Yeni Üyelik
5.
Bölüm

03: Unutmak İçin Bir Kadeh Kaldırın

@monroeselle_

"Aramazdım," Yanağında gezinen dondurucu ele parmak uçlarıyla dokundu. Ardından korkmayarak, çekinmeden kavradı. O kar tanelerini andıran elin soğukluğu tekrar eklemlerine etki etse dahi teninde daha fazla hissetmek istedi. Biraz önce yanağında gezinen eli daha fazla tenine bastırdı, dudaklarını şekillendiren tebessümü serbest bıraktı. "Çünkü ben tümüyle size aitim, beni yemeniz için bir nedene ihtiyacınız yok."

 

Muzan, Cecilia'nın karşılığına sessiz kaldı. Kendisine yapılan küstahlıklara vereceği en iyi cevap ölümdü. Ancak bu küstahlık farklıydı, genç kız ona itaatkâr gözlerle karşılık veriyordu. Korkudan ortaya çıkan bir itaatkârlık değildi bu, kendisine hayranlık besleyen, sahteleşmemiş gözlerle bakıyordu. Bu gözlere hoşnutluk duymamanın imkanı yoktu, çünkü gerçekliğinin hiçbir acı tarafı yoktu.

 

"Beni lütfen yanlış anlamayın, size asla suçlu gözüyle bakmadım. Biliyorum, hayatım sizin elinizde ve bundan son derece keyif alıyorum. Çünkü bana kendi ailem dediğim topluluktan çok daha iyi davranıyorsunuz. Doğduğumdan beri bana aşağılık gözüyle baktılar, hiçbir zaman sevilmedim. Molla gibi soylu bir kana sahip olsam da masalarında yemek yemeye bile hakkım yoktu, beni görmemek için ellerinden geleni yaptılar. Bir metresin kızı, bir sürtüğün kızı, bir kanık bozuk..."

 

Genç kızın sesi hüzünle titredi, sanki aniden içine geçmişin kırdığı umutlar, hayallerin kırıkları batmıştı. Fakat bu sözler iblis lordunun hoşuna gitmişti, büyük bir memnuniyetle sessizliğini bozdu. "Devam et,"

 

Cecilia, Muzan'ın söylemiyle sesinin tonunu daha kendinden emin, daha hayranlık duyulası bir biçimde ayarladı. Bu seferliğine boğazının düğümlerini çözdü, çözünen düğümlerin boğazını ne kadar acıtacağını aklından çıkardı. "Bana böyle tiksindirici isimlendirmeler taktılar. Yapılan zulümler çoğaldıkça ölme isteğim artmıştı. Ama siz beni o ateş çemberinden kurtardınız, alevler üzerime gelmeden önce bana elinizi uzattınız. Siz benim gözümde bir katil değil, bir kahramandınız. Bu yüzden size kendimi adamam gerekiyordu, bir teşekkürden daha fazlasını vermem gerekiyordu. Ben bağlılık yeminini sizin emrinizle değil, kendi kararımla ettim."

 

Kibutsuji, genç kızın eliyle birleşmiş olan elini kurtardı. Cecilia belki de şimdiye kadar gördüğü en güzel piyon olabilirdi. Hırs ışığıyla yanıp sönen gözlerinin beraberinde yüzünde damar çıkıntıları oluşmaya başlamıştı. Bu oluşumlar sözlerden doyasıya zevk aldığının birer kanıtıydı.

 

Aniden masada bulunan cep saatine bakındı. Akrep dördü gösteriyordu, vakit kaybetmeden okuduğu kitabı oturduğu koltuğun üzerine bırakıverdi. Zevkle yanan gözlerini Molla leydisine çevirdi. "Geç oldu, yat artık Cecilia."

 

Molla leydisi oturduğu yerden yavaşça kalkıp izin istedi. İsminin bu denli güzel, bu denli muazzam olduğunu ancak Muzan'ın ses tonundan anlayabilmişti. Tatlı cümlelerini, tebessümlerini bırakmayı unutmamıştı. "İyi geceler bay Kibutsuji."

