@monroeselle_
|
"Yolculuk vakti."
Şeytan tohumları dört bir yana saçılmıştı. Olması gereken her şey, istenildiği gibi ilerlemek adına birbirine savaş açmıştı. İlacı olmayan hastalıklar genç ruhları ağlattı, aldıkları her nefes dudaklarının ucundan bir kurşun gibi süzüldü.
Cecilia gözlerini ovuşturarak uyandı. Başını usulca yana çevirdi, sırtını kaplayan, beline kadar uzanan saçlarını izledi. En nihayetinde, yastığa dağılmış saç tellerinden bakışlarını ayırıp yer yatağından doğruldu. Dalgın gözlerle bulunduğu yeri anlamaya çalıştı. Çıtalı sürgülü kapılar, boyasız ahşaptan bir tavan, tatami bir döşeme...
Ancak kaldığı köşkün içinde böyle bir odanın asla bulunamayacağını, buranın geleneksel Japon evlerinden bir farkı olmadığını anlaması kısa sürmüştü. Aklının uç köşelerinden geçen her türlü belirsizlik kendini göstermeye hazırlanıyordu. Kısıkça bakan gözleri etrafını analiz ettikçe irileşiyordu. Ne zamandır uyuyordu, buraya nasıl gelmişti, zihnine sürüklenen hiçbir soruya vereceği tek bir cevabı yoktu.
Düşündükçe başına ağrılar giriyordu. Parmak uçlarını gecelik niyetine kendisine giydirilmiş, beyaz kimonoya götürdüğünde kaşlarını çattı. Hafızasını epey zorladığında belleğinin köşesinde canlanan son yer odasıydı, ve üzerinde kimono yerine mavi bir elbise olduğuna adı gibi emindi. "Tanrı aşkına, neden buraya dair hiçbir şey hatırlayamıyorum?" diye söylendi kendi kendine.
Ama kafasının içindeki, kendisine türlü sorular soran her bir hücreye karşı yabancıydı.
Sürgülü kapı hızla açıldı, içeriye giren hizmetkâr kapıyı arkasından aynı hızla kapatıverdi. Yüzü sarımtırak renge bulanmış, gittikçe solgunlaşmıştı. Korkuyla kollarını serbest bırakıp ayaklarının üstüne düştü. "Burası bir cehennem leydim, kesinlikle bir cehennem!"
Cecilia, yaşadığı dehşetle ellerini kömür karası saçlarının içine daldırmış hizmetkârına yaklaştı. Ona gitmeden önce her şeyi açıklaması gerekiyordu, fakat her şey o kadar ani gelişmişti ki, kendisi dahi bulunduğu mekana anlam veremez olmuştu. Sessizce, o korkakça bakan gözlerin içine baktı. Martha'nın içinde doğan dehşeti öldürmek için, titreyen ellerin üstüne kendi ellerini koydu.
"Buraya nasıl geldiğimizi, faytondan indikten sonra eve geçtiğimiz zamandan ilerisini hatırlıyor musun Martha?"
Hizmetkâr kalbinin bozulan ritmine karşı derin bir nefes aldı. Leydisine söylemek istediği çok şey vardı, lakin boğazına yerleşen dikenler o yutkundukça canını, yüreğini acıtıyordu. "Hayır, hayır leydim... ben de onu anlamak adına dolaşmaya çıkmıştım. İnsan yiyen yamyamlar gördüm, kadınların çığlıklarını duydum. Buradan bir an önce kaçıp kurtulmamız gerekiyor."
Martha avuçlarını başının arasından çekip yeni uyanmışçasına, olan bitenin farkına şimdi varırcasına gözleri sinirle parıldadı. "O adamın normal olmadığını biliyordum, her şeyin onun başının altından çıktığına eminim."
"Sessiz ol, bizi duyabilirler." Cecilia işaret parmağını dudaklarına götürdü, bir anlığına Martha'nın korkudan deliye dönmüş bir kadının gölgesini taşıdığını düşündü. Zira o sakinleşmedikçe kelimeleri ne kadar daha dudaklarında mühürleyeceğini bilmiyordu. En sonunda, tüm kötü düşünceleri zihninden arındırarak kendini toparladı.
"O gördüklerini yapan bedenler bir yamyama ait değil, bir iblise ait. Beni iyi dinle Martha, hayatta kalmamızın tek yolu o adam dediğin iblise bağlı."
