Yeni Üyelik
14.
Bölüm

12: Beyaz Zambaklar, Kırmızı Zambaklar

@monroeselle_

"Ben geldim."

 

Cecilia'nın güzelliklerle dolu sesi yan odada yankılandı. Kan kırmızısı dudaklarından gülümsemeler dökülüyor, içeriye girer girmez yüzündeki solgunluğu unutuveriyordu. En nihayetinde eşikte duran narin adımları iki eliyle sıkıca tuttuğu tepsiyle beraber salonun ortasına kadar gitti.

 

Kapının açılış seslerinin sonrasında kulaklarına dolan o tatlı ahenkle Yushiro gözlerini döşemeden kaldırdı, irislerini genç kıza diktiği anda kin ve nefretin ateşi tüm bedenini sarmış, lavanta rengi gözlerindeki hıncı kapatan perdeler aydınlanmıştı. Nefret ediyordu, ondan bütünüyle nefret ediyordu.

 

İçi büyükçe bir kaseyle dolu tepsiyi yer masasına bıraktı. Ardından ruhuna sızılar yerleşti, sanki biri bedeninin ince hatlarına zehirli dikenler batırıyordu. Yushiro'nun öfkeli bakışlarını üzerinde hissetmiş olacak ki, dudak çizgilerindeki gülümsemeyi bozmadan konuştu.

 

"Endişelenme, seni rahatsız etmeyeceğim. Hadi, buraya gel. Tadı kötüleşmeden içmelisin, uzun süredir açsın."

 

İblis sinirle yanan bakışlarını genç kızdan çekerek yemek kasesine götürdü. Aniden gözlerine ekilmiş kin ve nefret tohumları ölüverdi, sıradan bir kase tokluktan yoksunluğunu ona hatırlattı. Şimdiyse açlığın şiddetini karnında çalan zillerden hissedebiliyordu.

 

Doğrulmuş, ayakları iradesizce kan kokusunun verdiği lezzet için ilerlemeye başlamıştı. Sessizce yer masasının karşısına geçti. Ellerinin arasına aldığı kaseyi birkaç yudum alıp bırakmaya yeltenirken dayanamamış, büyükçe kaseyi kana kana içerek bitirmişti.

 

Açlığını giderdikten sonra kendisini hiç kımıldamadan seyreden Cecilia'yı fark etti, onun hiç parıltısı sönmeyecekmiş gibi görünen ışıl ışıl çehresi hiddetlenmesine yetmişti. Boğazını yakıp kavuran tiksinti belirtileriyle haykırdı. "Kaybol!"

 

İç çekti Cecilia. Kelimeler, bazen saf kalplere dokunabiliyordu. Köşelerine bir kıymığın ucu kadar can yakıcı, incitici bir biçimde süzülebiliyordu. Oysa hiçbir ruhun kırığı, parçalanıp döküldükten, yere atıldıktan sonrasında eskisi gibi olmuyordu. Bir an önce gitmesini söyleyen lavanta rengi gözlere tekrar baktı, o tek kelime etmese bile gözlerindeki nefreti, öfkeyi tadabiliyordu. Lakin anlayamıyordu, bu bakışları hak edecek ne yapmıştı ki o?

 

Onun bu sitemli tavırlarına karşı anlayışlı olmaya çalıştı. Her zamanki yumuşak, tatlı sesiyle karşılık verdi. "Bu huysuzca davranışlarını ne zamana kadar sürdüreceksin?"

 

"Sakın, sakın benden iyi niyet bekleme. Siz benim sevdiğimi ellerimden aldınız."

 

Ellerini yumruk yaparak kan damarlarına giren öfkeyi bastırmaya koyuldu. Sanki denedikçe kanı daha çok kaynıyordu, sanki kaynayan kanlar gizlediği hınç perdelerini yakıyordu. Zira başarılı olmadığı dişlerini sıkmasından, gözlerinin gittikçe kararmasından anlaşılıyordu. "Sen yanımdan çekip gidene kadar sürdüreceğim!"

 

Yushiro'nun bağırışıyla genç kız usulca dizlerinin üstünden kalktı. Yukarıdan, karşısında anbean sinirlerini dizginleyemeyen, içinde büyüttüğü öfkeyle kaşları giderek aşağıya giden iblise baktı. Soldurmadı gülümsemesini, hâlâ içinde bir yerlerde onunla anlaşabileceğine dair inancı vardı.

 

"Seninle konuşmak için dilini öğreniyorum. Açıklamama izin ver, niyetim seni kukla ya da benzeri yapmak değil. Ben sadece kötü günlerini atlatmana yardım etmek istiyorum."

 

Sesinin titrememesine özen göstererek yutkundu. Son kez taradığı etrafına ilişti bakışları, ardından yavaşça aralandı gözleri. Arkasını döndü, gitmeye hazırlanırken kelimeler dudaklarının arasından çıktı. "Ama sen kırıcı olmaktan başka bir şey yapmıyorsun."

