@monanaxg
|
KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP) GİRİŞ: “KÜLLERİNDEN DOĞAN KATİL” Başladığınız tarihi buraya atabilirsiniz! Umarım kitabımı ve daha sonra yazacağım diğer kitaplarımı en az benim kadar seversiniz. Şimdiden teşekkür ederim. Keyifli okumalar dilerim! Bölüm şarkısı: Jesse Jo Stark- Lady Bird ^^^ Epochal efsanesine göre, anneler ve babalar doğacak olan çocuklarına tanrı ve tanrıça isimlerini verirse çocuklar kısmen onların güçlerine sahip olurlar. Efsaneye inanan birçok insan olduğu gibi inanmayanların sayısı da epeyce fazlaydı. Yıllardır süre gelen tartışmanın cevabını kendi gözleri ile görmeye niyetleri vardı. Yaşadıkları yerin ismini, dillerden düşmeyen küllerinden doğan katilden esinlenerek oluşturan Ash* kasabası sakinleri ikiye ayrılmıştı: Phoenix ve Anguis. (*Ash: Kül) Phoenix anka kuşunu temsil ederken, Anguis yılanı temsil ediyordu. Birbirinden bağımsız olduklarını düşünen insanların aslında farkında olmadıkları bir şey vardı: Aynı kaderi paylaşıyorlardı. Birbirlerinden nefret eden kasaba sakinleri kendi aralarında bir sonuca varmışlardı. Aralarına upuzun bir çizgi çekerek kendi yaşadıkları bölgeyi bir diğerinden ayırmışlardı. Kimse kimsenin bölgesine adımını atmayacak hatta Phoenix ve Anguis bölgelerinde yaşayan insanlar birbirleri ile muhatap dahi olmayacaklardı. Uzun ve insanı ürpertecek soğuklukla geçen bu gece de kasabayı tozu dumana katacak kişi, herkesi kör edecek ışıkla bölgeleri birbirinden ayıran upuzun çizginin tam üzerinde belirdi. Adeta yer çatırdadı. Herkes onun kim olduğunu bildiği için etrafta deli gibi koşturup bağırmaya başladılar. Hatta bu anın geleceğine o kadar emin olanlar vardı ki, kim bilir ne zaman hazırladıkları valizlerini alıp kaçmaya başladılar. Herkes birbirine çarpıp düşerken bir yandan da gözlerini ondan ayırmıyorlardı. Küllerinden doğan katil. Acaba ne için ya da kim için gelmişti? Herkesin aklını aynı sorular kurcalıyordu. Siyah pelerininin içine gizlenmiş, diz çökmüş vaziyetteydi. Kimse onun yüzünü göremese de saçmış olduğu ışık ve siyah pelerini onu ele veriyordu. Duvarın kenarında duran 6 yaşındaki küçük kız sessiz sakin bir şekilde etrafı seyrederken bir an gözü, siyahlığa hapsolmuş yerde hareketsizce duran katile kaydı. Babası ondan bahsetmişti ve her bahsedişinde onun çok kötü biri olduğunu ve ondan uzak durması gerektiğini defalarca vurgulamıştı. Fakat küçük kız hiç öyle hissetmiyordu. Aksine onu tam olarak göremese bile küllerinden doğan katilin ona zarar vermeyeceğinden adı kadar emindi. 6 yaşında küçük bir kız çocuğu olmasına rağmen fazlasıyla korkusuz ve kendinden bile büyük cesarete sahipti. Hatta yasak olmasını bildiği halde, kendi bölgesi dışında bir çocukla kaçıp oyunlar bile oynuyordu. Kız, Phoenix; çocuk ise Anguis bölgesindeydi. Hızlıca gözleri çizginin karşı tarafında duran 9 yaşındaki oyun arkadaşına döndü. Üzerindeki siyah yün hırkasının kenarlarını avuçlarının içine almış sıkıyordu. Birbirlerine karşı duydukları sevgiyi simgeleyen, birbirlerine hediye ettikleri bilekliğine gözü çarptı. Hala bileğindeydi ve olduğu yerden siyah bilekliği görebiliyordu. Gülümsemesine engel olamadı. Çocuğun koyu kahverengi gözleri kızınkilerle buluşunca gözlerini kırpıştırdı. Kirpiklerinin uzunluğu uzaktan bile belli olacak derecede dikkat çekiciydi. Çocuk onun kadar korkusuz olmayacaktı ki korkarak bakan gözlerini, kızın gözlerinden ayırıp yavaş yavaş ayağa kalkmaya başlayan katile dikti. Anne ve babasının acı çığlıklarını işiten çocuk endişeyle kafasını arka tarafa doğru çevirdi. Babasının kucağında ablasını gördüğünde neler döndüğünü anlaması uzun sürmemişti. Belli ki çocuk, kıza da anlatmış olacaktı ki küçük kızında gözlerinde büyük bir korku ifadesi belirdi. Gözlerini kapatıp kendi kendine, "Hayır," diye mırıldandı. Her ne kadar olacakları tahmin etse de tüm kalbiyle yanılmış olmayı diliyordu. Telaştan eli ayağı birbirine dolaşan annenin acı feryadı o kadar yüksek çıkıyordu ki etrafta nereye kaçacaklarını bilmeden koşan insanlar bir an da buz gibi kesildi. Hemen hemen bütün gözler onun üzerindeydi. Katil, sakin bakışlarını önce anneye, sonra babanın kucağında duran kıza, ardından hala şokun etkisinden çıkamamış çocuğa çevirdi. "Anka!" diye bağırdı uzun boylu, top sakallı adam tökezleyerek kızın yanına gelirken. "Ne yapıyorsun dışarda? Ben sana evden çıkma demedim mi?" diyerek