 

Kütüphanenin giriş kapısından çıktığı anda kendini koridorları yöneten zifiri karanlığın içinde buldu. Gözlerine siyahlıklar yerleştiğinde yanan mumu orada unuttuğu zihnine yerleşmişti. Ancak önemsemedi, çünkü sonunda tüm söylemekten çekindiklerini dışarıya vurmayı başarmıştı.

 

Onun da hoşuna gitmişti, tüm benliğiyle sadık bir piyon görmek onu da memnun etmişti.

 

Emin olmuştu, Muzan Kibutsuji onun kutsallığını istiyordu.

 

Bu gerçeğin başlı başına var oluşu, gelişme aşaması, sonuçlarının getireceği fırtınalar Cecilia'ya acı vermişti.

 

Kalbinin kırık parçaları zemine düşmüşçesine topukları yanıyordu, kırıklarının hiçbirini toplayamadan adımlarını hızlandırdı. Tertemiz ruhundan kanlar akıyordu, kanayan taraflarının hiçbirini saramadan odasına girmişti.

 

Nasıl yatağının içine girdiğini, nasıl sımsıkı yorgana sarıldığını düşünemez olmuştu. Dağılan ıslak saçları kurumaya başlamış, gittikçe nemlenmişti. Göz kapakları ağırlamış, kirpiklerinden yaşlar gelmesine bu seferliğine müsaade etmemişti. Aklına kazınan hakikat, iç sesine bağlanıvermişti. "O gece beni öldürmüş olsaydın, belki de daha az canım yanardı."

 

Avuçlarıyla yorganı sıkıyordu, kütüphanede geçen saatler boyunca tüm parçaları yerlerine oturtmuştu. Fakat yanılmak istiyordu, ilk defa yanlış yorumladığına sevinmek istiyordu. "Saate bakındın çünkü güneş doğmadan önce ortadan kaybolmalıydın. Beni aramanın, yanında tutmanın tek sebebi Güneş Tanrıçalarının kanına sahip olmamdı, değil mi?"

 

Acıyla dudakları kıvrılmaya, gülmeye başlamıştı. Bilirdi, o ağlamasından nefret ediyordu. O gece boyunca ağlayışlarından haz etmemişti, sinirlenmişti içten içe. Hıçkırıklarını serbest bırakmak yerine tüm acı gerçeği sindirmek için güldü, daha çok güldü. "Oysa sen beni değil, yalnızca kanımı istiyormuşsun."

 

Güneş Tanrıçalarının soyundan gelenlerin sıradan hisleri olmazdı. Ruhlarında geçici hislere yer verilmezdi, sıradan insanların yaşadığı basit hoşlanışları kalplerinde barındırmazlardı.

 

Onlar safça, yalnızca bir kere âşık olurlardı. Cecilia'nın kütüphanede söyledikleri yalanlar değildi, aksine gerçekleri serbest bırakmıştı, o gece iblis lorduna gerçekten kapılmıştı.

 

Nasıl yaralarının iyileşmesine sebebiyet veren, kendisini cehennemden kurtaran bir zalime kapılmayabilirdi ki?

 

Onun zalimliğini gölgelendiren karanlığa yaklaştıkça kendinden geçiyordu. Son gözlerini açışından, son kapatışına kadar onu görmek için yaşıyormuş gibi hissediyordu. Kaderin ipleri tüm bedenini sarmıştı, iplerin başlattığı kader bir iblisle birleşmişti. Usulca, tüm acısını içine atarak kendini uykunun kollarına bıraktı.

"Bayan Winona, bayan Winona lütfen söyleyin. Kızımın geleceği hakkında konuşun, yeter ki bir şeyler söyleyin."

 

Şaman kadının saçları siyah dantel örtüyle kaplanmıştı, yüzü neredeyse görünmüyordu. Küçük Cecilia'nın annesi Veronica, şaman kadının söyleyeceklerini büyük bir dikkatle dinlemek için hazırlanıyordu. Omuzlarındaki yükün bir nebze, biraz da olsa hafiflemesini istiyordu.

