@moonshenour
|
Gecenin ayazında önümüzü aydınlatan iki tane telefon feneri, bir de dolunayın ağaçların arasından yol bularak yere vurmasıydı. Ormanın tam olarak ortasında, çimlerden fırsat buldukça adım atıyor, telefon fenerini o çimlerin arasına tutup bulmaya çalışıyorduk. Yani bilekliğimi. “Gece gece buraya niye geldiğimizin açıklamasını bana hâlâ yapmadığının farkındasındır umarım Efso.” diyen ses öz kuzenim Ahmet’tendi. “Söylenme ya. Bilekliğimi düşürmüşüm. Bulmam lazım, Asel beni mahveder yoksa.” Çimlerin arasına tuttuğum feneri kaldırıp yolu aydınlattım. Bu sabah ormanda piknik yapmıştık, bilekliğimi de o arada düşürmüş olmalıydım. Bulmam gerekiyordu çünkü henüz 6 yaşında olan sevgili yeğenim Asel’in bana ilk hediyesiydi o. “Benim olayla alakam ne, beni niye peşinden sürüklüyorsun?” dedi bıkkın bir nefes vererek. “Gece gece tek mi geleyim Ahmet? Şurada karşıma bir köpek çıksa, beni parça pinçik etse hoş mu yani? Arkamdan ağlarsın sonra.” dedim alıngan bir tavırla. Derin bir nefes verdi. “Köpekten korkulur mu ya? Deli misin sen?” Bu kadar rahat konuşmasının sebebi şüphesiz kendisinin veteriner olması. Çocukluğundan beri hayvanlara ilgi duyan bir insan olmuştu. O yüzden veteriner olması kimseye sürpriz olmamıştı. “Sen veterinersin Ahmet. Korkmaman gayet normal ama artık lütfen benim korkularımın üstüne gitmeyi bırak.” Zar zor yürüyorduk zaten, bir de Ahmet’e laf yetiştirmek iyice zorlaştırıyordu durumu. “Ayrıca karşıma çıkan bir köpek değil katil de olabilir. Belli olmaz.” “He Efsun he. Aynen seri katiller de seni bekliyordu.” dedi önüne bakmaya çalışarak. Göz devirdim. Belki bekliyor, dedi Bahar. Yani iç sesim. Saçma salak konuşma, diye tersledi Derya. Bu da diğer iç sesim. Evet, iç seslerimin isimleri var. Seslerim diyorum çünkü birden fazlalar, hepsinin ayrı bir ruh hâli ve karakteri var. Mesela bu Nihal. Biraz fazla heyecanlıdır. Ayy hava çok güzel değil mi? Evet, Nihal. Çok güzel. Bu Sevde, bir tık ağlaktır. Ne alakası var ama ya. Kalbimi kırıyorsun Efso. Tamam demedim bir şey. Bir de Ayşenur var. O çok konuşmaz. Genelde şiir okuduğumda kendini belli eder. Edebî bir kişiliktir kendisi. “Efso, nerede düşürdün bu bilekliği sen?” diyerek sessizliği bozan Ahmet’e döndüm. “Sabah piknik yaptığımız yerde olmalı.” Evimizin iki mahalle arkasında bir orman vardı. Sık sık piknik yapmaya gelirdik. Önden gitmeye başlamıştım. Daha rahat edebilmek için eteğimin uçlarını elimde topladım ve öyle ilerlemeye başladım. Bacaklarıma batan çalılar vardı ama olabildiğince az tepki vererek ilerlemeye devam ettim. Az bir yolumuz kalmıştı zaten. Sonunda ufak da olsa bir düzlüğe çıkmıştık. Ama etraf hâlâ ağaçlarla doluydu. “Dönünce 101 atalım mı?” diyen sorum Ahmet’e yönelikti. Ama o cevap vermedi. Halbuki kendisinin bir 101 bağımlısı olarak direkt ‘evet’ cevabını vermesi gerekiyordu. Sessiz kaldı ve bu sessizlik çok garipti. Arkama döndüm onu görebilmek için. Fenerimi de yüzüne kaldırıp yüzünü aydınlattım. yüzünün yarısına gelen bu ışıktan hiç rahatsız olmuşa benzemiyordu. Daha mühim meseleleri var gibiydi. “Ne oldu? Niye durdun?” diye sordum. Ama o kilitlenmiş gibi karşısındaki bir şeye bakıyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmış, elleri titremeye başlamıştı. Neye baktığını görmek için bakışlarımı ve feneri baktığı yöne çevirdim. Fakat çevirmemle korku dolu bir çığlığın dudaklarımı terk edişi bir oldu. Bir... Bir beden vardı yerde... Vücudu kahverengi topraktaki çimlere bir halı gibi serilmiş bir kız. Boşlukta gibi hissettim. Kanım sanki bütün vücudumu terk etti, kalbimin olduğu yerde çok büyük bir boşluk hissettim. Kanımla beraber bütün ayakta kalma mekanizmam da beni bırakmış olacak ki duramadım dik bir şekilde. Halbuki bu kadar zor değildi benim için ayakta kalmak. Alışık olduğum bir şeydi. Değilmiş... şimdi anlıyorum ki o kadar da kolay değilmiş ayakta durabilmek, yere çömelince anladım. Bir elimdeki telefon düştü, diğer elim kalbime gitti refleks olarak. Ahmet yanıma geldi, benimle birlikte yere eğildi. Ben ise tamamen oturmuştum. Sakinleşmem gerekiyordu belki ama yapamıyordum. Kaç dakika geçti öyle, bilmiyorum. Bir şey bekliyorduk belki, bir işaret. Yaşadığına dair bir işaret mi? Peki neden gidip nabzına bakmıyorduk? Bunu yapmalıydık ama ikimiz de kıpırdayamıyorduk bile. En sonunda hareket edebilen Ahmet olmuştu. Gözlerimden aktığını bile fark etmediğim yaşları silmeye çalıştı bir eliyle ama onun da benden aşağı kalır yanı yoktu. Ayaklanıp elini cebine