sesini yükseltti adam. Kaşları çatık, göz bebekleri kocamandı. Kızın gözleri hızla yanında durup kolunu tutan adamın ellerine kaydı. Adam ne ara gelmişti de ne ara kolunu tutmuştu, dalgınlıktan anlayamamıştı. "Baba?" diye sorarken yeşil ve sarının bir bütün oluşturduğu gözleri babasının yüzüne döndü. "Ben..." Duraksadı. Asıl dışarı çıkma sebebini ona açıklayamamıştı çünkü babası her defasında onu bu konuda uyarıyordu. Koyu kahverengi gözlere sahip olan çocuktan hoşlanmıyordu adam. Kendi kızına kötü örnek olduğunu düşünüyordu, bu yüzden onunla muhatap dahi olmasını istemiyordu. "Yine o çocukla oyun oynamak için kaçacak mıydın yoksa? Sana verdiği şu iğrenç bilekliği hala taktığına inanamıyorum!" Kolunu tuttuğu elini iyice sıkmaya başladı. Gözleri kırmızı bilekliğine takıldı, çekip almak için nelerini vermezdi. Anka çarpıcı bakışlarını babasına çevirdi. "Asla çıkarmayacağım!" dedi inatla. Babasına kafa tutabilecek kadar cesurdu Anka. Babasını çok sevmesine rağmen onun söyledikleri kıza dokunmuştu. "Ben yalnızca seni korumaya çalışıyorum Anka," dedi babası çaresizlikle. Kimden koruyordu sahi? Hakan'dan mı yoksa küllerinden doğan katilden mi? Veya her ikisi birdendi. Anka için bu neden yeterli gelmiyordu. Babasına kaşlarını çatarak bakmaya başladı. Bölgelerinin farklı olması Hakan ile oyunlar oynayamayacağı anlamına gelmiyordu onun gözünde. Çocuğun annesinin "Hayır! Kızım! Afrodit!" diye haykırması o kadar güçlüydü ki konu bambaşka bir yere yöneldi, ikisi de bakışlarını sesin geldiği tarafa çevirdi. Kadın yere çökmüş tırnaklarını yüzüne geçirmişti. Tırnaklarını o kadar derine geçiriyordu ki kanlar ortaya çıktı. Yüzündeki yaralar akmaya yüz tutmuş kanlarıyla bir bütün oluşturdu. Bir elini kaldırıp göğsüne defalarca kez vurdu. Hıçkırıklarının arasında kendi kendine bir şeyler mırıldayan kadın her an nefessizlikten ölecek kıvama gelmişti. Kadın kendisini durduramıyordu. Belki çırpınmaları boşunaydı, ancak ortalığı inletmek için yeterliydi. "Afrodit!" Çocuk kendisine gelmeye başladığında babasının yanına koşup kucağında hareketsizce yatan ablasına baktı. Gözleri dolmuştu, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. "Hakan!" Ne yapacağını bilemeden öylece duran çocuk, Anka'nın ona seslendiğini bile duymamıştı. Anka'nın babası ona doğru eğilerek "Sen bu işe karışma," dedi sinirle. Rica etmekten ziyade emir vermişti. Anka öfkesine yenik düşerek, "O benim arkadaşım!" dedi babasına bağırarak. Babası onu içeriye, eve doğru çekiştirmeye başlarken Anka ona karşı gelmeye çalışıyordu. Hakan şu an hiç kimseyi duymuyor, hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Gözyaşından ıslanmış kirpikleri gözlerine ağırlık vermeye başlarken koyu kahverengi gözleri parlaklığını yitirmişti. Gözündeki ışık solmuş yerine hüznünü bırakmıştı. "Ölmüş olamaz. Onunla daha paylaşacağım birçok anım..." Güçlükle yutkunup devam etti. "Ona anlatıp başını şişireceğim daha binlerce yaşayacağım anılarım vardı benim. Gidemez. Beni bırakıp hiçbir yere gidemez!" Yüksek bir çığlık attığında Anka gözlerini yumdu. Onun yaşadığı acıyı küçük bedeninde iliklerine kadar hissetti. Ayaklarını sertçe yere vurdu, sinirini ve acısını ayaklarının altında ezilen topraktan çıkarmak istiyor gibiydi. Katilin derin ve insanı delip geçen bakışları Anka'ya kaydığında içini endişe kapladı. Simsiyah gözleriyle vücudu korkudan titremeye başlamış kızı süzdüğünde onda bir şeylerin olduğunu fark etmesi kısa sürdü. Kafasına geçirmiş olduğu büyük siyah kapüşonuyla birlikte üstündeki devasa pelerini kırmızıyla turuncunun iç içe geçtiği bir renge dönüştü. Babası, katilin kızına baktığını fark ettiğinde kızını kolundan çekip kendi arkasına sakladı. Yalnızca bakışlarıyla kızını koruyabileceğini düşünen umutsuz baba tüm enerjisini o yönde toplamıştı. Güzel mi güzel temiz yüzlü 6 yaşındaki küçük kızını korumaya çalışan bir baba, katile kafa tutmak için hazırda bekliyordu. Her noktada hengâme dönüyordu. Eli ayağı birbirine dolanmış onca insanın korkusu, endişesi ve biçaresi etrafa adeta cenaze karamsarlığı gibi çökmüştü. "Sen," dedi katil. Sesi boğuktu ve derinlerden geliyordu. Elini kaldırıp işaret parmağıyla babasının arkasında hiç istifini bozmadan duran Anka'yı işaret etti. İşaret parmağına geçirmiş olduğu insanın gözünü oyacak şekilde tasarlanmış olan uzun ve sivri gümüş yüzüğü havadaki karamsarlığı aydınlatacak