Hizmetkârın gözleri genç kızın dilinin ucunda, hafifçe dudaklarını kıpırdatışında yer bulan kelimelerle şaşkınca açıldı. Oysa Cecilia'nın az önce gördüklerinden bihaber olduğuna emindi, korkuyla çarpan kalbinin üstesinden gelemeden söylenenlerin doğruluğunu idrak etmeye çabaladı.
"Siz önceden de tüm bunlardan haberdar mıydınız?"
Gözlerinde kararlılıkla yanan ışık bir an olsun sönmedi. Bu yolda olmayı kendi seçmişti. Ant içerdi ki; hiçbir şeyin bu yolda attığı adımları geriye doğru götürmesine izin vermeyecekti.
"Evet, bu tamamen benim seçimimdi. Ona bir bağlılık yemini ettim. Sana da önceden söylediğim gibi, ne yaparsam yapayım, istediğin olumsuzlukları düşün. Ama sakın beni kararımdan döndürmeye çalışma."
Martha, Cecilia'nın bu tavrına bir türlü anlam veremiyordu. Yeşilliklerin içine, en derinliklerine kadar indiğinde yalnızca sözünden asla dönmeyeceğini gösteren, o kararlılık ateşinin kıvılcımlarını daha yakından görüyordu.
Meleklerle kutsanmış genç bir kız nasıl bir iblise bağlı kalabilirdi? Kim isterdi yanacağını bildiği ateşle oynamayı, söyleyin, kim isterdi böyle bir esareti?
"Kendinizi bile bile kurtlar sofrasına mı atmanızı izleyeyim leydim, benden bu kadar zalimce bir istekte mi bulunuyorsunuz?"
Çürütülemez bir eminlikle gözlerindeki düşünceli ifadeyi öldürdü, tüm cesaretini konuşturarak cevapladı. "O kurtlar sofrasından canlı çıkacağım, sadece bunu bilmen yeterli."
Hizmetkâr, Cecilia'ya daha fazla söylenmeye, söz geçirmeye çalışmadı. O, bu delice kararı çok önceden vermişti, nihayetinde onu artık kimsenin durduramayacağından emin olmuştu. Onun kararlılığını gördükçe içinden mutluluğun tiz bir sesi duyuluyordu, lakin o tiz ses susmalıydı, söylenenlerin hepsi bir delinin ağzından çıkmış gibiydi. Geriye sadece dua etmek, leydinin bu cehennemden kurtulması için çaresizce dua etmek kalmıştı.
Kapı ani bir hareketle, kimsenin durup bakmaya vakit ayıramayacağı bir süratle açıldı. Kapının girişinde ince kaşları kızgınlıkla çatılmış, yakıcı bakışları limon yeşili gözlerine karışmış, kendisinden birkaç yaş küçük olduğu anlaşılan siyah saçlı genç bir kız gözüktü. Kaynayan, her an buharlaşacak bir suyu anımsatan bakışları Cecilia'yla buluştuğunda, ellerindeki askıya asılmış kimonoyu genç kıza doğru fırlattı.
"Bu dokunaklı konuşmanızı bölmek istemem ama öğreteceğim temel bilgiler var."
Cecilia kucağına atılan sarı kimonoyu hafifçe inceledi. İpeksi kumaşa beyaz orkideler işlenmiş, nakışının verdiği incelikle oldukça narin bir beden için tasarlandığı anlaşılıyordu. Bir başkasının gözlerinden bakıldığında bu kimono hoş gözükebilirdi. Fakat Cecilia, bu geleneksel elbiseyi ne kadar incelerse incelesin, yüzünde hiçbir hoşnutluk duygusuna dair en küçük bir mimik görülmemişti. Siyah saçlı genç kız kapıyı arkasından kapatmadan önce sesleniverdi. "Giyin ve yan odaya gel."
Kapının kapatılış seslerinin ardından derin bir sessizlik oluştu. Martha öylece duran kimonoyu ellerinin arasına aldı, kıyafeti askıdan çıkardıktan bir müddet sonra Cecilia'ya döndü. "Ayakta durun, size yardımcı olmalıyım."