attığını gördüm. “Sakin ol.” dediğini duyar gibi oldum ama emin değildim. Boğuktu sanki tüm sesler. Hiçbir şey yoktu, sadece birkaç karga sesi. Ama onlar da boğuktu. “Sakin ol,” dedi bir kez daha. “Arıyorum polisi.” Polisi... Ambulansı değil, polisi. Çünkü o ölmüştü. Ölen birisi için ambulans aranmazdı. Ve o kız ölmüştü. Hayır, öldürülmüştü. Çünkü kimse kendine bunu yapacak kadar nefret edemez kendinden. Hâlâ oturduğum yerden kalkacak dermanı hissetmiyordum ayaklarımda. Durdum öylece. Elim kalbimde, yüreğim ağzımda... Aramızda kaç metre olduğunu kestiremiyordum. Uzaktan görünen tek şey, sarı tişörtüyle beraber gecenin karanlığında siyah görünen çimleri de ıslatan kanının rengiydi. O an öğrendim ki kırmızı yeşilden daha koyuymuş. Saçları yüzüne dağılmıştı, kıvırcık saçlarından yüzü görünmüyordu. Saçları çok güzeldi... “Alo Sueda, acilen ormana gelin. Biri var burada, bir ceset...” Bir ceset... “Tamam, bekliyoruz.” deyip muhtemelen telefonu kapattı ve tekrar yanıma çömeldi. “Efsun...” dedi. “Bakma daha fazla, n’olur.” Başımı kendine çevirdi. Daha fazla bakarsam benim için iyi şeyler olmayacaktı muhtemelen, haklıydı. “Sakin ol, tamam mı? Aradım Sueda’yı, gelirler birazdan.” Usulca başımı salladım. Nasıl sakin olacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bunun için çalışıyordum ben. İnsanlar bu görüntüyü görmesin diye, artık kimse bir cinayete kurban gitmesin diye. Yaşadığın şehirde huzur yoksa geriye kalan ne olursa olsun o şehirde yaşanmaz. Ve İstanbul şu an yaşanmaz hâlde. Her gün yeni bir suç haberine uyandığınız bu şehirde bu gece de bir cinayet işlendi. Hatta belki de bunu okuduğunuz dakika biri daha son nefesini verdi başka bir el yüzünden. Bu geceki cinayetin kurbanı ise genç bir kız. Muhtemelen tek suçu burada yaşamak olan bir kız. Oysa kim bilirdi ki buranın sonunda ölüm olduğunu. Bilmez, bilen de dile getirmez ama İstanbul ölümdür. Buradan ya kefenle çıkarsın ya da pasaportla. Başka türlü kurtulamazsın buradan. Bu kız da kefenle kurtulmuştu işte. Ama vahşice... Nereden, nasıl bir güç aldım bilmiyorum ama ayaklanabildim. Ahmet de kolumdan tuttu. Ayağa kalktığımda kolumu çektim elinden. Yine nereden cesaret aldığımı bilmiyordum ama bir adım atabildim. Burnuma gelen kan kokusu keskinleşti. Bir adım daha attım ve karanlıkta iyice görmeye çalıştım. Bilekleri ve ellerinde derin denebilecek kesikler vardı. Karnında ise kurşun yarası olduğunu düşündüğüm iki yarası... Öyle ki öldürücü darbenin hangisi olduğunu anlamak oldukça güçtü. “Efsun...” dediğini duydum Ahmet’in. Fazla bakarsam dayanamazdım, biliyordu. Ama geri durmadım. Vahşilik neymiş, bir kez daha baktım. Vahşetin ne olduğuyla tanıştım. “Kim..?” diye bir fısıltı döküldü ağzımdan. “Neden?” Tek merak ettiklerim buydu. Kim, neden böyle bir şey yapardı? Ne gibi bir dertleri olabilirdi gencecik kızla? “Efsun.” Dedi Ahmet bir kez daha. Koluma girdi ve beni geriye sürükledi. Bakmamam için arkama çevirdi. “Bakma.” “Allah belasını versin.” Dedim bu sefer. Ama sesim bir fısıltıdan öteye gidememişti. “Bunu yapanın Allah belasını versin.” Diyebildim nefret kusar gibi. Kelimeler boğazıma dizilmişken tek söyleyebildiklerim bunlardı. Ve genzimde büyük bir taş vardı, kesinlikle bir taştı. Yutkunmak bile imkânsız bir hâle gelmişti benim için. “Efsun!” Gelen ses oldukça aşina olduğum ve beklediğim o sesti. Bir an düşünmeden koştum yanına. Anlamış gibi açtı kollarını, sarıldı bana. Bir yandan sırtımı sıvazlıyor, bir yandan konuşmasa bile beni iyi hissettirecek bir şekilde teselli veriyordu. “Aradım ekibi, yoldalar.” deyip bana sarıldı. Elleri usulca sırtımı sıvazlarken sessiz tesellisine ben de sarılarak karşılık verdim. Bir süre sonra benden ayrıldı ve yüzümü avuçları arasına aldı. “Korkma tamam mı? Ben buradayım.” dedi güven veren bir ses tonuyla. Başımı aşağı yukarı salladım. Yanımızdan ayrılıp cesedin olduğu tarafa yöneldi. Dizlerinin üstüne eğildi ve kızın saçlarını yüzünden çekti. Nazik dokunuşlarla yapıyordu bunu, sanki canı yanacakmış, daha doğrusu yanabilecekmiş gibi. Yüzünü saçlarından arındırdığında çehresini izledi bir süre. Ardından iki parmağını birleştirerek boynuna götürdü, nabzını yokladı. Biliyordu öldüğünü ama onun lügatinde kolay vazgeçmek yoktu. Bir umut yokladı. Parmağında bir canlılık hissedememiş olacak ki derin ve içli bir nefesle başını önüne eğdi. Sanki utanması gereken oymuş gibi başını önüne eğdi, yüzünü sakladı. Çok geçmeden polis sirenlerinin sesini duyduk. Fakat derin bir nefes alamadım. Ki