 

O giderken cevapsız kalmak, öylece susmak istemedi. Onu kelimeleriyle tekrar kırmak, yaralamak istiyordu Yushiro. Fakat gözleri, açtığı dudaklarını şimdiden ilikleyecek bir ayrıntıya takıldı. Cecilia'nın bileklerinden kollarına uzanan sargı bezlerini görmüştü, belki de oralar hiç durmadan kanamıştı, apaçık yaralanmıştı.

 

Bu manzara fikrini değiştirdi, acıma duygusu bir çağ gibi beslediği nefretinden ağır geldi. Söyleyecekleri kafasından siliniverdi, edeceği hakaretler sesine biraz olsun karışmadı. Onun adımlarını işitti, onun gidişini izledi. Ancak hiçbir şey, dümdüz bakışlarını dahi kımıldatmadan hiçbir şey yapmadı.

 

Cecilia itelediği sürgülü kapıyı yavaşça arkasından kapatıverdi. Odadan çıktığı anda, kendini ıssız koridorlarda bir başına bulduğu anda derin bir nefes aldı. "Sanırım onunla anlaşmam çok uzun bir zaman alacak. Yine de ne kadar sürerse sürsün, başaracağım."

 

Sırtını yasladığı iri iri çiçekli duvar kâğıdından ayrıldı. Odasına gitmeye koyulurken çıkan tüyler ürpertici seslerle duralamış, gözlerini yukarı kaldırır vaziyette tüm dikkati merdivenlere yönelmişti. Merdivenler hareket hâlindeydiler, dört bir yana ilerleyerek yön değiştiriyorlardı.

 

Orada ne olup bittiğine dair en küçük bir tahminde bulunamadan yeniden yürümeye başladı, odasına açılan kapıyı usulca araladı. Çehresine yansıyan şaşkınlıkla dudaklarından mırıltılar çıktı, düz bir çizgide takılı kalan ince kaşları yukarıya hafifçe gitti. Odasının suretine ait değildi içerisi, âdeta daha önce gözlerinin hiç görmediği bir bahçeyle çevriliydi. İçeride türlü yeşilliklerle, yaprakların üzerinden açan kızıl zambaklarla karşılaşmıştı.

 

Hızla bakışlarını sürgülü kapıya götürdü. Gözlerinin büsbütün açılmasına sebebiyet veren şaşkınlık bir an olsun durmamıştı. Zira yanlış bir yola sapmamıştı, sürgülü kapının her zerresi aynıydı, bu kapı kesinlikle odasının giriş kapısıydı.

 

Yeşil irislerini tekrar odanın iç kısmına yapılmış seraya çevirdi. Geçirdiği beklenmedik olayla giderek bastırdığı parmakları kapının köşesine sabitlenmiş, bir cevap aramaya, düşünmeye çalışıyordu. "Neler oluyor burada, yoksa merdivenlerin yön değiştirdiği gibi, odalar da mı yön değiştirdi?"

 

Ciğerlerine doluşan, ilkbahar bahçelerinin üzerine yağan çiselerin ardında bıraktığı, parlayan yeşilliklerin kenarlarına sinen taze ıtırları anımsatan kokularla birlikte afalladı. Sanki odanın havasını her içine çekişinde ciğerleri körelmişti, sanki nefes almayı unutmuştu. Odanın ucunda kalan adımları geriliyor, bir yandan da derin bir öksürük krizine tutulmuştu.

 

Ancak her öksürüşünde kan kusuyordu. Titreyen parmaklarını dudaklarının arasına koydu, parmak uçlarına yayılan kızıllıkları gözlerinin önüne getirdiğinde daha çok titrer olmuştu. Kızıllıklar sadece dudaklarından gelmiyordu, burnuna da hücum etmişti. Ruhuna bir bataklık gibi inen çamurlar acizlikle bulanmıştı. Hiçbir şey düşünemeyecek durumdaydı, baygın bakan gözlerine karşı savunmasız bir hâle gelmişti.

 

Elmacık kemiklerindeki kızarıklıkları hissetti aniden, titremesine neden olan kanlar değildi yalnızca. Ne kadar kızardığını anlamak amacıyla avuçlarını yüzünde gezdirdi, yanıyordu, topuklarına kadar yanıyordu.

Bileğini sertçe kavrayan eli ayrımsadığı anda unuttu başına gelenleri. Soğuk parmaklar tenine hiç bırakmayacakmış gibi hizalandı. Ardından kendine daha da yakınlaştırmak, o acizliği tümüyle gözleri ile tatmak istercesine Cecilia'nın kolunu yükseğe kaldırdı. Cecilia arkasındaki silüetin aurasıyla çehresinden süzülen kanları, titreyişlerini hissedemez, algılayamaz olmuştu.

