@monsoleil
|
Merhabalar! Bir hafta aradan sonra kavuştuk 💖 Her hafta burada olmaya çalışıyorum. Bunun karşılığı olarak oy ve yorumu bana çok görmeyin lütfen. Unutmayın sizin yorumlarınız ve oylarınızla motive oluyorum.💖 Olaylara artık giriş yaptık, hikaye asıl şimdi başlıyor.🔥 İyi okumalar! Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.
Hayatınızda hiç bitmez, bu acı geçmez dediğiniz dönemler olmuş muydu? Ben sanırım o dönemden ziyade öyle bir gün yaşıyordum. Buraya geldikten sonra tabi ki bir şeyler değişecekti ama aynı gün içinde hem bir şeylerin değişip, hem de ölüm tehlikesi atlatacağımı düşünmemiştim. Biz askerdik, tabiri caizse kelle sürekli koltukta gezerdik. Ama sivil hayatta bu kadar her şeyin üst üste gelmesi beni germişti. Uçak inmiş, ardından bütün yolcular da inmişti. Yüzbaşı, ben, canlı bomba bağlanan adam pilotla hostesi bekliyorduk. Tıkırtı duydum ve bakışlarım uçağın iniş merdivenine kaydı. Pilot önde, hostes arkasında geliyordu. Bir ayrıntı dikkatimi çekti. Hostes hayran hayran yüzbaşına bakıyordu. Evet, bayağı çekinmeden bakıyordu. Bu bakış içimdeki huzursuzluğu ultra seviyeye çıkardı. Yüzbaşının bakışları onda mı diye kontrol etmek için baktığım bana baktığını gördüm. Kalbim saniyelik ağzımda atıyordu. Bakışlarımı hemen önüme döndürdüm. ''Sizi az sonra polis memuru alacak. İfadenizi alacaklar. Şahısın robot resmini çıkaracaklar. Muhtemelen 5 dakikaya burada olurlar.'' Hostes kızın sesini duyunca algılarım olması gerektiğinden fazla açıldı. ''Siz gidiyor musunuz yani?'' Ne yapsaydı adam sabaha kadar başında kamp mı kursaydı? diyemedim. Yüzbaşının sorgular bakışları onu buldu. ''Evet?'' dediğinde sesindeki tondan sana ne dediğini ben anlamıştım ya da şu an öyle anlamak istiyordum. ''Sizin gibi şanlı Türk askerleri etrafımızda olduğu için çok şanslıyız komutanım.'' dediğinde bakışlarım yere kaydı, sinirim bozulmuş bir şekilde güldüm. ''Sağ olun.'' dedikten sonra tam ilerleyeceğimiz sırada yine bu kadının sesini duydum. Yüzbaşıyı kolundan tutup durdurdu. Anında bakışlarım kolundaki eline kaydı. Diğerlerinden uzakta olduğu için, arkasındakiler onu duymuyordu ama ben gayet duyuyordum. ''En azından isminizi öğrenseydim komutanım.'' dediğinde yüzbaşı kolunu hafif bir şekilde elinden kurtardı. Kendimi tutamadım. ''Biz ismimizi söyleme taraftarı pek değiliz Ece Hanım. Siz bizi şanlı Türk askerleri olarak bilmeye devam edebilirsiniz. Eğer biraz daha bizi burada tutarsanız, bizi görevden alacaklar ve artık şanlı Türk askeri de olamayacağız.'' Yaklaşık 10 saniyede bu cümleyi nasıl kurmuştum bende bilmiyordum. Ama bu kadın beni çok sinirlendirmişti. Yüzbaşına bakmaya çekindiğim için ilerlemeye başladım. O da arkamdan gelirdi herhalde. Gelirdi dimi? Yaklaşık 5 saniye sonra ayak sesini duyduğumda yüzümde engel olamadığım bir gülümseme oluştu. Sonra onun o kalın sesini duydum. ''Biz şanlı Türk askerleri sivilleri ne zaman bu kadar tersler olduk?'' dediğinde bakışlarım bir ok gibi ona saplandı. ''Bizi oyalıyordu.'' Saçmalamıştım şu an. Yüzünde saklamadığı bir gülümseme oluştu. ''Hoşuma gitti.'' Beynimde deprem oldu, o an yer yarıldı ben içine girdim. Ne söylemişti o? Hoşuma mı gitti demişti? O kadar utanmıştım ki hiçbir şey demeden ilerlemeye devam ettim. Bu içimde dizginlemediğim heyecanım benim sonum olacaktı. İleriden gelen tanıdık bir sesle başımı kaldırdım. ''Şu kurban olduğumun komutanın gelişine bakar mısınız? Yerler sallanır adeta.'' Bu ses tabi ki Oğuzhan'a aitti. Arkasından gelen Alperen'i de gördüğümde uçaktakileri karakola getirmeye geldiklerini anlamıştım. Alperen Oğuzhan'ın aksine ciddi bir sesle. ''Hoş geldiniz komutanım.'' Ona cevap vermeden direkt dışarıya çıktım. Şu an yüzbaşıyla aynı arabada bulunmak istemiyordum. Rahatsız olduğumdan değil, sadece şu an gereksiz bir şekilde utanıyordum. Şu duruma girdiğim için kendime kızıyordum. Yüzbaşıyı kapıda gördüğüm an bakışlarımı ayaklarıma indirdim. Alperen'le Oğuzhan içeri geçmişlerdi. ''Birliğe gidip, albaya her şeyi anlatmamız gerekiyor.'' dediğinde en azından şu an ciddi olduğu için bir tık rahatlamıştım. ''Emredersiniz komutanım.'' dediğimde bakışları beni buldu ama ben ona bakmadan arabanın ön koltuğuna oturmuştum bile. O da arabanın arkasından dolanıp yanımdaki yerini almıştı. Havaalanıyla karargah yakın olduğu için hiç konuşmadan arabadan inmiştik. Sanki uzun zamandır karargaha gelmiyormuşum gibi içimi bir heyecan kaplamıştı. Burası benim evimdi. Şu başımızda sallanan bayrak benim vicdanımdı, kalbimdi. Bayrağı olmayan biri olsam ne vicdanım ne bir kalbim olurdu. Düşünceler içinde yüzbaşı önümde, ben gerisinde albayın odasına kadar