Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. Bölüm: "Anlaşma"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

9.BÖLÜM: “ANLAŞMA”


Yeni bölüme hoşgeldiniz. Bu bölümde beklenen an geldi. Bir gerçeği öğreneceksiniz ki bunu aslında biliyorsunuz. Kitaptaki karakterlerim öğrenecek desem daha doğru olur :)

Umarım bölümü okurken büyük bir zevk alırsınız! Ben yazarken kendimi hem çok iyi hem de bir garip hissediyorum:')

Tekrar ve tekrar söylediğim gibi lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın. Düşünceleriniz benim için çok değerli.

Keyifli okumalar diliyorum!

Bölüm Şarkısı: Ruelle – War Of Hearts


^^^


Morpheus ile olan konuşmamızdan sonra biraz bekleyip salona geçmeye karar vermiştik. Konuşmamız sırasında Morpheus, bana gördüğü kâbuslardan ötürü sol kaşının dibinde duran yara izinin sızlamaya başladığından bahsetmişti. Yara izinin hâlâ sızlıyor olması enteresan gelmişti çünkü bildiğim kadarıyla iz, çok önceden oluşmuştu. Oluşan yara izinin nedenini anlatmış mıydı, hatırlamıyordum ancak yine de ne olur ne olmaz diye sormamıştım.

Hemen ardından konuyu değiştirmişti, bende üstüne düşmemiştim. Aşağıya geçmeden önce, Morpheus sakinleşmek için biraz zamana ihtiyacı olduğundan bahsetmişti ve bende onu yalnız bırakmak istemediğim için yanında kalmıştım. Baş başa kaldığımız o süre zarfında biz onun kâbusunu detaylı bir şekilde düşünüp dururken aşağıda yemekler hazırlanmış olmalıydı çünkü yemek kokuları yukarıya kadar ulaşmıştı.

Yemek için bize seslenmişlerdi ve Athena bizzat kendisi yanımıza gelerek çağırmıştı. Çaktırmadan bana Morpheus'un sorununun ne olduğunu ve neden özellikle benimle konuşmak istediğini sormuştu. Ona bir söz verdiğim için Athena'yı pembe yalanlarla geçiştirmiştim. Daha fazla üstüme gelmemesini ummuştum ki Athena da amacımı anlayarak ondan kaçmama izin vermişti.

Hep birlikte aşağıya inmeden önce Morpheus yeniden her şeyin aramızda kalması için beni uyarma gereği duymuştu. Athena o sırada kapının eşiğinde olduğundan bizi duymamıştı ya da ben öyle olduğunu sanmıştım. Kimse kimseye tam olarak güvenmiyordu, ancak bir yerden sonra güvenmekten başka bir seçeneğiniz kalmıyordu.

Güven direkt oluşan bir şey değildi, kazanılması gerekiyordu. Morpheus'a da bana güvenebileceğini kanıtlamak istiyordum, bu yüzden sesimi çıkartmadım. Özellikle de Athena'ya karşı dikkatli oluyordum çünkü üstüne basa basa arkadaşının ismini vurgulamıştı.

Herkes kurt gibi aç olduğundan salona geçer geçmez hepimiz yemeklerimizi hızlıca bitirmiştik ve şaraplarımızı yudumlamaya geçmiştik. Yapılan her bir yemek çok lezzetliydi ve özenle hazırlanmıştı, ondan yana hiçbir sıkıntı yoktu fakat elimiz kolumuz bağlı bir halde hayatımıza devam etmeye zorlanırken ziyafet çekmek bencillik gibi geliyordu.

Ya da ben fazla abartıyordum.

İçim içimi kemiriyordu. Çoğu şeyi kafama takıyordum ve bir yerden sonra onca yükün karşısında başım ağrımaya başlıyordu.

Başta Athena olmak üzere -tekrar sormuştu- birkaç kişi daha meraklarına yenik düşerek Morpheus ile ne konuştuğumuzu sormuştu. Aşağıya inmeden önce Morpheus beni iki kere tembihlediği için sözüne uyarak tek kelime dâhi etmemiştim. Athena'ya yaptığım gibi basit, üstü kapalı açıklamalar yapmıştım fakat kimse yutmamıştı. İnatla sormaya devam ederek gerçeği duymak istemişlerdi ama bir yerden sonra onlarda ısrar etmekten sıkılmışlardı.

Aralarından sadece Athena bir iki kez bana göz kırpıp bilgi almak istediğini açıkça gösterse de istediğini ona vermemiştim. Normal şartlarda düşüncelerimizden ne konuştuğumuzu anlaması gerekirdi ama söz konusu Morpheus olunca gücü ona karşı işlemiyordu. Güçlerimize gelecek olursak, değişiklikler ve aksaklıklar yaşayabiliyorduk. Tam olarak neye göre oluyordu bilmiyordum ama yalan yok, bazen işime geldiği oluyordu.

Günler su misali akıp gidiyordu ama bize hiç geçmeyen bir ızdırap gibi geliyordu. İçimdeki ses bugünün çok önemli olduğuna dair imalarda bulunarak her fırsatta vurgu yapıyordu. Çoğunlukla yaptığım gibi bir kez daha iç sesime güvenmeyi seçmiştim. İç sesine bile güvenemeyecek o kız haline gelmiştim. Hayat işte, bazen kendinizden bile şüphe etmenizi sağlayacak durumlar söz konusu oluyordu.

Gerçekten kayda değer bir şey olsa iyi olurdu. Güzel bir haber almayalı çok uzun zaman olmuştu ve en çok istediğim şey içimize ferahlık verecek bir haberdi. Niyetlerimi o yönde tutmaktan başka bir seçeneğim yoktu şimdilik. İyi düşün, iyiyi çek. Değil mi?

Beyaz şarabımdan bir yudum alırken gözlerim Ares'e ulaştı. Ares'in aşk itirafından sonra onunla çok konuşamamıştık. Daha doğrusu olanları unutmamı rica ettiği için onunla ne konuşmam gerektiğini bilmiyordum. Hislerini veya direkt olarak onu incitmek istemiyordum. Ona gerçekten değer veriyordum ama sadece o kadarla sınırlıydı. Daha fazlasını içimde barındırmıyordum ve ne yazık ki bunun olmayacağını ikimizde biliyorduk.

Zaten bu sebeple aşk itirafı mevzusunu bir daha açmamaya karar vermiştik. İlk başta ricasını kabul edip etmemek arasında saniyelikte olsa tereddütte düşmüştüm ardından isteğinin her ikimiz adına daha güzel sonuçlar doğurabileceğini umarak kabul etmiştim. Yanılıp yanılmadığımı görmek için henüz erkendi çünkü itirafı ve söylediği onca şey daha çok tazeydi.

Koltuğun köşesinde rahat bir şekilde kıvrılmış otururken kulaklarıma her bir köşeden uğultular geliyordu. Herkes aynı anda sohbet edip ellerindeki kadehleri dudaklarına götürürken gözlerimi Ares’den ayırarak şömineden yükselen aleve çevirmiştim. Ne konuşulduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu çünkü dürüst olmak gerekirse dinlemiyordum. Büyük ihtimalle her zamanki gibi klasik şeylerden söz ediyorlardı. Geçitler, ailelerimiz, Zeus ve Hades... Ve liste böyle uzayıp gidiyordu.

Listenin sonu nereye varacaktı bilmiyordum. Sakız gibi daha fazla uzamaması için dualar ederken bir yandan da zirvenin nerede biteceğini merak ediyordum. Bizi bilen çok fazla kişi vardı; bizim ise birçoğundan daha haberimiz bile yoktu.

Böyle bir durumda ise bizden normal şeylerden söz etmek beklenemezdi. Hala başımızdan geçenleri sindiremiyorduk çünkü kolay değildi. Her şey ışık hızıyla gerçekleşmişti ve biz artık algılayamıyorduk. Fazla düşünüp kafa yordukça beynim uyuşuyor gibi oluyordu; algılarım kapanıyordu.

İlk yapılacak şeyin çemberi daraltmak olduğunu biliyordum. Bize yardımı dokunabilecek bir ipucu veya birini bulabilmiş olsaydık her şey daha kolay, hatta çekilecek bir hâle gelebilirdi. Ertuğrul Bolat öldürüldükten sonra başladığımız noktaya geri dönmüş dibe batıyorduk. Evinde kaldığımız Ertuğrul'un bildiği başka mühim şeylerin daha olduğunu zannetmiştim ama ne acıdır ki hiçbir zaman bunları ondan öğrenemeyecektik. Kendi evinin kapısına cesedi bırakıldığında yaşadığım şok etkisi bambaşkaydı, tarif edemiyordum. Onu kimin öldürdüğü ise askıda kalmıştı; çözülemeyen bir gizem haline gelmişti.

Kalbinin temiz ve saf olduğuna inandığım bir adamdı. Güven konusunda çatışmalar yaşıyordum çünkü hiçbir zaman kolay olmamıştı birine güvenebilmem. Ertuğrul Bolat'ın yüzündeki, sesindeki ve davranışlarındaki çaresizliğin kırıntıları dolaşıyordu. En az o da bizler kadar sıkıntılı durumdaydı. Yoksa bizi büyük bir hevesle evine davet ederek gerçekler hakkında konuşup kaybolan çocuklarının eşyalarını kullanmamıza müsaade etmezdi. Sahi, o kadar kişiye iyi yetiştirebiliyorduk birçok şeyi.

