@monroeselle_
|
Belki de o uzatılan ele hiç dokunmamalıydı.
Belki de o soğuk teni, kan kırmızısı dudaklarında hissetmemeliydi.
O, karanlık bir yolda yürürken ışığa doğru koşmamıştı, aksine arkasını dönüp gölgesinin dahi kaybolacağı zifiri karanlığa daha hızlı adımlar atmıştı.
Kafasının içindeki sesler bir alev misali körükleniyor, kaynayan kıvılcımlar kalbine sessizce giriyordu.
Masumiyeti, "Ben ölüyorum," diye fısıldıyordu kulaklarının ucuna.
Ardından tutkularsa, "Senin yerine ben canlanıyorum," diyordu çok geçmeden.
O artık birini mi öldürmüştü, iblis lordunun suç ortağı mı olmuştu?
Öyleyse neden doladığı kollarını çekemiyordu onun boynundan, neden yapamıyordu bunu?
Ansızın, felaketlerin içinde duyguları iradesine ateş etmişti, o gece hiçbir şey onu soğuğu hissetmesinden alıkoymamıştı.
Şayet bu onun en büyük hatası olmalıydı, en büyük göz yumuşu olmalıydı.
Cecilia'nın opera gecesi boyunca dudaklarından hiçbir kelime dökülmedi, kesilmeyen çığlıklarla binadan ayrıldıklarında iç sesindeki çatışmaları yatıştırmaya çalışmadı. Aydınlık ve kalabalık sokaklarda kollarına sarılan paltoyla yürüyor, gürültüsünün bir saniye olsun dinmediği mekanların karşısından ağır adımlarla geçiyordu. Gözleri köşkün bahçesini görene kadar, topuklarıyla yeşillikleri hissene kadar yürüdü.
Gözlerindeki ışık kırgınlığını belli edercesine sönmüş, dudakları mühürlenmişçesine kapalıydı. Bakışları Muzan'ın iskarpinlerine kadar gitti, tüm yol boyunca neredeyse duyulmayacak türden basıyordu kaldırımlara. Elinden onu sessizce takip etmekten başka ne gelirdi, sonuçta o olmasaydı belki de şimdiye kadar yaşamıyor olurdu. Zihni her türlü güvensizliğin, eziyetin karşısında zayıf düşen bir kadının dansının sona ermesi kadar bulanıktı.
Ancak onun siyah paltosunu teninde her hissettiği an kendinden geçerken, ipeksi kumaşın ipleri kalbine sarılırken ondan kaçmayı nasıl aklından geçirebilirdi?
Hayır, katiyen yapamazdı bunu.
Evin içine, büyük salonun girişine adımlar attığında artık önünde kimsenin olmadığını idrak etti Cecilia. Duvar kağıtları siyahla kaplanmış, usulca çevresine bakındığı odada kendisiyle baş başaydı. Bir yol göstericisi olmadan merdiven basamaklarına yöneldi, parmak uçlarıyla tırabzanlara tutunarak üst kata çıkmaya başladı.
Gördüğü son anın iskarpinler olması dudaklarının hafifçe şekillenmesine, yarı güler bir hâl almasına sebebiyet vermişti. Zira o, gitmişti.
Odasına açılan uzun koridorlara vardığında yüksek topuklularını çıkardı. Uyuşmuş ayaklarıyla zemine basışı dudaklarını ısırmasına sebebiyet vermişti. Böylesine yüksek topuğa sahip ayakkabılarla, onca yolu Kibutsuji'nin arkasından koşarak gitmek, kendisine tarif edilemez bir acı bırakmıştı. Fakat Cecilia, bunlardan şikayet edecek, söylenecek insanlıktan uzaktı.
Ayakkabılarını eline alarak odasına girdi. Kapıyı sonuna kadar açık bıraktığına aldırmayarak yüksek topuklularını yavaşça masaya bıraktı. Lakin paltoyu çıkarmak, omuzlarından atmak istememişti. Ruhunun yorgunluğunu atlatmak adına, giysilerini dahi çıkarmadan kendini yatağına, tenini kadife çarşafların içine bırakıverdi. Dağınık saçları yastığa serildiğinde çok geçmeden uyuyakalmıştı.