şekilde parlaktı. Işık, kuş misali yukarıya doğru süzülürken "Sen. Küçük kız," diye tekrar etti. "Kızımdan uzak dur!" Anka'nın babası ondan korktuğunu belli etmemek için çenesini havaya doğru kaldırdı, sesini gürleştirip yükseltti fakat sesinin çatallaşmasına engel olamamıştı. Anka, babasının arkasında saklanmayı bırakarak yana geçip öne doğru bir iki adım attı. Ayakları ona doğru giderken kendisini anlamlandıramadığı bir şekilde hafiflemiş hissediyordu. Kaçıp saklanmak ona göre değildi. Küçük olmasına rağmen çok güçlü bir kızdı. Çevresindeki bütün kızlara da aynı şeyi vurguluyordu. Hepsinin güçlü olduklarını ve her şeyin üstesinden gelebileceklerini. Afrodit, bedenine yayılan zorlu bir hastalıkla savaş içerisinde olduğu zaman aynısını ona da söylemişti. Fakat şimdi o gencecik yaşında baharından koparılan kız hareketsiz bir şekilde ağlamaktan gözleri şişmiş ve kızarmış olan babasının kollarında yatıyordu. Uzun sarı saçları babasının kollarına düşmüştü. Teni solgundu ve dudakları rengini kaybetmişti. "Anka ne yapıyorsun!" 6 yaşındaki minik kızın annesi babasının yanına koşar adımlarla geldiğinde nefes nefese kalmıştı. O esnada "Ablamı kurtar," dedi Hakan bütün cesaretini toplayıp. Başta kimse Hakan'ın kiminle konuştuğunu anlamamıştı. Bütün dikkatler onun üzerinde toplandı. Adımlarını hızlandırarak hala gözlerini dikmiş Anka'ya bakan kimliği belirsiz gaddar katilin bir adım ötesinde durdu. Katilin sırtı ona dönük olduğu için çekinmeden devam etti. "Bunu yapabileceğini biliyorum. Ne istersen yaparım, lütfen." Burnunu çekti, ardından yanağındaki kurumuş gözyaşlarını elinin tersiyle sildi. Boyundan büyük işlere kalkışmayı Anka'nın sayesinde başarıyordu. "Hakan sakın!" Çocuğun babasının uzaklardan gelen sesi duyulmuştu. Çoğu kişi bu esnada valizleriyle kaçmayı başarmışken bir kısmı da durup bu olaya şahit olmayı tercih etmişti. Ash kasabasında ilk kez böyle bir olaya şahitlik ediyorlardı, bu yüzden bu anı kaçırmak istemiyorlardı. Kadın, kocasına "Bırak Polat! Katille anlaşma yapsın o meymenetsiz. Yeter ki kızımı geri versin bana," dediğinde annesinin sesinde oğlunu önemsemediğinin belirtisi dudaklarından döküldü ve söyledikleri Hakan'ın suratına sert bir tokat gibi çarpıldı. Kendi öz be öz annesinin onun hakkında meymenetsiz demesi küçük kalbini yerle bir etmişti. Polat, Hakan ve Afrodit'in babasıydı. Annelerinin aksine evlatlarını kayırmadan sevip korurdu. Adam eşine öyle bir bakmıştı ki kadın bir adım geriye çekilmek durumunda kalmıştı. "O bizim oğlumuz!" dedi Polat gerçekleri haykırarak. Eşinden bu zamana kadar ayrılmamasının tek sebebi 9 yaşındaki merhametli oğlu Hakan'ın isteği içindi. Hakan bir anlığına gözlerini sıkıca kapattı ve içindeki hayal kırıklığının yok olduğunu imgeledi. Onun hayalindeki annesi, her iki çocuğunu da eşit derecede seviyor, birini diğerinden kayırmıyordu. Annesi kızına düşkündü çünkü o, tanrıça ismine sahip iken oğlunun normal bir adı vardı. Tanrı ismi ona bahşedilmediği için oğlundan nefret ediyordu çünkü onu koruyamayacağını düşünüyordu. Halbuki kızlarına tanrıça ismini koyarlarken oğullarına normal bir isim vermeyi kendileri tercih etmişti. Burada illa bir suçlu aranacaksa Hakan'ı hedef göstermeden kendilerini suçlamaları gerekiyordu. Sanki Hakan istemez miydi onun da adı bir tanrı ismiyle taçlandırılsaydı. Cani anne bütün kendi sorumluluğunu oğlunun sırtına yüklemişti. Kendi hatası ve tercihleri yüzünden masum bir çocuğu cezalandıramazdı ama ne yazık ki, yaptığı tam olarak buydu. Hala gözleri kapalıyken derin bir nefes aldı cesur Hakan. "Lütfen," diye fısıldadı. Az önce annesinin söyledikleri yüzünden sesi zayıf ve belli belirsiz çıkmıştı fakat katil bunu rahatlıkla işitebilmişti. "Benim zalim bir katil olduğumu bilmene rağmen ablanın hayatını kurtarmam için bana gelmen..." Duraksadı. Keskin ve derin bakışlarını Anka'dan çevirip kendisine muhtaç bir şekilde ona bakan Hakan'a çevirdiğinde devam etti. "Sinirlerimi bozdu fakat aynı zamanda cesaretinden etkilendim," diyerek bitirdi lafını. Sesi tok ve gürdü. Büründüğü imajına kesinlikle uyuyordu. Hakan en sonunda sıkıca kapatmış olduğu gözlerini serbest bıraktı. Direkt olarak onunla göz göze geleceğinden habersizdi, bu yüzden bozguna uğradı. Koyu kahve gözleri iyice derinleşti, sanki katille bakıştığında onun siyah gözlerinden bir yansıma kendi gözlerine mühürlenmişti. "Ablanın