zaten buradan gitmeden alamayacağım da aşikardı. Birkaç dakika sonra sesini duyduğumuz arabadan inen ekipler yanımıza gelmişti. İki tane sivil polis ve saymaya bile hâlimin olmadığı kadar olay yeri inceleme ekibi vardı. Birkaç tane de üniformalı polis. Olay yeri inceleme şeritleri çekildi, biz de o alanın dışında kaldık. Sueda yanımızdan ayrılıp sivil polislerin yanına gitti. Diğer bir polis memuru gelip Ahmet’i benim yanımdan uzaklaştırdılar. İfademiz alınana kadar yan yana duramazdık, prosedür böyleydi. Sesimi çıkarmadan izledim olan her şeyi. Ekiplerin işi hele ki bu karanlıkta oldukça zordu. Bir tanesi elindeki delil poşetlerine kızın yana düşen çantasından çıkanları koyarken bir diğeri elindeki kulak çöpüne benzeyen şeyle yerdeki kandan örnek alıyordu. Bir tanesi de çıkan delilleri fotoğraflıyordu. “Affedersiniz.” Sağımdan gelen sesle irkilerek oraya döndüm. Sivil polislerden uzun boylu olanı muhtemelen ifademi almak için gelmişti. İş etikleri ve kurallar gereği Sueda alamazdı ifademi. Bakışlarımı Ahmet’e çevirdiğimde diğer polisin de onu sorguladığını gördüm. Bu sadece basit bir ifadeydi. Muhtemelen kısa sürede karakola gidip ifade vermemiz gerekecekti. “Buyurun.” Diyerek yönümü ona çevirdim. Sesimin ister istemez kısıldığını fark edince boğazımı temizledim. Yani o taştan ne kadar yutkunabilirsem. “İyi misiniz?” diye sordu. “İlk kez bir ceset görmüş birisi ne kadar iyi olabilirse...” dedim üstü kapalı bir şekilde. İyi değildim ama açık açık dile getirmeye de gücüm yoktu. “Nereden başlamam gerekiyor?” diye bir soru yönelttim. “Adınız ve soyadınızdan olabilir.” “Efsun Karacan.” Dedim. Elinde ufak bir not defteri vardı ama not alma gereği duymadı. Bilgilerime sonrasında Sueda’dan da ulaşabileceğini düşünüyordu sanırım. “Kuzenimle kaybettiğim bir şeyi aramak için gelmiştik. Düşürdüğüm yere giderken Ahmet gördü cesedi. Sonra da Sueda’yı aradık.” Dedim kısaca. Hayatımda kısaca anlattığım tek şey olabilirdi. “Çevrede birilerini gördünüz mü gelirken?” “Hayır.” Kaşlarını çatmış, dikkatle beni dinlemişti. Söylediklerimi belli ki elindeki deftere değil aklına kazıyordu. “Kızı tanıyor musunuz?” Bu ormana çok kimse gelmezdi. Gelenler genelde mahalle sakinlerindendi. Ben de altı yıldır burada yaşıyordum. Ama kızı daha önce hiç görmemiştim. “Tanımıyorum.” dedim. “Tanımadığınız biri için bu kadar etkilenmeniz ilginç.” Dedi. Sorgu taktikleri, tabii ya. Şimdiden mi başlamıştı? “Duygular memur bey, duygular. İnsanı insan yapan şeyler yani. Ben bu kızın öldürüldüğünü yarın haberlerde görünce de aynı şekilde üzülecektim, etkilenecektim. Bu beni katil değil aksine duyarlı bir insan yapar. Bir polis olarak ikisi arasındaki farkı bilmeniz gerek diye düşünüyorum.” dedim. Herkese yapıyorlardı bu taktiği, biliyordum. Ama istemsizce gerilmiştim. Fazla yükseldiğimi fark edince gözlerimi kapattım sakinleşmek adına. “Siz sanırım Sueda’nın avukat olan arkadaşısınız.” Anlamak çok da zor olmamalıydı. “Evet.” “Anlıyorum. Gerilecek bir durum yok hanımefendi.” “Germeyin o zaman memur bey. Ben insanlar ölmesin diye uğraşırken elimi kana bulayacak bir insan değilim. Sueda benden bahsettiyse kesin bunu da anlatmıştır.” dedim çenemi havaya dikerek. Bunun sebebi diklenmek istemem değil, boyumun yetişmemesiydi. “Bahsetmemişti, öğrendiğim iyi oldu. Sizinle konuşurken iki kere düşünürüz.” deyip alaycı bir tebessüm etti. “Şimdilik gidebilirsiniz Efsun Hanım. Ama mutlaka yarın ifade vermeye gelin.” “Geliriz.” dedim. Ufak bir baş selamı verip Ahmet’in yanından ayrılan komiserin yanına gitti. Sueda da yanlarına gittiğinde o adama ‘başkomiserim’ dediğini duydum. Sanırım az önce atar gider yaptığım kişi başkomiserdi. Sueda yanıma geldiğinde artık cesede de fazla bakamadığım için ona döndüm. “Gidiyoruz. Daha doğrusu gidiyorsunuz.” Dedi. “Sen kalacak mısın?” diye sordum. Korkuyordum, inkar edemeyeceğim derecede korkuyordum. Yanımda olursa belki daha güvende hissederdim. “Karakola geçmemiz gerekiyor. Kızın kimliğini bulmuşlar. Ailesine haber verilecek, kız araştıralacak, arkadaşlarıyla konuşulacak... Bir ton iş var, bırakamam.” Diye açıkladı sakince. Ses tonundan anladığım kadarıyla o da kalmak istiyordu ama bu kadar iş varken olmazdı, haklıydı. “Dayınlara geç bu gece. Tek kalma.” diye nasihatini de verdikten sonra sarıldı. “Korkma. En ufak bir şeyde beni ara. Hemen gelirim.” Dedi en dost canlısı sesiyle. Başım omzuna yaslıyken aşağı yukarı salladım. Ayrılıp her giderken yaptığı gibi öpücük atıp gitti. Her şey yolunda, biz hayatımıza devam edebiliriz, demekti onun dilinde. Ben de tebessüm ederek karşılık verdim. Ahmet’in yanına gittim. Beraber eve geçtik. Yol boyu beni sakinleştirmeye çalışan seslerini pek dinlediğim söylenemezdi. Önce kendi evime girip üstümü değiştirdim. Bacaklarımda gerçek anlamda mecal yok gibi hissediyordum. Öyle ki üstümü bile zor değiştirmiştim. Pijamalarımı giydikten sonra başıma bir tülbent alıp alt kata, dayımlara indim. Üniversite için gelmiştim buraya. En yakın yer de dayımın evi olduğu için üst katlarında da ben kalıyordum. Eskiden hep beraber burada oturuyorduk. Fakat sonra babamın işinden dolayı Bursa’ya taşınmak zorunda kalmıştık. Kader işte, İstanbul çekiyordu beni yine. Ama belaya, ama güzelliklere. Üniversitem bittiğinde stajımı da burada yapmıştım. Kalmak istediğime karar verince iki hukukçu arkadaşla beraber bir büro açmıştık. Onlar daha deneyimliydi tabii. Ben bir tık çaylak sayılırdım. Gece olduğunu unutup zile bastığımda dudaklarımı dişledim. Ama düşündüğüm gibi olmamış, kimse uyumamıştı. Kapıyı dayımın eşi Sena yengem açtı. “Kuzum.” dedi sorar gibi. “İyi misin?” diye sordu. Ahmet geldiği gibi anlatmıştı belli ki. “İyiyim.” diye mırıldandım. Beraber içeri geçtik. Dayım beni görünce ayaklandı. “İyi misin yeğenim?” “İyiyim dayı, iyiyim.” deyip koltuklardan birine bıraktım kendimi. “Nasıl oldu?” diye sordu Güz ablam. Yani Ahmet’in ablası. “Bilekliğini düşürmüş sabah, onu almaya gidince gördük kızı.” diye açıkladı Ahmet sağ olsun beni yormadan. Başımı sallayarak onayladım sadece. “Çok mu kötüydü?” diye sordu Sena yengem ufak bir korkuyla. İkimiz de cevap vermedik buna. O suskunluğumuzdan anlayacağını anlamıştı zaten. “Bir günü de olaysız geçsin şu memleketin ya Rabbim.” diyerek ufak yükselme yaşadı kendince. Ardından mutfağa yöneldi. Başımdaki örtüyü açtım. Haziran ortalarında hava ayrı bir sıcaktı. Ve evler içinde durulamayacak haldeydi. Çok geçmeden mutfaktan çıkan yengem elindeki iki bardaktan birini bana, birini Ahmet’e uzattı. Soğuk çay, bayılırım. Tek dikişte bitirdiğimde bardağı yanımdaki sehpaya bıraktım. Uzun sessizliğin ardından dayım konuştu: “Hadi herkes yataklarına. Sabah ola, hayrola.” deyip ayaklandı. Yengem ve Ahmet de onunla birlikte kalkıp odalarına geçtiler. Güz ablamla salonda tek kalmıştık. “İyi olduğuna emin misin?” diye son bir saat içinde otuz kere duyduğum soruyu yöneltti. “Değilim desem çocukluğuma mı ineceğiz?” dedim gülmeye çalışarak. Psikologdu Güz ablam, mesleğini severek yapardı. “Maalesef o özellik bana henüz yüklenmedi.” Dedi yalandan üzgün bir sesle. “Ama istersen beraber tatlı yapabiliriz?” diye bir öneri sundu. Hızla başımı iki yana salladım. “Hiç gerek yok, ben almayayım.” dedim telaşla. “En son az kalsın mutfağı yakıyorduk. Hâlâ mutfağa girecek cesaretin olması çok güzel.” Ben severdim yemek yapmayı, hatta sinirlendiğimde yapmayı sevdiğim üç aktivite vardı; örgü örmek, yemek yapmak ve müzik dinlemek. Ortaokuldan beri de yemek yapmaya ilgili bir insan olduğum için mutfaktan çıkmazdım. Övünmek gibi de olmasın ama güzel de yapardım. Ama birisiyle girince o mutfağa, elim ayağıma dolaşırdı. Tek başıma yemek yapmayı severdim, biriyle değil. “Cesaret önemli.” Diyerek işi dalgaya vurmaya devam etti. Sonra aramızda uzun denebilecek bir sessizlik oluştu. “Korkuyorsan benimle yat bu gece.” “Gerek yok. Yalnız uyumak istiyorum.” dedim. Gerçekten de yalnız uyumak istiyordum. Şimdi atlatamazsam hiç atlatamazdım. “Sen bilirsin.” diyerek odasına girdi ve bir yastık ile üzerime almam için polar getirdi. Teşekkür edip aldım. Poları bir kenara atıp yastığı koltuğun başına yasladım. Başımı koydum ve kafamdaki düşüncelerle huzursuz bir uykuya daldım. Sabahın bilmem kaçında çalan telefonumun sesiyle uyandım. Birisi inatla arıyordu, belki susar diye bekledim ama susmayınca oflayarak kaldırdım başımı. Gözlerim hâlâ kapalıyken elime aldım telefonu. Tek gözümü araladığımda arayanın Tuana olduğunu gördüm. Cevaplayıp kulağıma koydum telefonu. “Efendim?” dedim yeni uyandığım için kısık çıkan sesimle. “Neredesin Efsun? Saat kaç oldu, hâlâ yoksun.” dedi telefonun ardındaki ince ama hafif telaşlı ses. Tuana, hukuk bürosunu beraber açtığım arkadaşlardan biriydi. Ve işe geç gittiğim normal şartlar altında görülmüş bir şey olmadığı için o da şaşkın olmakta haklıydı. “Uyuyakalmışım. Bir de benim bugün karakola gitmem falan gerek. Gelemeyebilirim.” Gitmeyi düşünmüyordum birkaç gün. En azından o görüntüden sonra kendime gelene