Başıyla onayladı. Masumca oturduğu zeminde öylece durmayı kesip ayağa kalktı. Üstündeki geceliği çabucak, sanki yetişmesi gereken önemli bir yer varmış gibi çıkardı. Gözlerini kapatıp, iç sesiyle şimdiden nefret ettiği Japon kültür ve geleneklerine kısa bir zamanda alışmayı diledi. Oysa saniyelerin dakikalara dönüştüğü şu esnada şaşaalı ve kabarık elbiselerini giyerek, içten içte canını yakan yüksek topuklularıyla vals yapmayı tercih ederdi.
Teninde hissettiği kimononun yumuşak kumaşıyla, dağınık saçlarını toplamak amacıyla başına geçirilen saç çubuğuyla beraber tekrar gözlerini açtı. Odada bulunan boy aynasının karşısına geçti, yansımasını epeyce seyretti. Yüz hatlarının zarifliği gül olmaya hazırlanan bir gonca kadar tazeydi. Fark etti ki, giyinişini değiştirdiğinde gerçekten Asyalı kadınları anımsatıyordu. Fakat gerçek benliğini değiştirmeye niyetli değildi.
Bedeninin inceliğine, derisinden belirginleşen kemiklerinin suretine sıcak gözlerini dikmeyi bıraktı. Sürgülü kapıyı sonuna kadar çekerek yan odaya doğru ağır adımlarla ilerledi. Yan odayı açan alçak, son derece küçük kapıdan eğilerek içeri girdi. Siyah saçlı genç kız dizlerinin üstüne oturmuş vaziyette, kaşlarındaki çatılma bir an olsun durmamış gibi, Cecilia'nın buraya gelmesini bekliyordu.
Döşemenin üstüne yerleştirilmiş bir çaydanlık, bir bambu fırçası ve birkaç kase vardı. Cecilia sessiz adımlarla genç kızın karşısına oturdu. Herhangi bir sandalyeye oturmaksızın saatlerce yerde kalmak, saatlerce dizlerinin üstüne oturmak şimdiden rahatsız edici olmaya başlamıştı. Bu oturuş şeklini günlerce, belki de yıllarca sürdüreceğini düşünmek, ister istemez yüzünü ekşitmesine sebebiyet vermişti.
"Bana Bayan Daki olarak hitap et," Çaydanlığın içindeki sıcak suyu yavaşça kaseye doldurdu. Bakışlarındaki sertlik hâlâ dinmemiş, nezaketle konuşmakta zorlanıyor, bunu daha fazla nasıl devam ettireceğini düşünür gibi bir tavrı vardı. "Sana bundan sonra Japon kültürü ve gelenekleri hakkında ders vereceğim. Yaptıklarımı iyi izle, tekrarlamayacağım."
Dudaklarını birbirine bastırarak kendisine öğretileni dikkatle izlemeyi sürdürdü Cecilia. Çay tozunu sıcak su dolu kaseye boşalttı, ardından çay tozunun sıcak suda daha iyi çözünmesi için bambu fırçasıyla karıştırmaya başladı. Karıştırma tamamlandıktan sonra, iblis kadın içme kasesini çayın suretini yakından görebilmesi için genç kıza uzattı.
"Buna yeşil çay deniyor. Japon çay seremonilerinde kullanılan geleneksel bir çay. Seremoninin asıl amacı ev sahibinin konuklarına çay ikram etmesidir. Eğer seremoni sırasında yeşil çay bulunulmazsa tören gerçekleştirilemez."
"Anlıyorum."
Daki'nin uzattığı kaseyi parmaklarıyla sıkıca kavradı. Kasedeki suyun yeşilliğine meraklı gözlerini dikti, çay suyunun durgunluğuyla donuk bakışları yumuşuyordu. Daha önce hiç yeşil çay içmemişti, daha doğrusu bu çayı önceden de gördüğünü, sıcaklığını parmak uçlarında hissettiğini söylemek mümkün değildi.
Daki, Cecilia'nın merakla açılmış gözlerine karşı zor da olsa gülümsemeye, kibar bir tavır takınmaya çalıştı. Ama kaşları istemsizce çatıldığında hafif dudaklarını ısırdı. "İçmeden önce kaseyi iki kere çevir."
İkinci çevirişi sonlandığında kaseyi dudaklarına götürdü, lakin içmedi. Yalnızca içermiş gibi yapıp tekrar yere koydu kaseyi. Delirtici şaraptan sonra tanımadığı kimseden bir şey yemeyip içmemeye özen gösteriyordu.
