiştim. Sanırım aramızın bozulma ihtimalinden dolayı kaygılanmıştı. "Tabii," dedim sadece. Teşekkür edercesine başını salladı.

"Sende az önce yaşananları kimseye söylemezsen memnun olurum," dedim. Katil ile yeniden karşı karşıya kaldığımızı bilmeleri gerekmiyordu. İçerisinde bulunduğumuz durumdan ötürü bunu sonraya saklayabilirdik.

"Tabii," dedi benim ona söylediğim şekilde.

Mutfak kapısından içeriye adımımı attığımda salondan yükselen sesleri duydum. Dikkatli hareketlerle salona giriş yaptığımda Morpheus'un ağladığını gördüm. "Hepsi benim yüzümden oldu," diyordu art arda. Biz yokken evde neler olmuştu?

"Saçmalama!" Athena ona inanamıyormuş gibi bakıyordu. Morpheus'un yanında ayakta dikilerek onu sakinleştirmeye, bir yandan da kafayı yememek için çabaladığını gördüm. Hakan ve Hermes salonda değildi. Afrodit'i görmüştüm, demek ki dönmüşlerdi. O halde Hakan ve Hermes nereye gitmişti?

"Onun ölmesi senin suçun değil." Efdal, Morpheus'un yanına, koltuğa oturup bir elini onun omzuna yerleştirdi. Efdal'ın dudaklarından dökülen cümleler yeniden kulaklarımın içerisinde yankılandı.

Kim ölmüştü?

"Kime ne oldu?" diye sordum korkarak.

"Deha vardı ya hani," dedi Afrodit, Deha'yı hatırlamamı sağlamaya çalışıyordu. Kesik kesik nefeslerimin arasından "Evet?" diye sordum devam etmesini beklerken.

"Biz yokken Deha ölmüş. Ağzından köpükler çıkartmış ve kısa bir süre içerisinde de boğularak can vermiş." Yüzünü buruşturdu. İğrenmiyordu, üzülüyordu.

"Aman tanrım. Morph," dedim ona bakarak. Sesimi toparlamak istedim, fakat yeterince başarılı olamamıştım. Boğazım kurudu, ağrı yapmaya başladı.

Morpheus, başı önde ellerine bakıyordu. Elleriyle oynuyor, dizlerini sallıyordu. Birinin öleceğine dair kâbus gören oydu ve gördüğü şekilde birinin ölmüş olması onu mahvediyordu. Paramparça olmuştu.

"Ben onun iyileşip gözlerini açacağını beklerken gördüğüm saçma sapan bir rüya yüzünden öldü!" Birden ayağa fırladı. Yanımdan geçip merdivenlere yöneldi. Arkasından seslenseler de Morpheus kimseyi umursamadan odasına çekilip kapıyı ardından sertçe kapattı.

Yalnız kalmaya ihtiyacı vardı her insan gibi.

Ona biraz müsaade etmemiz gerekiyordu.

Aslında hepimizin bir şeyleri sindirmesi gerekliydi. Bu bir ihtiyaç haline gelmişti artık.

Hakan ve Hermes ana kapıdan içeriye girdi. Ellerinde kürek tutuyorlardı. Şimdi nereye kaybolduklarını anlamıştım. Deha'nın cansız bedenini gömmek için gitmişlerdi. Hermes'i bilmiyordum, ancak Hakan bunu ikinci defa yapıyordu. Onun adına üzülmüştüm.

Küreği kenara bıraktıktan sonra yanıma geldi. "Eline ne oldu senin?"

Nasıl oluyordu da elimdeki kanı görebiliyordu? Fazla dikkatliydi ve bu bazen sinir bozucuydu.

"Ares yaralandı ama hallettim."

Yüzüne bakmamakta ısrarcıydım. Başka bir soru daha sormasına izin vermedim. Yanından geçip koltuğa bıraktım kendimi. Çok yorulmuştum.

Karnım guruldadığında hiçbir şey yememiş olduğumu idrak ettim. Yerimden kalkıp kendime yiyecek bir şeyler hazırlayacak takatim ya da isteğim yoktu.

"Başka geçitler bulabildiniz mi?" Rabia dikkatimizi başka yöne çekmek istercesine konuştu. Doğru ya. Hakan ve Afrodit başka geçitlere bakmak için çıkmışlardı. Bu zamana kadar sözü geçirilmediğine göre bir şey bulamamış olmalılardı. Ne yazık ki şaşırmamıştım. Beklediğim bir durumdu.

"Maalesef. Hiçbir iz yok," dedi Afrodit hayıflanarak.

Hakan tam karşımdaki koltuğa geçip otururken "Farklı yerlerin yanı sıra daha önce bulunduğumuz yerleri de didik didik aradık, ancak hiçbir ize rastlayamadık," dedi. Her ne kadar ona bakmıyor olsam da onun bana baktığını biliyordum. Ona bakmak yerine Ares'e çevirdim bakışlarımı.

Hep yaptığı gibi ayakta duruyordu. Kolunu gösterip dudaklarını oynatarak teşekkür etti. Aynı şekilde bende dudaklarımı oynatarak önemli olmadığını söyledim. O bizi aslanlardan kurtarmışken benim onun yarasını iyileştirmem hiçbir şeydi. Özellikle de benim vesile olduğum bir olaydan ötürü.