 

Kızının kaderinin kendisi gibi olmaması için şamana başvurmuştu. Veronica'nın mutlu bir yaşamı yoktu, kızının da kendisi gibi mutsuz olmasını istemiyordu. Ortama doluşan tütsü kokuları, duvara asılmış vudu bebekleri Cecilia'yı epey korkutmuştu. Sevgili annesine ürktüğünü belli edercesine genç kadının uzun eteğini çekiştirmeye başlamıştı.

 

Veronica çayını karıştırmak adına aldığı kaşığı titreyerek tutuyordu. Başını kapatan uzun şapkasının ardından küçük kızına döndü. Tedirginliğini belli etmemek için yüzüne büyük bir gülümseme takındı. "Bahçeye çıkabilirsin Cecilia, ama sakın çok uzaklaşma."

 

Kız çocuğu başını olumlu anlamda sallayıp çıkış kapısına doğru yöneldi. Ürkütücü koridorlara, tozlu zemine doğru küçük adımlarını atmaya başlamıştı. Ancak kulaklarına annesinin korku dolu sesi geldiğinde adım atmayı kesti.

 

"Bir şeytanın kadını mı dedin?"

 

Veronica'nın gözleri hüzün ve öfke arasındaki ince çizgide takılı kalmıştı. Küçük kızının geleceğine dair söylem onu şaşkına uğratmış, ani bir korkuyla dili tutulmuştu.

 

"Sakin olun Madam Veronica, kötü şeyler görmüyorum."

 

"Ama, ama nasıl olur?"

 

Annesinin çıldırmak üzere olan bir deliyi andıran sesleri tüm koridora yankı oluşturmayı başarmıştı, küçük Cecilia'nın duyduğu sesler ise dudaklarını mühürlemeye yetmişti. Yeni yeni dengeyi sağlayan minik bacaklarını koruyamadan yere düşmüştü. Tekrar ayağa kalkmaya çalıştı, fakat bacağından gelen kanla beraber sersemlemişti.

 

"Akıl alır gibi değil!" Veronica şaman kadının yanından büyük bir sitemle ayrılmıştı, topuk seslerinin zemine çıkardığı sesler kulaklarını çınlatıyordu. Bedenine yerleşen zehirli hakikat, parmak uçlarına kadar titremesine yol açmıştı. Derin bir nefes alarak kendine gelmeye çalıştı, belki de batıl inançlara kendini fazlasıyla kaptırdığını düşündü. Ancak kimi kandırıyordu, bayan Winona hiçbir dediğinde yanılmamıştı.

 

Kızının bir şeytanın kadını olduğunu düşünmek bile tüylerini diken diken ediyordu. Lakin Winona ona kötü şeyler görmediğinden bahsediyordu, bir şeytanda kötülüğün aksi nasıl olabilirdi?

 

Bir şeytanın kadını olmanın kendini idam meydanının önüne atmaktan, ateşi körükleyen samanın içine atılmaktan ne farkı vardı?

 

Şayet Winona'nın çıldırdığını düşünmeye başlamalıydı. Zira şeytanlar insanlara zarar veriyordu, şeytanlar insan yemekten başka hiçbir şey yapmıyordu. Omuzlarını kaplayan salık saçlarının uzunluğu kadar zihnine belirsiz sorular yerleşmişti.

 

En nihayetinde eskimiş koridorlara ulaştığında Cecilia'yı yerde oturmuş vaziyette, titrerken bulmuştu. Kanayan bacağını gördüğünde genç kadının gözlerinden ister istemez yaşlar gelmeye başlamıştı.

 

"Anne neden ağlıyorsun?"

 

Veronica ses vermedi. Cecilia'nın kanayan bacağına doğru diz çöktü, çantasından çıkardığı mendili kanayan deriye bastırarak kanamayı durdurmaya çalıştı. Kan her şeyin işaretiydi, şamanın gördüklerinin gerçekleşeceğini gösteren bir mesajdı. Genç kadının ağlamasına sebebiyet veren de buydu, akıl almaz gerçeğin varoluşuydu.

 

"Sakın, sakın kanını biriyle paylaşma."

