@monroeselle_
|
19.yüzyıl herkes için sakin, sorunsuz, belki de mutlu sabahların habercisiydi. Genç kız terasta ay ışığını, yıldızları, hayal kırıklarını izliyordu. Serin havanın beraberinde götürdüğü rüzgâr yüzüne çarpıyordu. Güneşin ilk ışıklarıyla evinin önünden geçen insanların suretlerini düşündü. Her biri mutluydu, gülüşme seslerinin kulaklarına yankısı hâlâ tazeydi. Oysa onun için sabahlarının cehennemden farkı yoktu, o anda Ay'ın güneşten çok daha güzel bir etkiye sahip olduğunu düşündü. O mutlu değildi, asla da olmamıştı. Cam kırıklıkları göğüs kafesine baskı uyguluyordu, kalbi yırtılıyordu. Her gece bu acıyı iliklerine kadar yaşıyordu. Öz babası tarafından yıllarca şiddete maruz kalmıştı. Tokat sesleri zihnine kazınmıştı, sırtındaki morlukların yol açtığı o berbat hissin tadını her gün alıyordu. Bu sefer gözlerini aydınlatan yıldızlara dilek dilemeyi bıraktı. Bugün ruhunu serbest bırakmak, ölmek için kararlıydı. Zengin bir ailenin tek kızı olarak dünyaya gelmişti. Ancak annesinin kanı onun hayatını büsbütün etkilemişti, bir hizmetçinin, bir sürtüğün kanından olarak isimlendirilmişti. Babası ona insan gözüyle hiçbir zaman bakmamıştı. Aşağılanmıştı, dünyaya geldi geleli alay konusu olmuştu. O herkesin gözünde bir hatadan, gereksiz bir boşluktan ibaretti. Kendisine tek insan gözüyle bakan üvey abisini geçen yıl kaybetmişti. Evin bir sonraki vârisinin ölümü tüm aile üyeleri için bir trajedi olmuştu. Cecilia o ölümü kendi gözleriyle görmüş, şahit olmuştu. Fakat elinden gözyaşı dökmekten, hıçkırıklarını serbest bırakmaktan başka hiçbir şey gelmemişti. O gün en büyük travmasını yaşamıştı, yıllarca gördüğü şiddet bile canını bu kadar yakmamıştı. Cecilia yarın 17.yaşına basacaktı. Yıllarca aynı çatı altında yaşadığı aile üyelerine kendini fark ettirmeye çabalamıştı, kimse onu görmemişti, görmek istememişti. O sadece görkemli bir tablonun en uç köşesine yerleştirilmiş bir lekeydi. Lekeler bozulmanın anlamıydı. Diğerlerinin o yokmuş gibi davranmasının sebebi ailenin hâlâ mükemmeliyeti savunmalarıydı. O yalnızca ayak bağıydı, bu yüzden ölmesi gerekiyordu. Esen rüzgâr saçlarını geriye doğru savururken teras kapısını kapattı. Dolunayın verdiği ışıkla kızıla kaçan kahve saçları tuhaf bir görünüm almıştı. Aklından geçenleri gerçeğe dökmek için kararlıydı. Eskiden yanıyordu, şimdiyse yok olmaya gidiyordu. Odasının sessizliğiyle makyaj masasının karşısına geçti. Masada bulunan şurupları inceledi, herhangi bir tanesini ellerine aldı. Doktoru bunları ağrılarını geçirmesi için vermişti. Kendi doktoruna bile şiddete maruz kaldığını anlatamamıştı, susturulmuştu, belki de uyuşturulmuştu. Şişenin kapağını açtı. Derin bir nefes alarak hiç durmadan dikledi. Şurubun acılığı ister istemez dudaklarını büzmesine sebebiyet vermişti. Ancak durmadı, kendini ölümün kollarına bırakmayı tüm benliğiyle istiyordu. Aynaya gözlerini iliştirdi, yansımasına dikkatlice baktı. Parmak uçlarını yanağına götürdü, o anda babasının sözleri zihnine yayıldı, "Güzel bir yüzün var Cecilia, bu yüzden asla yüzüne vurmadım. Seni öldürmeden önce o yüzü kullansan iyi edersin, hayatın burada kül olmadan önce bir kez olsun işime yara!" Gözyaşları istemsizce akmaya başladı. Aniden boş şişe ellerinden düştü, cam kırıkları tahta zemine yayılmıştı. Sırasını bekleyen bir piyon, kullanılmanın eşiğinde olan sıradan bir aletten ne farkı olmuştu? Hiçbir farkı yoktu, annesinin onu neden doğurduğuna bile anlam veremiyordu. Hayat ona hiçbir zaman adil davranmamıştı, kimseye hiçbir kötülüğü dokunmadığı hâlde nefret edilen kişi olmuştu. Dökülen cam kırıkları gibi vücudunda da parçalara ayrılan hisler, kanaması durmak bilmeyen bir kalp vardı. Parmaklarını ikinci şişeye doğru götürürken bitmek bilmeyen bir çığlık kulaklarını sardı. Kalbine yayılan korkuyla oturduğu tabureden kalktı. Acı içinde haykırışları en üst kattan duyabiliyordu. "Oğluma dokunma, seni canavar!" "Evime hangi hakla girebilirsin?" Tüm aile üyelerinin çığlıklarını, ağlayışlarını duyabiliyordu. Üvey annesinin yalvarışları, ardından gelen garip seslerle birlikte odasından çıktı. Neler olduğuna anlam veremiyordu, evin