ölü kalması gerekiyor. Bu işte kendi başınasın Hakan Mirza," dediğinde katilin onun ikinci adını nereden bildiğini sorguladı kendi kendine. Çünkü ailesi ona bir ikinci ad vermiş olmasına rağmen hiç ikinci adıyla seslenmezlerdi. İkinci ismi olan Mirza'yı annesi ona vermişti. Bundan dolayı ikincisi isminden tiksiniyordu. Annesinden tiksinmese de onun vermiş olduğu isim midesini bulandırıyordu. "İkinci adımı nereden bili-" "İkinci adını nereden mi biliyorum? Önemli bir noktaya değindin evlat fakat unuttuğun bir şey var sanırım," dedi gülerek. "Ben her şeyi biliyorum." Gözleri Hakan'ın duygusuzca oğluna bakan annesine döndüğünde devam etti. "Ne kadar güçlü bir adam olacağını da biliyorum. Eğer duygularına yenik düşmezsen," dedi, gözleriyle kolundaki bilekliği işaret etti. Bilekliğin onun için ne ifade ettiğini bile biliyordu. Anka ile olan sevgisini simgelediğini ve birbirlerine verdikleri değeri temsil eden o bilekliğin farkındaydı. Ondan bir yanıt beklemeden hışımla Hakan'a sırtını döndüğünde pelerini çocuğun yüzüne çarptı. Anka'ya doğru ilerlerken onu korumak için öne atılan babayı ve annesini elinin tersini kullanarak ikisinin de duvara yapışmasına sebep oldu. İkisinden de acı dolu bir inleme koptu. Bir yerlerine zarar gelmemişti ama ani bir hareketle duvara çarpmaları onları sersemletmişti. Anka başını kaldırıp omuzlarını dikleştirdiğinde anne ve babasına dönüp bakmamak için büyük bir çaba sarf ediyordu. İçten içe canı yanıyordu ama onlara bakarsa dayanamayıp ağlayacağını biliyordu. Bunu, karşısında dikilmekte olan katile veremezdi. İçinden ağlamak geçiyordu. Katilin üzerindeki pelerini tutup onu boğmak istiyordu ama direndi. Yürekli bir kız olsa da bir katile karşı elverişsizdi. "İşte böyle," diye mırıldandığında sesindeki mutluluk kendisini ortaya çıkardı. "Duygularınla hareket etmemeyi öğrenmeye başlıyorsun. O aptal bilekliği de çıkarsan tam olacak," dedi. Elini uzatıp Anka'nın yüzüne dokunmaya yeltendiğinde kızın gözlerinde bir alevlenme fark etti. Kendi masum göz rengi adeta kaybolmuş, kıpkırmızı bir renge bürünmüştü. Katil, elini daha kızın yüzüne dokunamadan geri çekti ve birkaç adım geriledi. Bakışları şaşkındı, kafası karışmış gibiydi. Başını sağ tarafa eğerken Anka'yı incelemeye başladı. Sanki yeterince incelememiş gibiydi. Gözlerinde herhangi bir anlam, açıklama arıyordu lakin başarısız oldu. İlk defa bir insanın gözlerinden onun kişiliğini çözememiş, tahmin dahi etmekte güçlük çekmişti. Anka'nın bakır rengi saçlarına baktı. Gözlerindeki renkten daha açık görünüyordu şu an. Göz bebekleri büyüyen küçük kızın gözleri kan kırmızısıydı. Normalde ela ve sarı karışımı olan gözleri vardı ama bu kez bir başkalardı. Katilin fark edemediği bir özellik vardı bu kızda. Neydi peki onu bu kadar özel kılan şey? Bir türlü çıkarım yapamıyordu. Onu tanıdığını sanıyordu ama aslında Anka hakkında pek bir şey bilmiyordu. Tek iyi bildiği şey ailesiydi. Ailesini çok ama çok iyi biliyordu çünkü bir süredir onları gözlemliyordu. Takındığı soğuk davranışlarının onu ele vermemesi için yapıyordu. Gerçeği bir bilselerdi, insanların tepkileri neler olurdu? Bir süre daha kimliğini gizleyecek olan küllerinden doğan katil, son kez küçük kızın suratına baktı. Ardından bakışlarını küçük kızdan kaçırdı. Sanki daha fazla kendisini gizlemeye çalışıyormuşçasına pelerinin kapüşonunu iyice yüzüne doğru indirdi; kimliğini açığa vuramazdı. Oradan hemen kaçması gerekiyordu, bu kadar durduğu yeterdi. Daha fazla riski göze alamazdı. Anka'nın gözlerinden sıyrılabilmek için siyah gözlerini gizlediğinde ortada sadece keskin çene hattı, incelmiş dudakları ve kemikli burnunun bir kısmı kalmıştı. Katil, çok büyük değildi, çok küçük de değildi. Gençliğini yaşıyor olması gerekirken o buradaydı. Gerçi ortada yaşanacak bir şey de kalmamıştı; katil, kendisini boş vermişti. Kendini toparlamayı başardığında pelerininin ucunu havaya kaldırıp yakıcı bir esinti oluşturacak şekilde salladı ve gelirken ortaya çıkarmış olduğu ışık tekrar belirdi fakat bu sefer katil ortadan kaybolmuştu. Anka da dahil birçok insan şok içerisindeydi. Yapmış olduğu, kimseye zarar vermeden oradan uzaklaşması küllerinden doğan katilden beklenmedik bir hareketti. Gidişi gelişinden o kadar gürültülü olmuştu ki yerdeki taşları titretmişti. Hakan'ın titremekte olan dizleri iyice sarsılmış, artık onu taşıyamayacak hale