 

Veronica'nın ağlamaklı ses tonu Cecilia'yı endişelendirmişti. Oysa sevgili annesi daima gülmeye çabalayan biriydi. "Benim kanımı niye istesinler ki anne?"

 

"Annen özel bir soydan geliyor Cecilia, kanlarımızın her bir damlası çok değerlidir. İçen kişiyi güneş ışığından korur, zehir gibi öldürücü maddeleri vücuttan arındırmayı sağlar."

 

Veronica'nın tedirgin, korku dolu sesine karşı kız çocuğunun gözleri büsbütün açıldı. Genç kadının gözlerinden süzülen yaşlar çenesine doğru akıyordu. Annesinin söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu, tek bir kelimesini dahi anlayamamıştı.

 

"Bu yüzden kalbini kimseye açma, kimseye güvenme, bana şimdi söz ver!"

 

"Ama anne güneş ışığına karşı herkes dayanıklı, değil midir?"

 

"Hayır tatlım, hayır..." Veronica, kız çocuğunun bacağındaki kanayan yarayı mendiliyle bastırmayı kesip titreyen ellerini serbest bıraktı. "Şeytanlar değildir, onlar güneş ışığına asla yaklaşamazlar. Uzak dur onlardan, onlar sana korku saçacaklar!"

 

Cecilia o günden sonra annesinin ne kadar ciddi olduğundan, başına geleceklerin gerçekliğinden, içinin en küçük tarafında saklanan öldürücü hislerden tamamen habersizce günlerini geçirmişti.

 

Belki annesinin sözlerini biraz ciddiye almış olsaydı o gece boyunca gözlerini sımsıkı kapar ve bir daha hiç açmazdı. Görmeseydi eğer o parlayan gözleri, o siyah kıvrımlı saçları, o soğuk teni ölümcül duyguları oluşmayacaktı. Oluşumlar damarlarından yayılıp her bir hücresine kadar baş göstermeyecekti. Lakin pişmanlıklar, mazeretler kaderi etkileyemezdi.

İlk ışıklar beyaz göğü aydınlatıyordu. Güneş ışıkları köşklerin pencerelerine bir yağmur misali damlıyor, insanların göz bebeklerindeki perdeleri hafifçe kaldırıyordu. Cecilia'nın cehennemden farkı olmayan sabahları sakince, belki de huzurlu geçmeye başlamıştı.

 

Hizmetkâr aceleci davranarak odaya girdi. Genç kızın hâlâ uyumakta olduğunu gördüğünde ilk ışıkları kapayan koyu renkli perdeleri açmaya koyuldu. Perdenin açılma sesleriyle birlikte karanlık oda yavaşça aydınlandı, Cecilia'nın çehresine yansıyan ışıklar gözlerini kırpıştırmasına sebebiyet vermişti.

 

"Kalkmanız gerekiyor, akşama kadar uyumayı düşünmüyorsunuz, değil mi?"

 

Cecilia mutsuz ve isteksizce biraz önce uyuduğu yataktan doğruldu. Örtündüğü, avuçlarıyla sıktığı yorganı üzerinden attı. Yüzüne damlayan ışıklar gözlerindeki uykuyu öldürüyordu, şayet ilk ışıklarda katilden farksızdı.

 

Yataktan kalkışının ardından adımlarını makyaj masasına yönlendirdi. Sandalyeye oturuşunun beraberinde götürdüğü yansımasına bakışlarını dikti. Beyaz teninin solgunluğu acıyla açığa çıkmıştı. Hâlbuki dün onun yanındayken ne kadar mutluydu, gidişi ve çözdükleri onu o gece parçalara ayırmıştı.

 

Martha, Cecilia'nın uzun saçlarını taramaya başladı. Saçların kolayca çözülüşü, saç diplerinin yumuşaklığını fark etmişti Martha. "Dün bensiz banyo mu yaptınız?"

 

"Evet, dün gece bir hediye aldım. Hemen denemek istedim."

 

"O adamdan mı?" Cecilia başını olumlu anlamda salladığı anda hizmetkârın yüzünün rengi gittikçe değişmeye başlamıştı. Muzan Kibutsuji denen adama zerre güvenmediğini kuşkuyla harmanlanan bakışlarıyla belli ediyordu. "Beni çağırmalıydınız, yıkanmanızda size yardım etmek benim görevim."