kadar. “Neden? Ne ifadesi? Bir şeye mi karıştın? İyi misin?” diyerek klasik soru yağmurunu sıraladı. Benden sonra en çok konuşan kişiydi kendisi, bundan dolayı bayağı iyi anlaşıyorduk. Ben de konuştuğumda çok konuşurdum genelde. “Ben bir şeye karışmadım. Sadece basit bir ifade. Sakin olabilirsin.” dedim yatıştırmak için. Ben bile inanmamıştım buna ama orası ayrı bir konuydu. “Efsun ne olduğunu anlatır mısın? Biliyorsun ki sen söylemesen de öğrenebilirim. O yüzden beni yorma.” Tabii ya. Öğrenebilirdi zaten, neyi saklıyordum ki? “Dün ormanda bir ceset gördük.” dedim yattığım yerden ayaklanarak. Evet, geceden beri can çekiştiğim olayın kısası buydu. Bir ceset... Ormanda bulduğumuz bir ceset... Gencecik bir kızın cesedi... “Ne?!” diye bir korku nidası geldi karşı taraftan. “Dosya için ifade vermeye gitmemiz gerekiyor.” diyerek açıklamaya devam ettim. Telefonu omzumla kulağım arasına sıkıştırıp yerdeki çoraplarıma eğildim. Bir yandan giyerken bir yandan Tuana’ya olanları anlatıyordum. “Bir şeyimi düşürmüşüm. Onun için ormana gittik Ahmet’le. Giderken de bir kız cesedi gördük... Gencecikti Tuana...” Sessizlik oluştu. Derin bir nefes aldığını duydum. “Çok mu kötüydü?” diye en az kırk kere duyduğum soruyu yöneltti. “Çok kötüydü...” diyebildim sadece. “Tamam canım, sen istersen birkaç gün gelme. Kendini toparladığın zaman dönersin.” dedi düşünceli bir tavırla. “Teşekkür ederim. Toparladığımda gelirim.” Deyip kapattım telefonu. O sırada salona giren Ahmet’e baktım. Yeni uyandığını hayvan gibi esneyip gözlerini ovuşturmasından anlıyordum. “Günaydın.” dedi kendini yanıma bırakarak. Bir an koltuk kırıldı sandım ama neyse ki sağlamdı. “Günaydın.” dedim ve dün gece nereye attığımı hatırlamadığım tülbentime bakındım. Yerde duran örtümü alıp başıma taktım. Eve çıkıp duş almam lazımdı. Daha iyi hissederdim belki. “Çıkıp hazırlanacağım, çıkarız sonra.” dedim Ahmet’ Başını aşağı yukarı sallayarak onayladı. Kendi evime çıktım. Duşa girmeden önce aynadaki yansımama baktım. Şişen göz altlarım, morarmış gözlerim ve istemsizce çatılan kaşlarımla bakıştım bir süre. Bu sürenin ne kadar olduğunu bilmiyordum. En sonunda kendime geldiğimde duşa girdim. Çıktığımda üstüme dolabımdan siyah bir jileyi geçirdim. Nefret ederdim siyahtan ama bugün böyleydi. Başıma da jilenin tonlarında, siyah bir eşarp taktım. Kol çantama da gerekli eşyalarımı koydum ve çıktım evden. Alt kata inip kapıyı çaldım. Ahmet açtı, neyse ki o da hazırdı. “Hadi çıkalım.” dedim. Gergindim ve bunu beni tanıyan çoğu kişi fark edebilirdi. Ahmet de fark etmişti. “Gerilmene gerek yok. Alt tarafı bir ifade verip çıkacağız. Kimse bizi suçlamayacak.” diye teselli vermesi boşunaydı. “Dün benden ifade alan arkadaşı görsen öyle demezdin.” Ahmet de ayakkabılarını giydi. Beraber indik ve arabaya bindik. Tabii Ahmet’e kalsak motorla da giderdik. Ve hayır, motor fobim yok. Ahmet'in sürdüğü motorlara fobim var. Kendisi oldukça fazla kaza yapmış bir insan. Ve evimde huzurla ölmek gibi bir ihtimalim varken Ahmet ile bir motorun tepesinden düşerek ölmek istemiyordum. Ahmet sürücü koltuğuna ilerlerken elinden anahtarları alıp ondan önce geçtim. “Ne kadar da güveniyorsun bana ya. Gerçekten gözlerim yaşardı.” dedi alayla. Oflaya oflaya yan koltuğa geçti. Kısa bir araba yolculuğunun ardından karakola varmıştık. Arabayı park ettiğimde indik beraber. İçeri girdiğimizde gözlerim ilk Sueda’yı aradı. Geleceğimizi mesaj olarak atmıştım. Çok geçmeden koridorun sonunda göründü. Bizi görünce adımlarını hızlandırdı ve yanımıza geldi. “Hoş geldiniz.” deyip sarıldı bana. “Uyuyabildin mi?” diye sordu beni hedef alarak. “Eh işte.” Benden ayrılıp ikimize baktı. “İfadenizi ben alamayacağım, zaten biliyorsunuz. Burada oturun. Bir arkadaş tek tek alacak sizden ifadeyi. Ama ayrı oturun.” diyerek uyarmayı unutmadı. Başımızı salladık. Ahmet bir masanın önüne geçerken ben de başka bir masanın önündeki sandalyeye geçtim. Çok geçmeden Ahmet’in yanına bir polis gitti. İfadesini almaya başladılar. Normalde bu kadar stres yapan bir insan değildim. Bacağımı salladığım anlar da oldukça nadirdir ama şu an bunu durduramıyordum. Bir yandan dudaklarımı kemiriyor, bir yandan da bacağımı sallıyordum. “İlk kez mi tanıklık yapıyorsunuz yoksa ilk kez mi cinayet işliyorsunuz?” diyen sesle başımı kaldırdım. Dün başkomiser olduğunu öğrendiğim bey karşımda duruyordu. Güldüm. Ama sinirden. Sakin kalmak için başımı önüme eğip beşe kadar saydım. Ardından başımı kaldırıp karşımdaki sandalyeye oturan