Zira Bayan Daki'nin, kendisinden hiç hoşlanmadığını çabalamaya çalıştığı sahte nezaketten, ancak her sözünün sonunda oluşan damar çıkıntılarından, nazik kelimelerle süslenmiş cümlelerin meydana getirdiği çehresindeki sinir belirtilerinden anlayabiliyordu. Kendisinden şimdiden nefret eden birine güvenemezdi, burada olabilecek her şey başına gelebilirdi.
Ona karşı olan güvensizliğini göstermemeye, içinde yaşamaya odaklandı. Çünkü öğreticisiyle arasını iyi tutmalı, olabildiğince bilgi öğrenmeye bakmalıydı.
Sıra yemek çubuklarının nasıl kullanılacağını öğretmeye gelmişti. Çubukları birleştirerek pirinç pilavıyla doldurulmuş kasenin içine daldırdı. Cecilia başka bir kültürü hızlıca öğrenecek kadar yetenekliydi, dolayısıyla Daki'ye herhangi bir sorun yaşatmadı. Her şeyi çabucak anlıyor, iblis kadının yaptıklarının aynısını tekrarlamakta sorun yaşamıyordu. Ona biraz olsun kızmak ve aşağılamak için bekleyen Daki, genç kızın hiçbir yanlışına tanık olmadığında istemsizce onun iyi becerisini kabullenmek zorunda kalmıştı.
İstemeyerek, sanki sesi kısılmışçasına mırıldandı. "İyi iş."
Tebessüm etti, ilk övgüsünü almaktan şeref duymuştu. İçindeki çocuksu ruhun çırpınışları bir anlığına kendini göstermişti. Oysa simasındaki bu çocuksu ifadeyi hissetmeyeli epey zaman geçmişti.
İçeriye saçlarının her teli pembe akasyanın taç yapraklarını andıran, gözleriyse bir çiçeğin iç kısmına yerleşmiş polenler kadar sarı olan genç bir adam girdi. Genç adamın teni kimsenin daha önce hiç rastlayamayacağı parlak yeşilin tonuyla karışmış beyaz bir renkti. Yüzünde bedenine kadar uzanan mavi çizgiler vardı.
Keskin bakışlarını Daki'ye götürdüğünde öğreticinin yüzünde kusmaya dair bir his uyandı, birbirlerinden hiç haz etmediklerini söylemek yanlış olmazdı. Zira birbirlerine olan bakışları dahi iki düşmanın karşılaşması kadar nefret doluydu. Cecilia'nın anlamadığı bir dil de, Japon dilinde konuşmaya başladılar.
"Eğitim henüz bitmedi."
Akaza soğukça karşılık verdi. "Onu istiyor."
Genç kız aralarındaki dilsiz çatışmayı bozarcasına Cecilia'ya döndü. Bakışlarındaki tüm negatif enerji limon yeşili gözlerine hücum etmiş, göz bebeklerinin içine derince bakıldığında nefret dalgaları daha yakından görülüyordu.
"Onu takip et, yarın kaldığımız yerden devam ederiz."
İçinde bulunduğu durumdan bir an önce kurtulmak isteyen Cecilia, Akaza'yı takip etmek adına yerden kalktı. Yürürken adımlarını ne kadar ileriye taşırsa, az önceki oturuşunun neden olduğu uyuşma ayaklarına işliyordu. İki yabancı arasındaki sükut yol boyunca devam etmiş, boş koridorlar onların bastıkları her basamağında yankılanacak ses aramışlar, fakat onlar durana dek hiçbir ses belirtisi çıkmamıştı.
Akaza gözleriyle durdukları kapıyı işaret etti. "Bu odada sizi bekliyor. Acele edin, o bekletilmekten hoşlanmaz."
Genç kız birkaç adım atarak gösterdiği kapıya yaklaştı. Gözlerini kapının çiçek desenli duvar kâğıdında gezdirmek dahi kalp atışlarını hızlandırıyordu. Bükük omuzlarını ağır bir yükün kalıntısı varmış gibi kaldırdı. Azar azar içine damlayan cesaret damlalarıyla sürgülü kapıyı ardına kadar çekti.