Rüyalarına Fante ve diğer soyluların gölgeleri giriyordu. Cecilia ise kendini kan gölünde yüzen soyluların gölgelerini uzaktan izlerken bulmuştu. Çayırlığa esen rüzgâr saçlarını ileriye doğru savuruyor, avuçlarıyla kavradığı şamdanla gecenin karanlığını bastırmaya çalışıyordu. Gölgelerin haykırışları opera binasında yankılanan seslerin birer kopyasıydı. Kendisine türlü serzenişler, türlü lanetler yağdırıyorlardı. Bakışlarını gölden uzaklaştırarak kanlı ellerine çevirdi irislerini. Bunu o mu yapmıştı, o muydu bu kan gölünün sebebi?
Fakat kirlenmiş ellerini ne kadar incelerse incelesin, hiçbir pişmanlık duymuyordu. Ortada uzuvlarına kadar inmekte olan bir suçluluk duygusu yoktu. Yaşamındaki hüzünle harmanlanan kesitler zihnine hücum ettiğinde soylulara derin bir nefret beslemeden edemiyordu. Aksini düşünmeye ne kadar çabalarsa nefretin getirdiği ateş sönmüyordu, daha çok alevleniyordu.
"Yok olun, hepiniz yok olun." diye kıpırdattı dudaklarını. Sıkıca tuttuğu şamdanı hızla yere attı. Yanan mumlar çayırlığın çimenlerine bulaştı. Havada gezinen ateş böcekleri çıkan yangınla birlikte kaçışmaya, ışıklarını alıp uzaklaşmaya başladılar. Karanlığın boğucu rengine müdahale eden yalnızca yangının turuncu, kızıl renkleriydi. Cecilia aniden arkasında bir sıcaklık hissederek bakışlarını arkaya çevirdi.
Alevler uzun eteğinin ucuna bulaşmış, ipeksi kumaşı küle dönüştürüyorlardı. Göz bebeklerine çiçekleri teker teker yakan ateş yansıdı. "Ölüyorsun." dedi kan gölünde yüzen gölgelerden bir tanesi. Cecilia gölgenin sesine karşı çıkarak başını olumsuz anlamda salladı. Ateşle boğuşan kumaşı yırtarak, yangının eteklerine yayılışını önleyerek dudaklarını araladı.
"Hayır, sizi öldürene kadar ölmeyeceğim." Nefes nefese, kalbi farklı melodilerle atarken gözlerini açtı. Avuçlarıyla çarşafı sıkarak doğruldu. Şakaklarından başlayıp yanaklarına doğru süzülen küçük su damlalarını hissetti. Parmak uçlarını yanaklarına götürdüğünde su damlaları ellerine damlamaya başladı. Tüm o gördükleri sadece bilinçaltının yansıması, sadece bir kâbus muydu?
O kadın, o ruhunda hiçbir zayıflığı barındırmayan kadın sahiden kendisi miydi?
Bedenen aynıydılar, fakat ruhları bambaşkaydı. Avucunu siren sesini anımsatan atışlara sahip kalbine götürdü. Gözlerini pencereyi örten perdeye iliştirdi, güneş ışığı yansımak adına kara perdelere meydan okuyordu. Dudaklarına burukça bir gülümseme takındı. Çünkü o, kendisi olamayacak kadar karanlıktı.
"Şu halinize bakın, elbisenizi dahi çıkarmadan uyumuşsunuz." Gözlerini perdeden çekti, ellerinde kahvaltı tepsisiyle kendisine doğru adımlar atan hizmetkârına çevirdi bakışlarını. Martha, kendisini endişe ve öfke arasında kalmış irisleriyle azarlıyor gibiydi. "Yine sızıp kaldınız mı yoksa?"