Onun ise bize yaptığı onca şeyden sonra kurtuluşu ölümü olmuştu ki buna kurtulmak denilebilirse. Belki de olduğu yerde bizden daha rahat ya da huzurlu bir haldedir, bunu bilemezdik. Huzura ermiş olmasını ümit ediyordum ve olur da eşiyle çocukları da kurtulursa onunla aynı huzuru paylaşabilirlerdi.

"Anka."

Narin parmaklarıyla bileğimi tutup beni oturduğum yerden kaldırmak isteyen Hakan'a baktım. Alevlerden gözlerimi ayırarak bütün dikkatimi ona yönlendirdim. Artık nasıl daldıysam, bana seslendiğini bile o ana kadara fark etmemiştim. "Efendim?" Sesim boğuk çıkıyordu. Alevlere çok uzun süre odaklanmış olmalıydım çünkü Hakan'ın suratını bulanık görüyordum. Üstelik gözlerimde sulanmaya başlamıştı.

"Biraz konuşabilir miyiz?" Ondan kaçıp durduğum için bir türlü konuşma fırsatımız olmamıştı. Şimdi ise ne konuşmak istediğini bilmiyordum ama az çok bir tahminim vardı.

Elimde tuttuğum kadehimle ayağa kalkarken hiçbir şey söylemedim. Söylememe de gerek kalmamıştı çünkü cevabımı hemen anlamıştı. Kendisine çoğu zaman karşı koyamadığımı bildiğinden oldukça rahat görünüyordu. Gerçi bir yandan da üzerinde anlamadığım bir gerginlik hakimdi, öyle ki gerginliği gözlerine bile ulaşabilmişti.

Bileğimi bırakmış, önden ilerlemem için beni bekliyordu. Şaraptan mıdır yoksa başka bir şeyden mi henüz karar verememiştim ancak ayağa kalktıktan sonra başım dönmeye başlamıştı. Dediğim gibi, alevlere o kadar odaklanmamın da etkisi olabilirdi. Ares’e bakmaktan kaçınayım derken alevlere yakalanmıştım.

Hakan’ı takip etmeye başlamadan önce koltuğun kenarına tutundum. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra bana elini uzatan Hakan'a döndüm. Beni o şekilde görünce gerginliği artmıştı, kaşları hafiften çatıktı. Nazik bir sesle “İyi misin?” diye sorduğunda başımla onayladım. Tabii, mükemmel hissediyordum.

"Siz ikiniz nereye gidiyorsunuz?" Athena'nın sorusunun üzerine Afrodit hiç zaman kaybetmeden "Aşklarını tazelemeye," dedi kıkırdayarak. Espri yapmaya çalıştığını biliyordum ama yine de istemeden de olsa rahatsız olmuştum. Göz ucuyla Ares'e baktım. Bize bakmak yerine az önce benim yaptığımı yaparak şömineden çıkan alevleri seyrediyordu. Kasları gerilmiş olsa da istifini bozmadı.

Kırgın olduğunu biliyordum çünkü çok keyifsiz görünüyordu. Hatta belki de yoğun bir acı içerisindeydi. Üzücüdür ki onun bu halini anlayabiliyordum. Karşılıksız sevgimin yaşadığı acıya neden olmasını istememiştim. Hem nasıl isteyebilirdim ki? Onu aynı şekilde sevecek başka birine kalbini açıp onunla mutlu olabilecekken âşık olduğu kişi -yakın arkadaşım dediği insandan bir türlü vazgeçemeyen- ben olmuştum. İster istemez Ares'in bu halleri beni mahvediyordu. Ona sunmak istediğim karşılıklı bir sevgiye sahip değildim; ileri ki zamanlarda da olacağımı sanmıyordum.

Hakan söylenenleri duymamazlıktan geldi ve elimi serbest bırakarak kibar bir şekilde belimden itekledi. Dış kapıdan çıkarak bahçenin olduğu tarafa ilerledik. Önden ilerleyip demir kapıdan çıkmadan evin çevresinde biraz uzaklaşırken onu takip ettim. Bir ağacın köşesinde durduktan sonra bana baktı. Ağacın yanında, evin diğer tarafında bir sokak lambası ışığını bizim üzerimize yansıtıyordu.

Gözlerimiz birbirini bulurken boğazını temizledi. Yüzümün önüne düşen saç tutamlarını bir elimle kulağımın arkasına sıkıştırdım. Elimde tuttuğum kadehi istemsizce sıkmaya başlamıştım çünkü gördüğüm kâbustan sonra onunla ilk defa baş başa kalıp konuşma fırsatı elde etmiştik.

"Ares ile tek başınıza nereye gittiniz?" Ha yani sorun Ares ile gitmemden ziyade, onunla tek başıma olmamdı. Dalga geçerek kıskanıp kıskanmadığını soracaktım ama son anda dudağımı ısırarak bu gereksiz sorudan vazgeçtim. Kaşlarım havalandığında yüzünde belli belirsiz bir ifade belirdi. Hesap soruyor gibi gelmemişti ama yine de bunu sormasına lüzum yoktu.

Onun sorusuna gelecek olursam, bu soruyu bekliyordum fakat önce nasıl olduğum konusunda yaşadığı kaygısını sorar ya da ne bileyim belli eder diye ummuştum. Yüreğinde barındırdığı bir kaygı var mıydı ki? Tam karşısına geçip boştaki elimi belime yerleştirdim. "Bende önemli bir şey konuşacağız sanmıştım. Mesela benim için endişelenip nasıl olduğumu sorarsın falan diye düşünmüştüm bir gerzek gibi." Kaşlarımı çattım. Tepkim ondan çok kendimeydi.

"Ondan minnet bekleme." Teşekkürler iç sesim. Sanki ben bunun farkında değildim.

"Senin için ne kadar endişelendiğimi mi öğrenmek istiyorsun?" Öğrenmek istediğim şeyin direkt olarak bu olduğunu açıkça söylemesi üzerine konuyu değiştirme kararı aldım. Artık sıkılmıştım aynı saçmalıkları konuşmaktan fakat bilinmezlik beni delirten şeylerden biriydi.

"Bana tek bir sorunun cevabını verirsen sorunu cevaplarım," dedim sorusunu görmezden gelerek. Kısasa kısas yapmayı planlıyordum ama Hakan’ın bakışlarından istediğimi bana vermeyeceğini anında anladım. Söylediklerimi kıçıyla dinliyor olmalıydı ki dediklerimden bir anlam çıkartamayacak az önceki soruyu sormuştu. Kıçına tekmeyi basmama az kalmıştı ama zamanı bir türlü gelmiyordu.

"Yine aynı soruyu soracaksın değil mi?" Kaşları havalandı ardından hemen kaşlarını çattı. Rahatsız olduğu aşikârdı; rahatsızlığını pek de gizleyebilen biri değildi.

"Madem neyi soracağımı biliyorsun, o zaman artık sorumu cevapsız bırakma. Sorulardan ve cevap alamamaktan daral geldi Hakan." Son söylediğim yalnızca onun için geçerli değildi; cevapsız kaldığımız birçok durum mevcuttu. Gün geçtikte daha fazlası oluşuyor, üst üste gelerek birikiyordu.

Gözlerinden bir anlam geçti ancak kısa sürdü. Gözlerini benden kaçırarak dalgın dalgın yere baktı; bir süre bastığı toprağı seyretti. İkilemde kalmıştı ama neyin ikileminde gidip geliyordu anlayamıyordum. Tavırlarından söylemek için can çekiştiğini anlasam da söylemeyeceğini biliyordum.

Artık öğrenmemin vakti gelmişti. Belki de sabretmem gerekirken artık yapamıyordum, katlanamıyordum. Afrodit nasıl yeniden hayata tutunmuştu? 9 yaşındaki Hakan Mirza Dalkıran, karşılığında nelerden çekip koparılmıştı?

"Yapamam," dedi acı çekerek. O her acısını yaşadığında sanki bende onun acısını tümüyle kalbimde besliyordum. Aslında aşk boktan bir duyguydu. Tümüyle yıpratıyordu ve onca zaman geçmesine rağmen hâlâ aynı şekilde hissediyor olmam bunu doğruluyordu.

Karşımda eli kolu bağlı olan 9 yaşındaki oyun arkadaşımın çaresizce çırpınışlarını seyrediyordum. O her çırpındığında onu tutmak, her şeyin geçtiğini söylemek istiyordum ama olmuyordu. Ona sunabileceğim bir şey yoktu ellerimde.

Oyun arkadaşımı o kuyudan çekip çıkararak bağrıma basmak istiyordum. Ne o bana izin veriyordu ne de benim adımlarım yetersiz kalıyordu. Herkesi iyileştirmek isterken başarılı olamıyordum. Savaşarak ızdıraplara son vermek ve galip gelmek istiyordum. Kendi elini kolunu bağladığı gibi aynısını bana da yapıyordu.

"Hakan," dememle "Anka, yapma," deyip beni susturması bir oldu. Başını tekrardan kaldırdığında gözlerimiz kesişti. Gözleri dolmuştu. Koyu kahverengi gözleri ıslaklıktan dolayı parlıyordu, fakat aslında kapkaranlıktı.