gelmiştik. Yüzbaşı kapıyı tıkladıktan sonra içeriden gelen ''Gel'' sesiyle içeri girdik. İkimiz de asker selamına geçtiğimizde ''Geçin oturun çocuklar.'' Hemen masasının önündeki karşılıklı tekli koltuklara oturduk. ''Haberler sizde. Dinliyorum.'' dediğinde yüzbaşı konuşmaya başladı. ''Teröristlerin kimlikleri tespit edildi komutanım. Erkin, Ekin Koç. İkiz kardeşler. Ünlü arkeolog Vural Koç'un evlatlık edindiği çocukları. İkisi de 2008 yılında evlatlık ediniliyor. Kendileriyle ilgili araştırma yapması için Aybars'ı görevlendirdim. Muhtemelen 2 dakika sonra elinde dosyayla içeri girecektir.'' dedikten 10 saniye sonra Aybars girmişti. Selam verdikten sonra dosyayı masaya koydu. Yüzbaşından sonra timin en kıdemlisi o'ydu. O yüzden yüzbaşı ona ekstra yükleniyordu. Albay dosyayı eline alıp okumaya başladı. ''Erkin Koç. 1994 Sinop doğumlu. Bilkent Üniversitesinde Hukuk okumuş. Ve ne garip ki şu an Los Angeles'da bir hukuk bürosu var. İkametgahı orada. 2 seneyi aşkın süredir Türkiye'ye giriş çıkış yapmamış. Yersen tabi.'' dediğinde yüzbaşı histerik bir şekilde güldü. ''Babası birkaç ay önce buraya gelmişti. Korunan bir alana girmek için bayağı hır gür çıkarmıştı. Arkasına baka baka döndü tabi, orası ayrı. Muhtemelen baba da işin içinde komutanım.'' Albay başını salladı. ''Zaten böyle arkası kuvvetli olan piçlerin genelde tek başına bir şey yapabildiği görülmemiştir. Ya onun bunun yalaklığını yaparlar ya da çok zengin para babaları vardır. '' Yüzbaşı da bende aynı anda başımızı salladık. ''Sen kardeşini tanıyor musun Birce?'' dediğinde bakışlarımı yüzbaşına çevirmiştim. ''Hayır komutanım. Benden küçük. Gördüysem bile hatırlamıyorum.'' dediğimde elindeki kağıdı tekrardan okumaya başladı. ''Ekin Koç. 1997 Sinop doğumlu. ODTÜ Psikoloji mezunu. Onun da şaşırmayacağımız üzere Los Angeles'ta bir klinik açtığı yazılı. Kendisi de güya abisi gibi Türkiye'yle ilişiğini 2 sene önce kesmiş.'' dediğinde kendimi tutamadım. ''Beni yanlış anlamayın komutanım. Bu kansızlık insanın karakterinde olan bir şey. Ne mevki fark eder ne konum. Ama ikisi de aklı başında insanlar belli. Ellerinde bu kadar imkan varken neden dağa çıksınlar? Oturmayan bir şeyler var.'' Yüzbaşının sesiyle bakışlarım ona döndü. ''Erkin'in en büyük sebeplerinden biri sensin. Herif seni takıntı haline getirmiş. Ama kardeşi neden onun peşine takıldı? Ün,unvan, zenginlik bunları bırakıp neden dağa çıktılar?'' dediğinde söylediği gerçekler bir kere daha yüzüme vurmuştu. Derin bir nefes aldığında bakışlarını üstümde hissettim. Bakışlarım ona kaydığında gözlerini kırparak, ben buradayım dercesine bana bakıyordu. Albayın sesiyle bakışlarımız birbirimizden ayrıldı. ''Babası yıllardır bir şeyin peşinde. Onun çocukları olduğunu söylediğiniz anda anlamıştım. Takıntılı, manyak herif kaç senedir her yeri kazdı biçti. Devletin yasak dediği yerleri bile kimseye sormadan kazdı. Sonra ne oldu cezasını çekti ama hiçbir şey olmamış gibi yine devam etti. Burada UNESCO'nun koruduğu bir yer var. Sadece belli başlı devlet görevlileri biliyor yerini. Ve içerisinde ne olduğu bilinmiyor. Onun peşindeler.'' Neden böyle bir şeyin peşine düşmüşlerdi? Daha doğrusu peşine düştükleri şey tam olarak neydi? ''Peşine düştükleri şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyiz albayım?'' yüzbaşı yine duygularıma tercüman olmuştu. ''Ne olduğuyla ilgili bir fikrim yok. Ama bunun araştırılmasının yapılması için bir arkeolog talep edeceğim. En kısa sürede burada olacak birini.'' Albay telefonu arayıp birilerini aradıktan sonra devlet tarafından biri hemen ayarlanmıştı. Bu işler sandığımdan hızlı ilerliyordu. Yarın gündüz vakti arkeolog burada olacaktı. ''Sizde evlerinize gidin dinlenin çocuklar.'' Fiziksel olarak bir yorgunluğum yoktu ama mental olarak kendimi en diplerde hissediyordum. O yüzden gidip dinlenmek benim için iyi olacaktı. Ayağa kalkıp albaya selam verdikten sonra yüzbaşıyla peş peşe dışarı çıktık. ''Evine git Birce. Biz diğerleriyle antrenman yapacağız ama sen dinlen. Her şey üst üste geldi.'' dediğinde bakışlarımı ona doğru kaldırmıştım. Boyu uzun olduğu için kafamı kaldırarak ona bakıyordum. ''Siz dinlenmeyecek misiniz komutanım?'' Sana ne be kızım demek istedim kendime. Niye böyle her şeyi pat diye soruyordum ki? Başını yana eğip, yüzünde yarım bir gülüşle bana karşılık verdi. ''Yorgun olduğumu kim söyledi ki?'' Allah'ın belası adam çok çekiciydi. Sesi, henüz kamuflaj altından göremediğim vücudu, duruşu bile çok çekiciydi. Bakışlarımı ondan çekip arkama döndüğümde sesini duydum. ''Dikkat et kendine, Birce.'' Arkamı dönmeden devam ettim. Yüzümde engel olamadığım sırıtışımla karargahtan çıkmıştım.