 

Cecilia, Martha'nın endişeli tavırlarına karşı gülümsedi. Molla hanesinde tüm hizmetkârlar ona tepeden bakarken yanında olan tek kişi Martha'ydı. Kendisinin üzerine bu kadar düşmesi, Cecilia'nın mutlu bir maske takınmasına neden oluyordu.

 

"Saat epey geç olmuştu, gereği olmayan isteklerim üzerine uykunu bölmek istemedim."

 

Hizmetkâr genç leydinin cevabına somurttu, korku dolu gecenin ardından Cecilia'nın nasıl bu kadar sakin kalabildiğini anlayamıyordu. Üstelik bir azraili andıran adama karşı takındığı tavrın oldukça pervasızca olduğunu da düşünmeden edemiyordu. "Tanrı aşkına, o adam neden sürekli geceleri ortaya çıkıyor?"

 

Martha, Cecilia'nın saçını özenli bir şekilde yaptıktan sonra giysi dolabına doğru adımlarını hızlandırdı. Genç kız ise hizmetkâra gerçekleri anlatmayı planlamıyordu, onun daha fazla endişe etmesi isteyebileceği son şey bile değildi.

 

"İşleri olmalı, dün gece geldiğinde yakında buradan ayrılacağımızı söyledi. Asıl himayesi Japonya'daymış, beni oraya götürmeyi planlıyor."

 

"Japonya mı dediniz?" Martha'nın giysi dolabından elbise seçerken afallayacağı aklının ucundan bile geçmezdi, genç kadın incelediği elbiseleri ani bir şok dalgasıyla yere düşürmüştü. "Delirmiş olmalı, oraya alışamazsınız bile!"

 

Yere düşen zümrüt yeşili elbiseyi tekrar ellerine aldı hizmetkâr. Cecilia'nın hiç bilmediği bir toplumda nasıl hayatını sürdürebileceğini tahmin etmek bile istemiyordu, öfkeyle dudaklarını araladı. "Yemekleri berbat ötesi, kimonodan başka hiçbir şey giymiyorlar. Sizi aç ve mutsuz mu bırakmayı planlıyor?"

 

Cecilia tüm bunların bilincindeydi. Ancak Muzan'ın ona sadece kanı için katlandığını, belki de kendince şımarttığını düşününce her şeyin yavaş yavaş geçici olduğu zihnine yayılıyordu.

 

"Alışacağız Martha, elbet alışacağız."

Hava kararmış, sabahın yerini akşam almıştı. Beyaz gökler siyahla boyanmış, karanlığa karışmıştı. Yıldızların parlaklığı köşkün mutfağına yansımaktaydı.

 

Mutfak et kokusuyla harmanlanmış, altın şamdanlar etrafı aydınlatıyordu. Yuvarlak masanın üstünde gümüş kadehler, tabaklar, çatallar ve bıçaklar vardı. Masa örtüsünün işlemesiyle uyumlu olan beyaz, kadife mendiller masaya renk katıyordu.

 

Cecilia masayı süsleyen vazonun içindeki sarı güllere bakındı, manasının ayrılık olması ne üzücüydü. Martha ise hazırlamış olduğu fileminyonları gümüş bıçak yardımıyla dilimliyordu. "Yemeği mutfakta yememeliydiniz."

 

Cecilia bakışlarını yalnızlığını belli edercesine hizmetkârına çevirdi. Ancak göz bebeklerinin asıl yeri mutfağın penceresindeydi, pencere tamamıyla ana girişi temsil eden bahçeye bakıyordu.

 

"Büyük salonda tek başıma yemek istemiyorum."

 

"Ama bunu alışkanlık hâline getirmemelisiniz."

 

Genç kız, Martha'yı duymamazlıktan geldi. Muzan'ın onunla asla yemek yiyemeyeceğini biliyordu, fakat bir anlığına zihninde canlandırdığında oldukça hoş görünüyordu. Onu sadece bir kereliğine olsa da yemek yerken izleyeceğini düşünmek, bu hissin varoluş düşüncesi dahi dudaklarına hafif bir tebessüm hediye etmişti.