Anında modu değişebiliyordu, bunu fark etmiştim. Sinirini yaşarken bir anda duygusallığa geçiş yapıyordu ve yine öyle olmuştu. Sadece bu da değildi. Duygusallığından ince bir ip misali koparak dünyanın en asabi ve sert mizaçlı adamına da dönüşmesi kısa sürüyordu. Aradaki dengeyi bir türlü tutturamıyordu ama neyse ki kendisi de bunun bilincindeydi.

Belki de dengesizliğinin sebebi 17 yıl önce yaşadığı o olaydı. Bana ve en önemlisi canından çok sevdiği ablası Afrodit'e bile bahsedemediği olay. Eminim ki 9 yaşındaki bir çocuk için yaşadıkları hiç kolay değildi ve onu bu hâle, şimdiki Hakan'a getiren şeyde buydu.

Artık korkmaya başlıyordum çünkü devamlı olarak bahsi geçen olaydan kaçması hayra alamet değildi. Karşılığında bir şey olmuş olmalı ki uzun yıllardır yaşanan mevzunun lafını dahi geçirmiyordu. Özellikle de başkaları tarafından her lafı geçtiğinde daha çok sinirleniyor, bir anda parlıyordu.

Karanlık geçmişine aydınlık olmak, ışığını bizzat kendi ellerimde tutarak derdine derman olmak istiyordum. Âşık olduğum adamı bu halde görünce harap oluyordum. Yaşadıklarını yalnız kendi içinde yaşamasını istemiyordum. Bana ne derseniz deyin ama lütfen kalbime söz geçiremediğim için beni eleştirmeyin çünkü insan her zaman kendisine karşı koyamıyor.

Ablasının hayatına karşılık olarak ne için söz vermişti? Veya tehdit mi ediliyordu? Yeminler mi etmişti? Sanırım uzun bir süre daha bilemeyecektim. Bu kadar ısrar etmemin doğru olup olmadığı tartışılırdı ama benim açımdan bakıldığında bilmek hakkımmış gibi geliyordu. Yanlış ya da doğru, bu şekilde düşünüyordum.

Lafa başlamadan önce yanımda getirdiğim kadehimden bir yudum aldım. Şarap boğazımdan aşağı inerken bir iki kez yutkunmak zorunda kalmıştım. Her ne olursa olsun sindirmek güç geliyordu. İnsan yakınlarıyla bile yaşadığı o berbat anılarını paylaşamayacaksa kiminle paylaşacaktı ki?

Kendine sakladığı o özel sırrını mezara kadar kendisiyle birlikte mi götürecekti?

"Neden Hakan? Neden ya?" Her zaman sarf ettiği sözleri pişirip pişirip önüme sunmasından bunalmıştım. Tamam, ne yaşadığını bilmiyordum. Bir yere kadar kabulümdü. Nelere katlandığını ya da ne gibi şeylerden vazgeçmiş olabileceğini bilmiyordum çünkü asla bana söylemiyordu. Bir süre verse, onunla bile idare edebilirdim ama yok. "Biz seninle yakın değil miydik?" Sesim titriyordu.

Geçmiş zamanı kullanmak beni derinden sarstı. Onunla eskisinden daha yakın olabilmeyi istiyordum. Yeniden aynı şekilde sohbet edip eğlenebilmeyi... O küçük yaşlarımıza rağmen birbirimize güvenebilmeyi ne çok isterdim şu an. Bana güvenmiyordu ve o da biliyordu ki eskisi gibi olamazdık. Olamıyorduk. Halbuki benimle alakalı pek bir şey değişmemişti ancak onunla alakalı çok şey değişmişti.

Hakan Mirza Dalkıran, çok farklı bir adam haline gelmişti.

"Küçüktük Anka. Çocuktuk ve o zamanlar bir çocuktan belki de beklenilecek şekilde aptalca davranıyorduk. Ablamı saymazsam, ikimizin birbirimizden başka kimsesi yoktu ve yasak olmasını bilmemize rağmen inatla buluşup oyunlar oynardık. Buna yakın olmak denmez."

Sözleri karşısında afalladım. Duyduklarıma, bir an bile duraksamadan dudaklarından dökülen sözlere inanmayı reddediyordum. Gerçekten ikimiz hakkında, geçmişimizle ilgili bunları düşündüğünü bilmiyordum. Kolumu kaldırıp bileğimi gösterdim. "Şuna bak," dedim bilekliğimi gözüne sokmaya çalışarak. Başını farklı yöne çevirdi. Ne bilekliğe ne de bana baktı. Ayaklarının altındaki toprağı topuğuyla ezmekle meşguldü.

Sikerler böyle işi. Bir göz kontağı bile kurmaktan kaçınacağı ne yapmıştım ki ona? Bilekliğe -kendi verdiği bilekliğe- bakmaktan kaçacak kadar nefret mi ediyordu geçmişimizden?

Alkolün damarlarımda geziniyor olmasının da yardımıyla birden içimde barındırdığım tüm sinirle bileğini tutup kaldırdım. "Madem benimkine bakmıyorsun o zaman kendi taktığına bak!" Bileğini sıkıca tutarak ona doğru salladım. Her ne kadar bana vermiş olduğu bilekliğe bakmaktan kaçınsa da benim ona verdiğim hâlâ bileğindeydi. Kendi taktığından bileklikten kaçamazdı çünkü oradaydı; herkesin görebileceği şekilde ortadaydı.

"Söylediklerine göre hiçbir zaman yakın olmadık. Öyle mi? Peki ya sevgimizi simgeleyen bu lanet olası bilekliği neden hâlâ takıyorsun?" Sesim o kadar gür çıkmıştı ki ben bile irkilmiştim. Bana sunduğu hiçbir sebep hâlâ bileğinde duran bilekliği hiçe sayamazdı. Beni hiçe saymaya çalışsa da bileklik tüm gerçekleri bize sunuyordu.

Bileğini elimden kolaylıkla kurtardıktan sonra bana baktı. Uzun bir aradan sonra yeniden gözlerimiz birbirini bulduğunda gözlerindeki öfkeyi okumamak imkansızdı. "Her defasında bileklik konusunu açıp üste çıkmaya çalışma sakın." Her defasında mı? Benimle dalga mı geçiyordu? Üste çıkmaya çalıştığım falan yoktu, bunu anlayamıyor muydu?

Güldüm. Ama öfke patlamasının verdiği etkiden dolayı güldüm. Söylediklerinde komik herhangi bir şey barınmıyordu.

Kadehteki son yudumu da içtikten sonra boşalan kadehi yere attım ve paramparça olmasına şahit oldum. Çıkan sesten ikimizde irkilmemiştik çünkü birbirimize o kadar derin bakıyorduk ki, kadehin yere düşme sesi bile bize engel olamadı. Cam kırıkları ayaklarımızın dibine saçıldığında anlık olarak gözlerini yere dikti. Boş gözlerle kırıklara baktı. Beni kırdığı zamanlarda bile bana bu şekilde bakmamıştı.

"Üste çıkmaya çalıştığımı mı düşünüyorsun sahiden?"

"Tam olarak bunu yapmıyor musun Anka?" Gözleri benimkilere geri tırmandı.

Eli bileğine gitti. Siyah bilekliğiyle oynarken gözlerinin hâlâ benim üzerimde dolandığını hissedebiliyordum. Ürperti veriyordu çünkü şu anda ne kadar kızgın olduğunu biliyordum. Bilekliği hiç zorlanmadan bileğinden çıkardı ve havaya kaldırıp salladı. Hiçbir değeri kalmamışçasına rahatça hareket edebiliyordu. Takındığı tavrı bedenimin öfkeden sıcaklamasına neden oldu.

"Artık defalarca aynı konuları konuşmaktan bıktım, usandım. Bileklik deyip deyip duruyorsun. Aynı soruyu sormaktan yılmadın ve asla da peşini bırakmayacaksın. Beni anlamamakta ısrar edip duracaksan sen bilirsin. Eğer birbirimize değer vermek buysa," dedi ve sert bir hamleyle elimi tutup avucumu açtı. Kolayca söküp çıkarttığı bilekliğini avucuma yerleştirirken "Bunu artık istemiyorum," dedi kararlı bir şekilde.

Avucuma yerleştirdiği bilekliğe bakakaldım. Böyle bir harekette bulunacağını aklımın ucundan bile geçirmezdim çünkü onun aksine ben, bilekliği hiç çıkarmayacağımızı düşünürdüm. Demek ki öyle değilmiş, her şey bu kadar kolaymış meğer. Hiçbir söz verilmemiş gibi davranıyordu. Sözlerinin arkasında duramayan biri zaten bana neden 17 yıl önce olan olaydan bahsetsin ki?

Yoksa sevgisi mi bitmişti? Tükenmiş miydi, vaz mı geçmişti? Bu ihtimallerde mevcuttu ama bunların birer ihtimal olmasını istemiyordum.

Ya onca içtiğim kadehlerden sonra kafam güzel olmaya başlıyordu ya da elim titremeye başlamıştı çünkü bana verdiği bileklik sabit bir şekilde yerinde duramıyordu. Sağa sola gidip geliyor, avucumun içinde hareket etmeye başlıyordu. Artık bedenim değil, yalnızca avucumun içi yanmaya başlıyordu. Yaşattığı hissiyat berbattı. Hatta o kadar berbattı ki ardından kusma isteği getiriyordu.