Bazı hayatlar, herkesin sahip olmak istediği ama sadece uzaktan bakarak yetindiği şekildeydi. O hayatın içindeki insanlara sorsan, o hayatta olmak istemez, sadece mutlu olmak isterdi. İnsanoğlu çok nankördü. Neredeyse orayı beğenmez, aksine hep daha iyi yerlerde olmak isterdi. Benim hiçbir zaman böyle bir lüksüm olmamıştı. Nazlanabileceğim bir babam, her akşam eve geldiğimde sıcak yemeğini yiyebileceğim annem, o sıcak yemeği bölüşebilecek bir kardeşe sahip değildim. Belki sahiptim ama haberim yoktu. Bu daha kötü değil miydi? Bizim gibi yetiştirme yurdunda büyüyen çocuklar hayata beş sıfır geride başlıyordu. Çünkü hiçbir zaman seçme seçenekleri yoktu. Aksine onlar ya seçilen olurdu ya da bir köşede tek başlarına büyümeyi beklerlerdi. Kastamonu'dan dönünce bütün gece yatakta bu düşüncelerle baş etmiştim. Hiçbir zaman geçmişine takılan bir insan olmamıştım. Ama buraya geldiğimden beri geçmiş bir dalga misali sürekli büyüyüp yüzüme çarpıyordu. Ne kadar aştım desem de aşamadığım bariz bir şekilde ortadaydı. Gece eve gelir gelmez erkenden uyumuştum. Uyku benim her zaman kaçış yolum olmuştu. Uyursam belki bir şeyler geçmiyordu ama sekteye uğruyordu. En azından aksıyordu. Sabah erkenden uyanıp duşa girmiştim. Duştan çıktıktan sonra aynanın karşısında kendime baktım. Güzel bir kadındım. Mesleğim gereği çok kendime bakamazdım ama güzel olduğumun farkındaydım. Belime gelen uzun saçlarımı taradıktan sonra at kuyruğu yaptım. Kirpiklerim oldukça sık ve uzundu. Esin de bana bunu hep söylerdi. Uzun zaman sonra rimel sürmek istemiştim. Makyaj yapma taraftarı çok değildim. Görev üstündeyken yapmaktan hoşlanmıyordum. Ama bir rimelden zarar gelmezdi. Hemen makyaj çantamda duran rimeli sürdükten sonra aynada tekrar kendime baktım. Göz rengim elaya dönük olduğu için en ufacık bir şey yapsam fark ediliyordu. Hızlı bir şekilde kamuflajlarımı giyip evden çıkmıştım. Karargah yürüme mesafesinde olduğu için yaklaşık 5 dakika içinde karargahtaydım. Timdeki herkesi bahçede görünce onları özlediğimi fark ettim. Kısa sürede onlara alışmıştım. Şimal Selinle konuşuyordu. Aybars ise Alperen'e bir şeyler anlatıyordu. Oğuzhan ise şaşırılacak bir şekilde bugün sakindi. Muhtemelen yüzbaşını bekliyorlardı. Beni ilk gören Şimal olmuştu. ''Günaydın komutanım.'' diyerek ayağa kalktığında Aybars hariç herkes selam vermişti. Ben de aynı şekilde Aybars'a selam vermiştim. Selam askeriye de hiçbir zaman kişiye verilmezdi, her zaman rütbeye verilirdi. Eğer senden üstün orada dikiliyor ama arkası sana dönükse bile ona selam vermek zorundaydın. Çünkü rütbeye saygı duymak, askeriyenin en başta gelen kurallarından biriydi. ''Özlettin kendini.'' Aybars'ın sesiyle bakışlarım ona döndü. ''Teröristin kimliği ifşa oldu.'' dediğimde aslında bunu Aybars'a söylememiştim. Çünkü o dün odada olduğu için her şeyi biliyordu. Timdeki diğer kişilere bunun haberini vermiştim. ''Nasıl?'' Selin'in şaşkın ses tonuyla bakışlarım ona kaydı. Teröristin kimliğinin ifşa olması demek, benim çocukluğumdaki canavarın ifşa olması demekti. Ve o bunu biliyordu. Bunu biliyor olmasından nefret ettim. ''Yüzbaşı geldiği zaman gerekenleri anlatacaktır.'' Anlatsam anlatırdım ama buna gücüm yoktu. 2 gündür yaşadıklarımı tekrar tekrar hatırlamak istemiyordum. Selin üstüne düşmedi. Herkesin esas duruşa geçmesiyle yüzbaşının geldiğini anlamıştım. Ben de onların yanına geçip yerimi almıştım. Bakışlarım yüzbaşının geldiği yöne doğru kaydı. Utanmasan boynuna atlayacaktın Birce. Sussaydın bir zahmet. Herkesin üzerinde gezen bakışları benim gözlerimde oyalanmıştı. Ne ben çekmiştim gözlerimi, ne de o. ''Rahat.'' dediğinde hepimiz rahat pozisyonuna geçmiştik. Bakışlarını benim üzerimden çektikten sonra diğerlerinin üzerinde gezdirmeye devam etmişti. ''Son gelişmeleri içerde konuşacağız. İçeri geçin.'' Bir şeyler olduğunu anlamıştım. Sırayla içeri girdiğimizde, albayın içeride olduğunu gördüm. Tek başına değildi. Yanında 1.85 boylarında, hafif sakallı sarışın bir adam vardı. Ama sivildi. Albay hepimize yerlerimize oturmamız gerektiğini söyledikten sonra kendisi baş köşeye oturmuştu. Bir yanına yüzbaşı diğer yanına ise o sivil oturmuştu. ''Arkeolog Melih Baş.'' Deyip yanındaki adamı işaret etmişti. Başıyla o da bizi selamladı. ''Olaylar hiç beklemediğimiz bir evreye geldi. Yüzbaşı time özet geç.'' dediğinde yüzbaşı Kastamonu'ya gidişimizden, uçaktaki canlı bomba olayına kadar hızlı bir şekilde anlatmıştı. O sırada fark ettim ki Melih'in gözleri ara ara bana dokunuyordu. Ama çok üstünde durmadım. Yüzbaşının sözleri bittikten sonra albay devreye girdi. ''Burada büyük bir hazine var. Ya da başka bir şey. Ne olduğunu bilmiyoruz. Ama bu şerefsizler vatana göz dikecek kadar gözü kararttıysa onlarda önce buna bizim ulaşmamız gerekiyor. Melih Bey bu bölgede çok çalışmış. Ama bazı bölgelere tam hakim değil. Oraları da araştıracak. Ve çalışmalarını burada, bizim yanımızdan devam ettirecek.'' Nasıl bir olayın içine düştüğümü anlamakta zorluk çekiyordum. Albayın bakışları yüzbaşına döndü. ''Yüzbaşı bugün timle beraber araziye çıkın. Melih Bey'i de alın yanınıza. Bölgede teftiş yapın.'' dediğinde ''Emredersiniz komutanım.'' demişti. Yüzbaşı ayaklanınca hepimiz peşinden kalkmıştık. Albay Melih Bey'e döndü. ''Araziden sonra yanıma gelirseniz sevinirim. Kolay gelsin.'' dediğinde Melih başıyla albayı onaylamıştı. Bakışları yüzbaşını buldu. Aralarında yaklaşık 5 cm vardı. Cılız bir adam değildi ama yüzbaşının yanında yapılı durmuyordu. ''Türk askerine elimden geldiğince yardım