arkadaşa baktım. “Aynen,” dedim alayla. “İlk kez cinayet işliyorum.” Yüzündeki sırıtık ifade bir an sekteye uğradı. Fakat saniyelik bir andı, hemen toparladı. "O zaman öğrenmeniz gereken ilk şey nasıl yalan söyleyeceğiniz olmalı." dedi ve bir saniye durdu. "Gerçi siz avukatsınız, biliyor olmanız lazım diye düşünüyorum." Efendim? Avukatlar paralı yalancılardır mı? Alaycı bir tebessüm ettim. "Yanlış düşünüyorsunuz. Siz nasıl avukatlarla tanıştınız bilmiyorum ama ben tanıştıklarınızın aksine dürüst bir avukatım. Size bu konunun teminatını verebilirim." dedim çenemi havaya dikerek. Ve artık tamamen bozguna uğrayan ifadesini büyük bir keyifle izledim. "Siz mi alacaksınız ifademi?" diye sordum sonra bir şey olmamış gibi. "Evet." deyip karşımdaki sandalyeden kalktı ve masadaki bilgisayarın başına geçti. "Sizi dinliyorum Avukat Efsun Hanım." dedi bakışlarını bilgisayar ekranından kaldırmadan. 'Avukat' kelimesini diğerlerinden daha baskın söylemesi de ayrı bir gurur kaynağıydı benim için. Bu mahlas için az kalem tüketmedim. Dün anlattıklarımın aynısını anlattım. Sorduğu bir kaç soruyu cevapladım, o da hepsini yazdı. Normalde böyle işlerle başkomiserler ilgilenmez diye biliyordum. Yanılıyormuşum. "Erdem başkomiserim," diyen sesle ikimiz de gelen kişiye baktık. Dün olay yerine gelen diğer sivil polisti bu. Sueda söylemişti ismini. Neydi? Heh, Utku. Yani sanırım. "Efendim Utku." diyen başkomiserle hafızamın iyi olduğunu bir kere daha anladım. "Dediğiniz gibi kızın ailesine ulaşmaya çalıştık. Ailesine ulaşamadık ama teyzesi de burada yaşıyormuş. Bir de bir erkek arkadaşı varmış kızın. Aynı üniversitede okuyorlarmış." dedi esmer arkadaş. "Teyzesine haber verin. Ailesinin nerede olduğunu belki biliyordur. Çocuğu da karakola çağırın." dedi. "Kızın evi ne âlemde?" "Delillerin çoğu toplandı başkomiserim. İncelenmek için laboratuvara gönderildi." "Tamam Utku. Başka bir şey yoksa gidebilirsin." dedi ve bana döndü. "Sizinle de işimiz bitti avukat hanım. İhtiyaç olduğunda ve tabii eğer bulursak katilin mahkeme sürecinde burada olmanız lazım, şehir dışına çıkmamanız gerek." Çantamı koluma taktım ve ayaklandım. "Prosedürü biliyorum başkomiserim. Teşekkürler hatırlattığınız için." diyerek beni bekleyen Ahmet'in yanına yönelecektim ki tekrar bana seslendiğinde durmak zorunda kaldım. "Ha bu arada," dediğinde ona döndüm. "Dün ormanda aradığınız şey bir bileklik miydi?" diye sordu ve elinde tuttuğu şeyi bana gösterdi. Nereden anladığını sormama gerek yoktu, zaten üstünde ismim yazıyordu. Dünkü olaylardan sonra bileklik aklıma bile gelmemişti. Ve sanırım dünde beri olan tek güzel şeydi. "Evet." deyip bilekliğimi aldım elinden. "Çok teşekkür ederim." "Rica ederim." *** Sonuç dosyalarını almak için laboratuvara iniyordu Sueda. Çözmesi gereken bir cinayet vardı ve işi pek de kolay değildi. Bu katili de en hızlı şekilde bulup adalete teslim etmekti derdi. Hızlı adımlarla laboratuvara vardı. Niyeti laboratuvarda tek ve en iyi anlaştığı laborant olan Ela ablayı bulup dosyayı almaktı. Fakat bir yandan telefonda annesine mesaj yazarken bir yandan yürümek oldukça zordu. Bundan mütevellit önüne çıkan engel ile durmak zorunda kaldı. Bir şeye çarpmıştı. Duvar? Kimya dolabı? Demir? Sorularına cevap bulmak için başını kaldırdığında gördüğüyle afalladı. Karşısındaki ne duvardı ne de demir. Çarptığı bir düpedüz bir insan sırtıydı. Hayır, maket de değil, bir insan sırtı. Yaşayan bir insan. Çarptığı kişi dönüp arkasını baktığında ise bir tık utandığını hissetti. Her zaman elinde telefon ile yürüyen arkadaşı Efsun'a söylenirdi. Şimdi başına geliyordu kınadığı. "Çok affedersiniz." dedi zor da olsa. "Önemli değil." dedi önündeki beyefendi kibarca. "Dosyayı almaya mı geldiniz?" Evet, de o bunu nereden biliyordu? Başı belli belirsiz sağa eğilirken cevapladı: "Evet." Elinde tuttuğu dosyayı karşısındaki kadına uzattı. Yeşil gözlerini ve ten rengini ön plana çıkaran kahve tonlarındaki şalı inceledi bir iki saniye. Sonra tekrar gözlerine odaklandı. İlk defa görüyordu onu burada Sueda. Üstündeki önlüğe bakılırsa yeni gelen bir laboranttı. Ve garip bir şekilde tanıdıktı da. Ama bir o kadar da yabancı. Nereden çıkmıştı ki şimdi? "Kıyafetlerinde kendi kanı var, başka bir DNA'ya rastlanmadı. Tırnak aralarından alınan doku ise DNA tespiti için yeterli değil. Ama sıkı bir boğuşma olduğu kesin, fazla bile direnmiş." diyerek dosyada yazanları özetledi genç adam. Sueda eee başka, der gibi kafasını salladığında karşısındaki de bu