Bunu gerçekten yapmış mıydı? Bu bilekliğin bizim için ne ifade ettiğini gerçekten bilmiyor muydu? Neyi simgelediğini bu kadar çabuk unutmuş muydu? Hayır, unutmamıştı. Sadece eskisi gibi hissetmiyordu. Korktuğum şey başıma gelmişti; Hakan, bizden çoktan vazgeçmişti.

"Bundan sonra," dedim gözlerimi bileklikten ayırmadan. Sesim gittikçe kısılıyordu. "Seninle hiçbir işim yok Hakan Mirza Dalkıran." Verdiği bilekliği yere atıp üstüne bastım. Toprağın üzerinde ezilen bilekliğe baktım. Sevgimizi simgelemesi gereken bileklik artık bir sikimi simgelemiyordu. Onun için hiçbir anlamı yoksa benim içinde olmamalıydı. Belki de hiç anlamı olmamıştı ve hiçbir değer taşımıyordu.

Ancak ne kötüdür ki, ben kendi bilekliğimi hâlâ taşıyordum çünkü benim için çekip çıkarmak onun için olduğu kadar kolay gelmiyordu. İllaki bileklikten kurtulacaktım ama şimdi değildi. Kararı ben verecektim. Ben ne zaman istersem o zaman bileklik bileğimden çıkacaktı.

Bilekliğe bile bakma zahmetinde bulunmadan, "Doğru olan da bu," dedi küstahça. Bana katıldığını belli etmekten hiç çekinmemesi daha da sinirlerimi hoplatmıştı. Yüzüne bakmadan arkamı dönüp mutfağın olduğu tarafa doğru yürümeye başladım. Ana kapı yerine mutfak kapısını tercih etmiştim. Diğerleri salonda oturduğu için mutfaktan kolayca üst kata kaçabilirdim.

Omzumun üzerinden ona bakıp “Neyin doğru olup olmadığına ben karar veririm,” dedim, onun yaptığı gibi konuşarak.

Kendimi genelde soyutlamayı çok sevmiyordum normalde fakat başka birinin daha benimle diyaloga girmesini istemiyordum. Az önceki yaşananları bir yol bularak sineye çekebilir, kaldığım yerden devam edebilirdim elbet ama asla unutmayacaktım. Zihnimin bir köşesine kazınmıştı artık. Açılan yara daha çok tazeydi. Üzerine merhem sürerek yaramı iyice derinleşmeden kapatmak biraz vaktimi alacaktı.

Aşktan oluşan yaraların kapanması az da olsa zaman alırdı. En azından benim için böyleydi.

Gitmeden hemen önce son kez, "Afrodit'in nasıl yeniden hayata döndüğünü bulacağım. Sen iste ya da isteme," dedim kendime güvenerek. Kesinliğimi tatmasını istemiştim. Sarı saçlı, açık gri renkli gözlere sahip güzel Afrodit'im. Kardeşinin sana gerçekleri açıklamamasını değiştirecektim çünkü buna layıksın.

Beni birazcık bile tanıdıysa eğer -artık bundan şüphe duyuyordum- söylediğimi yapacağımı çok ama çok iyi biliyordu. Hakan'ın endişe ettiği şeyin de bu olduğunu biliyordum. Neden bu kadar korkuyordu henüz bilmiyordum fakat bilmediği bir şey vardı.

Korkup kaçtığımız onca şey, önünde sonunda karşımızda beliriveriyordu. Erken ya da geç olması bir şeyi değiştirmiyordu. Fark etmiyordu çünkü.

Mutfak kapısını açarak içeri geçtiğimde biraz soluklanmak için en yakınımda duran sandalyeye oturdum. Bir dal sigaram daha olsaydı şu an çok makbule geçerdi. Bütün gerginliğimi, stresimi alıp götürüyordu. Doğru değildi belki ama zaman zaman doğru hissettiriyordu.

Sigara olmadığı için başka şekillerde gerginliğimi atabilmek ümidiyle gözlerimi kapatıp beynimi ve gözlerimi dinlendirdim. Derin derin nefesler alarak sakinliğimi geri kazanmaya çalışıyordum çünkü bu halde içeriye gidersem yeniden bir sürü soruyla karşı karşıya kalabilirdim.

Soru-cevap oyununa dönmüştü. Şişe çevirmece, doğruluk mu cesaretlilik mi tarzında saçma sapan oyunlar oynuyordu farkına bile varmadan. İşimiz oyunlarla değil, gerçeklikle sınırlı olmalıydı. Sınırı aşınca böyle kabak gibi ortada kalıyordunuz işte.

"Anka seninle önemli bir şey konuşmam gerekiyor."

Hermes'in sesini duyduğumda otomatik olarak oturduğum yerde kaşlarım çatıldı. Benimle önemli olabilecek hangi konu hakkında konuşmak isteyebilirdi ki? Bugün gerçekten de hiç beklemediğim olaylarla karşılaşıyordum ve gün daha bitmemişti. Bugünün sonuna gelene kadar kim bilir daha neler olacaktı.

Hiç içimden gelmeyerek gözlerimi aralayıp başımı hafifçe onun olduğu yöne çevirdim. Sokak lambalarından yansıyan beyaz ışık yüzüne vurmuş, keskin çene hattını daha da belirgin bir hale getirmişti. Masaya doğru yaklaştı ve karşı sandalyeye oturarak bana doğru eğildi. Koyulaşan gri gözlerini üzerime dikti. Ne oldu, der gibi başımı salladım. Hermes'i çekecek havamda değildim.

Elini açık kahverengi, dalgalı saçlarının arasından geçirdi. Parmağındaki gümüş yüzük, ışık hüzmesiyle gözlerimi kamaştırmıştı. Gözlerimi kısarak ona bakarken lafa girmek için biraz bekleyip dudaklarını diliyle ıslattı.

"Yüksek ihtimalle seninle ne konuşabileceğimi sorguluyorsundur ki haklısın da." Hayret. Haklı olduğumu düşünecek bir konu olmuştu. Söylediklerini onaylamak için başımı salladım. Sesli olarak tepki vermeye mecalim kalmamıştı. Enerjimin çoğunu Hakan ile tartışırken kullanmıştım. Açık konuşmak gerekirse son kalan enerjimi de Hermes için kullanma taraftarı değildim ancak söyleyeceği her neyse dikkat kesilmiştim. Sandalyeden biraz daha doğrularak ellerini masanın üzerine yerleştirdim. İstemsizce parmaklarım bilekliğime gitti. Bileklikle boş boş oynamaya başlarken lafa girdi.

"Hakan ile konuşurken size kulak misafiri oldum."

"Şaşırmadım," dedim kinayeli bir şekilde. Yarım ağız güldü ama o da içten değildi.

"Hararetli bir şekilde ne konuştuğunuzu duydum ve Hakan'ın sana bir türlü vermediği cevabı ben sana söyleyeyim dedim." Utana sıkıla ellerine baktı ve parmaklarıyla oynamaya başladı. Çekingen tavırlar sergiliyor olması bana her ne kadar samimi gelmemiş olsa da şu anlık daha derin bir mevzu olduğu için çok üzerinde durmadım.

"Anlamadım. Neyden bahsediyorsun?" Aslında neyden söz ettiğini anlamıştım ancak emin olamıyordum. Yaslandığım sandalyeden tamamen doğrularak sırtımı dikleştirdim ve Hermes'in söyleyecekleri için iyice kulaklarımı açtım. Benim bilmeyip de Hermes'in bildiği ne olabilirdi Tanrı aşkına?

"Afrodit'in yeniden nasıl hayata döndüğü ve Hakan'ın sana neden bu şekilde davrandığı ile alakalı."

Olduğum yerde kalakaldım. Kulaklarımın duydukları gerçek miydi diye birkaç saniye bekledim ve anlamaya çalıştım. Midem kasılmaya başladı. Ne zaman gergin hissedeceğim bir durumla karşı karşıya kalsam midem ağrımaya ve ellerim titremeye başlıyordu. Engel olamıyordum ve sırf bu yüzden bu durumdan daha çok nefret ediyordum.

Sakin ol, dedi derinlerden bir ses. Bugün yaşanacak büyük bir önem taşıyan mesele buydu anlaşılan. Bir kere daha sezgilerim doğru çıktığı için kendimi tebrik edecektim.

"Sen sormadan ben hemen açıklayayım. İkisi birbiriyle bağlantılı Anka. Hakan'ın ablasını kurtarması için vazgeçmesi gereken bir şey vardı."

"Ve o da ben miydim?" dedim çatallaşan sesimle. Kendi sesimi ben bile zar zor duymuşken Hermes'in beni anlayabilmesi beklenmedikti. Bir taraftan doğru olmamasını umarak beklerken diğer taraftan da bu işkencenin bir sonuca varmasını istiyordum. "Evet, sendin," dedi beni onaylamak adına.

"Ama... ama ben anlayamıyorum."

"Öncelikle buna inanıp inanmamak tamamen sana kalmış. Şimdi beni iyi dinle," dedi bana biraz daha yaklaşarak. İçeridekilerin duymasını istemiyor gibi bir hali vardı ve bunun nedenini kestiremiyordum. Belki de yalnızca Hakan'ın duymasını istemiyordu. Parmaklarımı birbirine kenetleyerek sabırla bekledim. Yaşadığım stresten dolayı alt dudağımı kemirmeye başlamıştım.