etmek isterim. Başlayalım bakalım.'' dediğinde sıkması için elini yüzbaşına uzattı. Yüzbaşının bakışları ona uzatılan ele kaymıştı. Bu durumdan haz etmediği her halinden belliydi. Elini sıkmak yerine, elini omzuna iki kere vurdu. Ve böylece Melih'in eli havada kaldı. Bunu neden yapmıştı anlamamıştım. Melih kaşlarını kaldırıp histerik bir gülüşle bakışlarını bana çevirdi. O sırada yüzbaşının sesi o kadar gür çıktı ki adeta odada yankılandı. ''Aybars siz Melih Bey'le önden gidin. Pençe, biz hepimiz aynı araçtayız.'' dediğinde Melih'in bakışları benden ona döndü. Adama olan tavrı çok öküzceydi ama yorum yapmak benim haddime olmadığı için susmuştum. Herkes önden ilerlerken Şimalle ben biraz arkada kalmıştım. ''Yüzbaşı adama neden böyle davranıyor ki?'' Omuz silktim. ''Yüzbaşı biraz ters bir insan. Çok da neden aramaya gerek yok sanki.'' dediğime gülmüştü. Herkes araçta yerini aldıktan sonra araziye doğru yola çıkmıştık. Tim de genel olarak bir sessizlik hakimdi. ''Araziyi iyi analiz ettikten sonra gerekirse oturup ders çalışacaksınız. Burada aradıkları şey ne? Onu bulmamız gerekiyor.'' Yüzbaşının bakışları tek tek yine hepimiz gözlerinde gezdi. Oğuzhan'a değdiğinde Oğuzhan'ın ona bakmadığını, aracın köşesine doğru daldığını görmüştüm. ''Duydun mu Oğuzhan?'' Oğuzhan'ın bakışları bıçak gibi yüzbaşına saplandı. Gözleri kıpkırmızıydı, uyumadığı belli oluyordu. ''Anlaşıldı komutanım.'' Yüzbaşının bakışları önüne doğru döndüğünde Oğuzhan da aynı zaman da bana bakmıştı. Sadece dudaklarımı oynatarak sordum. O da anladı. ''İyi misin?'' Başını sallayıp, buruk bir tebessümle güldü. İyi değildi. Ama şu an bunu irdelemenin ne yeriydi ne de zamanı. Ama araziden dönüş mutlaka soracaktım. Araç durduğunda geldiğimizi anlamıştım. Hemen önümüzdeki araçtan da Aybars ve Melih inmişti. Yanımıza geldiğinde yüzbaşı konuşmaya başladı. ''Bu araziye oldukça büyük. İkiye ayrılıyor. Bir kısmı Hakkari'ye diğer bir kısmı Şırnak'a bağlı. O yüzden yerlileri arasında çok tartışma oluyor. Önce bir kısmını gezelim. '' dedikten sonra bakışları bize döndü. ''Birce ve Oğuzhan siz bizimle gelin. Aybars, siz de köydeki halkın nabızını yoklayın. Bu hazineyle ilgili illa dedikodu çıkmıştır. Kazı yapıldı zamanında burada. Onlarla ilgili bir sorun soruşturun.'' dediğinde Aybars, Şimal,Selin ve Alperen gruplara bölünüp esnafların olduğu kısma doğru ilerledi. Ben, Oğuzhan, Onat yüzbaşı ve Melih de yürümeye başlamıştık. Yüzbaşıyla Melih önden yürüyorlardı ama ne konuştuklarını duyabiliyorduk. ''Buralar tarih boyunca paylaşılamayan topraklar oldu. Türkiye tarih olarak çok büyük bir hazineye sahip aslında. Medeniyetin başlangıcı bir kere burada. Çoğu tarihi eser, ilk yerleşim yerleri Türkiye'de. Burada da uzun zamandır kazılar yapılıyor ama devlet tarafından gizli tutuluyor bu kazılar. Aranan bir şey var belli. Ama ne olduğunu devlet yetkilileri kimseyle paylaşmıyor.'' ''Biz kazı yapma yetkisi alabilir miyiz peki?'' Yüzbaşı soruyu sorduktan sonra durmuştu. O sırada arkasındaki benimle Oğuzhan da durmuştu. Oğuzhan'ın ruhen burada olduğundan şüpheliydim. ''Normalde çok zor. Devletin kazı yaptığı yere, ikinci kez kazı izni almak çok zor. Ama işin içinde terör şüphesi varsa, izin verebileceklerini düşünüyorum.'' dediğinde Melih'in bakışları bana döndü. ''İsminiz neydi?'' dediğinde kaşlarım çatıldı. Şu an ismim ne alakaydı? ''Birce.'' Dediğimde Oğuzhan'ın bile ''ne alaka'' der gibi Melih'e baktığını görmüştüm. Anladım dercesine başını salladıktan sonra bakışları tekrardan yüzbaşına döndü. Yüzbaşının bakışları ise zaten ondaydı. ''Burada yetkili kişi benim. Zorunda kalmadıkça askerimle konuşulmasını istemem.'' dediğinde sesi yine barut gibi çıkmıştı. Melih ise derin bir nefes alıp yüzbaşına aynı ses tonuyla karşılık verdi. ''Albay istediğim kişinin bana yardımcı olacağını söylemişti. Sizin de kuralınız bu mudur yüzbaşım?'' dediğinde yüzbaşının bakışlarının daha da sertleştiğine şahit oldum. ''Kural falan yok. Yeri geldiğinde, istediğiniz kişiyle gerekirse muhatap olursunuz zaten.'' dediğinde bu tartışmanın uzayacağını fark etmiştim. Normal şartlarda Oğuzhan'ı dürter ortaya laf atmasını isterdim ama şu an Oğuzhan'ın kendine faydası dokunmadığı için iş başa düşmüştü. ''Onat komutanım, arazide Vural Koç'un önceden kazı yapmaya çalıştığını söylemiştiniz. Ya yön şaşırtmak için burayı kazıyorlarsa? Ya hedef başka yerdeyse?'' dediğimde Melih'in bakışları bana dönmüştü ama yüzbaşının bakışları birkaç saniye daha Melih de takılı kaldı. Saniyeler sonra bana döndüğünde: ''Bunu öğrenmenin tek bir yolu var. Kazmak.'' Haklıydı. ''İzinler için uğraşacağım.'' Melih'in bu sözünden sonra uzun bir süre sessizlik oldu. Bu sırada yürümeye devam ediyorduk. Yüzbaşı arazide Melih'in bilmesi gerekenleri anlattıktan sonra araçların olduğu kısma geri dönmüştük. Diğerlerini beklerken Melih'in yanıma doğru yaklaştığını hissettim. Bakışımı yerden kaldırıp ona çevirdim. ''Nasılsınız?'' dediğinde kabalık olmasın diye cevap verdim. ''Sağ olun.'' Ona nasıl olduğunu sormak istemedim. Çünkü ne gerek vardı? ''Sanırım pat diye isminizi sorarak biraz kabalık ettim.'' dediğinde gülmek istedim. Şu an yaptığı da saçmalıktan başka bir şey değildi. Yüzbaşının bakışlarının üstümüzde olduğunu hissediyordum. Bu durum ekstra gerilmemi sağlıyordu. Melih'in tekrardan sesini duyduğumda yüzbaşında olan algılarım ona döndü. ''Tekrardan tanışalım. Melih ben, memnun oldum Birce.'' deyip elini uzattı. Yüzbaşından sonra bende elini sıkmazsam çok ayıp olacaktı. ''Sağ olun.'' deyip elini sıktım. Çünkü memnun olmamıştım, neden yalan söyleyecektim ki? Tam arkamı dönüp araca bineceğim sırada beni şaşırtacak bir soru sordu. ''Bugün benimle kahve içmek ister misin?'' Neydi bu? Lisede miydik? İki elini sıktım diye benden bu yüzü bulmuş muydu? Arabaya dönük olan vücudumu ona doğru döndürdüm. ''Pardon, anlayamadım?'' dediğimde yüzündeki ifadeden heyecanlandığını anlamıştım. ''Yanlış bir şey mi söyledim? İş çıkışı bir kahve içebilir miyiz?'' deyince ben de histerik bir şekilde güldüm. Bu gülüşümü samimi sanmış olacak ki bana samimi bir gülüşle karşılık verdi. ''Kahve içmek isteyeceğim kişi siz değilsiniz Melih Bey.'' deyince yüzündeki gülümseme saniyesinde söndü. Aynı zamanda arkasındaki yüzbaşının yüzünde saniyelik bir gülümseme gördüm. Eş zamanlı olarak arkamı dönüp arabaya binmem bir oldu. Oğuzhan da beni takip edip arkamdan arabaya bindi. ''Kahve içmek istediğiniz kişi yüzbaşı olabilir mi acaba komutanım?'' dediğinde bakışlarım bıçak gibi yüzüne saplandı. ''Sabahtan beri konuşmuyorsun, şimdi çenen mi açıldı Oğuzhan?'' deyince yüzündeki gülümseme solmadı, sadece bakışlarını cama çevirmişti. Aradan birkaç dakika geçince Şimal, Selin, Alperen ve yüzbaşı araca bindi. Melih'in diğer araçla gitmesi benim için iyi olmuştu. Rahatsız olacağımdan değil ama iyi olmuştu işte. ''Ne öğrendiniz?'' Yüzbaşının bakışları Şimal'in üstündeydi. ''Komutanım yurt dışından bu bölgeye talep çokmuş. Yani kazı yapmak için gelip izin alamadığı için günlerce bölgede kamp yapanlar çok oluyormuş. Esnafın dediği ise burada bir şey olmadığı. Delinin birinin zamanında ortaya bir söylenti attığı yönünde.'' Yüzbaşı Şimal'i kaşları çatık şekilde dinliyordu. ''Söylenti neymiş öğrendiniz mi?'' Bu sefer Selin konuşmaya başladı. ''Atatürk'ün ilk cumhurbaşkanı olduğu zaman, yaveri buraya bir gömü gömüyor komutanım. Bu gömüde de o zaman Türkiye'nin en büyük düşmanlarından biri olan Ruslar ve Ermeniler'in Türkiye'yi yok etmek üzerine çizdiği harita ve yüklü miktarda altın bulunduğu anlatılıyor.'' ''Hurafelerle ilerleyemeyiz. Bunun en kısa zamanda doğrusunu bulmak zorundayız.'' Dediğinde Alperen'in sesini duydum, bakışlarım ona kaydı. ''Komutanım, bu Melih denen arkeolog izin işlerini halledecek değil mi?'' dediğinde yüzbaşı başını salladı. ''Evet ama ben dahil olacağım. Süreci hızlandırmak lazım.'' Araçta sessizlik hakim olmuştu. Yüzbaşıyla arada sırada gözlerimiz birleşiyor, ben bakışlarımı kaçırdıktan sonra ayrılıyordu. Dakikalar sonra karargaha gelmiştik. Yüzbaşı ve Melih albayın odasına gidip izin meselesini konuşacaklarını söylemişti. Diğerleri ise bir yerlere dağılmıştı. Herkes bugün bireysel antrenman yapacaktı. Benim ilgi alanım daha çok dövüş sanatları üzerineydi. O yüzden kendimi kick boks yaparken oldukça rahat hissediyordum. Kum torbalarının bulunduğu odaya doğru ilerlerken içeride yalnız olacağımı düşünmüştüm. Ama son gaz kum torbasına yumruk atan Oğuzhan'ı görmeyi beklemiyordum. Onu yalnız bırakmak istedim ama içimden bir ses de konuşmaya ihtiyacı olduğunu söylüyordu. ''Müsaade var mı?'' dediğimde yumruklarını durdurup bana döndü. Üstünde askeri yeşil tişört, altında da kamuflajı vardı. ''Estağfurullah komutanım. Müsaade sizin.'' dediğinde hemen yanına geçip bende yerimi aldım. ''Nasılsın Oğuzhan?'' dediğimde kum torbasına bir yumruk indirdim. Özlemiştim. İçimdeki kini, nefreti, öfkeyi atmanın en büyük yollarından biri buydu benim için. ''İyiyim komutanım, siz nasılsınız?'' dediğinde yumruklarımı kesip bedenimi ona döndürdüm. O da benim durduğumu görünce bana baktı. ''Gerçekten nasılsın Oğuzhan?'' dediğimde derin bir nefes aldı ve olduğu yere çöktü. Böyle bir şey yapmasını beklemiyordum. Ama onu hiç yadırgamadan bende olduğum yere, hemen onun yanına çöktüm. ''Kendimi dağ sanardım, dağ gibi delikanlıyım derdim. O dağ yıkılmadan önce.'' Sözünü kesmedim. Konuşmaya devam etmesini bekledim. ''Bir kız kardeşim var komutanım sizden güzel olmasın, çok güzel gencecik. Üniversiteyi bu sene bitirdi. Bundan 2 ay önce aldı beni karşısına abi ben evleneceğim dedi. Daha 20 yaşında. Babam yok biliyorsunuz, o bana babamın emaneti. Onu daha bu kadar erken yaşta birine emanet edemem diye düşündüm. Dedim olmaz. Daha yaşın çok genç. Birkaç sene çalış, karşındakini de tanı öyle gel karşıma dedim.'' Derin bir nefes aldı. Zorlanıyordu. ''O benim açmamış goncam komutanım. Adı da Gonca. Ben onu öyle kolayca birilerine emanet edebilir miyim? İyiliğini isterim hep. O da biliyor ona ne kadar düşkün olduğumu. O da bana düşkündür sanıyordum.'' Tırnak etleriyle oynuyordu. Onları koparıyordu. Şu an o kadar stresliydi ki muhtemelen ben gelmesem bu kum torbası burada tuzla buz olacaktı. ''Kaçmış komutanım.'' beynimden vurulmuşa döndüm. Bakışlarım ona doğru döndü. ''Nerede olduğunu biliyor musun?'' yavaşça başını salladı. ''Siz burada yokken gittim yanına. Albay sağ olsun izin verdi. Gittim dayandım kapılarına.'' derin bir nefes çekti içine. ''Nikah kıymışlar bile komutanım. Bir günde halletmişler her şeyi. Goncayı aldım karşıma. Dedim abim bu kadar mı sıkıldın bizden? Ağladı etti, sizi de onu da çok seviyorum dedi. Of of.'' Çok bunalmıştı belli. Konuşmaya bile devam edecek gücü kendinde dakikalar sonra buldu. ''Ama onu bırakamam dedi komutanım. Yaktım, yıktım ortalığı. Polis geldi. Ama evli ve kendi rızasıyla orada olduğu için çıkaramadım onu oradan.'' Olduğum yerde dikleştiğimde bakışları bana döndü. ''Ne kadar zor bir şey olduğunu tahmin edebiliyorum. Yaşamadan anlıyorum diyemem sana ama inan