gelmişti. Geriye ne kadar gücü kaldıysa bir anda yok olmuştu ve dizleri yerle temas ettiğinde boş gözlerle yerdeki taşları seyretmeye başladı. "Hayır, o ölü kalamaz. Kalmayacak!" diye bağırdı. Katilin ona söylediklerine yeni yeni tepki veriyordu. Kendini kaybedip ağlamaya başladı. Artık içinde sakladıklarından usanmıştı, içinde biriktirdiği onca ıstırabı dışarıya vurma vakti gelmiş hatta geçmişti bile. Anka kendisini toparladığında yasak olduğunu bildiği halde çizgiyi geçerek onun yanına koştu. Anne ve babasının şokun vermiş olduğu etki ile hala titremekte olan cılız seslerini duydu ama duymamazlıktan gelmeyi tercih etti. Babası ona son kez "Anka! Buraya gel!" diye bağırmıştı. Annesi ise gözyaşlarını tutamayacak kıvama gelmişti. Ağlayışı Anguis halkının bulunduğu kısımdan duyulabiliyordu. Anka gözlerini kırpıştırdı ve elinin tersiyle burnunun kenarındaki suyu sildi. Burnu sulanmaya başlamıştı çünkü gözleri dolduğu sırada burnu da etkilenmişti. Elini omzuna koyduğunda çekinerek "Hakan?" diye sordu. Bir cevap alamayacağını biliyordu fakat yine de denemeye değer diye düşündü. Kolları gittikçe gücünü kaybetmeye başlayan babası bakışlarını önce oğluna daha sonra arkadaşına destek olmak için kuralı çiğneyen Anka'ya yöneltti. Polat bir kez daha oğluyla gurur duymuştu. Kendisine koşulsuz sevgisini sunan bir arkadaş bulduğu için. Görünüyordu ki kurallar şu an kimsenin umurunda değildi çünkü kimse bu konuda bir atağa geçmedi. "Benim güzel kızım," diye mırıldandı annesi hala utanmadan. "Bir işi beceremedin! Başarısız olacağını biliyordum işte biliyordum!" diye bağırdı hala yerde çareleri tükenmeye başlayan, yerde oturarak ağlamaya devam eden Hakan'a doğru. Kızını kaybetmesinin yükü ona o kadar ağır gelmişti ki ölümünden bile oğlunu sorumlu tutuyor, hala ona hakaretler ediyordu. O anda Polat ağzını açacaktı ki araya Anka'nın bağrışları girdi. "Ona bağırmayı bırak! Onun bir suçu yok!" Anka'nın yüksek sesi Hakan'ı kendine getirmeyi başardığında bir elini kaldırıp hala omzunda duran kızın elinin üzerine koyup iyice sıktı. Bileklikleri birbirine değdi. Siyahın ve kırmızının birleşimiydi. Etraftaki havayı ölüm kokusu sarmıştı. Hakan kusmak istiyordu. Doğru düzgün bir şeyler yememiş olmasına rağmen öğürmek istiyordu. Anka olmasaydı neler yapardı diye düşündü. Cesaretini ve gücünü ondan alıyordu. Bunun için ona minnettar olduğunun ikisi de farkındaydı. Gözlerindeki yaşlar devamlı olarak önce yanaklarına daha sonra da yerdeki toprağa ulaşıyordu. Sürekli olarak burnunu çekiyordu. Çamura bulanmış hırkasının ucuyla burnunu sildi, gözleri gibi burnunun da kenarları kıpkırmızı olmuştu. Çocuk hiçbir şey söylemeden ayağa kalkmaya başardığında sinirli bakışlarını çevirip ablasına baktı. Ablasının solup sararmakta olan yüzüne baktığında nefreti bir anda uçup kayboldu. Ablasına bakarken daha çok ağlamak istedi. Onu durduran tek şey başka bir çıkış yoluydu. Babasının kucağından ablasını almaya çalıştığında kimse ona dönüp ne yapmaya çalıştığını sorgulamadı. İnsanlara göre yapmak istediği apaçık ortadaydı. Bu saatten sonra onu gömmekten başka yapılabilecek hiçbir şey yoktu. En azından diğerleri bu yönde düşünürken Hakan'ın aklındaki bambaşkaydı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Havadaki uğultu bile yok olmuştu. Duyulan sesler yalnızca burun çekişleri ve kesik kesik alınan nefeslerdi. Zorlansa da ablasını kibar kollarına almayı başaran çocuğun gözleri Afrodit'in daha bu sabah üzerine giymiş olduğu pembe elbisesine kaydı. Henüz parlaklığını kaybetmemiş sarı saçları, çocuğun kollarından aşağıya doğru sarkıyordu. Her zamanki gibi çok güzel gözüktüğünü düşündüğünde yapması gerekenin tehlikeli bir hareket olduğunu kafasından silip atmak için gayret gösterdi. Ablası için canını feda edecek kadar onu çok seviyor, ona çok değer veriyordu. Annesinde hissedemediği sevgiyi ablasına buluyordu ve bunu kaybetmek istemiyordu. Kaybetmemek için varını yoğunu ortaya serecekti. Şartlar ve sınırlar her ne olursa olsun. "Nereye götürüyorsun kızımı!" Babası, annesinin koluna yapışıp onu göğsüne bastırdığına Hakan'ın ne yapacağını tahmin etmişti fakat onu durdurmak için hiçbir şey yapmadı. Umutsuzluğun vermiş olduğu baskı yüzünden dizleri kenetlenmişti, kendi oğluna bile engel olamıyordu. Çocuğun kendi gücü, ablasını taşıyabilmek için yetersizdi ama durmadı. Kollarındaki ağırlığı yok sayarak