"Söyleyeceklerin beni ürkütüyor." Uzun zamandır bu anı beklemiş olsam da şimdi gerçekleri işitecek olmam gerçekten imkansızmış gibi geliyordu, bu nedenle ürkmeye başlamıştım.

Tahmin edersiniz ki, gerçekler her zaman güzel olmuyordu.

"Ürkmelisin de zaten." Gri gözleri derinlik kazandı. Bir elini küpesine yerleştirip oynamaya başladı. O da en az benim kadar büyük bir baskı altındaydı. Yalan söyleme ihtimalinden dolayı mıydı yoksa benim vereceğim tepkiden mi çekiniyordu, bilmiyordum. Stresini bana da bulaştırmıştı. Kalbim güm güm atarken gözlerimi kocaman açtım.

Benden bir tepki bulamayınca her şeyi anlatmaya, bir bir dökülmeye başladı.

"Hakan Afrodit'i kaybettiğinde kahroldu. Küçük yaşında anne sevgisi görmediği için ablasına çok bağlıydı. Bunu sende çok iyi biliyorsun o yüzden buraları sana çok açıklamama gerek yok."

Evet. Söyledikleri bu kısma kadar doğruydu. Hakan'ın annesi ona doğru düzgün sevgi vermemişti. Küllerinden doğan katil ilk kez kasabamıza geldiği zamanda Hakan'ı korumak için tek bir hamlede bile bulunmamıştı. Hatta kızını kurtarabilmek için Hakan'ı katilin önüne atıp ondan kolaylıkla vazgeçmişti. Hakan'dan, kendi öz çocuğundan, neden bu kadar nefret ettiğini asla anlayamamıştım.

Hâlâ da anlam veremiyordum. Bir anne çocuğunu nasıl sevmezdi? Nasıl evlatlarını kayırırdı? Herkes anne ya da baba olamıyordu. Olmaması da gerekiyordu. O kadına karşı içimde hep bir nefret barındırmıştım. Hakan ile kaçarak oyunlar oynadığımız zamanlarda bana annesinin Afrodit'i daha çok sevdiğinden, ona daha fazla ilgi ve değer verdiğinden bahsediyordu.

9 yaşındaki küçük bir çocuk için bunlar çok fazlaydı. Onun bana her annesinin rezilliklerini anlattığında gözyaşları yanaklarından süzülemeden elleriyle onları engelliyor, acısını benden gizlemeye çalışıyordu. Ağlamayı hiçbir zaman sevmemişti. Özellikle de annesinin ona vermediği şefkatten ötürü ağlamaktan nefret ederdi çünkü annesinin buna değmediğini düşünürdü ki haklıydı da.

Eskiyi hatırladıkça midem daha fazla kasılmaya başlıyordu. Derin bir nefes alıp Hermes'in diğer söyleyeceklerini dinlemeye koyuldum. Konuşmanın sonuna kadar dayanabilir miydim bilmiyordum ama buna mecburdum. Yapabilirdim. Her ne kadar yıpratıcı şeyler olsa da dayanabilirdim. Sonuçta neler görmüş, neler yaşamıştık ve kim bilir daha neler yaşayacaktık.

"Afrodit öldüğünde Hakan'ın aklına bir fikir geldi. Artık buna çaresizlikten mi dersin yoksa yürek yemiş mi dersin... Orası sana kalmış."

O da benim gibi derin bir nefes aldı. Anlattıkları karşısında o da eziliyordu. Hermes'e bile bu kadar ağır gelen şeyler kim bilir 9 yaşındaki Hakan'a nasıl gelmişti... Kalbimin sızısını iliklerime kadar yaşıyordum.

Bu konuşmayı yapana kadar Hermes'in de bir kalbi olabileceğini düşünmüyor, taştan bir kalbe sahiptir diye düşünüyordum. İnsanlara önyargıyla yaklaştığım için kendimden utanmıştım. Karşınızdaki insanların neler yaşadığını onlara baktığınızda anlayamıyordunuz ne de olsa.

"O anda Hakan'ın aklına Zitra'yı çağırmak geldi. Zitra'nın kim olduğunu bilmediğini varsayarak söylüyorum ki kendisi bir kötü ruh. Hem de en kötüsü," dedi. Olabildiğince kısık sesle konuşmak için gayret gösteriyordu.

İstem dışı gözlerim dolmaya başlıyordu. Gözlerimi birkaç kez kıpıştırarak ıslaklıktan kurtulmaya çalıştım. Hakan'ın yaşadıklarını öğrenmek için verdiğim onca çaba ve merakım bir anda beni pişmanlığa sürükledi. O bunları yaşıyorken ben neredeydim diye içimden kendimi sorguladım bir süre. Onun elinden tutabilir, ona destek olabilir ve onun yarasına merhem olabilirdim.

O bana yaralar açarken ben onunkilere merhem olmayı diliyordum. Sahiden de aşk boktan bir şeydi.

Bana hiç müsaade etmiyor, beni her defasında itiyordu ama o yıllar öncesinde biz böyle değildik. Cesaretime hep hayran kalırdı ve benim kadar cesur olmayı istediğinden söz ederdi. Fark ediyordum ki asıl cesur olan ben değildim, kendisiydi. Onun bir korkak olmadığını hep biliyordum. Hakan'a kızmak isterken onunla gurur duymaya başlamıştım.

Küçük, güzel ve merhamet dolu kalbi için ona minnet duyuyordum.

Hermes ile konuşmaya başlamadan önce onunla yaşadığımız tartışmamıza rağmen hislerime kilit vuramıyordum. Kalbimi söküp atarsam anca o zaman kurtulabilirdim.

"Tahmin edersin ki, Zitra bunu karşılıksız yapmayacaktı. Ablasını tekrardan hayata döndürebilmek için o küçük yaşında Hakan her şeyden vazgeçebilirdi. Kendisine sevgi vermeyen annesinden bile kolaylıkla vazgeçebilecek kıvamdaydı fakat Zitra ablasının hayatına karşılık olarak ondan farklı bir şey istedi."

Gözlerimden akan yaşların sıcaklığını yanaklarımda hissettim. Hiçbir şey yapamadan Hermes'i dinlemeye devam ediyordum ama içimden geçen o kadar çok şey vardı ki...

"Bir anlaşma düzenlediler. Afrodit'in hayatına karşılık Hakan büyük aşkından vazgeçecekti. Yani senden vazgeçmek zorunda bırakıldı Anka."

Gözlerim bir anlık Hermes'ten kayıp arkasında dikilen kişiye yönlendi. Mutfak kapısının eşiğinde duran Hakan dehşetle bana bakıyordu ardından bakışları Hermes’in sırtına doğru kaydı. Hermes’in sırtı dönük olduğu için Hakan’ın geldiğini görmemişti ama benim nereye baktığımı anlayınca afalladı.

"Orospu çocuğu!" Hakan çok hızlı bir hamleyle Hermes'i ensesinden tuttu ve onun ayağa fırlamasına sebep olurken Hermes'in oturduğu sandalye devrildi. Hermes'i kendisine döndürdükten sonra yüzüne sert bir yumruk geçirdi. Oturduğum yerden fırladım ve hızla Hakan'ın yanına giderek onu bileğinden yakaladım.

Hermes'in yanağı yumruğun verdiği etkiyle anında kıpkırmızı olmuştu. Hiçbir yeri kanamıyordu ancak bu büyük bir darbe almadığını göstermezdi. Hermes yumruğun etkisiyle masaya doğru sendeleyip çarptığında Hakan üzerine yürümeye başladı. O anda gözü hiçbir şey görmüyordu. Burnundan soluyordu ve her an patlayacak bir bomba gibiydi.

"Sana bunu anlatma hakkını kim verdi sanıyorsun?" Hermes'e bir kez daha yumruk geçirecekken Hakan'ı olabildiğince zapt etmeye çalışıyordum fakat fazlasıyla güçlüydü. Hakan'ın tepkisinden ötürü Hermes'in bana anlattığı olayın, Hakan'ın yaptığı anlaşmanın gerçek olduğunu öğrenmiş oldum.

İçimde ufak bir şüphe varsa da o anda yerle bir oldu.

"Delirdin mi? Bırak!" Olabildiğince var gücümle Hakan'ı engellemeye, daha fazla Hermes'e zarar vermesini önlemeye çalışıyordum. Hakan'ın açısından bakıldığında haklı olsa da yaptığının doğru olmadığı ortadaydı. Kavga dövüş çözüm değildi. Olmamalıydı. Konuşarak birçok şeyi halledebilirdik ama Hakan o kadar öfkeliydi ki konuşmak bir yana dursun, hiçbir şeyi duymuyordu bile.

Hakan'ın öfkesini anlayabiliyordum çünkü yıllardır herkesten gizlediği sırrını zamanında dostum dediği insan tarafından açığa çıkarılması onun açısından çok kötü bir durumdu. Sırtından bıçaklanmış gibi bile hissediyor olabilirdi.

"Bana Hermes'i mi savunuyorsun?" Hermes'in yakasındaki eli gevşedi. Bu süreçte Hermes'ten çıt çıkmıyordu çünkü hatasının farkındaydı. Üste çıkmaya çalışarak karşısındakini daha fazla çıldırtmamak adına sessiz kalmayı ve hiçbir karşı hamlede bulunmamayı tercih etmişti. Son zamanlarda mantıklı davranıyordu. Nem kaptığım başka bir durum daha eklenmişti listeme.