tahmin edebiliyorum. Eşi nasıl biri biliyor musun?'' diye sorduğumda gözlerindeki yaşı sildi. İçim acımıştı. Bir abinin kız kardeşi için bu denli endişelenmesi, benim hiçbir zaman anlayabileceğim bir duygu olmayacaktı. Ama onu bu halde görmek bile beni çok üzmüştü. ''Zengin bir ailenin çocuğu. Hatta aşiret denebilecek cinsten. Çocukla aralarında 3 yaş var. Bilmiyorum ne zaman tanıştılar, ne zamandır sevgililer. Bana ilk evlenmek istiyorum dediğinde gözüm hiçbir şey görmedi ki komutanım. Sadece sen ne diyorsun, bu yaşta böyle şey olur mu dedim.'' ''Yaşı tabii ki çok küçük. Ama belki bir şeyleri yaşayarak görmesi gerekiyordur Oğuzhan?'' dediğimde bakışları bana döndü. Küçük bir erkek çocuğunun hüznü vardı gözlerinde. İçim daha çok acıdı. ''Komutanım, demeyin öyle. O bir şey yaşamasın. Allah onun yaşayacağı bütün kötü şeyleri de bana göstersin.'' dediğinde elimle omzunu sıvazladım. ''Böyle şeyler söyleme. Al karşına ikisini de konuş. Bakarsın çocuk laftan anlayan, saygılı biridir. Eğer öyleyse zaman vermek gerekir. Gonca'ya da her zaman evinizin kapısının ona açık olduğunu hissettir. Onunla inatlaşmak daha kötü şeylere sonuç açabilir Oğuzhan. Bu evliliği desteklemiyorum ama ona inatla gitmen işleri sarpa sardırabilir.'' derin bir nefes aldı. Omzuna koyduğum elimin üstüne elini koydu. ''Sağ olun komutanım. Var olun.'' deyip ayağa kalktı. Daha çok üstüne gitmek istemediğim için odadan çıkışını izledim. Herkesin içerisinde, kendi kendine yaşadığı bir dünyası vardı. Bazen o dünyanın içerisinde kaybolabiliyorduk. Ayağa kalktığımda kum torbasına doğru ilerledim. Üstümdeki askeri tişörtü çıkarttığımda altımdaki yarım atletle kalmıştım. Yumruğumla kum torbası olduğu yerde savrulmuştu. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki karşımdaki kum torbası sanki azılı düşmanımdı, yıllar sonra karşıma çıkmış gibi yumruklarımı peş peşe atıyordum. Arkamda birinin varlığını hissedince, bu sefer yumruğumun hedefi kum torbası değil arkamdaki kişi olmuştu. Arkamı dönüp yumruğumu salladığımda, yüzbaşının yumruğumu tutması bir olmuştu. Şu an onu görmek beklediğim en son şey bile değildi. Üstelik üstümde yarım atlet sütyen varken. ''Her arkanda olana yumruk atar mısın böyle?'' dediğinde elimi elinden çektim. ''Fiziken evet, ama manevi olarak arkamda duranı canım bildiğim çok olmuştur.'' dedikten hemen sonra yan tarafta duran tişörtü üstüme geçirdim. Başını yana eğmiş, gözleri sadece gözlerimdeydi. ''Anladım.'' dediğinde başka bir şey demeyeceğini fark ettiğim için ben konuşmaya başladım. ''Neden gelmiştiniz komutanım?'' dediğimde kaşlarını kaldırdı. ''Burası ortak bir alan diye biliyorum ama yanılıyor muyum?'' haklıydı. Salak salak sorular sorarsan, böyle cevaplar alırdın. ''Haklısınız. Ben sizi rahatsız etmeyeyim.'' Dediğimde tam arkamı dönecekken beni bileğimden yakaladı. ''Neden rahatsız edesin?'' rahatsız etmeliydim. Şu an burada durmamalıydım yani. Çünkü muhtemelen üstündeki kamuflajı çıkarıp, dar bir tişörtle kalacaktı. Ve ben trenin öküze baktığı gibi bakacaktım. ''İşim vardı benim. Ondan da gideyim.'' deyip bileğimi elimden kurtarıp iki adım gittiğimde sorduğu soruyla duraksadım. ''Kahve içmek istediğin kişi kim Birce?'' olduğum yerde donakaldım. Böyle bir soru tabi ki beklemiyordum. Ne diyecektim adama ''Kahve içip sonra başka şeyler yapmak istediğim insan sizsiniz'' mi? ''Kahve içmek istediğim kimse yok komutanım, geçiştirmek için söyledim sadece.'' dediğimde yüzümü ona dönmüştüm. ''Neden geçiştirmek istedin?'' farkındaydı. Ben normalde kartları açık oynayan biriydim ama şu an nedense tutulmuş kalmıştım. Karşımdaki kişi beni lal ediyordu. Bakışlarımı ondan çekmedim. Beni sorgulayacak cesareti buluyorsa, ona karşılık verirdim. Sorun yoktu. ''Canım öyle istedi.'' Bana bir adım yaklaştığını gördüm. Geri adım atmadım. ''Genelde canının istediğine göre mi hareket edersin peki?'' dediğinde bakışlarım hala onun gözlerindeyken kafamı salladım. ''Canın bu gece, benim evimde, benimle kahve içmek ister mi peki?'' dediğinde olduğum yere çakıldığımı hissettim. Böyle bir teklif beklemiyordum. Aksine benimle ters düşeceğini düşünüyordum. Kollarımı birbirine bağladıktan sonra başımı daha da kaldırıp onunla göz temasımızı daha da belirgin hale getirdim. ''Siz askerlerinizi hep böyle evinize kahve içmeye davet eder misiniz?'' Meydan okumaysa, meydan okumaydı. Gözlerinden bir karartı geçtiğini gördüm. ''Sence oradan her askerini eve kahve içmeye davet edecek biri gibi mi görünüyorum?'' dediğinde söylediğim şeyden biraz pişman olmuştum. Ama tabi ki yiğitliğe bok sürdürmeyecektim. ''Sizi o kadar iyi tanımıyorum, bilemem sonuçta.'' dediğimde bana doğru eğildi, aramızdaki mesafe azalmıştı. ''İyi tanımadığın insanlar hakkında, bu kadar net hükümler verme o zaman.'' dediğinde ne diyeceğimi bilemez halde suratına baktım. Söylediğim cümle yanlış olabilirdi ama beni bu kadar açık bir şekilde terslemesini de beklemiyordum. Ben bir şey demeden tekrar konuştu. ''Şimdi çıkabilirsin.'' asker selamı verip, resmiyeti belli ettikten sonra: ''Emredersiniz komutanım.'' deyip arkamı dönüp, çıkışa ilerledim. Bu aramızdaki çekim kafamı çok kurcalıyordu. Ama nedense bir yandan da bu kadar hızlı bir şeylerin olması beni düşündürüyordu. Normalde bu kadar hızlı ilerlemezdi bir şeyler ama içimdeki onu uzun zamandır tanıyormuş hissine engel olamıyordum. Derin bir nefes alıp odama doğru ilerledim. Hızlı bir şekilde üstümü değiştirdikten sonra eve doğru yola koyulmuştum. Bütün yol boyunca aklımda sadece yüzbaşının