Genç kız sesini çıkarmadı, zira dün olanları anlatacak cesareti kendinde bulamıyordu. Dizlerinin üstüne konan kahvaltı tepsisiyle burukça kıvırdığı dudakları aşağı inmeye başlamıştı.
"Bugün yemek istemiyorum Martha."
"Hadi, sadece bir lokma," Yemek servis kapağını açtı hizmetkâr. Tabakta sıcak krep, üstüne dökülen balla beraber tane tane dizilmiş yaban mersinlerinin kokusu burnuna dolduğunda afallamadan edemedi Cecilia. "En sevdiğinizden yaptım."
Molla leydisi kokunun eşsizliğine dayanamadan gümüş çatalı elinin arasına aldı. Gümüş bıçağı da diğer eliyle kavrayarak krepi çeyrek parçaya ayırdı. Krepin bir parçasını ağzına götürdüğünde yüreği okşanmış gibi, bal bulaşan dudaklarına tebessümler gelmişti. Ne zaman tatlı şeyler yese zihninin bulanıklığı, bedeninin bitkinliği geçiyordu.
Cecilia kahvaltı bittikten, dünden kalan üstünü değiştirdikten sonrasında çalışma masasının karşısına geçti. Deri defterin boş sayfalarını açtıktan, tüy kalemi mürekkeple harmanlayışının ardından yazmaya koyuldu. Defteri bir sabah zincirlerden kurtulmanın verdiği dürtüyle, şans eseri bulmuştu. Şimdiyse hiç kullanılmamış, yıpranmamış sayfaları ne için kullanacağını biliyordu. Tüm bildiği Apeiron soyunun kayıtlarını deftere not edecekti. Hayatta kalmak, Muzan'ın işine olabildiğince yaramak için küçük fikirler bulmalıydı.
Apeiron savaş becerileri olmayan, kabile hayatı yaşayan bir soydu. Ancak nakış, kıyafet dikimi konusunda oldukça yeteneklilerdi. Soy saflığı temsil ettiğinden kıyafetleri genellikle beyaz renkten oluşmaktaydı. Soyun kadınları kendilerini korumayı bilmediğinden, hiçbir türlü dövüş tekniklerine yatkın olmadıklarından saklanmak, kendilerini gizlemek zorundaydılar.
Kadın soyunun lideri diğer kadınların annesi sayılmaktaydı. Apeiron liderinin ismi Nara'ydı. Nara'nın yalnızca Helene adında bir kız kardeşi vardı. Nara katı kurallarla eğitim görmüştü. Otorite sahibi olmayı, tehlikeler adına duygularını öldürmeyi bir inanç hâline getirmişti.
Nara'nın aksine Helene duygularıyla hareket ediyordu, soyun âdetlerini içten içe reddediyordu. Apeiron kadınlarının sevgisinin bir zayıflık değil, Tanrı tarafından bahşedilmiş bir lütuf olduğuna inanıyordu.
Her şey Apeiron topraklarına ülkenin kralı ve askerlerinin ayak basmasıyla başladı. Kral soyun kadınları hakkında bilgi sahibiydi. Bu gücü kullanmak, elinde ebediyen tutmak için can atıyordu. Böylece Kral, soyun lideri Nara'ya bir anlaşma sundu.
Soyun herhangi bir kadınına karşılık binlerce altın teklif etti. Nara, Kraldan hoşlanmamıştı. Tanrı tarafından kutsanmamış sıradan insanların ne denli bencil, ne denli çıkar sahibi olduğundan haberdardı. Bu teklifin bir tuzaktan, yararlanmaya çalışmaktan farksız olduğunu anlamıştı. Soyunun da altına ihtiyacı yoktu, Apeiron toprakları tarıma elverişliydi. Dolayısıyla herhangi bir kıtlık, herhangi bir sefalet çekmiyorlardı.
Açgözlülükten uzak bir yönetici olan Nara, Kralın teklifini reddetti. Bir daha buraya tek bir adım dahi atarsa kötü sonuçların peşini bırakmayacağını da belirtti. Kral, Nara'nın sözlerine gülmekle yetinerek Apeiron topraklarından ayrıldı.