kadar, der gibi başını sağa eğdi. "Ne demek bu kadar? Başka bir şey yok mu?" dedi Sueda şaşkın şaşkın. "Olay yerinden gelenler bu kadar. Evinden alınan deliller de yeni geldi, birazdan incelemeye başlayacağız. Onun dışında elde ettiğim bilgiler maalesef bu kadar." "Ela abla nerede?" Ela baş laboranttı ve yıllardır burada çalışıyordu. Sueda’nın da burada anlaştığı nadir insanlardan biriydi. "Ela Hanım da gelse size diyecekleri değişmeyecek hanımefendi. Elde ettiğimiz bilgiler bu kadarla sınırlı. Fazlasını size ben de veremem, Ela Hanım da." Ufak bir sitem vardı genç adamın sesinde. "Yeni gelen laborant mısın sen?" diye sordu Sueda. "Evet. Siz de önceki iki laborantı delirten komiser olmalısınız." dedi genç adam. Gencin kastettiği şey Sueda’nın sıkı iş kurallarıydı. Pek fazla disiplinli birisi sayılmazdı, en azından normal hayatında. Ama konu iş ve öldürülen birisi olduğunda kimi zaman gözü dönebiliyordu. Bunun için fazla sıkı kuralları vardı. Henüz komiser yardımcısı olmasına rağmen. "İnsanlar delirmek için bahane arıyorsa bu benim sorunum değil beyefendi." dedi Sueda oldukça yapay bir kibarlıkla. Derin bir nefes verip ufak bir tebessüm takındı genç adam. "Çok haklısınız. Ne diyelim, dilerim öncekilerin başına gelen benim de başıma gelmez." Adam olursan gelmez, diyecekti ki daha makul olanla değiştirdi Sueda. "İşinizi iyi yaparsanız gelmez," dedi ve yaka kartına baktı. "Mete Çınar." diye tamamladı cümlesini. "Şüpheniz olmasın Sueda Demirel." Sueda'nın bir yaka kartı yoktu. Peki bu adam adını nereden biliyordu? Genç adamın elindeki dosyayı alıp arkasını döndü ve laboratuvardan çıktı. Adını nereden biliyordu? Basit bir komiser yardımcısıyken onun adını nereden bildiği germişti onu. İnsanların kendi hakkında bir şeyler bilmesini sevmezdi. Belki de geldiğinde Ela abla söylemişti. Sorgulamak istemedi. Elinde dosyayla koridorda ilerlerken ismini bilmesi kadar garip bir şey daha vardı. Haddinden fazla tanıdık gelen gözleri... *** Karakolda kalmaya karar vermiştim. Ahmet ile kantinde oturuyorduk. Sueda'nın çıkmasına az kaldığı için onu bekleyecektik. Annem aramıştı, olanları anlattım. Korktuğumu söylememe bile kalmadan geleceklerini söylemişti. Hayır demedim ki diyecek lüksüm de yoktu. Şu an onlara en çok ihtiyaç duyduğum andı çünkü korkuyordum. Sahi, neden korkuyordum? Ölüm müydü beni korkutan? Yoksa nasıl öleceğimi bilememek mi? Yoksa ölümün nasıl bir şey olduğu muydu beni korkutan? Hayır, ölümün nasıl olduğunu biliyordum. Evet, hiç ölmememe rağmen ölümün nasıl bir şey olduğunu biliyordum. O kadar sabaha cinayet haberleriyle uyandım ki... O kadar güne bir vahşetle gözlerinizi araladıktan sonra artık ölümün nasıl bir şey olduğunu kavrıyorsunuz ister istemez. Ve ben çok sabah vahşete araladım gözlerimi. İşte bu düzendi bizi korkutan. Birileri ölür, birileri müsebbibi olur. Ve geriye kalanlar korkar, hep korkar. Oysa kimseyi uykusunda ölen bir insan korkutmaz. Bu kadarmış ömrü deriz. Ama sokakta canice katledilen bir kadının haberini gördükten sonra korkarız. Çünkü uyurken canı alanı görmeyiz, korkmayız. Ama bu haberle görürüz ki bir cani var, dışarıda bir katil dolanıyor. Biz ölümden değil, cani bir katilin eline kurban gitmekten korkuyoruz. Kim istemez ki uykusunda gelen huzurlu eceli? Peki kim ister ki bir vahşinin eline kurban gitmeyi, onun çektiği tetikle son nefesini vermeyi? Ahmet de fazla konuşmayacağını belli eden tavrını takınınca kulaklıklarımı takmıştım, kimseyi duymak istemiyordum. Yaklaşık on beş dakikadır karıştırda çalan listemi dinliyordum. Telefonum çalmaya başladı, müzik durdu. Kulaklığı çıkarıp Sueda’dan gelen aramayı cevapladım. "Efendim Sueda?" dememle hem telefondan hem de koridordan oldukça kalın bir ses duymam bir oldu. Birisi avazı çıktığı kadar bağırıyordu. "Alo Efso, kanki ben muhtemelen geç çıkmak zorunda kalaca- ay bir sus be!” Olanları anlayabilmiş değildim şahsen. Sadece bu bağırtıların Sueda’nın yanından geldiğini anlıyordum. Çoğu zaman karakolda işlerim olduğu için bu bağırtılara aşinaydım. Ama etraftaki birkaç insan ilk kez böyle bir şey yaşadığını belli edercesine şaşkınca bakıyordu çevresine. “Kanki ben geç çıkacağım. Siz beni beklemeyin.” diyebildi onca bağırışın arasında güç bela. “Her şey yolunda mı?” diye sorma gereksinimi hissettim. “Sorma. Veletin biri avazı çıktığı kadar bağırıyor. Sesimi zor duyuyorum.” "Tek bir kişi olduğuna emin misin?" diye sordum. "Değilim. Anne karnında ikizini yemiş olabilir. Muhtemelen çift kişide olan ses