adımlarını olabildiğince hızlandırdı. "Hakan!" diye bağırdı ona oyun arkadaşı fakat o, arkasına bile bakmadan koşturmaya devam etti. Bacakları ablasının bacaklarına değiyordu. Çok zordu. Çok zorlanıyordu ama yılmadı. Ablasını düşürmemek için kendisiyle savaşıyordu ama onu güvendiği bir yere götürebilmek için tüm gücünü kullanmaya hazırdı. Kimse arkasından gitmek için bir harekette bulunmuyordu ki zaten çoğu hala yaşananların etkisinden çıkamamış vaziyetteydi. Anka onun arkasından öylece bakakalırken yavaşça ayağa kalktı. Peşinden koşup gitmek, ona yetişebilmek istiyordu. Şimdi koşmaya başlasa yetişirdi de çünkü Hakan henüz uzaklara gidememişti. Küçük kız onu takip etmedi. Hakan'ın ablasıyla baş başa kalmak istediğini düşünüyordu ve ona zaman tanımayı seçti. Gökyüzü bulutlar ile dolarken hava iyice kararmaya başladı. Gökyüzünde bir tane bile yıldız yoktu. Halbuki Hakan ablasıyla beraber yıldızlara bakmaktan hep çok keyif almıştı. Tekrardan aynı şeyleri yaşayabilmek için feda edeceği ne çok şeyi vardı. Kolları iyice ağrımaya başlamış, burnundan akan sümüklerini bile elinin tersiyle silemeyecek hale gelmişti. Yorucu uğraşlarının sonunda Afrodit'i, biricik ablasını, sakin ve sessiz bir yere götürdüğünde soğumaya başlayan bedenini yavaşça çimlerin üzerine bıraktı. Bedeni, pembe elbisesi, parlak sarı saçları çimle iç içe geçti. Geride kalan onca insandan yeterince uzaklaşmayı başarmış olduğunu görebilmek için arkasına dönüp baktığında ikna olmuştu. Anka'nın onun peşinden gelmek istediğini, hatta buna yeltenip ayaklandığından çok emindi ama biliyordu ki ailesi ona engel olmuştu. Ya da onu ablasıyla son bir kez daha baş başa bırakmak istemişti. Kimseye kızmadı, kırılmadı. Niyeti belliydi, o yüzden bulunduğu yerdeydi. Daha önce duymuş olduğu kötü ruhu çağıracak, ablasının tekrar hayata dönmesi için ona yalvaracaktı. Onu nasıl çağıracağını bilmiyordu ama bir şekilde şansını denemekte kararlıydı. Ablasına bir daha dönüp bakmadı. Ağlamamak için dudaklarını ısırıyor, gözlerini açıp kapatıyordu. Başını kaldırarak çoktan kararmış olan gökyüzüyle koyu kahverengi gözleri birleşti ve ayın ışığı gözlerine vurdu. Gözlerini hafifçe kısarak, "Zitra!" diye bağırdı ama sesi kısıldığı için yetersiz kalmıştı. Yere çömeldi, hali kalmamıştı. Yine de kararından dönmeyecek, istediğini almadan gitmeyecekti. Ne yazık ki hiçbir belirti olmadığında ümitsizliğe kapılacak gibiydi. Kesik kesik aldığı nefesler göğsünün hızlıca inip kalkmasını sağlıyordu. Bir elini deli gibi çarpan kalbinin üzerine yerleştirdi. Kendi küçük elinin sıcaklığını hissetti ama kalbini ısıtamadığını biliyordu. "Zitra, duy beni! Ablamı, Afrodit'i geri getir! Ne istersen yaparım!" diye tekrardan bağırarak şansını, sınırlarını zorlamak istedi. Derin bir nefes aldıktan sonra başını iki yana salladı. Takati yoktu, buna rağmen derin bir nefes alıp yeniden çağırmaya çalıştığı ruh olan Zitra'ya seslendi. "Ne istersen yaparım dedim! İstersen canımı alabilirsin!" Sesi titremeye başladı, daha sonra titremesi ellerine, ellerinden tüm bedenini sardı. Kendisini durduramıyordu. Çaresizliğin, korkunun ve acının da etkisiyle olduğu yerde yalnızca titremeye devam etti. İstemeden de olsa burada ne aradığını, sonrasına ise ne yapacağını sorguladı. Olduğu konum onu huzursuz etti ama vazgeçmedi. Vazgeçmeyecekti. Ablasını o kadar çok seviyordu ki gerekirse kendisinden vazgeçecek, ondan asla vazgeçmeyecekti. Afrodit'i bu şekilde, bu soğukta bırakıp terk etmeyecekti. Çünkü annesinin ona vermediği tüm şefkati ablası ona veriyordu. Ablasını kaybetmemek istediği gibi bu hisleri de kaybetmek istemiyordu. Küçük Hakan çok endişeliydi. Ya tüm her şeyi kaybedersem, diye düşünüp duruyordu. Eli bilekliğine gitti, bir süre bilekliği ile oynadı ve kalbi hızla çarparken adını haykırdığı kişiyi bekledi: Çoğu insanın haberi olmadığı kötü ruh Zitra. Gökyüzünü önce bir aydınlık kapladı daha sonrasında yüksek bir ses duyuldu. Ses o kadar kulak tırmalıyordu ki Hakan iki elini birden kulaklarına götürerek kapattı. Ona zarar gelmeyecek şekilde birkaç metre ötesine şimşek düştüğünde yerinden sıçradı ve refleks olarak gözleri ablasına kaydı. Sanki yaşıyormuş da düşerken yeri yaran şimşek ona zarar verebilirmiş gibi hissetti. Şimşeğin verdiği reaksiyon yeri inletti, sarstı. Tepesinden uçarak kaçmakta olan kuşlara baktı. Belli belirsiz bir alev meydana geldi, neyse