Aradan aylar geçmişti. Liderin kardeşi Helene avlanma sırasında kaybolmuştu. Lider Nara bu haberle birlikte arama emri çıkarttı. Soyun kadınları her gece meşalelerle Helene'nin izini sürdü, lakin kimse soyun annesinin kız kardeşine dair tek bir iz bulamamıştı.
Fakat aramanın sürdüğü bir sabah Apeiron kuyusunda bir çığlık duyuldu. Çığlığı duyan halk kadınları kuyunun etrafını sardı, kuyuya atılmış bir ceset gördüklerinde korkudan birbirlerine sarılmaya, gözyaşı dökmeye başladılar. Zira cesedin suretinden, kanının büyük miktarda kullanılışından soyun kadınına ait olduğu anlaşılıyordu.
Çığlığı duyan Nara, kalabalığı hızla geçerek cesede yaklaştı. Ceset kız kardeşinden, Helene'den başkasına ait değildi. Nara'nın diri diri gömdüğü duyguları baş göstermeye başlamıştı, o gün hıçkırıklarını, gözyaşlarını tutamamıştı. Kız kardeşinin saatlerce ölüsüne sarılarak ağladı. Helene sıradan bir şekilde öldürülmemişti, işkenceye maruz kalmıştı. Sırt derisine kazınan yazılar ve altına işlenmiş Kralın imzası soyun annesi için birer intikam alametiydi. "Kötü sonuçlar doğurmak,"
"Bu olsa gerek,"
"Kime gözdağı verdiğini,"
"Kime büyük laflar ettiğini,"
"Bilmen gerekiyordu Apeiron'un annesi."
Kralın Helene'nin sırtına kazıdıkları Nara'yı öfkelendirmiş, aklını kaçırmasına sebep olmuştu. O gün tüm halk kadınlarının önünde yemin etti. Soyundan tek bir damla kan alınmayacağına, soyun hiçbir kadınının saçının teline dahi dokunulmayacağına dair büyük bir yemin etti.
Nara o günden sonra yıllarca yas tuttu. Topraklarına güneş ışığının değmesine izin vermedi, Apeiron topraklarına yalnızca geceler hakim olmuştu. İyi bir yönetici olamadığını söyleyen sızıları, iç seslerinin getirdiği azaplarla çeşitli büyüler öğrenmeye başladı.
Ve en sonunda canına mâl olacak bir lanet geliştirdi. Lanete göre, Apeiron kanına sahip kişi istemedikçe kimse onun kanından bir damla alamayacaktı. Kana sahip kişi canlı olmadığı müddetçe kan etki etmeyecekti. Zorla almaya çalışanlar lanetlenecek, ölümün eşiğine kadar siyah kanlar kusacak, uğursuzluklar peşlerini bırakmayacaktı.
Her şeyin bir bedeli olduğu gibi, lanetlerin de bir bedeli vardı. Fakat Apeiron'un annesi laneti gerçekleştirmekten bir an bile tereddüt etmedi. Apeiron soyunun lideri anne figürünü üstlenmek zorundaydı, soyun kadınlarını ne pahasına olursa olsun, korumak zorundaydı. Nara son nefesini verirken mutluydu, çünkü kardeşinin kanı bir hiç uğruna harcanmamıştı.
Nara'nın lanetinin başlangıcıydı.
Yazmayı sonlandırarak elinin arasındaki tüy kalemi serbest bıraktı. Sayfalara işleyen ıslak mürekkep kuruduktan sonra defteri kapattı, araladığı çekmecenin içine koydu. İskemleden kalktıktan, gözlerini pencereye diktiğinde saçlarına artık güneş ışıklarının yansımadığını fark etti.
Güneş batıyordu, Kibutsuji'nin gelmesine az bir vakit kaldığını buradan anlıyordu. Dalgın bakışlarla adımlarını yatağına yönlendirdi, beyaz yorganına parmak uçlarıyla dokunduğunda hâlâ kendini epey yorgun hissetmişti.