tellerine sahip.” Arkadan birkaç bağırış daha duyuldu. İstemsizce güldüm. “İstersen gelelim yanına.” “Hiç gerek yok Efso. Eve git sen.” “Tamam.” dedim uslu uslu. Tanıtmazsam olmaz. Sueda Demirel, ortaokuldan beri beraber olduğum tek ve en yakın arkadaşım. Çocukluğuma dair her şeyi bilen, ailemden sonra ilk kişi. Ahmet kaş göz yaparak ne olduğunu sordu. “Birisi yaygara çıkarmış, klasik karakol vakaları. Siz gidin, diyor.” diye açıkladım. Ayaklandık beraber. Kantinden giriş katına çıktığımızda bağırış sesleri iyice çoğalmıştı. Belli ki arkadaşı hâlâ sakinleştirememişlerdi. Biz yaklaştıkça seslerin genç bir erkeğe ait olduğu belli oluyordu. Biraz daha ilerleyince sorgu odasının önünde polislerden oluşmuş bir kuyruk görünür hâle gelmişti. Başkomiser de bu kuyrukta ama diğerlerinin aksine oldukça rahat görünüyordu. Kollarını göğsünde birleştirmiş, gencin hareketlerini izliyordu. Ben de onu izlemeye başladım. Bu kadar sakin durması ve genci sakinleştirmek için bir şey yapmaması garipti. Çok garip, dedi Bahar. Ben de kollarımı göğsümde birleştirip ilerledim. Tam olarak başkomiserin arkasında duruyordum şu an ve buradan sorgu odasının içerisi görünüyordu. Sueda içerideydi. Bin bir uğraş vererek sakinleştirmeye çalışıyordu içerideki genci. Başkomiser ise kafası rahat şekilde izliyordu genci. "Sorun ne?" Diyen sorum tam olarak başkomisere yönelikti. Geldiğimi muhtemelen anlamıştı çoktan ama kim olduğuma bakmak için kısa bir anlığına arkasına döndü. Tekrardan gence baktı. "Sakinleştiremiyoruz." dedi bıktığını yüzünden de anladığım bir ifadeyle. "Onu görebiliyorum. Neden sakinleştirilmek zorunda şu an? Ne yaptınız?” "Kızın öldüğünü söyledik sadece. Daha ben sorguya bile başlayamadan ağlamaya başladı. Ne olduğunu ben de anlamadım." dedi omuz silkerek. "Sevgilisi mi?" diye sordum. Başını evet anlamında salladı. "Tam olarak öldüğünü söylediğiniz cümle nasıldı?" Deli misin, bakışlarıyla bana dönünce umursamadım. "Gizem öldürülmüş." dedi. Umutsuzca başımı iki yana salladım. "Yani başkomiserim hakaret olarak algılamayın ama siz manyak mısınız? Kızın sevgilisi bu, kızı seven birisi, yakını. Alıştıra alıştıra söylemeniz daha iyi olmaz mıydı?" "Uzatmayı sevmem." "Şimdi işiniz daha uzun sürecek ama. Ayrıca mesaisi bitmesine rağmen Sueda’yı burada tutuyorsunuz. Yaptığınız etik değil.” "Bu kadar bilgili olduğunuzu bilseydim size yaptırırdım sorguyu avukat hanım." Yine 'avukat' kelimesini vurgulamıştı. "En azından çocuğu delirtecek bir şey söylemezdim. Psikologluk olmuş çocuk.” "Doktor çağıracak duruma da getirebilirdi. Buna şükretmeliyiz bence." diyerek araya girdi Utku komiser. Önce ona sonra da başkomisere ters bir bakış attım. "Ne kadar da örnek bir insansınız başkomiserim." dedim alayla. "Her sorguya aldığınızı hastanelik mi ediyorsunuz?" "Sizi ettim mi?" diye sordu bana dönerken. "Denemek istemezsiniz zaten.” dedim gülerek. “Ayrıca bu cüretkâr tavırlarınız hoşuma gitmedi. Kendinize çekidüzen vermenizi tavsşye ediyorum.” "Sanırım gözünüzde çok yanlış bir imaj çizdim. Ben sorguladıklarımı hastanelik etmiyorum. Katil oldularından emin olunca direkt morga yönlendiriyorum.” "Çabanız takdir edilesi. Bir cinayet büro başkomiserinden beklenmesi gereken hareketler bunlar zaten." dedim önüme dönerek. Alay ettiğini bilsem de şiddetin şakası olmazdı, yapılmamalıydı. Hoşlanmazdım. Sueda'nın biraz olsun sakinleştirdiği gence bir daha baktım. Siyah, kıvırcık saçları yüzüne dağılmıştı. Ama kendisi saçlarından da dağılmış gözüküyordu. Sevgilisi demişlerdi, kim bilir ne kadar üzülmüştü. Sueda, en sonunda sorgu odasından çıktığında ilk benimle göz göze geldi. Ardından başkomiserin önünde durdu. “Hallettim başkomiserim. Yani sanırım.” “Mesain bitmiş Sueda.” dediğinde sesinde bariz bir iğneleme vardı. “Çıkabilirsin.” “Sağ olun başkomiserim.” Ufak bir baş selamı verdikten sonra benim koluma girdi ve beraber uzaklaştık. Ahmet daha fazla karakol havası solumak istemediğinden olacak, dışarı çıkmıştı. “Senin bu başkomiserin çok oluyor he.” diye söylendim karakoldan dışarı adım atar atmaz. “Bana paralı yalancı muamelesi yaptı. Hiç hoşuma gitmedi, tayinin iste başka cinayet büroya.” “Saçmalama Efso.” dedi Sueda gülerek. “O kadar da kötü bir insan değil Erdem başkomiser.” Erdem, demek adı bu. evet, sen de adama bundan sonra adıyla hitap edersen çok güzel olur. “Onu zaman gösterir Sueda.” dedim ve konuyu kapattım. *** Keyifli bir okuma olmuştur umarım sizin için. Oy ve yorum atmayı unutmayınız efeniiim 💛
|
0% |