Onu gördü, o kızılların içine tekrar baktı. Yer masasında oturuyordu, ahşaptan masanın üstünde özenle hazırlanmış türlü yemekler vardı. Cecilia gördükleriyle bir an duraksadı, onu daha önce hiç yemek yerken görmemişti. O soğuk, o kusursuz çehreyi bir kez daha uzunca incelediğinde zihninde biriktirdiği kelimeler bir hışımla kafasından uçtu, siliniverdi. Sıcacık ruhu onun yaydığı soğukla üşüdü, titreyerek kıpırdattı alevden dudaklarını.
"Günaydın, Bay Kibutsuji."
Oysa hiçbir cevap vermedi, sanki ziyafeti sırasında hiçbir konuşmaya dahil olmak istemiyor gibiydi. Genç kız bu sessizliği bir fırsata dönüştürerek tatami zeminde ağırca ilerledi, ona şimdiden öğrendiklerini göstermek istercesine, selamlamak adına diz çöktü.
"Daki bir şeyler öğretmişe benziyor." İşaret parmağıyla kendi karşısını, yemek masasının öbür ucunu gösterdi. "O aptal şansını fazla zorlamaya başlamıştı."
Her zamanki etkileyici monoton sesi diktatörlükle karışmıştı. Onun bu tavrı Cecilia'nın dudaklarından dökülecek sözlere daha seçici davranmasına neden olmuştu. "Kendisi bana iyi bir öğretmen oldu. Bu eğitimde elimden gelenin en iyisini yapacağım."
Ardından Muzan'ın gösterdiği yere oturdu. Şimdi onun parlayan gözlerini yakından izleyebiliyordu. Saçlarını şekillendiren kıvrımların belirginliğini daha yakından görebiliyordu. Utançla bakışlarını uzunluğu epey büyük, sıra sıra dizilmiş tabak ve kaselerin bulunduğu yer masasına çevirdi.
Altın kaselerin ve tabakların içi yalnızca etlerle doluydu. Marine edilmiş ve soslanmış bu etlerin herhangi bir insana ait olduğunu anlamak güçtü, zira görünüşleri sığır etinden farksız görünüyordu. Cecilia'nın utanç içindeki bakışlarının yerini şaşkınlık almaya başlamış, gözleri irileşmişti. "İnsan etini pişirerek mi yiyorsunuz?"
"Böylesi daha lezzetli," Yemek çubuklarının altına konulmuş beyaz mendille dudaklarında kalan lekeleri sildi. Erik kırmızısı gözlerindeki o hükmedici ışık kendini göstermeye başlamıştı. "Ne sanıyordun, kalemde barındırdığım soysuzlar gibi çiğ yediğimi mi?"
Tüm lekeyi temizledikten sonra kirlenmiş mendile sanki bir fazlalıkmış gibi baktı. "Hayır, ben onların yaptıklarıyla ölçülemeyecek kadar soyluyum."
Cecilia duyduklarıyla dudakları yukarı doğru kıvrıldı, gülümseyişi dişlerinin görünmesine yol açmıştı. Dişleri kıpkırmızı bir meyvenin bembeyaz çekirdekleri gibiydi. Belki o Muzan'ı en içten dinleyen tek kişiydi, belki o iblis lordunun çılgınca düşüncelerini gerçekten anlayan tek kişiydi.
"Bunu biliyordum, size her baktığım zaman bir soylu olduğunuz aklımdan geçiyordu. Duruşunuz, konuşma şekliniz, sıradan bir yemek çubuğunu tutuş şekliniz bile bana bir soyluyu hatırlatıyordu."
Muzan erik kırmızısı gözlerini, her ölümlünün tüylerini diken diken eden kızıllarını Cecilia'ya doğru götürdü. Bakışlarında yatan manipüle etme isteği canlanmış, genç kızı süzmeye başladığı anda onun söyleyişlerinden memnun olduğunu belli etmişti.
"Her şey iştahımı kaçırırken seni neden masamda bulundurduğumu merak ediyor musun?"
"Sizin yediklerinizi yemem için, değil mi?"
"Evet, tüm bu gördüğün yemekler en taze ve en yüksek kalitedeler. Sadece benim sahip olabileceğim özellikte yapıldılar. Karşımda oturuyorsun, itiraz etmeden, önündeki yemeklerin hepsini bitirmek zorundasın."