 

Uykulu gözlerini güçlükle arkasında dolaştırdı. Onun zerrelerini hiçbir duygu belirtisi göstermeden seyreden kırmızılığı gördüğünde, parmak uçlarının tek bir hamlesiyle bedenini arka tarafına çevirdi. Baygınca bakışlarını göğe diker gibi kaldırdı, aradaki boy farkı yüzünden ona tepeden bakıyordu. Şayet şimdi onun parlayan gözlerinde gördüğü tek şey; Acımasızlık, acımasızlık, acımasızlık.

 

"Büyük bir fırtınaya tutuldum Bay Kibutsuji." Dudaklarını onun buzdan farksız çehresinde bulduğu güçlük belirtileriyle kıpırdattı. "İyi ki geldiniz. Kendimi dayanılmaz hissetmeye başlamıştım."

 

İblis lordu bir cevap vermedi, mutlak sessizliğine çekilmiş gibi ses vermedi. Cecilia ise bunun üzerine solgun yüzünü Muzan'ın omzuna gömdü. Onun kokusunu istemsizce içine çekiyordu, içine çektikçe uzuvlarına yerleşen ağrılar diniyordu. Muzan'ın kokusu onun için bir şifaydı. Nefesini kesen havaya karşı yeniden soluklanmasını sağlayacak bir ilaçtı.

 

Yavaş yavaş kapanıyor gözleri, zorlukla ayakta duran zihni usul usul yere iniyor. Kirpikleri yanaklarının ucuna konuyor, dudakları bir süre aralanmamak adına uykuya dalıyor. Onun kokusu tatlı bir ninni kadar ağır geliyor göz çukurlarına.

 

 

 

Ocak yarısında kış akşamları herkes sessizdi, ocak ortasında kış akşamları her şey ıssızdı. Kara gökyüzünde hiç durmadan parıldayan, altın ve gümüş rengindeki ışık huzmeleri toprağın üstüne örtü gibi yayılmış, gecenin kör edici karanlığına esir olan kar kütlelerini aydınlatıyordu. Buz gibi esen rüzgârın esintileri gördüğü her canlıya çarpıyor, uğultuları Molla Köşkünün pencerelerinde yankılanıyordu. Lime lime yağan kar taneleri kız çocuğunun saç tellerine, omuzlarına, yanaklarının köşelerine sessizce konuyordu.

 

Minik adımlarıyla bembeyaz karın üzerine tomurcuklanmış, yavaş yavaş açan kardelenleri takip ediyordu. O bir çocuktu, yeni yeni doğan algılarının getirdiği küçük oyunları için taze zamanlarını nerede ve nasıl geçireceği asla belli olmayan bir çocuktu.

 

Belki de o çocuksu düşünceleriyle ve bir süt beyazının saflığını andıran tertemiz duygularıyla gizlice köşkün bahçesinden giderek uzaklaşmak, Cecilia'nın kaderinin çarklarının dönmeye başladığı ilk zamandı.

 

Gökten tane tane düşen buz kristalleriyle gözleri yukarıda gezindi. Çehresine, kahve saçlarına yayılan küçük kar taneleriyle birlikte tebessüm etti. Kar soğuğu onu rahatlatıyordu, tenine yerleşen titretici parçaları, sımsıcak içini keyifli mutluluklarla dolduruyordu. Kalbinin küçücük yerlerine ölçüsüzce uğrayan sevinç belirtilerine karşı dayanamadı. Dans edercesine kendi etrafında dönmeye başladı. Islak toprağın üstüne dümdüz serilen kar parçalarına daireler çizdi, ardından dudak kıvrımlarının asla aşağıya gitmesine izin vermeden ilerledi durdu.

 

İlerlediği karlı yolların usul usul çevresine bakındığında göz bebeklerine yansımış, adımlarının uzağında lakin karşında duran, başını masumca büken kardelen çiçekleri eşsiz görünüyordu. Biraz önünde manzarasını inceleyebildiği karlı ve kuytu yollara yuva yapan çiçekler, kız çocuğunun gözüne öylesine güzel, öylesine muazzam görünmüştü ki, onun için yanlarına ilerlememek olanaksızdı.

 

Koşarcasına adımlar attı, gözleri yalnızca çiçeklerin suretlerinde dolaşıyordu. İpekten, bebeksi saçları ürkütücü biçimde uğuldayan yellerle geriye doğru sallandı. O anda pervasızca nereye bastığının bilincinde değildi, büyük bir tehlikeyle başa başa kaldığı aklının en uç köşelerinin birinde dahi geçmemişti.

 

Gölün kırağı tabakasıyla kaplandığı yere, her an kırılabilecek o incecik buz kalıntılarına ayak basmıştı. Adımlarının sertliğinden önce çatlaklar oluşmaya başladı, Cecilia ne olduğunu henüz idrak edemeden kırıldı buz parçaları. Çıplak dallarda üşüyen serçeler kopan çığlıklarla korkakça, dört bir yana, göğe uçuştu. Kırılan parçaların yerini büyük boşluklar aldı, kız çocuğu kendini iliklerine kadar donduran gölün içinde, boynuna kadar yayılan soğuk sularda giderek batmamak için çırpınırken buldu.