bir anlığına sallandığını düşünmüştü. Titreyerek merdivenlerden inmeye başladı, bacaklarına yayılan ağrılar durmasını emrediyor gibiydi. Ruhuna anlamlandıramadığı bir his yayılmıştı. Onların acı çekmesi biraz olsun kendi acısını azaltırken, yüreğine farklı bir acıyı da armağan ediyordu. Diklediği ilacın etkisi başını döndürüyor, yüzünde küçük su damlaları yayılıyordu. Son basamaklara doğru adımlarını hızlandırdığında dengesini yitirmiş, düşüvermişti. Düşmenin etkisiyle geçirdiği sarsıntı, aniden doğrulmasına etki etmişti. Merdiveni kaplayan kırmızı halıya parmak uçlarını değdirdi. Lakin parmaklarına yayılan kanlar, geceliğinin eteklerine de hücum etmişti. Gözlerini şaşkınlıkla araladı, avuçlarını lekeleyen kanlarla afallamıştı. "Anlaşılan batıdaki insanlarda diğerleriyle aynı." Ses tonunun verdiği yakıcı etki Cecilia'nın başını daha fazla döndürmeye yetmişti. Sesin geldiği yöne zor da olsa başını çevirdi. Tam karşısında, biraz yakınında, parıldayan kızıl gözleri görebiliyordu. Öz babasını parçalara ayırıyordu. "İlk başta her zaman sitem edersiniz," İnsan olmadığını söyleyen silüete yaklaşmak istedi Cecilia. Ses tonunun verdiği ağırlık yüreğindeki kanamayı durdurmuş, dalgın gözleri hafifçe açılmıştı. "Ama gerçek gücü tattığınız an hayatta kalmak için yalvarışlarınız başlar." Kızıl gözler, Cecilia'yı fark etmişti. Aradan saniyeler geçmeden gecenin karanlığıyla kendini gösterdi, yanı başında belirişi genç kızda sığdırılamaz, içi içine sığmayan bir mutluluk bırakmıştı. "Neden sen de yalvarmıyorsun?" Genç kız bu soruyla birlikte parmaklarını iblisin yanaklarına değdirdi. Teni sıcak değildi, aksine buz gibiydi. "Teşekkür ederim, gerçekten size minnettarım." İblis lordu gözlerini hafif bir şaşkınlıkla aralasa da tüm soğukkanlılığı üzerine sarılmış bir bariyerden farksızdı. Ancak onlarca, belki de yüzlerce insan ailesi öldürmüştü. Çoğunun ağlamaklı suretlerini hatırlıyordu. İlk defa kendisine minnet duyan bir insanla karşı karşıya gelmişti. "Az önce aileni katlettim ve sen bana teşekkür mü ediyorsun?" "Onlardan nefret ediyordum, onlara katlanamıyordum. Vücuduma yayılan morluklar geçse bile ruhumda derin, izi kalıcı yaralar var. Beni de öldürmenize izin veriyorum, söz veriyorum, asla direnmeyeceğim." "İzin vermesen bile öldürürüm." Cecilia bu küstahça tavıra tebessüm etti, dolunayın ışığı iblis lordunu aydınlatıyordu. Çenesine doğru yayılan siyah saçları, kusursuz yüz hatları, erik kırmızısı gözleriyle büyüleyiciydi. Bir anlığına takım elbisesine bulaşan kanlar, siyah kravatının hafifçe çözülmesi ses tonuyla ne kadar uyumlu olduğunu düşündü. Son anlarında böyle bir manzarayla karşılaşmak Cecilia için özel olan anlardı. Mavi tırnaklarını Cecilia'nın saçlarında gezdirdi. Açık yeşil gözler ve kızıla kaçan kahverengi saçların sahibini huzura göndermeyi henüz düşünmemişti. "Fakat seni günlerce aramışken kendi ellerimle öldürmem saçma olurdu." Genç kız vücudundan soğuk akan su damlalarına, halsizliğine aldanmadan gözlerini iblis lordundan ayırmadı. "Bugün ölmem gerekiyordu. Dünyaya gelmek için hiçbir sebebim yoktu, inanın bana, neden doğduğuma bile anlam veremiyorum. Bana biçilmiş elbiselerin hiçbiri bana ait değilmiş gibi hissediyorum, uyuşmuş hissediyorum." Sesinin titreyişlerine, kalbinin kurumasına izin verdi. Cecilia bu gece sadece ve sadece ölmek istiyordu. "Lütfen, bana şimdi bir iyilik yapın, bu gece öldürün beni." "Beni dinle," Soğukça yüzüne yayılan kanları temizledi. Mavi tırnakları kan lekesiyle ruhsuz bir biçimde süslenmişti. "Bugünden itibaren yalnızca bana aitsin, ne zaman öleceğine, ne zaman yaşayacağına benden başka kimse karar veremez." Yüzünde akan kanların tamamını temizleyememişti. Çenesine yayılan kan damlalarını önemsemeden genç kıza elini uzattı. Dudaklarında ani bir sırıtış belirmişti. Cecilia ise o hırs ışığıyla yanıp sönen gözlere uzunca baktı. Bilincini kaybediyordu, Çünkü o hayran kaldığı erik kırmızısı gözler, Çünkü o hayran kaldığı kusursuz yüz hatları, Çünkü o hayran kaldığı kıvrımlı siyah saçlar, Birinci damlasında baş döndüren, İkinci damlasında ise öldürücü bir zehirden ibaretti.
|
0% |