Cecilia'nın gözleri tabaklardaki çeşitli yemekleri seçip doldurması için önüne koyulan altın kaseye ilişti. Kasenin yanı başında duran yemek çubuğunu parmaklarıyla sıkıca kavradı. Küçük küçük kesilen et parçalarını dudaklarına götürdüğünde, bunu hiç de zorunlulukla yapmadığını hissetti. Onun damak zevkini merak ediyordu, onun severek tattığı her şeyi öğrenmek istiyordu. Her zaman onunla yemek yemenin hayalini kurmuştu, oysa bütün bu olanların gerçeğe dönüşeceğini hayal dahi edemezdi.
Muzan gözlerini hiç aralamadan, bakışları karşı yönden başka hiçbir yöne çevrilmeden Cecilia'yı izledi. "Direneceğini, belki de seçimsiz kalmanın verdiği dürtüyle korkuya kapılacağını düşünmüştüm. Dün geceki gözlerinde oluşmuş korkuyu şimdi göremiyorum."
Gözlerinin büsbütün açılmasının verdiği etkiyle, açılan gözlerinin beraberinde ziyafet masasına odaklanmayı keserek başını kaldırdı. Bir yaprak kadar kırılgan yeşilleri onun ölüm kadar sessiz kızıllarına kenetlenmişti. Dün geceki korkaklığını hissetmemesi için çabalamıştı. Belki de sadece kendini çabaladığına inandırmıştı. O her şeyi görürken yalnızca farkına varışlarını, içinde olan bitenleri dışarı vurmuştu. Korkusunu, kendi içindeki çatışmaları nasıl ifade edebilirdi, bilmiyordu. Fakat dudaklarını sıkıca mühürlemeyi bırakıp mutlaka bir şeyler söylemesi gerektiğinin bilincindeydi.
"Sizden korkmuyordum, o gün yüzleşemediğim gerçeklikten korktum. O gece sizin kusursuzluğunuzu seyrettiğimde tekrar büyülenmiştim. Bu bana biraz da ürkütücü gelmişti, çünkü sizin gibi biriyle daha önce hiç tanışmamıştım. Ama sizin benimle konuşmaya başladığınız anda, büyülendiğim sizi bu zamana kadar hiç tanıyamadığımı fark ettim. Oysa sizin hep peşinizden gelmek istiyordum. Anlamıştım, sürekli hayalini kurduklarım bencilce bir isteğin bir parçasıydı. Kendi bencilliğimden korktum, kavradığım bu gerçeklik yüzünden beni bir gün terk edeceğinizden korktum."
Kibutsuji tek bir cevap, tek bir ses belirtisi vermedi. Lakin parlayan gözleri yine aynı yönde, genç kızın gözlerinin derinliklerinde gezinmeye devam ediyordu. En sonunda, bir ölüm kadar yıkıcı sessizliğini bozdu. "Bana güveniyor musun?"
Genç kız içten tebessümleriyle, ona olan tüm sevgisini göstererek dudaklarını araladı. "Her şeyimle güveniyorum."
"Şüphe duyma," Sağ elini yukarı kaldırdı, soğuk parmaklarını üst üste getirerek şıklattı. Çıkardığı sesle, daha doğrusu verdiği komutla birlikte iblis lordunun arkasındaki sürgülü kapı hızla açıldı. "Sen ve ben dünyaya hükmedeceğiz."
İçeriye koşar adımlarla iki iblis girdi. Gelenleri durgun bir ifadeyle inceleyen Cecilia, çok geçmeden yemek odasına giren bu iki iblisin yanlarında, kollarından sıkıca tutarak birini buraya getirdiklerini gördü. Getirilen kişi oldukça kötü bir durumdaydı, genç kız onun günlerce işkenceye maruz kaldığını tahmin edebiliyordu. Zira soluk yeşilden siyaha uzanan saçları epey dağılmış, iblislerden biri onun kirli saçlarını çekiştirmeye devam ediyordu. Şakaklarından doğru akan kanlar yer döşemesine damlamayı sürdürüyordu.
Cecilia gördüğü dehşet içindeki manzarayla Muzan'a dikti gözlerini. İblis lordunun gözlerine hınçtan bir perde örtülmüş gibi artık genç kızı görmekte zorlanıyordu. O sadece zayıflığın ve acının olduğu noktaya, huzuruna getirilen iblise bakıyordu. |
0% |