 

Sandığından daha küçüktü o, minik bacaklarıyla gölün dibine dokunamayacak kadar küçüktü. Çelimsizdi, yüzmek nedir bilmeden, dudaklarını her aralayışında buz gibi suları yutacak kadar da zayıftı. Göl ıslanmış çehresine daha derin göründü, kollarını her suyun içine değdirişinde azar azar titremeye başlamıştı. İçinden korkudan olabildiğince büyük çığlıklar koparıp, en sonunda pes ederek kendini suyun derinliklerine bırakmak geçiyordu. Ancak iç seslerini susturdu, zihniyle savaşan yaşama dürtüsü her şeyden önce geliyordu.

 

Yanı başında duran, gölün yüzeyinde süzülen, parçalara ayrılmış buz kütlelerinin birine sarıldı. Boğulmaktan ucu ucuna kurtulmuş, istemsizce derin derin nefesler almaya koyulmuştu. Ölüm korkusunun izlerini taşıyan gözlerini araladı. İstemsizce kirpiklerine kadar titriyordu, ıslak saçlarından akan damlalar tutunduğu buz kütlesine damlamayı sürdürdü. Fakat biliyordu ki, karaya ulaşana kadar sarıp sarmaladığı buz kalıntısı kırılacak, onlarca parçaya ayrılacaktı.

 

Ansızın içine düştüğü gölden ürktü,

 

Parmak uçlarına kadar üşüdüğünü hatırlatan gece yarılarından korktu.

 

Kaybolup giden ışık huzmelerine üzüntü duydu, önünü görmesine engel olan karanlığa öfke duydu.

 

Boğularak can vermekten kurtulamamıştı, aksine minik parmakları amansızca bir ölümün avuçlarındaydı.

 

Gözlerinin uçlarından yaşlar damladı, tuzlu yaşlar göl suyuyla birlikte yanaklarını ıslattı. Kendi kendine, başını "Hayır," dercesine iki yana salladı. Tüm karamsarlıklarına, onları bir daha görmemek adına perdeler çekti. Umutsuzluğa kapılmanın sırası olmadığına iç sesini inandırmaya çalıştı, ardından yumuşak sesini her yere duyurmaya özen göstererek uzaklara seslendi. Molla Köşkünün sakinlerinden herhangi birinin onu duyabilmesi için haykırmaya, yakarmaya başladı.

 

Aradan saniyeler geçti, dakikalar geçti. Lakin hiç kimse ona ses vermiyordu, hiç kimse onu duymuyordu. En azından ne olup bittiğini anlamak için köşkün yakınlarından bu tarafa gelen tek bir silüet bile göremiyordu. Yolun sonu olduğunu düşündü, yine de tüm gücüyle bağırmaya, acı acı yankılanan çığlıklarını tekrarlamaya devam ediyordu. Belki de Cecilia'nın yardım çığlıkları onların kulaklarına geliyordu, belki de duydukları hâlde onu bile bile ölüme terk ediyorlardı.

 

Acıyla tırnaklarını avuçlarına batırdı, soğuk rüzgâr kardelenleri hırpalayarak geçti. Buz gibi yeller gece yarısında ağlayan kız çocuğunun narin tenini okşadı. Sevilmemeye, yok sayılmaya, hayatını zehir eden aile üyelerinin eziyetleriyle yaşamaya alışmıştı. Ancak küçük yüreğinde bir eksiklik, bir yokluk hissetti. Sol tarafı yanıyordu sanki, acı içinde kıvranmasına sebep olan kıvılcımları söndürmeye yeltense de, kalbi kül olana dek yanmakta ısrarcıydı. İlk defa kendini bu denli kimsesiz, bu denli yardıma muhtaç görüyordu.

 

Herkesin ona bir gün sırtını döneceğini, her seferinde terk edileceğini, yapayalnızca kalacağını er ya da geç kabullenmeye hazır olduğunu sanmıştı. Oysa yüreğindeki sızılar Cecilia'nın henüz hiçbir şeyi kabullenemediğinin bir kanıtıydı.

 

Yükseldi Ay, beyaz ışıklar karanlık gölün durgun sularına yansıdı. Aniden Cecilia'nın içine garip bir his yayıldı. Göğüs kafesine batan, yüreğinin dört odacığında küçük çiziklere yol açan cam parçaları birleşiyordu. O bastıramadığı, o anlamlandıramadığı his çok geçmeden kan damarlarında mayalandı. Zihninde biriken kuşkularla çevresine bakındı. Bakışlarını yan tarafına çevirdiğinde uzağında, Ay ışığı altında parıldayan gözleri görmüş, gözyaşları iradesine bağlı kalmadan parça parça dökülüvermişti.