yüzü dönüyordu. Eve geldiğimde hava çoktan kararmıştı. Kısa bir duşa girdikten sonra, kendime bir şeyler hazırlayıp yemiştim. Televizyonun karşısına geçip telefonu elime aldığımda Whatsapptan gelen mesajları görmüştüm. ''PENÇE'' adlı grubun üstüne bastığımda mesajlar tek tek açılmaya başladı. Onat Aktan Kara: Yarın şafak vaktiyle karargahta olun. Göreve gidiyoruz. Oğuzhan Bozkurt: Sonunda! Alperen Kayhan: Çok şükür ki rabbime birilerini deşebileceğiz. Selin Manas: Görev yeri belli mi yüzbaşım? Onat Aktan Kara: Fark eder mi? Profil fotoğrafına tıkladım. Yüzü çok net değildi ama boyuyla posuyla bile fotoğrafta ben buradayım diyordu. Düşünmedim ya da düşünmek istemedim. Önümde duran televizyonu kapattım. İçeri geçip altıma paraşüt krem rengi pantolonumu giydim. Üstüme de bej rengi bir crop giymiştim. Saçımı da tepeden birazcık toplayıp kalan kısmını açık bırakmıştım. Kapıyı kitledikten sonra yüzbaşının evine doğru yürümeye başladım. Ne yapıyordum şu an? Düşünmeyecektim. Düşünürsem muhtemelen geri dönerdim. İlk defa düşünmeden, duygularımı baz alarak bir şey yapmak istedim. Ne olabilirdi ki? Hepimizin evleri birbirine yakın olduğu için yaklaşık beş dakika sonra evinin önündeydim. En üst katta oturduğunu biliyordum. Albay hepimize üst katları tutmuştu. Sebebini ise oturduğumuz evlerin teraslarına olur da helikopter iniş yapması gerekirse diye söylemişti. Her ihtimali düşünmek gerekti. Işığı yanıyordu, evdeydi. Acaba yanında biri var mıydı? Böyle pat diye gelmiştim ama pişman olmayacaktım. Dış kapıyı nasıl açacağımı düşünürken birinin çıktığını gördüm ve hemen içeri damladım. Asansöre doğru ilerlediğimde kalbimin atışını kulaklarımda hissediyordum. Aynadan kendime baktığımda güzel duruyordum. Okey, bir sorun yoktu. Peki bana neden geldin derse ne diyecektim? Buna da canım istedi geldim dersem, başlarım canına deyip beni vurur muydu? Asansörün durma sesiyle kata geldiğimi anladım. Katta tek bir daire olduğu için hemen karşımda duran dairenin onun olduğunu biliyordum. Derin bir nefes aldım ve zile bastım. Aradan geçen saniyeler bana birkaç saat gibi gelmişti. Kapıyı açtığında elleriyle saçlarını karıştırıyordu. Karşısında beni gördüğünde elleri saçlarında asılı kalmıştı. Şaşırdı. Duştan çıkmıştı, saçları ıslaktı. ''Birce?'' sesinin tonundan da şaşırdığına emin olmuştum. Karşısında duruşumu dikleştirdim. Buraya geldiysem, salak saçma karşısında ezilip büzülmeyecektim. Herkesin karşısında nasıl özgüven sahibiysem, onun karşısında da öyle olacaktım. ''Kahve kaldı mı?'' yüzünde çarpık bir gülümseme oluştu. ''Sana kahvem her zaman var.'' kapının kenarına çekildiğinde, içeri geçmem için yol verdiğini anlamıştım. İçeri geçtiğimde bakışım evin içerisinde dolaştı. Oldukça sadeydi. Hatta kategorize etmek istemem ama bir erkeğe göre çok fazla düzenliydi. Ayakkabılığın orada bir tane kız ayakkabısı gördüm. Çok fazla bakma şansım olmadan içeri doğru ilerledim. Odanın içindeki oturma grupları beyazdı. İçeride genel olarak bohem bir tarz vardı. Zevkliydi de. Eşyaların yeni olmadığını, geldiği yerden getirdiğini anlamıştım. Koltuğa oturduğumda karşımdaki tekli koltuğa da o oturmuştu. ''Nasıl içersin kahveyi?'' Bakışlarımı ona çevirdim. ''Ben Türk kahvesi içiyorum sadece. Sade.'' dediğimde başıyla beni onaylayıp mutfağa geçti. Şu an yüzbaşı içeride bana kahve yapıyordu. Evet, kulağa enteresan geliyordu. Bu durumda olduğumuzu timden biri görse ne derdi? İnsanların ne düşündüğü umurumda değildi ama yine de düşünmeden edemedim. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra yüzbaşı içeriden geldi. Bir elinde kahve fincanı, diğer elinde ise kupa vardı. ''Al bakalım.'' dediğinde fincanı elinden aldım. ''Teşekkür ederim.'' dediğimde başını salladı. Kendine filtre kahve yapmıştı. ''Fikrini değiştiren ne oldu?'' bodoslama sormasını bekliyordum. Fincanı ağzıma getirirken sorusuyla beraber fincan orada asılı kalmıştı. ''Canım istedi desem, köşede duran silahla beni vurma ihtimaliniz nedir?'' dediğimde yüzünde bir gülümseme peydahlandı. Gözleri ışıldadı. Onu belki ilk defa bu kadar içten gülerken görüyordum. Ben de gülümsemesine kayıtsız kalamadım. Yüzümde bir tebessüm oluştu. ''Ben vatanına göz dikmiş şerefsizler dışında kimseye o silahın namlusunu uzatmam.'' dediğinde bunu da gülerek söylemişti. Ama söylediğinde ciddi olduğunu biliyordum. ''Burada olmak istedim ve geldim. Çok düşünmedim.'' dediğimde bakışlarımız birbirindeydi. ''İnsanın belki bazı şeyleri düşünmeden yapması gerekiyordur.'' Haklıydı. ''Doğru.'' dediğinde telefonu çaldı. ''Bunu açmam gerekiyor, özür dilerim.'' ''Efendim, canım.'' Telefondan bir kız sesi duydum. Aklıma kapının önündeki ayakkabılar geldi. ''Çok müsait sayılmam, bir şey mi oldu?'' karşı taraf konuştu, bir süre dinledi. ''Ne zaman geliyorsun?'' karşı tarafın sesi yükseldi. ''Tamam bağırma, 1 haftaya buradasın.'' Deyip telefonu kapattı. ''Başıma bela bir ablam var.'' Şok oldum. Neden bilmiyorum ama kardeşi olmasını beklemiyordum. ''Ablan mı var?'' dediğimde başını salladı. ''Aramızda bir yaş var. Ve sürekli bunu başıma kakıp, ablam olduğunu söylüyor. Benim kadın versiyonum diyebiliriz. Bir o kadar zor.'' dediğinde gülümsedim. ''Tahmin edebiliyorum.'' dediğimde onun da yüzünde bir gülümseme olduğunu gördüm. ''Zor biri olduğumu kabul ediyorsun yani?'' dediğimde beni gafil avlamıştı. ''Zor demeyelim de kolay biri de sayılmazsınız yüzbaşım. Ama ablanızın öyle olduğunu sanmıyorum.'' kaşları kalktı. ''Nerden vardın bu kanıya?'' ''İçime öyle doğdu.'' dediğimde başını