"Hey hey hey!" Başta Ares olmak üzere geriye kalan herkes mutfağa doluşmuştu. Ares kaslı kollarıyla Hermes'i kolaylıkla Hakan'ın elinden kurtarırken arkada kalanlara baktım. Herkes şaşkın şaşkın olan bitene bakıyordu. Doğal olarak anlam veremiyorlardı çünkü kimse yaşananların nedenini bilmiyordu ancak merakla bakan gözlerinden az önce olanları bilmek istediklerini anlayabiliyordum.

"Sen bu işe karışma Ares." Hakan yeniden Hermes'e doğru ilerlerken Ares ikisinin arasına geçti. "Neye karışıp karışmayacağımı sana soracak değilim Dalkıran," dedi kibirli bir tavırla. Ortamın bu kadar kızışacağını aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Bir anda olaya birçok kişi isteyerek ya da istemeyerek dahil olmuştu. Aslında konu tamamen ben, Hakan ve Afrodit ile alakalıydı ama gel gör ki Ares bir anda ortaya çıkarak kendisini öne atmıştı.

"Siz ikiniz ne diye kavga ediyorsunuz?" Afrodit Hakan'ın yanına geçerek onu kolundan tuttu. Kaşlarını çatmış bir halde Hakan'ın yüzüne bakarken Hakan inatla Ares'in arkasında kalan Hermes'e bakmayı sürdürüyordu. "Sizi ilgilendirmeyen işlere burnunuzu sokmayın," derken Ares'e çevirdi bakışlarını. Ablasından ziyade, sözü Ares'e yönelttiğini biliyordum. Sakinleşmeye çalışmıyordu; öfkesini bastırmalarına müsaade etmiyordu.

"Yaptığım şeyden ötürü pişman değilim dostum. Anka'nın gerçekleri bilmesi gerekiyordu." Hermes, olanlara rağmen umursamaz tavrıyla Hakan'a yükselmeye devam etti. Yumruğu yerken hiçbir şey yapmamış olsa da şimdi söylediklerinin arkasında durduğunu belli etti. Yediği yumruğu hak ettiğinin bilincinde olsa da bütünüyle haksız olduğunu dile getirmemek için kendinden emin bir duruş sergilemeyi deniyordu.

Hakan daha çok küplere binerken Ares onu geriye doğru ittirdi. Mutfak masasına çarpan Hakan, bir anda elini Ares'in boynuna geçirdi ve sımsıkı tuttu. Ares ona karşı çıkmak için güç göstermedi çünkü benim gibi o da Hakan'ın kendisine zarar vermek istemediğini biliyor olmalıydı.

Aslında Hakan'ın derdi ne Ares ne de Hermes idi. Onun tek derdi kendisiyleydi.

"Saçmalıyorsun artık! Ne olmuş yani gerçekleri öğrendiysem? Bu, o kadar kötü bir şey mi?" Cılız sesimle Hakan'a bağırdım. Son ana kadar ona yüklenmemek için çaba sarf ederken o yine çılgınca davranıyordu. Bütün bu saçmalığın artık bir son bulmasını istiyordum çünkü bıkmıştım ve artık etlerim ağrıyordu.

Sırlarla dolu geçirdiğimiz her an bize daha çok zarar veriyordu. Bunu artık bilmesi gerekiyordu. Evet, yaşadıkları kolay değildi. Evet, bu sırrı bir başkasından değil de ondan duymam gerekirdi ve yine evet, sinirlenmekte haklıydı ama bu kadarı artık çok fazlaydı. Bir anda herkese saldırmaya başlaması doğru değildi; şiddet göstererek bir çözüme ulaşamazdı.

Hermes’in ya da Ares’in olaya karışmaları onların hakkı değilse Hakan’ın da onlara bu şekilde karşılık vermeye çalışması da onun hakkı değildi. Şiddet, kavga dövüş olmadan bir sonuca varabilmeliydik.

Hakan'ın eli gevşedi ve kendini bir anda Ares'ten uzaklaştırdı. Sanki orada yalnızca ikimiz varmışız gibi bana döndü ve geride kalanları umursamadan, "Gerçekleri öğrendiğin anda bana daha çok yakınlaşmak isteyecektin Anka," dedi. Ağzından çıkanlar sanki bir günahmış gibi davranıyordu. Kendi açısından öyle görünse de ona yakın olmak istememde bir sorun göremiyordum.

"Ve sen benden uzaklaşmak istiyorsun," dedim hayal kırıklığıyla. Düşünmeden direkt, "Mecbur bırakılıyorum," dedi. Gerçekten anladım ki, Hakan mecbur kaldığı için bana bu şekilde davranıyordu. Fakat bir şeyi es geçiyordu. Benden uzaklaşmaya çalışması çözüm değildi ve hiçbir zaman da olmayacaktı. Zitra denen o acımasız ruhun yaptığı anlaşma sahte bir anlaşma bile olabilirdi. Şu ana kadar Zitra adında kötü bir ruh olduğunu bile bilmiyordum.

"Mecbur falan bırakılmıyorsun Hakan. Sen o bilekliği çıkartıp avucumun içine yerleştirdiğinde bunu gerçekten istediğini gördüm." Zihnimin derinliklerinden bileklik mevzusu yüzeye çıkınca aydınlanma yaşadım. Hislerim birbirine karışmıştı. Her şey gittikçe karman çorman oluyordu. Bir de bu gerçekliği belli olmayan anlaşma işin içine eklenmişti.

"Biri bize neler olduğunu anlatacak mı artık?" Efdal'ın sorusunu görmezden geldim. Hermes, ben ve Hakan dışında kimse neyden söz ettiğimizi bilmiyordu. Bilmesi gerektiğini düşündüğüm tek bir kişi vardı: Afrodit. Afrodit'e gerçekleri açıklamam gerekiyordu. Benim de haddime değildi fakat onun da nasıl hayata yeniden döndüğünü bilmemesinin adil olmadığını biliyordum.

Hakan'a kalsa hiçbir zaman Afrodit'e hakikati söylemeyecekti. Hermes olmasaydı bende bilemeyecektim ve bilmesi gereken diğer kişi hâlâ gerçeklerin farkında değildi.

Hakan ile gözlerimiz birbirinden bir an olsun ayrılmıyordu. İçinde kopan fırtınaları görmemek elde değildi. Canının yandığını biliyordum ama bu yeterli gelmiyordu. Yüzünde herhangi bir pişmanlık belirtisi yoktu. Bile isteye benden vazgeçmişti. Mecbur bırakılma kısmı bir yere kadar doğruydu, sonrası tamamen kendi kararıydı.

Beni gerçekten hiç sevmiş miydi acaba diye sorguladım içimden. Yaşadıklarımız birer oyun muydu onun neslinde?

"Yaşadıkların için çok üzgün olduğumu her zaman dile getirdim. Küçük yaşında bunca yükü tek başına omuzlarında taşımış olman beni hâlâ derinden yaralıyor Hakan fakat unuttuğun bir nokta var ki bende küçüktüm. Benden uzaklaşmaya, beni görmezden gelmeye başladığında yalnızca 6 yaşındaydım. O çok sevdiğim oyun arkadaşımın bana neden bir anda bu şekilde davranmaya başladığını bilmiyordum ve sırf bu yüzden her gün ağlayarak içimde büyük bir pişmanlık duygusuyla kendimi suçladım. Ta ki şu ana kadar."

"Hadi biz gidelim. Belli ki bizi ilgilendirmeyen bir konu hakkında konuşuyorlar," diye fısıldadı Athena. Göz ucuyla kapının eşiğine baktığımda Efdal, Morpheus, Athena ve Rabia'nın tekrardan salona geçtiğini gördüm. Yaptıkları için Athena'ya minnettardım ve en çok da bu yaptığı hareketten ötürü ona sarılmak istiyordum.

"Kendini suçlamak zorunda kaldığın için özür dilerim ama verdiğim karardan dolayı pişmanlık duymuyorum. Gerekseydi eğer, ablamın hayatı için kendimi bile feda ederdim. Asıl mesele sen değilsin ve hiçbir zamanda sen olmadın Anka."

Hiçbir zamanda sen olmadın Anka.

"Ne? Bu da ne demek oluyor?" Afrodit, Hakan'ın kolunu çekiştirip kendisine bakması için zorladı ama Hakan'ın olduğundan da koyulaşan kahverengi gözleri bir an olsun benimkilerden ayrılmıyordu.

"Hakan sana diyorum! Beni hayata tekrardan döndürmek için ne yaptın?" Afrodit'in sesi titremeye başlamıştı. Bir yanıt alamayınca kardeşini daha fazla çekiştirmeye başladı. Kendi hayatı için yapılanlardan haberi yoktu ve öğreneceği zaman nasıl bir tepkide bulunacağını bilemiyordum.

"Senin hayatına karşılık Anka'dan vazgeçmek ama eminim ki sadece sözde aşkı ile sınırlı değildir." Hermes, Afrodit'in sorusuna yanıt verince Ares dönüp bana baktı. Yüzümdeki ifadeye bakıyor, yüzümden neler geçtiğini ölçmeye çalışıyordu.

Daha sonra Hakan'a döndü ve ona doğru bir adım attı. "Yani bunca zaman Anka'ya bu kadar pislik gibi davranmanın sebebi bu muydu?" Burnunun dibine kadar girdi. Sinirinden tüm bedeni titriyordu. Verdiği izlenim her an ona saldırabilecek, onu dövebilecekmiş gibiydi.