 

Kendisini izliyordu, Cecilia'nın dakikalardır kopardığı çığlıkları süzüyordu. Silüetin sahibi bir yardım belirtisi göstermedi, yalnızca fezada kızıl ışıklar saçan gözlerini hiç kırpmadan neredeyse boğulacak olan genç kızda gezdiriyordu. Cecilia o gözlerin kendi zerrelerinde dolaştığını hissettiği anda kalbi yerinden sökülecekmişçesine atmaya başladı.

 

O ürkütücü irislerin hiçbir eylem göstermeden orada dikilmesini, mühürlenmişçesine sadece kendisinde gezinişlerini anlamlandıramadı. Şayet ellerini dahi kıpırdatmadan Cecilia'nın ölüme boyun eğişini seyretmeyi bekliyordu, ya da kız çocuğunun yardıma muhtaçken bu denli aciz görünüşü dikkatini epey çekmişti.

 

Yine de Cecilia son bir kez daha yaşama tutunmak için yalvardı, son bir kez daha önüne çıkan şansı kullanmak istedi. Silüetin sahibine sesleniverdi. "Bayım, lütfen kurtarın beni. Bu seferliğine olsun beni görmezden gelmeyin, duyun beni, ben yakında öleceğim!"

 

Cecilia'nın ağlamaklı yakarışlarına karşılık olarak adımları hareketlenmişti, ancak hızlı hızlı attığı adımlar aynı zamanda sessizdi. Yalnızca sessiz demek hafif kalırdı, bu sükutun korkutucu bir yanı da vardı. Kız çocuğu silüetin sahibinin attığı adımları henüz sayamadan, yabancı gölün kıyısına varmış, karşıdan onu izler olmuştu.

 

"Sen kimsin ki, senin yaşamana izin vereceğim?" Yabancının siyah kıvrımlı saçlarının arasına kar taneleri dökülmüştü. Teni saç tellerinin arasına konan kar taneleri kadar beyazdı. Simasında yatan öfke, kibirle karışmıştı. "Yaşamaya değer misin?"

 

Kalbinin ritimlerinin düzenini yavaşça bozan sese kulak verdi Cecilia. Daha önce hiç duymadığı bir tondaydı, yankısı kulaklarının ucuna hızla geldiğinde korku vermenin yanı sıra hiç düşünmeden etki altına alabiliyordu. "Yaşamak istiyorum, ne olursa olsun, bir hayat yaşamak istiyorum. Ölmek istemiyorum!"

 

Biçimli burnu kıvrılmış, yabancının ciddiyetin timsali olan bakışlarında küçümseyici bir ifade belirmişti. "Sen sıradan bir insan çocuğusun. Sana benzer olan her şey burada duruyor, senin gibiler her yerde karşıma çıkabilecek kadar basitler. Yaşamaya değer hiçbir yanın yok."

 

Cecilia teninde rüzgârın nefesini hissetti. Sanki solmuş yüzüne sertçe çarpan rüzgâr değildi, sanki delice titreyişlerine sebebiyet veren ölümün nefesiydi. Saç tellerine her uğradığında kulaklarının ucuna yanaşıyor, öleceğini fısıldıyordu. Zihni kafasının içinden geçirdikleriyle bulanmıştı artık, zira iç sesi çığlık çığlığaydı.

 

Lakin iç sesini duymazdan geldi, o çığlıkları duyma yetisini kaybetmişçesine dinlemedi. O her şeyden önce yaşamak istiyordu, bir şekilde hayata tutunmak istiyordu. Daha ölümün o belirsiz ve sisli yüzünü görecek kadar hiçbir şey yaşayamamıştı, henüz hayatının parçalarına çiçek açtıracak o mutlu baharları görememişti. Onu asla yarı yolda bırakmayan dürtülerle birlikte vazgeçmedi, ona, karşısındaki yabancıya kendini inandırmalıydı. Kırmızılığı kasvetli soğukta hemen hemen eskiyen dudaklarını kıpırdattı.

 

"Basit bir kız çocuğu olabilirim, bunu inkâr edemem asla. Ama işe yaramaz değilim, benim de tıpkı diğerleri gibi yararlı olduğum herhangi bir konu vardır, size yardımcı olabileceğim şeyler vardır mutlaka. Size yalvarıyorum, beni burada ölüme terk etmeyin. İstediğiniz her şeyi yaparım, Bayım. Yeter ki, yeter ki beni buradan çıkarın!"

 

Ortalığa bir sessizlik çöktü, yabancı bir süre düşündü. En sonunda gözlerinin o tehlikeli tonu yanıp söndü, daima ufuk çizgisinde takılı kalan dudakları aralandı. "Her şeyi mi?"

 

Kız çocuğu kararlı bir ifadeyle yineledi. "Her şeyi."

 

Yabancının gölün kıyısında duraksayan iskarpinleri hareketlendi. Gölün giderek çatlayan buz tabakasında yürüdü, ince buz kalıntılarının kırılıp dökülerek oluşturduğu boşluğa doğru yürüdü. Kışın keskin rüzgârı siyah saç tellerinde dolaştı, bıçak darbelerini anımsatan yeller onun kusursuz yüz çizgilerini çizdi, tek bir pürüze rastlanılmamış solgun derilerini kesti.