salladı. ''Zor biridir Oya. Ama bir o kadar da merhametlidir. '' dediğinde onunla ilgili daha çok bilgi edinmek istedim. Onu tanımak istedim. İçimdeki soru sorma isteğine dur diyemedim. ''Kardeşiniz ne iş yapıyor?'' dediğimde yüzünde gururlu bir gülümseme belirdi. ''Doktor.'' benim de kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. ''Ya ne güzel. Nerede görev yapıyor peki?'' ''Şu an Ankara da ama buraya tayini çıktı. Evrak işleriyle uğraşıyor. Muhtemelen bir haftaya burada olacak.'' ''Beraber yaşamak zor olmayacak mı? Yani yanlış anlamayın. İnsan bir kere yalnızlığa alışınca, biriyle yaşaması zor geliyor. Kendimden biliyorum.'' başını salladı. ''Beraber yaşamayacağız. Alt katı ona kiraladık. Ona kalsa lojmanda kalmak istiyordu ama bana yakın olması iyi olacak. Güvenliği açısından.'' haklıydı. Başımızda böyle bir bela varken, her şeyi düşünmek zorundaydık. ''Benim gözümden sakınacağım biri yok, ama olsaydı sanırım bende sizin gibi yapardım. Yakınımdan ayırmak istemezdim.'' gözlerinde bir hüznün belirdiğini gördüm. Nedense beni anladığını hissettim. Akabinde söylediği sözlerle de bunu desteklemişti. ''Benim de hayattaki tek değerli varlığım Oya. Annemi yakın zamanda kaybettim.'' çok üzülmüştüm. Bir annenin varlığını belki bilmiyordum ama var olduktan sonra gitmesinin daha üzücü bir şey olduğunun farkındaydım. ''Başınız sağ olsun. Çok üzüldüm.'' ''Sağ ol. Oya'nın bu durumu kabullenmesi biraz zor oldu ama hayatımıza devam etmek zorundaydık. Birbirimize iyi geliyoruz. O yüzden zor da olsa buraya gelmesi için onu ikna ettim.'' dediğinde içimdeki merak duygusuna yenik düştüm. ''Babanız nerede?'' Bakışları sehpadan beni buldu. Yanlış bir soru sormuştum. Gözlerindeki ifadeden bunu anlamıştım. ''Görüşmüyoruz.'' dediğinde daha fazla üzerinde durmadım. O an bir şey oldu. Karnıma öyle bir ağrı girdi ki olduğum yerde iki büklüm kaldım. ''Birce, iyi misin?'' Hayır tam şu an olmamalıydı. Karnımdaki ağrı o kadar şiddetliydi ki olduğum yerde kalmıştım. ''Birce, ne oluyor?'' Ne zamandır regl olmuyordum. Reglim düzensizdi ve gerçekten bu zamanı mı bulmuştu? ''Bir şeyim yok. Biraz uzanabilir miyim?'' hala iki büklümdüm. Yanıma gelip doğrulmama yardım etti. Canım o kadar acıdı ki göğüs kafesime bir şey batıyor gibi hissediyordum. ''Sakin ol. Buradayım, tutuyorum seni. Uzan.'' dediğinde koltuğa doğru uzandım. Nefesim ciğerime batıyordu. ''Birce, bana yardımcı olman lazım. Şu an bir atak mı geçiriyorsun? İlacın var mı?'' dediğinde derin bir nefes aldım. ''Hayır, bir şeyim yok. İlaçlık bir şey değil. Regl olacağım sanırım. Endişelenmenize gerek yok.'' olduğu yerden kalktı. ''Sıcak su torbası getiriyorum. İyi gelecektir.'' deyip mutfağa doğru ilerledi. Hiç geçmeyecek gibi geliyordu, şu an olduğum yerde kıvranıyordum. Dakikalar sonra yüzbaşı içeri elinde sıcak su torbasıyla girdi. ''Havluyu karnına yasla. Eğer geçmezse hastaneye gidiyoruz.'' karnıma havluyu koyduğumda ağrım beşe katlanmış gibi inlemiştim. Hemen yanıma çöktü. Elimi tuttu. ''İçeride su kaynarken internetten baktım. Şu an yapacak pek bir şeyimiz yok. Derin derin nefes alır mısın? Buradayım.'' elimi tutması içimdeki ağrının yanına kıpır kıpır bir heyecan eklemişti. ''Biraz otursam iyi olacak sanırım. '' Yerden kalkıp beni belimden tutup doğrulmama yardımcı oldu. Hemen yanıma oturdu. Sıcak su torbasını sırtıma koymuştum. Ağrım biraz da olsa hafiflemişti.Elimdeki yüzüğe dokundu. ''Kim aldı bunu?'' dediğinde histerik bir şekilde gülümsedim. ''Kendim aldım.'' bakışları bana döndü. Yakındık, ilk defa bu kadar yakındık. Nefesini hissedebiliyordum. ''Neden güldün?'' bakışlarım ellerime kaydı. ''Birinin bana bunu alabileceğini düşünmüş olma ihtimalinize.'' dediğimde vücudunu tamamen bana döndürdü. ''Neden biri sana bir şey almayasın Birce?'' ''Elimde bir yüzük olsa, burada olmazdım yüzbaşı.'' bakışları derinleşti. ''Öyle bir kadın olmadığını görebiliyorum. Hayatında biri olduğunu düşünsem sana kahve teklifinde bulunmazdım.'' bana yaklaştığını hissettim. Karnımdaki ağrının varlığını unutmuştum. ''Bugün sende bir farklılık vardı. Yaklaşınca daha iyi anlamış oldum.'' ''Neyden bahsediyorsunuz?'' Elleri kirpiklerime değdi. ''Rimel sürmüşsün. Kirpiklerin zaten gür, ekstra gürleştirmiş.'' Elleri kirpiklerimdeyken gözlerimi kapatma ihtiyacı duydum. Neden bilmiyordum, şu an içinde bulunduğum duyguyu da ifade edemiyordum. Telefonuma mesaj geldiğini duydum. Aynı zamanda yüzbaşının elleri elmacık kemiklerime indi. Gözlerimi açmamıştım. Şu an her ne olursa olsun, bu ortamın bozulmasını istemiyordum. Telefon bu sefer çalmaya başladı. Gözlerimi açmak zorunda kaldım. Yüzbaşının kapkara gözleri dibimdeydi. ''Aç istersen.'' Nefesi yüzüme çarpıyordu. Nefesi resmen çikolata kokuyordu. Gözlerimi kaçırdım. ''Açayım.'' ellerimin titrediğini hissettim. Pantolonuma bastırarak gizlemeye başladım. Tam elime telefonu aldığımda Whatsappta bilinmeyen bir numaradan mesaj geldiğini gördüm. Mesajı açtığımda bütün algılarım kapandı. Yüzbaşıyla benim çekilmiş fotoğrafım vardı. Yaklaşık iki saniye önce falan çekilmişti. Yüzbaşının üstündeki kırmızı nokta ise bir keskin nişancının hedefini olduğumuzu gösteriyordu. Bakışlarım o kadar seri ona dönmüştü ki ''Yüzbaşım yere yatın!'' diye bağırdıktan saniyeler sonra evin içine giren kurşunla camlar tuzla buz oldu. Bölümle ilgili düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz. 💖
Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz. Instagram: monsoleil777 Twitter:monsoleil777 Tiktok:monsloeil777
|
0% |