"Kapa çeneni," dedi Hakan uyarıcı bir tonda.

"Çenemi kapatıp kapatmayacağımı sana sormayacağım Dalkıran. Bunu az önce sana söylediğimi hatırlıyorum," dedi Ares kibirle. İkisi birbirine diklenirken Afrodit araya girme ihtiyacı duydu. İkisinin de kollarından tutarak onları geriye doğru çekmeye çalıştı. Ne yazık ki ikisi de durduğu yerden gram kıpırdamadı.

"Tartışıp durmanızdan gına geldi artık! Siz çok iyi dosttunuz ama fark ettim ki son zamanlarda sürekli olarak atışıyorsunuz. Sizin derdiniz ne?"

Dertleri bendim. Her ne kadar işin içinde olmak istemesem de maalesef ki tam ortasındaydım. Ares bana karşı yoğun hisler beslemeden önce gayet iyi anlaşabiliyorlardı ama hisleri katlanarak arttığında Ares, Hakan’a eskisi gibi davranmamaya başlamıştı.

"Anka'ya bu şekilde davranıyor olması artık benim canımı sıkıyor. Ona yaptıklarının hiçbirini hak etmiyor. Yapmak zorunda kaldığın anlaşma için üzgünüm, hem de çok ama bunun suçlusu ne Anka ne Hermes ne de bir başkası. Bu tamamen senin suçun ve bunu çözmek zorunda olanda bir tek sensin," dedi Ares. Hermes'i de işin içine katmış olması beni şaşırtmıştı.

"Hakan tüm bunlar doğru mu? Benim hayatım için mi aşkından vazgeçmek zorunda kaldın?"

"Zorunda kalmadı Afrodit. Bunu kendisi isteyerek kabul etti." Ares hâlâ Hakan'a karşı duyduğu nefretini kusuyordu. Bunun bir zorunluluk olmadığını aksine bir istek olduğunu her defasında vurgulamaya yemin etmiş gibiydi. Haklı olabilir miydi diye düşünmeden edememiştim.

"Madem Anka'yı bu kadar önemsiyorsun o halde neden devamlı olarak onu üzebilecek cümleler kuruyorsun?" Hakan'ın da geri çekilme gibi bir niyeti yoktu anlaşılan. Konuşurken sesindeki iğneleyici ton kendini dışa vurmuştu.

Ares, "Onu üzmek en son isteyeceğim şey. Buna emin olabilirsin dostum," derken, dostum kelimesini alaycı bir şekilde söyledi. "Ayrıca onu üzebilecek kişi ben değilim." İşaret parmağını Hakan'ın göğsüne doğru bastırarak, "Onu üzen, yıpratan ve hayal kırıklığına uğratan tek kişi sensin. Yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmeyi öğrenmiş olman gerekiyor. Başkalarının üzerine suç atarak hiçbir şey olmamış gibi hatalarının arasından sıyrılamazsın Mirza," dedi.

İşte şimdi ipler kopacaktı. Bağlar bozulacak, düzen alt üst olacaktı. Gerçi ortada elle tutulur bir düzen de yoktu ama işler olduğundan fazla kızışacaktı.

Hakan'a ikinci ismiyle seslenmesi iyiye işaret değildi. Hakan ikinci isminden tiksiniyordu. Bırak sahip olmayı, başka birinden duyduğunda bile tüyleri diken diken oluyordu.

Ares'in işaret parmağını tutup kırmak istercesine sıktığında Hakan'ın yüz ifadesinden ne kadar sinirli olduğu okunabiliyordu. Ares'ten bir tepki gelmedi çünkü ona Mirza ismiyle seslendiğinde bunların olacağını biliyordu.

"Her şeye burnunu sokmamanı söylemiştim fakat görüyorum ki inatla beni dinlemiyorsun." İsim mevzusuna odaklanmak yerine Ares'in hadsizlik yapıyor olmasına daha çok sinirlenmişti. "Ne oldu da bir anda Anka'yı bu kadar önemser oldun? Söylesene dostum," dedi Hakan. Ares'in dakikalar önce yaptığı gibi dostum kelimesini alayla söylemişti.

"Dur ben senin yerine açıklık getireyim. Çünkü Anka'ya âşık oldun. Doğru mu?"

"Hakan bu konuya girmene gerek yok," dedim uyarıcı bir ses tonuyla. Asıl mevzu Ares’in bana hissettikleri değildi. Konudan sapmaya çalışmaması gerekiyordu ama şimdi tam olarak bunu yapıyordu.

"Ben bunu inkâr etmiyorum zaten. Anka'dan uzak durmanın doğru bir karar olacağını sende biliyorsun. Bunun için benim hislerimi öne süremezsin."

Ares'in parmağını sıkı bir şekilde tutmayı sürdürürken bana çevirdi bakışlarını. Ares'in söylediklerine önem vermediği ortadaydı. Bakışlarında öfkeyle birleşen hayal kırıklığı vardı. Ares'i başka nereden vurabileceğini düşünürken beni öne sürmüştü. Artık canımın yanmasından ziyade öfkeleniyordum.

"Fakat biricik beyefendimiz benim yıllar önce vermiş olduğum karara burnunu sokma cesaretini gösterebiliyor," dedi gülerek. Modu sürekli olarak değişiyordu. Ne yapmak istediğine kendisi de karar veremiyordu. Artık öyle bir hale gelmişti ki konuşurken dudakları bile titrer olmuştu.

"Vermiş olduğun kararla övünüyor olamazsın kardeşim. Apaçık bir şekilde bok gibi bir anlaşma yaptığın ortada." Afrodit en sonunda dayanamayarak Hakan'a sesini çıkarttı. Ablası olarak ona minnet duymalıydı belki de fakat Afrodit'in düşünceleri tam tersini gösteriyordu.

"Benim hayatıma karşılık Anka'ya bu şekilde davranma hakkını kendinde nasıl bulabiliyorsun? Tamam, yaptığının kolay olduğunu söylemiyorum ama şunu bilmesin ki yaptığın doğru da değildi."

"Benim neler yaşadığımı tahmin bile edemezsiniz," dedi bakışlarını her birimizin üzerinde gezdirerek. Ares'in parmağını serbest bırakıp salona geçen kapıya doğru gerilemeye başladı. Yine kaçıyordu ve ben artık bunu normal karşılar hâle gelmiştim.

Sorunlarından kaçmak onların yok olmasını engellemez. Her ne kadar 26 yaşında bir erkek olsa da Hakan hâlâ 9 yaşındaki haline sıkışıp kalan küçük bir çocuk gibi hareket ediyordu.

"En azından senin beni anlayabileceğini düşünüyordum abla," diye mırıldandı. Afrodit'e büyük bir üzüntüyle bakıyordu. Afrodit tarafından hüsrana uğramıştı ve bunu beklemediği gözlerindeki bakışlardan anlaşılıyordu.

Onun için yapabileceğim güzel bir şey olmasını diledim. Acıdır ki, öğrendiklerimden ve onun sergilemiş olduğu tutumdan dolayı onu serbest bırakmaya karar vermiştim. Şu dakikalardan sonra dilediği şekilde davranmakta özgürdü çünkü bu yaşına kadar o şekilde davranmıştı. Yaptığı bir yerde bencillik sayılıyordu ama yine de onu suçlayamıyordum.

Çaresizlik insana birçok şey yaptırabilirdi. Hakan da çaresizliğin verdiği duygularla hareket etmiş ancak bundan ötürü pişmanlık hissetmemişti.

Olayların değiştiği kısım tam da burasıydı.

Hakan ortamı terk etmek için salona gitti ve daha sonra ana kapıdan çıkarak gözden kayboldu. Evden çıkıp giderken arkasında büyük bir enkaz bırakmıştı. Asıl enkazın altında sıkışıp kalan ise kendisiydi.

Hakan'ın evi terk etmesi üzerine Rabia da onun peşinden dışarı çıkmıştı. Her ne kadar kendisinden çok hazzetmesem de Hakan'ın dışarda bir başına kalmayacak olması içime biraz da olsa su serpmişti.

Hermes hiç zaman kaybetmeden mutfaktan çıkıp salona geçti. Afrodit biraz soluklanmak için sandalyeye oturdu. Boş gözlerle zemini seyrediyordu. İçinde ne fırtınalar kopuyordur kim bilir. Afrodit’e bakmaktan kaçtığımda bu sefer Ares ile göz göze geldik. Zoraki bir gülümsemeyle bana bakıyordu.

"Ares rica etsem Anka ile beni yalnız bırakır mısın?" Afrodit’in sesi kısık çıkmıştı.

"Tabii," dedi Ares, anlayış göstererek. Yanımdan geçip giderken omzuma dokundu ve "Onu merak etme. Biraz zamana ihtiyacı var," diye fısıldadı. Hakan için endişelendiğimi bilmemesi imkânsız olurdu tabii. Anlaşmayı onun yapması ve yine yaptıklarından ötürü yalnız hissetmiş olmasını yok saymayı denedim. Afrodit’e yoğunlaşmak istiyordum.