ki hemen sönmüştü. Şahit oldukları inanılır gibi değildi, birkaç kez gözlerini kırpıştırmak zorunda kalmıştı. Yarılan yerden, alevlerin bırakmış olduğu damganın dumanlarından havaya doğru süzülerek yükselen sıska bir beden belirdi. Beden onun uzağında kaldığı için net göremiyordu. Dumanlardan ötürü birkaç kez öksürmek zorunda kaldı. Dikkatlice oraya doğru bakmaya başlayan çocuk gelenin Zitra olmasını umuyordu. Ummaktan başka çaresi yoktu. Ellerini kulaklarından çekerek gözlerini ovdu, gelen incecik bedeninin sahibinin kim olduğunu çözmeye çalıştı. Beden de denemezdi gerçi. O bir ruhtu ve Hakan da bunun farkına varmaya başlıyordu. Gelen her kimdiyse, küçük çocukla dalga geçer gibi etrafında daireler çizerek havada süzülmeye devam etti. Hakan esen rüzgarla titrerken sıska kollarını kendisine doladı. Kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki sanki göğsünden fırlayacakmış gibiydi. Tekrar dönüp ablasına baktı, ardından onunla konuşan sese döndü. "Kendi canını feda edecek kadar önemli mi bu kişi senin için?" Görünüşünün aksine yoğun, kulakları dolduran kalın bir sese sahipti. Kendini dizginledi, yavaşlayarak Hakan'ın onun kendisi olduğunu anlayabilmesi için durdu. Boğazını temizledi ve zorlukla "Evet, ablam. Afrodit," diyerek kendini açıkladı çocuk. "Onu kurtar, tekrar hayata dönsün." Umutsuzluğu Zitra'nın hoşuna gitmişti çünkü umutsuzluktan, acıdan ve kaostan besleniyordu. Zitra'nın bu kadar çabuk ona ulaşmasını beklemiyordu. Artık ne kadar içtenlikle ona seslenmişse kötü ruh kısa bir süre sonra karşısına çıkmıştı. Mutlu olmak istiyordu ama mutlu olamazdı. Anca ablasını kurtardığında sevinecek ve bu sefer de mutluluktan ağlayacaktı. Çocuğun söylediklerini önemsemeden devam etti Zitra. "Pek çok insan beni çağıramaz ama sen bunu başardın. Demek ki ablan Afrodit'in yaşamasını bu kadar çok istiyorsun." Hakan'ı dikkatlice süzerken dediklerinde içten olup olmadığını anlamak istiyordu, bu yüzden samimiyetini ölçüp tarttı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı lakin çocuk onu duymadı. Ruh, ince ve uzun ellerini havaya kaldırırken uzun ve kirli tırnaklara sahip olduğunu fark etti çocuk. Onun tırnaklarını görebilmesi çok değişik hissettirmişti Hakan'a. Sadece tırnakları da değil, Zitra denen kötü ruhu -adı üstünde o bir ruhtu- görebiliyor olması bir mucizeydi. Dikkati dağılmıştı, kendisini toparladı. En sonunda cevap vermesi gerektiğini hatırlayarak "Her şeyden çok," dedi. Sesindeki tını kalbinin derinliklerinden dışa vurmuştu ve Zitra onun samimi olduğunu anlamıştı. "Benim kim olduğumu biliyorsun ki beni bu sebeple çağırdın. İstediğinin karşılığı basit olmayacak, bunu anlaman gerekiyor." Zitra yerinde durmadan hareket ederken ayın ışığı yüzüne yansıdı. Yüzü bulanıktı ama tuhaf bir şekilde küçük çocuk onun yüzünü inceleyebilmişti. Bu nasıl mümkündü ki? Yüzünün korkunçluğunu ve dudaklarındaki sinsi gülüşünü gördü çocuk. Çığlık atacak gibi olduğunda dudaklarını birbirine bastırdı. Yalnızca başıyla ürkütücü ruhun dediklerini onayladı. Ağladığı gözleri yanıyordu. Burnunu tekrar çekerek karşısında, tepede sağa sola sallanan ruha baktı. Bir ruh nasıl bu kadar belirgin olabilirdi, küçük aklı almıyordu. Sinsi gülümsemesi yüzünden silinmeden "Fazlasıyla cesursun Mirza," dedi Zitra. Sesine şaşkınlık uğramamıştı fakat bu durum onu derinlemesine etkilemeyi başarmıştı. Bu gece, ona iki farklı kişi -kötü olan iki kişi- ona ikinci adıyla sesleniyordu. Hakan bunu görmezden gelerek dikkat kesildi. "Canını almayacağım fakat karşılığından benim için yapman gereken bir şey var ve eğer bunda başarısız olursan yalnızca ablanın değil sen de dahil, tüm sevdiklerinin canını alırım." Bu sefer abartmadan, tekrardan gökyüzünde usulca süzülmeye devam etti. Yüzü belirsizleşti, gülüşü kayboldu fakat çelimsiz vücudu hala ayın yansıttığı ışık sayesinde az çok fark ediliyordu. Hakan'ın kendisinin devam etmesi için beklediğini idrak ettiğinde hız kesmeden devam etti. "Asla ama asla âşık olmayacaksın. Eğer aşıksan da aşkından uzak duracaksın. Tek şartım bu." Hakan bu cevap karşısında afallamıştı çünkü yapmasını beklediği daha zor, daha imkânsız bir görevdi. "Âşık olmamak mı? Bu kadar mı?" Dalga geçer gibi güldüğünde Zitra sinirlenmeye başladı, dişleri gıcırdadı. Yüzünde kendisi kadar tuhaf bir ifade belirmişti, bunu görebildi. "İstediğim şey sana komik mi geldi küçük