Kahve saçlarını yavaşça yastığına değdirdi. Göz kapakları neredeyse kapanmayı bekliyorlardı. Ruhu küçücük olayların derinliğiyle boğulacak kadar yorgundu. Fakat aklının uç köşelerinden delice fikirler geçmesini durduramadı.
Onun karanlığına ne zaman elini uzatsa itiliyor, daha da uzağa sürükleniyormuş gibi adımlarının yavaşladığını sanırdı. Ancak rüyasında gördüğü, kendisiyle bedenen aynı olan kadının karanlık aurası irislerinin önüne gelmişti. İçindeki kişiye dayanamadı, gölgeleri, o karanlık aurayı gösteren tüm aynaları arkaya çevirerek kendini uykunun kollarına bıraktı.
Camın kırılış sesleriyle gözlerini açtı, doğrulup saatin tıkırtılarına göz gezdirdi. Akrep gece yarısını gösteriyordu. Göz dinlendirmek için kapadığı gözlerini gece yarısına kadar açamadığına trajikomik bir biçimde gülümsemek istedi. Lakin odasının duvarlarına yankı oluşturan haykırmalar, kırılışlar Cecilia'yı bunu yapmaktan alıkoymuştu.
Hızla yataktan kalkarak gaz fenerini avucunun arasına aldı. Odasının kapısından çıktığı vakit seslerin yüksekliği artmaya, nereden geldiği belli olmaya başlamıştı. Endişe içindeki bakışlarını kütüphanenin ardına kadar açılmış kapısında gezdirdi. Adımlarını koşarcasına atarak içeri girdi. "Bay Kibutsuji..."
Dudaklarının ucundan kısık çıkan kelimelere daha fazlasını ekleyememişti. Zira şaşkınlığı sesinin kesilmesine sebebiyet vermişti, duvarları kaplayan kitap raflarının arkasında saklı bölmeyi gördüğü an kendini toparlamakta güçlük çekti. Ve bu bölme sonuna kadar açılmış vaziyetteydi, gizlenmiş, karanlık odadan türlü sesler geliyordu.
Pervasızca gizli odanın içine girdi. Adımları ağırlaşmış, gaz feneriyle odanın her parçasını incelemeye başlamıştı. Toz, kir içinde kalmış raflara dizilen çeşitli şişeler vardı. Şişelerin oldukça eski oldukları çevrelerini kaplayan örümcek ağlarından anlaşılıyordu. Bakışlarını içinde madde dolusu şişelerden ayırdı, nahoş kokan zeminde yürümeyi sürdürdü. İleriye doğru adımlar attıkça Muzan'a sesleniyordu, fakat ürkünç koridorlardan gelen sesler aniden durmuştu.
En nihayetinde kapısı dahi olmayan farklı bir odaya girdiğinde onu gördü. Sırtını duvara dayamış bir biçimde yerde oturuyordu. Erik kırmızısı gözleri kendinden geçmiş, özenle taranmış saçları dağılmış, ağzından gelen kanlar gömleğine dökülmüştü.
Gördüğü manzarayla sersemledi Cecilia. Gaz feneri ellerinin arasından düşüverdi. Sanki gördüğü iblis lordu değildi, sanki gördüğü bedende farklı bir ruh yatıyordu. Onu tek bir acı belirtisi yaşarken hayal edemezken gördükleri onu büsbütün şaşırtmış, gözlerinin onu yanılttığını düşünmesine sebep olmuştu.
Hızla zemindeki cam kırıklarını izledi, o kırıkların sureti birkaç dakika önce incelediği şişelerle benzerdi. Kırılmış şişelerin sayısı bir düzineyi geçiyordu. Şayet o türlü zehirler içmiş olmalıydı, mat duvarlarda yankılanan haykırmalar ona ait olmalıydı.
"Size ne oldu böyle?" Genç kızın dudakları titriyor, gözlerinin dolmaması için kendini zapt etmeye çalışıyordu. Muzan'a doğru adımları tereddüt içindeydi, ancak bu manzarayı daha fazla izleyemezdi. "Neden kendinize bu işkenceyi yaptınız, neden bu kadar zehir içtiniz?"