 

Ancak onun simasındaki donukluk, kış mevsiminin çözünemez buz parçalarıyla eşdeğer, o kan donduran ifade değişmemişti. Çatlayan kırağı tabakasının orta yerine vardığında kızıl irislerini öldürücü soğuk sularla dolu boşluğa, Cecilia'ya çevirdi. Geçen milyonlarca dakika boyunca ölüme direnen kız çocuğuna yavaşça kolunu uzattı.

 

"Tutun," Gökten yağmur damlaları gibi hızla serpilen kar taneleri düştü omuzlarına. Karların üzerine düşen tanelerle bir çiçek daha tomurcuklandı. Cecilia'nın üşümüş kulaklarını yakan ses bir kez daha döktü kıvılcımlarını. "Eğer tutunamazsan bu senin son hatan olur."

 

O kıvılcımlar Tanrıçanın küllenen gözlerine damladı, artık onun yemyeşil gözleri mücadele ateşiyle yanmaya başlamıştı. Sarındığı buz kütlesinden kollarını ayırarak ilerlemeye çalıştı. Beyaz kanatlarını açan bir kuğu gibi süzülmeye, çelimsiz bacaklarına karşı yüzmeye koyuldu. Sular onun bulanık zihnine ilk defa karanlık gelmiyordu, çünkü Şeytanın uzattığı el, gözlerine yanan loş bir ışık, parıldayan kümeler gibi görünüyordu. En nihayetinde kendisini nefessiz bırakacak, acımasızca öldürecek gölün dibine battığını hayal etmek dahi onu incitmemişti. Duvarlar kırıldı, zincirler çözüldü. Tanrıçanın küçücük parmakları Şeytanın bileğine yerleşti.

 

Eline hiç bırakmayacakmışçasına, sımsıkı sarılan parmakları hissettiği anda kız çocuğunu büyük bir kuvvetle kıyıya çekti. Cecilia'nın soğuktan titreyen bedeni kıyıya ulaştığında buz kırağını hatırlatan el, onun zayıf parmaklarından ayrıldı.

 

Kız çocuğu parmak uçlarıyla kıyıya dokunduğunda derince öksürdü. Sanki her öksürüşünde ciğerleri zedeleniyordu, zedelendikçe yırtılıyorlardı. Yanak kısımlarından, saç tellerinden, eteklerinin altından damlayan dondurucu suları hissettikçe ruhunu üşütmüştü.

 

"Size canımı borçluyum, Bayım."

 

"İtiraf etmeliyim, ölüm sana hiç yakışmazdı."

Kız çocuğunun konuşmasına fırsat tanımadan birkaç adım attı, ilerlemeye başladıkça diz kesimine kadar uzanan siyah paltosu dalgalanıyordu. Dolunay onun çehresine, bedenine hükmedercesine asla sönmeden, uğrayacak başka zerreler aramadan etrafında süzülüyordu. Nitekim Cecilia'nın öksürüklerini durduracak, boğazını düğümleyecek fısıltı kulaklarına geldi.

 

"Bir an önce büyü, seni yanıma alacağım."

 

"Söz verin, beni yanınıza alacağınıza dair bir söz verin."

 

Arkasından gelen seslenişlerle dakik adımları durmuş, başını farklı bir yöne kaldırmadan eyleme girişmişti. Omuzlarına sardığı, siyah kumaşı oldukça lüks görünen paltoyu üzerinden çıkardı. Yavaşça birbiriyle karışmış yüzlerce kar parçalarının üstüne, yere bıraktı.

 

"Bunu geri döneceğimin bir delili olarak sakla, yıllar sonra paltomu almak için tekrar geleceğim."

 

Kırpıştırdı gözlerini, damağına yapışan acı bir tada karşın yutkundu. Saçları dağılmıştı, tümden topladığı kahve saç telleri yanaklarının köşelerine düşmüştü. Üstüne örtülmüş yorganın yumuşaklığıyla tebessüm etti. Açılan gözlerini ahşap tavana dikmişken, bir müddet sonra seranın korkunç havası belleğinde canlanıverdi. Damarlarında gezinen kanlar bir ateş gibi tenini yakarken kıpırdandı.

 

Bakışları yanı başında duran leğene döndü. Leğenin içindeki durgun suda yüzen buz küplerini gördüğünde, alnına yerleşmiş ıslak bezi idrak etmişti. Yer yatağından doğrulmaya çalıştı, fakat kendini epey yorgun hissediyordu. Bayılmadan öncesinde zayıf bedeninin kaldıramayacağı kadar ağır yükler taşımış gibi, her kalkmaya çabalayışında sırtında gezinen derin ağrılar Cecilia'yı takip ediyordu.

 

"Kıpırdama, ateşin hâlâ dinmedi."

