Yeni Üyelik
6.
Bölüm

Bölüm:6

@moonzeze

Oğlumun da gitmesine izin veremezdim. Düşmesine ramak kala kolundan tutup kendime çekmiştim. Kendinde olmadığı için "Anne lütfen gitme..." Diye sayıklarken bayılıp kalmıştı. Sımsıkı sarılıp kokusunu içime çektim. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Daha yeni eşimi kaybetmiştim şimdi de az daha oğlumu... oğlumu kaybediyordum. Bu düşünceler beynimde zonklamalara sebep oluyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra Emilio'yu kucağıma alıp aşağı indim. Hemen sağ tarafta duran bir sedyeye yatırıp doktoru çağırdım. Doktor muayene ettikten sonra yaşadığı çok üzücü bir olaydan dolayı travma geçirdiğini, bedenen ve ruhen çok yorulduğunu bu gece müşade altında tutulması gerektiğini söyledi. Doktorun söyledikleriyle iyiden iyiye kötü olmuştum.

 

Acım çok derindi ama kendi yaralarımı kendim sarıp çocuklarım için güçlü olmam gerekiyordu. Artık onların hem babası hem de annesiydim.Yaşadığım acıyı hiç unutamayacağım kalbimde kocaman bir boşluk oluşmuştu artık. Ama... Her şeyin bir aması vardı işte. Güçlü olmalıyım çocuklarım için, kendim için... Bunun ne kadar zor olacağından bahsetmiyorum bile... Bu günden sonra saklamam gereken çok fazla şey olacak... Göz yaşlarımı saklamak zorundayım , yorgunluğumu saklamak zorundayım, canımın yandığını saklamak zorundayım.... Bunları düşünerek sabah etmiştim güneşin ışıkları pencereden içeri sızıyordu. Hastaneden - nefret ettiğim yerden- gitme vaktimiz gelmişti. Canımın içini bugün defnetmemiz gerekiyordu. Etraf yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Eğilip yerden bir avuç toprak aldım. Toprak buz gibiydi... İlk toprağı benim atmam gerekiyordu. Nasıl atacaktım ki.... Evimin neşesini kendi ellerimle nasıl gömecektim... Kalbim sızlıyor, boğazım düğümleniyor, gözlerim yanıyordu... İstemeye istemeye toprağı attım. Herkes dağıldıktan sonra eşime veda ettim... Veda dediğime bakmayın vedalar öyle kolay olmuyor hele de hayatın olmuş birisine veda etmekse canından can alıyor...Daha kaç günüm bu mezarlıkta geçecek bunu bilmiyorum... Şimdi onu burada nasıl tek başına bırakıp gidecektim... Onun olmadığı bir eve nasıl girecek nasıl uyuyacaktım... Düşündükçe canımdan can gidiyordu. Toparlanıp ayağa kalktıktan sonra ikizlerin elinden tuttum tam gidecekken İvan'ın sorusu ile olduğum yerde kalakaldım....

"Baba, annem burada ya üşürse?"

Verecek hiç bir cevap bulamadım ne diyebilirdim ki... Ölüm 6 yaşındaki bir çocuk için neydi, neyi ifade ediyordu? Ölüler geri gelir miydi ya da canları yanar mıydı? Acıkır, üşür, bir şey isterler miydi? Üstüne atılan toprak onları boğar mıydı, nefes alabilirler miydi... Gece bu yerde yapayalnız korkarlar mıydı? Sahi ölüm neydi? Sevdiklerimizi alıp geri vermediği için toprağa öfkelenlenmek çok mu saçmaydı? Toprak her zaman aldığını büyütüp yeşertmiyormuş demek ki. Yok edebiliyormuş da. Bedenini, duygularını, yaşanmışlıklarını, hayallerini her şeyini... Sadece gideni değil kalanı da bitiriyormuş. Ölünce aynı toprağa sadece ölen değil onu sevenler de gömülüyormuş. Giden kalanlardan birer parça alıp gidiyormuş... Toprak üşütmezdi aslında çünkü ne kadar kabullenmek istemesekte o kişi ölmüştü yoktu artık. Nefes almıyordu, almayacaktı da. Sesini duymayacaktık. Yüzünü beynimizin unutmaması için her köşesine kazıyacaktık. İnsan kabullenecekti bu acı ve kaçınılmaz gerçeği kabullenecek ve hayatına devam edecekti. Bu ne kadar kabul edilmek istenmese de herkesin yokluğuna alışılıyordu. Herkesin yeri dolduruluyor gidensiz de hayat devam ediyordu. Eksik, bir yanı paramparça olarak devam ediyordu insan...