 

Hizmetkâr, Cecilia'nın tebessümlerini fark ettiği anda içini bir merak duygusu kapladı. Genç kızın artık içtenlikle güldüğünü görmek kendisini sevindirmişti, bu tebessümün son olmamasını dilemeden edememişti. "Neye gülüyorsunuz öyle?"

 

Tebessümlerini gören hizmetkâra karşı gülüşlerini kapadı. Martha'nın çıldırdığını düşünmesini istemiyordu, gerçek duygularını da gözler önüne sermek gibi bir hatayı göze alamazdı.

 

"Ah, hiçbir şey..."

 

"Öyle olsun." Martha dilimlediği fileminyonları Cecilia'nın tabağına koydu. Dilim dilim kesilen et parçalarını daha küçük parçalara ayırmaya başladı.

 

Cecilia, Martha'nın uğraşlarını gördüğünde kaşlarını çattı. Çocuk yaşı çoktan geçmişti, kendi işini kendi halledebilirdi. "Bunu kendimde yapabilirim Martha."

 

Genç kız tabağını almaya çalıştı, lakin hizmetkâr buna katiyen izin vermemekte ısrarcıydı. Tabağı daha çok kendine çekti Martha, buna tanık olan Cecilia üzgün bir tavırla hizmetkârının gözlerinin içine baktı.

 

"Size bırakırsam güzel geçmişinizi hatırlayamam. Etin sertliğinden dolayı yemekte zorluk çekerdiniz, sizin için hep küçük parçalara ayırırdım. Bundan çok memnun kalırdınız, o zamanlar madam da hayattaydı."

 

Madam sözcüğünün yankısı kulaklarını kapladığında acıyla gülümsedi Cecilia, o zamanlar tam anlamıyla hiçbir şeyin farkında değildi. Annesi asla gerçek bir madam olamamıştı, o yalnızca bir metresti. Annesinin yaşamından hiçbir zaman mutlu olmadığını bilirdi, fakat o öldükten sonra annesinin günahlarının cezasını kendi çekmişti. Veronica'nın arkasında bir kurban olarak kendi çocuğunu bıraktığının acı gerçeği genç kızda derin bir yara bırakmıştı.

 

Genç kadın o yeşil gözlerdeki acıyı gördüğünde konuyu değiştirmesi gerektiğini anlamıştı. Aceleyle tabağı Cecilia'ya uzattı. "Köşkün bodrum katında tonlarca şarap var. Ama hiçbirinin markası dahi yok, ilk başta burada oenologue olabileceğini düşündüm. Fakat bu köşk terkedilmiş gibi görünüyor, sizce de çok tuhaf değil mi?"

 

Bu sözlerin karşısında Cecilia şaşkına döndü, yutacağı yemeğin boğazında kalmaması için su dolu kadehini içmeye başladı. Kendine geldiğinde zihnindeki belirsiz düşünceler dudaklarına etki etmişti. "Neden bir tanesini getirmedin?"

 

"Siz benim gözümde hâlâ çocuksunuz." Bunun ardından ellerindeki boş kadehi masaya bıraktı Cecilia, hizmetkâr içi su dolu sürahiyle kadehi doldurmaya koyuldu.

 

"O yüzden bol bol su içmeye bakın."

 

Çocuk, sadece ortalıkta koşuşturan ve oyun arayan küçük bir çocuk. Belki de Kibutsuji'nin gözünde de küçük bir çocuktu, bu ihtimalin varlığı bile Cecilia'yı üzüyordu. Eğer tüm mesele bundan ibaretse ölmeyi yeğlerdi, hiçliğin içine sonsuza kadar hapsolmayı yeğlerdi.

 

Zümrüt yeşili elbisesinin eteklerini avuçlarıyla sıktı. Damarlarına kadar inen acı göğüs kafesinin içindeki kalbine zehir saçıyordu. Tekrar sırasını bekleyen bir piyondan farksızdı.

 

Kan, onun istediği sadece kandı.