 

Acıyla dişleri alt dudağında dolaştı. İçinde sönmek bilmeyen kıvılcımlara rağmen, yine de ses tonunun kulaklarına geldiği yöne, yukarıya kaldırdı bakışlarını. Karşısındaki iskemleye oturmuş, elinin arasındaki deftere bir şeyler yazmakta olan Kibutsuji'yi sezdi. Ortamı aydınlatan sarı ışıklarla siyah kravatına takılmış gümüş iğne parıldıyordu. O hissiz, o öfkesi her an bir çığ gibi yükselecek kızıl gözlerini Cecilia'ya dikmemişti. O dakikalar boyunca iblis lordunun gözleri defterin sayfalarından bir an olsun kımıldamadı.

 

Geçen sessiz dakikaların ardından genç kızın göz bebekleri Muzan'ın iskemlesinin yan tarafında duran, masaya konmuş kızıl zambağa çarptı. İçindeki acının şimdiye kadar geçmemesinden dolayı oluşan tüm şaşkınlığı geçiverdi. Şiddetli bir dalga gibi gelen öksürüklerine karşı eliyle dudağını kapattı. Kanların tenini süslemesini çaresizce bekliyordu.

 

"Tahmin ettiğimle aynı," Muzan hızla kızıl zambağı avucunun içine aldı. Parmaklarını birbirine geçirerek yumruk yaptı elini. Avuç içine büyük bir baskı uyguladığından olsa gerek, çiçek toza dönüşmüştü. "Vücudunun kızıl örümcek zambağına alerjisi var."

 

Artık kızıl zambağın kokusu burnuna dolmadığı için rahatladı Apeiron'un kızı. Elini dudaklarından çekmeden önce başını tekrar yastığa koydu. Yeniden kahve bukleleri yastığın kenarlarına dağıldı. İşlevini yitiren ciğerleri canlanmıştı. Fakat gözlerini iblis lorduna çevirdiğinde yüreğindeki ferahlamayı yitiriverdi.

 

Cecilia'nın hastalıktan solan dudakları, kırmızılığı tıpkı gül kurusuna karışmış dudakları aşağı kıvrıldı. Böylesine ufak durumlarda bile hasta düşmeyi nasıl da beceriyordu. Hayret ediyordu bedenine, ve de kendine. Daha kendini koruyamazken büyük düşler, tasalar kuruyordu. Hasta yatağındaki hâli, acı gerçekler canını yaktı. İşe yaramaz genç bir kız, zayıf düşen genç bir kız. Onun için varlığı dahi yararsızdı, tamamıyla yararsızdı.

 

"Özür dilerim, bünyem yüzünden size zorluk yaşatıyorum."

 

"Bu kadar dayanıksız olman bir sorun." Yumruk yaptığı elini yavaşça açtı. Avuçlarında kalan çiçek tozları zemine döküldü. Muzan'ın donuk bakışları, çehresi oldukça sakin görünüyordu.

 

"Ve sen bu sorunu çözümlemek için uğraşmıyorsun."

 

Neredeyse öfkeyle söylenebilecek tüm sözcükler onun dudaklarından inanılmaz bir soğukkanlılıkla çıkmıştı. "Cezalandırılmak mı istiyorsun?"

 

Onun buz gibi bir acımasızlıkla çıkan sesi genç kızın kulaklarında harmanlandı. Hâlbuki Cecilia, Muzan'ın zerrelerine odaklanmıştı. Buz kırağını anımsatan parmakları kalemi ağırca tutuyordu, el yazısını beyaz kâğıda ince ince yazıyordu. Neler yazıyordu bilmiyordu, ama onu izlemek dahi kendisine, doğrulmasını engelleyen çelimsiz hatlarına güç veriyordu. En sonunda ona bir cevap vermesi gerektiğinin bilincine vararak konuşmaya başladı.

 

"Ne derseniz deyin, çekinmeyin, çünkü haklısınız. Ama ben oraya isteyerek, haddimi aşarak girmedim. Odama açılması gereken kapı seraya açıldı. Ne yapacağımı bilemedim. Sonrasını siz de biliyorsunuz."

 

"Sık sık kalenin konumu, koridorları, odaları rastgele değişir. Değişimin ardından oraya ayak basmak, havasını solumak yerine olduğun yerde kalsaydın, hiçbir şey olmayacaktı."

 

"Bilmiyordum. Ancak şunun farkındayım ki size ayak bağı oluyorum. Bu tavrımı düzelteceğim."

 

Bir cevap gelmedi, genç kız kendi kendine konuşuyordu sanki. Zira, bir kereliğine de olsa, söylemlerin sonrasında Kibutsuji, Cecilia'ya ilgisiz bir ifadeyle karışmış cansız bakışlarını dahi çevirmemişti. Altın uçlu dolma kalemini hareket ettirmeye, beyaz sayfaların içerisinde gezdirmeye devam ediyordu. En nihayetinde Muzan, gözlerini sayfalardan ayırmadan, mühürlenen dudaklarından iki kelime çıktı. "Sessiz dur."