"Anka!"

Bana seslenildiğini duydum ama salondaki kimseden gelmiyordu ses. Kafamı kaldırdım. Morpheus merdivenin trabzanlarına tutunarak aşağıya, bana bakıyordu. "Bir şey mi istedin?"

"Yanıma gelir misin rica etsem?"

Diğerleri gibi bende şaşırdım. Morpheus'un beni çağırıyor olmasının nedeni ne olabilirdi ki?

Kibar isteğini yerine getirmek için yerimden kalktım. Merdivenleri çıktıktan sonra "Kötü bir şey mi yine?" diye sordum sesimi alçaltmaya özen göstererek. Sorumu yanıtsız bırakıp odasına doğru önden ilerledi. Onu takip ettim.

İkimizde odaya girince kapıyı arkamdan kapatmamı rica etti. Kapıyı kapattıktan sonra ona döndüm ve "Morpheus ne oldu?" diye sordum tekrardan. Sessiz kalması hayra alamet değildi.

"Çok ağladığım için gözlerim yanıyordu, bu yüzden biraz kestireyim dedim," diyerek başladı sözlerine. Pür dikkat onu dinlerken anlatmaya kaldığı yerden devam etti.

"Başka bir şey daha gördüm. Bu kez görüntüler net, olay belirsiz."

"Kimi gördün?"

"Athena'yı."

Ah, hayır. Burnuma pis kokular geliyordu ve midem yeniden bulanmaya başlamıştı. Söyleyecekleri daha bitmemişti. Çabucak anlatmaya koyuldu.

"Ve Hermes'i gördüm Anka." Gidip yatağın kenarına oturdu. Ayakta durmakta zorluk yaşıyordu. Ellerini iki yanına, yatağa yerleştirdi. Yorganı hafifçe avuçlarının içerisine alarak sıktı. Başını iki yana sallayıp durmaya başladı. Karşısına geçip dizlerimin üzerine çöktüm.

Ellerimi dizlerine yerleştirdim. "Ona bir şey olmayacak."

Söz ettiğim kişinin Athena olduğunu biliyordu. Ona ne kadar çok değer verdiğini uzaktan herhangi biri dahi görse hemen anlardı. Onların arasındaki bağ çok başkaydı. Neden bu halde olduğunu anlıyordum. Ona zarar gelmesinden delicesine ürküyordu.

"Bunu nereden biliyorsun?" Eğdiği başını kaldırarak yeşil gözlerini üzerime dikti.

Elbette ki bilmiyordum. Bunu bilemezdim, ancak böyle olmasını dilemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Elim kolum bağlıydı. Haberini daha yeni aldığım taze bir ölümü henüz sindirememişken şimdi de ona en yakın insanı görmüştü. Ona ne olacağını görmemişti, fakat ister istemez korku bütün bedenini sarmıştı.

"Athena'ya ne olacağını görmedim çünkü oralar belli belirsizdi. Kafamı kurcalayan başka bir detay ise Hermes'i de görmüş olmam. İkisini beraber görüyorum, ancak başlarına ne geleceğine dair bir şey yok. Sıfır."

Ağlamaktan kızaran gözleri yeniden doldu. Ağladığı için yeşil renkteki gözleri daha çok parlıyordu. Görünürde parlıyordu yalnızca. Ne kadar çok acı çektiğini görebiliyordum.

"Bundan kimseye söz etme," dedi. Parmaklarıyla gözlerinin altında biriken ıslaklığı sildi. Ellerini tuttum ve yüzüne baktım. Berbat görünüyor olsa da bu haliyle bile dikkat çekici bir yapıya sahipti.

Zoraki, sahte gülümsememi takınarak "Söz etmeyeceğim," dedim.

"Ayrıca Athena'yı bilirsin. Kendisine bir şey olmasına asla ama asla müsaade etmez." Gülümsemem genişledi ve bu kez sahteliğinden sıyrılarak içten bir şekilde gülümsüyordum. O da kendini zorlayarak gülümsedi.

Ona söylediklerim boş laflardan ibaret değildi. Bütün kalbimle biliyordum. Morpheus her ne gördüyse Athena'ya zarar gelmeyecekti.

Akıllı bir kızdı ve onun en sevdiğim yanlarından biriydi bu.

Zekâ tanrıçası Athena. Benim güzel kızıl saçlı kızım.

Söz veriyorum, sana kimse dokunamayacak.

^^^

Eveeettt!!!! Başka bir bölümün daha sonuna geldik...

Of neler hissedeceğimi hiç bilmiyorum. Yıprandım vallahi.

Bundan sonraki bölüm çok önemli bir şey öğreneceğiz! Gerçi ben biliyorum, siz öğreneceksiniz AHHAHAHKDFHSK.

Umarım bölümü keyifle okumuşsunuzdur! Lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın. Düşünceleriniz benim için çok değerli.

Bölümleri geciktirmemin başka bir nedeni de bu çünkü... Üzmeyin beni :)

Bir sonraki şahane bölümde görüşmek üzere! Öpüldünüz.

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

kitabın resmi instagram sayfası: kullerindogusuofficial

Loading...
0%