"Yaklaşma!" Parlayan gözler Cecilia'nın adımlarıyla canlanmıştı. Ses tonu oldukça alçak çıkmış olsa da, genç kızı durduracak, attığı adımlardan pişman edecek kadar da tehditkârdı. "Bir adım daha yaklaşırsan ölürsün."
"İyi görünmüyorsunuz, en azından yardım etmeme izin verin. Eskiden üvey abimi tedavi ederdim, tıbbi konular hakkında bilgim var."
"Seni buraya çağırmadım. Elimden bir kaza çıkmadan önce hemen burayı terk et."
Sinirle parlayan gözler onun hüzünlenmiş gözlerini esir almıştı. Lakin gitmesi için kurulan emir sözcüklerine, ona canına susadığını söyleyen gözlere kulak asmadı Cecilia. Çünkü biliyordu, Muzan zayıflığını göstermekten nefret ettiğinden kendisini kovuyordu. Çeşitli zehirlere karşı dayanıklılığının az olduğunu kimsenin bilmesini istemediğinden yalnız kalmak istiyordu.
Oysa Cecilia asla onu bu hâlde bırakıp hiçbir yere gidemezdi. O acı içinde zehri vücudundan arındırmaya çalışırken gözüne bir damla uyku girmezdi. Genç kızın dolacak gözlerine kararlılık ekilmiş, titreyen dudaklarına sözünden dönmeyeceğini belli eden bir tebessüm gelmişti.
"Söz veriyorum Bay Kibutsuji, söz veriyorum bu gördüklerimi unutacağım. Bu yüzden benden şimdi gitmemi istemeyin, iyi olduğunuzdan emin olmadan hiçbir yere gitmeyeceğim."
Cecilia korkusuzca Muzan'ın yanına yaklaşmaya devam etti. Bu küstahça hareket, iblis lorduna gösterdiği bu büyük cesaret onun ölümü olabilirdi. Ancak aldırmadı, şu zaman dilimi esnasında hiçbir şey onu sağlıklı görmenin getirdiği düşlerin önüne geçemezdi. Muzan karşısında, dizlerinin kendisine değmesine yalnızca birkaç santim kalmış, beyaz geceliğin sahibinde gezdirdi gözlerini. Beyaz onu daha saf gösteriyordu, bu saflıktan ölesiye sıkılmıştı. Öfkeyle yanan gözlerinin meydana getirdiği sırıtış dudaklarına yansımıştı.
"Gerçekten anlayamıyorum, haddini bilmen için daha ne kadar ileri gitmem gerekiyor? Sen her seferinde sınırını aştığında çizgini sana daha ne kadar göstermem gerekiyor?"
Tüm bu söylemler Molla leydisinin çehresindeki kararlılığı bir an olsun bozmadı. Kan kırmızısı dudaklarını yine aynı kararlılıkla araladı. "Emrinize baş kaldırdığım için bağışlayın beni. Size ettiğim bir sadakat yeminim var, bunu gerçekleştirmek için buradayım."
Muzan parmak uçlarıyla Cecilia'nın çenesini sıkıca tutup yukarı kaldırdı. Kızılların parlaklığı hiç bu denli korkutucu olmamıştı. Parmak uçlarının soğukluğu sıcak tenini serinletmişti. "Tüm bunları yalnızca unutmayacaksın, sonsuza kadar kafanda barındırmamak üzere belleğinden sileceksin."
"Öyleyse..." Ani bir hareketle yüzünü kaplayan kahve saç tellerini birbirine bağladığı, sivri uçlu saç çubuğunu dağınık saçlarının arasından çıkardı. Hislerinde hiçbir tereddütte yer vermeden avucuyla kavradığı saç çubuğunun ucunu koluna batırdı, çok geçmeden derisinden kanlar gelmeye başlamıştı.
"Kanımı sizinle paylaşmama müsaade edin."
|
0% |