 

İki kelime, yalnızca iki kelime. Nahif sesleri birbirine hunharca bağlayacak, bir daha hiçbir kulağın onları duymaması için vahşice zincirleyecek kadar kırıcı çıkmıştı. Muzan'ın verdiği buyrukla Cecilia'nın solgun yüzü gittikçe bozulmuştu. Bir güneş gibi parıldayan çehresi, koparılan bir çiçek gibi soluvermişti. Susmak istemedi Cecilia, onun tarafından görmezden gelinmeye dayanamadı. Konuşmak, içinden ne gelirse konuşmak istedi.

 

"Beni mazur görün, sessizliğimi bugün korumam mümkün değil. Zambaklara alerjimin olmasına ne kadar üzüldüm, bilemezsiniz Bay Kibutsuji. Oysa astınızın bana hediye ettiği vazoyu onlarla süslemek isterdim. Ve daha nice nice şeyler yapmak isterdim!"

 

Kalemi sertçe sayfanın kuytu bir köşesine bastırdı Muzan. Fazlasıyla keskin bir baskı uyguladığından olsa gerek, dolma kalemin ucu kırılıvermişti. Mürekkep tertemiz sayfayı kirletmiş, kalemin altın ucu yere düşmüştü. "Astlarımla yakınlaşmanı kim söyledi?"

 

 

Serinkanlılığını korumak istercesine defteri yavaş yavaş kapattı. Şimdi ise doğrudan Cecilia'nın gözlerinin içine bakıyordu. Ürkünç bir kıvılcımla yanan gözler artık, ansızın oluşan bir orman yangınından farksızdı. Bacak bacak üstüne atmayı bırakarak kara iskarpinleriyle zemine bastı.

 

Adımlarını ileri götürerek tekrarladı. "Onlardan armağan alacak kadar, onlarla eğlenecek kadar yakın olmanı..." Sessizlikle atılan adımlar genç kıza yaklaştıkça ürperti veriyordu. Bu sükutun korkunç bir yanı vardı. Zira Muzan'ın Yunan heykeli kadar dimdik duruşu etrafa korku saçmaya yetiyordu. "İsteyen kimdi?"

 

Kıvrımlı saçları fırtına sonrası bulutlar gibi kapkaraydı. Yüz çizgileri epey sertti, şayet çatılan siyah kaşları, ses tonunun karartısı bile bunun bir göstergesi olabilirdi. Ancak onun şöminede yanan yüksek ateş kadar kıpkırmızı gözlerini, ani davranışlarına neyin neden olduğunu anlayamadı Cecilia. Yanlış bir şey mi söylemişti, dudaklarından övgüler yerine hakaretler mi çıkmıştı?

 

Onun bembeyaz gömleğinin yakasını, kol düğmelerini daha yakından görebiliyordu artık. Üzerine giydiği kömür karası yeleğine işlenmiş desenleri, ak rengindeki düğmeleri seçebiliyordu. Ancak onun hiç dinmeyecekmiş gibi alev alev parlayan gözleri de neydi, tüm buzdan duvarları yakıp yıkacak orman yangınına sebebiyet veren de neydi?

 

"Üzgünüm, sizi anlamıyorum. Astlarınızla ilgili benim bilmediğim bir problem mi var?"

 

Bir cevap vermek yerine Muzan, Cecilia'nın bileğini sımsıkı kavradı. Bir kemik kadar beyaz, buz gibi parmaklarını genç kızın avuç içlerinde gezdirdi. Sanki orada astlarının parmak izleri kalmıştı, onları silmek, temizlemek istiyordu. Özensizce dolaştırdığı her dokunuşu yalnızca onların, astlarının dokunduğu yerleri genç kızın teninden arındırmak ister gibiydi.

 

Genç kızın yapılan bu eylemle birlikte gözleri açıldı. Yorgana sarılmış ayakları yerden kesiliyordu sanki. Sesini çıkaramadı, ruhu büsbütün bir heyecan içerisindeydi. Bastıramadığı mutluluklarla ruhu kendinden geçercesine sendeledi.

 

Fakat iblis lordunun gözlerinin derinliklerinde gördüğü sevgiye dair bir his değildi. Bu his ne kadar ileriye gidersen, seni o kadar derinden boğacak bir histi. Karanlıktan kendini dahi göremediğin okyanusun diplerinde ışık aramak gibiydi. Sevgi yoktu, bağımlılık vardı.

 

"Bazen seni öldürmemek için kendimi zor tutuyorum." Sonrasında parmaklarını Cecilia'nın bileğinden boyun kıvrımlarına götürdü. Yüzünü onun solgun yüzüne giderek yaklaştırdı, kulağına eğildi. "Neden zor tutuyorum, beni bundan alıkoyan ne?"

 

Yakıcı ses tonunun çıkardığı fısıltılar kulaklarının ucuna sızıverdi. "Sensin, beni bundan alıkoyan sensin."

Loading...
0%