çocuk?" diye sordu sinirlerine hâkim olamadan. Onu aşağıladığı sesinden anlaşılıyordu ve Hakan da bunu anlayacak kadar akıllıydı. Bir anda arkasında belirip kulağına, "Bu sandığın kadar kolay bir görev değil küçüğüm. Aşk insanı zayıflatır, güçsüz yapar. İnan bana Mirza, bunu ileride anlayacaksın," diye fısıldadı. Onun neden güçsüz olmasını istemediğini kavrayamadı küçük çocuk. Ensesinde hissettiği soğuklukla ürperen Hakan zar zor yutkundu. Âşık olmamak ya da aşıksa da aşkından uzak durmak ne kadar zorlayıcı olabilirdi ki? Hakan, bu şartı yerine getirebileceğini umuyordu. Hatta bundan emindi, yapabilirdi. Henüz 6 yaşında olan oyun arkadaşı Anka’dan uzak durabilirdi. Bir süre zorlanırdı, üzülürdü ama başarabilirdi. "Basit diye adlandırdığın görevi başarıyla tamamlayabilecek misin acaba? Çünkü şu anda bile duygularının ortaya sermiş olduğunu auranı yakınlarda, yani etrafında görebiliyorum ve en neti sevgini belli eden renk: kırmızı." Karamsar bakışları bileğinde yer etmiş bilekliğe takıldı. Alaycı gülümsemesi ince ve kurumuş olan dudaklarında belirdi. Ona verilmiş olan görevi küçümsemeyi, içinden onunla dalga geçmeyi idame ettirdi. Kafasını kurcalayan tek bir soru vardı, sormaya karar verdi. "Âşık olmayacaksam bunu nasıl anlayacağım?" diye merakına yenik düşüp soruyu sorduğunda gözleri etrafta bıkmadan, usanmadan hala süzülmeye devam eden Zitra'yı takip ediyordu. Onu takip etmeye çalışan gözleri bitap düştü. "Geleceğinde görüyorum Mirza. Geleceğin şu anından aydınlık değil, bunu bil ve adımlarını ona göre seç. Sorduğun soruya gelecek olursam... "dedi ve durup gülmeye başladı. Gülüşü fazlasıyla rahatsız ediciydi, bulundukları ortamda havaya karışırken yankılandı. Kesik kesik gülüşlerinin arasından "Maalesef aşkı tadacaksın ki şu anda bile tadıyorsun. Küçük olmana rağmen aşkı tattığını sende biliyorsun," dedi. Hakan'ın ağzını açıp bir şey demesine müsaade etmeden Afrodit'in tepesinde belirdi. Tekrardan Hakan'a dönüp bakarken "Aşkını yaşamayacaksın. Belli etmeyeceksin ve sözünü dahi geçirmeyeceksin. Unutma aşk zayıflıktır," dedi uyararak. Hakan arkasını döndü ve önce Zitra'ya, ardından ablasına kaydı gözleri. Her ne kadar çimlerin arasında yaşadığına dair bir belirti göstermese de yattığı yerde huzurlu gözüküyordu. Hakan'ın gözleri doldu. Ruh, ellerini havaya kaldırıp Afrodit'e yaklaştırırken beyaz ve mavi ışıklar avuçlarından kıza doğru yol çizdi. Renkler birbirine geçmişti ve enerjisi o kadar yüksekti ki hava sanki hiç kararmamış gibiydi. Hayretle, çağırdığı kötü ruh olarak anılan Zitra'yı seyrederken içini heyecan kapladı. Işıklar Afrodit'e ulaştığında Zitra ortadan kaybolmadan hemen önce "Dikkatli ol çocuk," dedi kısık sesiyle. Hava tekrar karanlığa gömüldü ancak artık Hakan için aydınlıktı. Mutluluk ve umuttu. Ablası tekrardan renklenip canlanırken koşa koşa ona gidip sarıldı ve ağlamaya başladı. Gözlerinden akan mutluluk göz yaşlarını silmeye tenezzül bile etmemişti. Afrodit öksürerek kendisini toparlamaya çalıştığı sırada afallamış bir şekilde ona sarılan kardeşine tutunuyordu. Neden ağladığını sormadan sıcak kucaklamasına karşılık verdi, saçlarından öpüp kokladı. "Seni çok seviyorum abla," dedi Hakan hıçkırıklarının arasından. Ablasını daha sıkı tutarak göğsüne bastırdı. Küçük bedeninde atan büyük kalbinin sesini ablası rahatlıkla duyabiliyordu. İkisi birden gülümsedi. Birbirlerine karşı olan sevgileri muazzamdı, gözle görülürdü ve yıkılmazdı. Kimse bu anı bir daha bozamayacak. Onların sağlam sevgisini yok edemeyecekti. Ablasını nasıl hayata döndürdüğünü kendisi ve Zitra dışında hiç kimse bilmeyecekti. Bunun için kendisine bir söz verdi. Anka'nın ona hediyesi olan karşılıklı sevgilerini simgeleyen siyah bilekliğine baktı, çıkarıp çıkarmamak arasında gelgit yaşadı. Dokunmamayı seçerek ablasına sarılmayı sürdürdü. Aşktan kaçmak için elinden gelen her şeyi yapacaktı çünkü buna mecbur bırakılmıştı. Başka çözüm yolu yoktu ve farklı yollar aramak için bir icraatta bulunmayacaktı. Riske giremezdi. Her şeyden önce ablasını riske atamazdı. Hakan son kez başını göğe kaldırdı ve içinden Zitra'ya olan teşekkürlerini sundu. ^^^ Nasıl buldunuz diye sormadan edemeyeceğim. Düşüncelerinizi çok ama çok merak ediyorum! Devamı için sabırsızlanıyorum. Benimle birlikte Epochal dünyasına adım attığınız için minnettarım. Beni takip edin! instagram: semina.akaydin |
0% |