 

Gerçek ölümsüzlük, onun istediği sadece gerçek ölümsüzlüktü.

 

Aralarındaki iletişime sebebiyet veren iki temel öğe Cecilia'yı bitirmeye, düş kırıklarının en muazzamını yaşatmaya yetiyordu.

 

Akşam yemeğinin bitiminden sonra bodrum katına inmeye karar vermişti. Kendini koridorlarda dolaşırken bulduğunda yağan yağmurun sesleri aniden kulaklarına doluşmuş, açık pencerelerden kalan rüzgâr şakaklarına kadar uzanmıştı.

 

Adımlarını bodrum katına inen merdivenlere doğru, pervasızca attı. Eskimiş, neredeyse kırılacakmış hissi veren tahta basamaklar bacaklarını uyuşturuyordu. Parmak uçlarıyla tuttuğu gaz lambasını içi şaraplarla dolu olan rafları aydınlatmak adına kullandı, sayamayacağı kadar çokça şarap şişelerine gözlerini dikti.

 

Merdiven basamaklarını bitirdiğinde tonlarca şarap şişelerinin dizilmiş olduğu raflara doğru yürüdü. Şişelerin her birini gözleriyle analiz etti, sanki kendini isimsiz duvar köşelerine bakarken bulmuştu. Martha'nın dediği gibi ürünlerin nereden geldiği belli değildi, her birinin iç yüzü kendince gizemliydi.

 

Rafın en uç köşesine ellerini uzattı, eline gelen şarap şişesini sıkıca tuttu. Ağzına kadar dolu olduğunu anlaması kısa sürmüştü, hiç açılmamış olması kapağının sıkılığından fark ediliyordu. Kollarını kaplayan beyaz eldivenleriyle dokunduğu siyaha çalan şarap şişesinin yalnızca eğlenceden yapılmadığını tahmin ediyordu.

 

Bu yüzden denemeliydi, sır gibi saklanan her şeyin aslını bilmek istiyordu. Belki yalnızca bir kadeh onu mutlu ederdi, belki yalnızca bir kadeh dün geceki çözdüğü her şeyi, tüm acı gerçekleri ona unuttururdu.

 

Büyük salonun parlak zeminine bastığı anda yapacağı şeyin oldukça delice, akıl almaz bir davranış olduğunun bilincindeydi. Ama kimin umurundaydı, kim olduğunu birkaç saatliğine de olsa unutmak, tüm hafızasının bir hışımla silinmesi için neler vermezdi. Kendisini takip eden koyu yeşil elbisesinin etekleri onu hüzünlü, gölgeye sığınmış, gittikçe güneşi alçalan bir kraliçeye benzetiyordu. İdam masasının köşesinde sonunu bekleyen bir kraliçe, suçlanmış bir kraliçe. Ruhunda güneş açmıyordu, orada kara bulutların başlattığı bir savaş vardı.

 

O efsunkâr kraliçe şarap şişesini masaya bıraktı, boş kadehlerden birini ellerine alarak hızla kadehi doldurdu. İçine kızıl şarap değil, düş kırıklarını yapıştırmak için taze umutlar doldurdu. İçindeki hüznü unutabilmek için mutluluklarla, küçük sevinçleri hayal ederek dolu kadehi dudaklarına götürdü. Her yudum alışında kendinden geçiyordu, sıradan bir şarap değildi bu, iliklerinden akan kanı yudumluyordu sanki.

 

Üçüncü kadehin ardından sersemlemişti, attığı adımlar dengesizleşiyordu. Yüksek topukluları neredeyse düşecekmiş hissini veriyordu, baş döndürücü sarhoşluğu kulaklarına ahenk getiren yağmur damlalarıyla çehresine yağar olmuştu. Balkonun camlarının açık olmasından dolayı şiddetle yağan yağmur seslerini fevkalade duyar olmuştu Cecilia.