Ares gittikten sonra sadece Afrodit ve ben mutfakta kalmıştık. Gidip kapıyı kapattım ki kimse bizi bir daha rahatsız etmesin. Salondan gelen fısıltıların bizim hakkımızda olduğunu anlamamak büyük aptallık olurdu. Belki de Hermes önceden gidip her şeyi onlara anlatmıştı. Bunu bilemezdim çünkü ona hâlâ güvenmiyordum.

Hakan'ın ona sinirlenmesini normal karşılıyor olsam da bana yüklenmesini kaldıramıyordum. Geçmişte yaşananları öğrenmiş olmam beni suçlu ya da kötü biri yapmıyordu. Üstüne bu kadar çok gitmemeliydim belki fakat bir yerden sonra haksızlıkmış gibi geliyordu. Anlaşmanın odak noktalarından biri bendim çünkü ve bu durumu bir yere kadar göz ardı edebiliyordum.

Afrodit oturduğu sandalyede bacaklarını yukarıya kaldırmış ayaklarını sandalyenin ucuna yerleştirmişti. Dizleri çenesine değer vaziyetteydi. Kollarını bacaklarına dolamış ileri geri sallanıyordu. Dışardan onu gören herhangi biri onun delirdiğini düşünebilirdi. Tümüyle kafayı yemiş görünüyordu. Kendi kendine birkaç şey mırıldanıyor, hayır ya da evet anlamında başını sallıyordu. Kendine sorular soruyor ve cevaplarını da yine kendisi veriyordu.

Haline o kadar çok üzülmüştüm ki onu bu şekilde görmek beni mahvediyordu. Afrodit’i ilk kez böyle görmemin de etkileri vardı elbette. Çünkü daha öncesinde onu karamsar bir ruh halinde görmemiştim.

En sonunda kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. Her ne kadar içindeki bastırdığı duygularını açığa vurmaya çalışıyor olsa da aslında sessizce ağlaması bunun aksini söylüyordu. Kendisini çok kasıyordu. Sanki ağlamak bir suçtu ve Afrodit bunu yapmamalıydı. Birazcık kendisini salsaydı eğer onun açısından daha iyi olabilirdi.

Çabucak yanına gittim ve önünde diz çökerek ellerimi onun ellerine yerleştirdim. Sakinleşmesi zaman alacaktı ama en azından şimdilik onu sakinleştirebilirsem mutlu olacaktım. Aklıma gelmişti de Afrodit'i yıllar sonra ilk kez gördüğümde de onun kim olduğunu bilmeden yanına koşmuştum. O zaman onu öldü biliyorken şimdi onun nasıl yeniden hayata döndürüldüğünü öğrenmiştim.

Hayat işte. Ne kadar garip, değil mi?

"Hepsi benim yüzümden oldu," diye mırıldandı hıçkırıklarının arasından. Sarı saçları gözyaşlarına yapışmıştı. Saçlarından dolayı yüzünü göremiyordum ama gözlerinin ve burnunun kızarmaya başladığını tahmin edebiliyordum.

"Böyle söyleme. Bunun seninle ne alakası var? Hakan'ın vermiş olduğu kararın suçlusu ya da sorumlusu sen değilsin."

Saçlarını yüzünden çekip kulaklarının arkasına sıkıştırdım. Tam da tahmin ettiğim şekilde gözleri şimdiden kıpkırmızı olmuştu. Durmadan ağlıyordu ve her hıçkırığında nefes almak için çabalıyordu. Başını kaldırıp bana baktı. Gözlerindeki ifade suçluluktan başka bir şey değildi.

"Beni kurtarabilmek için senden vazgeçti. Bu önemli Anka," dedi beni azarlarken. Ellerinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Kendisinden ziyade beni öne koyuyor olmasına şaşırmıştım çünkü buradaki asıl odak noktası ben olmamalıydım. Tamam, benden vazgeçmişti ama ablasından vazgeçmemişti; Afrodit’i seçmişti. Üzerinde durulması gereken önemli kısım burasıydı.

"Ne yani? Her şeyden, herkesten çok sevdiği ablasını benim için feda mı edecekti? Saçma sapan konuşma. Hem aşk dediğin nedir Tanrı aşkına? Çoğu zaman gelip geçebilen bir his ama sana duyduğu bağlılık çok farklı Afrodit. Sen onun ablasısın. Kanı, canı, her şeyisin."

Ellerimi tuttu. Güven veren bir histi bu. Ellerimi sıkarken, "Yine de özür dilerim," dedim mahcup bir ifadeyle. Benden özür dilemesine gerek olmadığını bilmeliydi. Bir özrü hak ettiğimi düşünmüyordum. Özellikle de onun tarafından.

"Özür dilemeni istemiyorum," dedim en sonunda. Hakan ile birlikte olamadığımız için kendisine bu denli yükleniyor olması tamamen delilikti. "Her birimiz bir anda ona yüklendik."

"Anlamıyorsun. Benim ölmem gerekiyordu ya da anla işte, ölü kalmam lazımdı. Böylece kardeşim hayatının aşkından vazgeçmek, senden uzaklaşmak zorunda kalmazdı." Hakan'ın da dediği gibi buradaki mevzu ben değildim. Afrodit'in hayatıydı. O kadar saçmalıyordu ki Afrodit’i sarsmak istiyordum.

Benden vazgeçmesine yalnızca ve yalnızca ben takılabilirdim. Afrodit ya da bir başkasını ilgilendiren bir konu değildi bu. Afrodit’in düşünmesi gereken şey kardeşinin ondan vazgeçmemiş olmasıydı ama beni deli ederek bunu yapmıyordu.

Ayrıca, bu bir zorunluluk değildi Hakan'ın gözünde. Bu vermiş olduğu bir tercihti. Ya ablasını ebediyen kaybedecekti ya da benden uzaklaşacaktı. Hakan'a karşı içimde oluşan kızgınlığa karşı yapmış olduğu tercihten ötürü onu suçlu bulmuyordum. Bir kardeşim olmadığı için onu dilediğim şekilde anlayamıyordum ama en azından anlamayı deniyordum.

Sadece takındığı tavrı yüzünden bu kadar dellenmiştim. Buna da hakkım olduğunu düşünmüştüm.

"Bir daha bu sözleri duymak istemiyorum Afrodit, lütfen. En az Hakan kadar sende benim için çok değerli, çok özelsin. Seni çok seviyorum. Hayatını yaşamayı hak etmediğini, bunun doğru şey olduğunu düşünüyorsun ama yanılıyorsun. Sevdiklerinle çok güzel bir hayat sürmek senin de hakkın. Seni canından çok seven kardeşin olan Hakan sana bunu yeniden sağladı diye ona yüklenmeni istemiyorum."

Kesinlikle mantık çerçevesinde düşünemiyordu. Tek takıldığı yer, vazgeçilen kişinin ben olmasıydım.

Afrodit duruluyor gibi olurken tekrardan ağlamaya başladı. Ayağa kalkıp ona sarılmayı denedim. Kollarımla onu sarmalarken kendimi ağlamamak için zor tutuyordum. Afrodit'i sarı saçlarından öperken dediklerimi tekrar tekrar düşündüm. Hem kızgındım hem de kızgın olduğum için kendimden utanıyordum.

Başımı kaldırdığım sırada onu gördüm. Bu sefer mutfak kapısının camından gizlice bizi seyrediyordu. Ne kadar süredir orada olduğunu bilmesem de emindim ki bizi duymuştu. Yüzündeki ifade kırık bir gülümsemeydi. Onun da mutlu olmaya hakkı vardı. Hakan'ın mutsuzluğunu isteyecek kadar gaddar ya da bencil biri değildim. Bencil olmamaya özen gösteriyordum.

Karşımda 26 yaşındaki Hakan yerine 9 yaşındaki oyun arkadaşımı gördüm ilk defa. Bu beni istemediğim şekilde yaralıyordu. Onu çok özlüyordum ve onu bu kadar çok özlemeyi istemiyordum. Ablasının yanında olmamı, ona destek olmamı seyrediyordu. Sanki o küçük haliyle bana minnet duyuyor, teşekkürlerini sunuyordu.

Kalbim kırıktı. Yüreğim buruktu.

9 yaşındaki Hakan ile bakışıyor olmak tuhaf gelmiyordu çünkü o hep oradaydı ve hep benimle kalacaktı. Yalnızca küçük Hakan'ın bilmesi gereken önemli bir detay daha vardı.

Ablasını kurtarabilmek için Zitra'yı çağırıp onunla yüz yüze gelecek kadar cesur; aşkından vazgeçecek kadar çaresiz 9 yaşındaki Hakan Mirza Dalkıran, o gece istediğine kavuşmuş olsa da belki de farkında olmadan çok şey kaybetmişti.

^^^

Bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunuyoruz... Umuyorum ki okurken fazla sarsılmamışsınızdır çünkü ben çok yıprandım :(

Canım Hakan... Neler çektin be askim.

Yorumlarınızı deli gibi merak ediyorum! Lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın.

Bölüm dilediğimden daha kısa oldu ve mükemmelliyetçi biri olduğumdan ötürü bu durum biraz sinirimi bozdu ama artık yeto skdjfskdsjd. Sanıyorum ki giriş kısmından sonra yazdığım en kısa bölüm...

Her neyse bunları düşünmemem gerek. Bölümü sevdiyseniz eğer o bana yeter <3

Sizleri seviyorum ve şimdilik kocaman öpüyorum.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

Kitabın resmi sayfası: kullerindogusuofficial

Loading...
0%