 

Balkona yaklaştığında esen rüzgâr uzun perdelere çarpıyordu, kollarına kadar uzanan rüzgârla birlikte hafif titremişti. Ancak durmadı, bedenini balkonun demirliklerine kadar götürmüştü. Gece soğuğunu tattığı bu vakit boyunca üzerindeki kumaş ince gelmeye başlamıştı. Aşağı bakmaktan kaçınarak bakışlarını göğe dikti, tüm manzara göz bebeklerine karanlığı hediye ediyordu.

 

Ani bir sesle arkasına bakındı, bir bakışının sonrasında elindeki boş kadeh elleriyle birlikte titreyivermişti. İblis lordu masanın karşısındaydı, yağmura yakalandığı ıslanmış saçlarından, su damlalarının smokinine hücum edişinden anlaşılıyordu. Parlak gözleriyle, buz kırağını andıran elleriyle yarısından çoğu içilmiş şişeyi inceliyordu.

 

"Yağmura yakalanmış olmalısınız bay Kibutsuji."

 

"Kan şarabımdan içmeye cüret etmişsin," Muzan şarap şişesini incelemeyi bırakıp gözlerini Cecilia'ya doğru çevirdi. Kırmızının koyu tonu yeşile değivermişti. "İğrenmedin mi?"

 

"Nasıl iğrenebilirim ki?" Cecilia'nın dudakları hafif bir neşeyle kıvrıldı. O kıvılcımı anımsatan gözlerin, ıslak saçlarla ne kadar uyumlu, öylesine eşsiz olduğunu düşündü. "Sizin severek içtiğiniz her şeyi içebilirim, bu bir zehir de olsa."

 

"Kendi ırkına karşı hiçbir saygı barındırmıyor musun?" İblis lordu her an patlayacakmış bir yanardağı andıran bakışlarını Cecilia'da gezdirdi. Rüzgâr Cecilia'nın kızarmış, pembeleşmiş yanaklarına çarpıverdi, elmas küpelerinin süsleri sallanmaya başlamıştı. "Onların canlı canlı kesilerek dökülen kanlarından yapılmış şarabı içecek kadar mı?"

 

Kraliçe sessiz kaldı, kan kırmızısı dudaklarını aralama cüretinde bulunmadı. İçtiğinin kan olduğunu az çok tahmin ediyordu, zira iblis lordunun insana ait olmayan hiçbir şey yemeyip içmeyeceğinden emindi.

 

Şayet içini suçluluk duygusu kaplayabilirdi ama kendi türü iblislerden farklı değildi, aksini düşünseydi eğer kendini yalanlarla kandırıyor olurdu. İnsan ırkı en az iblisler kadar tehlikeliydi, çürümüş dünyaya sebebiyet veren insanoğluydu. İyi insan yoktu, henüz kötülük yapmamış insan vardı.

 

Kibutsuji'ye hiçbir kızgınlık duymamıştı, onu hep anlamaya çalışıyordu. Zira ona ettiği bir bağlılık yemini vardı, kurtuluşu için ödemesi gereken bir kefaret vardı.

 

Muzan, Cecilia'ya yaklaştı. Balkonda yağmur damlalarının etrafa serpilişini izleyen genç kıza yine aynı, o zerre duygu belirtisi olmayan gözlerle baktı, "Eğer bana yine sebebini soracaksan tenezzül dahi etme, bu tamamen zevk içindi."

 

"Sormayacağım." Kendi kollarını onun kollarına sardı Cecilia. Smokinindeki ıslaklığı hisseder olmuştu, saçlarından aşağı omuzlarına damlayan su damlaları pudralı, pespembe yanaklarına süzülüyordu. "İçmek demek, unutmak demektir. Olup biten her şeyi unutmak mutluluk getirir. Bu yüzden sizde bir kadeh kaldırın, her daim var olacak mutluluğunuz için bir kadeh kaldırın."

 

"Söylesene," Muzan'ın fısıltısı kulaklarına etki ettiğinde yüzüne süzülmüş tüm ıslaklıkları unuttu Cecilia. Genç adamın yüzünden damar çıkıntıları çıkmaya başlamıştı, gözlerini ani bir öfkeyle araladı. "Bana sarılmaya cesaret ettiğine göre, binlerce kadeh kaldırmış olmalısın. Yanılıyor muyum yoksa?"

 

Loading...
0%