 

Aşağı eğilerek ikisini de kendime çekip sarıldım. Derin bir nefes alıp sanki içimdeki tüm acıyı bir nefesle dışarı atmak istercesine üfledim. Nefesimin titremesine engel olamamıştım. Sesimi toparlayıp cevap verdim.

 

" Bakın çocuklar anneniz artık kalbimizde yaşayacak o yüzden üşümez. Tamam mı? Hadi artık evimize dönelim."

 

"Baba ben acıktım."

 

Gerçekten tüm bunları düşünüp anlamak için çok küçüklerdi. Ölüm onlar için soyut bir kavramdan ibaretti.

 

Mezarlıktan ayrılıp eve geldik hepimiz çok üzgündük. Ev çok sessizdi yaşananların hüznü adeta her tarafa çökmüştü. İçimde garip bir burukluk vardı sanki eşim ile birlikte içimdeki tüm mutluluğuda gömmüş gibi hissediyordum... Hepsinden önce çocukları düşünmem gerekiyordu çok acımasızca değil miydi? Büyükler küçüklerden hep daha güçlü olmak zorunda, onları teselli etmek zorunda. Onlar üzülmesin diye güçlü durmak zorunda. İçindeki acı onu yiyip bitirse de belli etmemek zorunda. Bu bir insanın başına gelebilecek en acımasız şeylerden biri değil mi? Hani bir ağacın içi boş olur orada bir yangın çıkar ve alevler sadece o boşlukta ağacı yakar ya onun gibi bir şey. O alevleri ağaç tutar ta ki yanıp yıkılana kadar işte o zaman sadece kendi değil başkaları da yanar. İçindeki yangın birileri tarafından fark edilir. Çocuklar çok yorgun ve üzgün oldukları için hemen kanepeye yatıp gözlerini kapattılar. Sendeleyerek kafamdaki milyon tane sesle mutfağa girdim. Yerdeki kanları görünce duraksadım. Gözlerimin birden kararmasıyla elime ilk gelen yere tutunmuştum.. Gözlerimin kararması azalmış yerini yaşlara bırakmıştı. Boğazım yanıyor yutkunamıyordum. Toparlanıp destek alarak musluğu açtım. Buz gibi suyu yüzüme çarpınca biraz da olsa kendime gelebilmiştim. Benim için zor olsa da mutfağı... Mutfağı temizlemeliydim... ikizler annelerinin yerdeki kanını daha fazla görmemeliydi. Kovaya su doldurup yere koydum kenarda duran bezi alıp yere çöktüm. Ellerimin titremesine engel olamıyordum... Buğulu gözlerle yerleri temizledikten sonra içeriyi havalandırmak için pencereleri açtım. İçeriye suyla karışık bir kan kokusu hakim olmuştu.

 

David ne kadar güçlü durmaya çalışsa da yüzü berbat durumdaydı. Yavaş adımlarla dolaptan eşinin yaptığı yemeği salona götürdü. Midesi bulanıyor boğazı yanıyordu. O da yemek yememişti ama aç olduğu aklına bile gelmemişti. Acı insanı doyuruyordu... David de doymuştu açtı ama bünyesi kaldırmıyor canı istemiyordu. İkizleri uyandırıp yemeklerini yedirdikten sonra yataklarına yatırdı. Donuk bakışlarla adımları bir sağa bir sola giderek merdivenlerden aşağı indi. Salonun ortasında bir müddet bekledikten sonra pencereye doğru ilerledi. Işıklar kapalıydı açma gereği de duymadı. Pencereye yakın olan kanepeye ağır bir yük gibi bıraktı kendini. Çok geçmeden belli belirsiz hıçkırık sesleri duyulmaya başladı. Hıçkırık seslerine inlemeler eşlik ediyordu... Uzun süre hiç hareket etmeden oturdu. Burnunu çekiyor inliyordu. Sonra ne oldu ne olmadı sesler kesildi. David susmuştu. O gecenin sabahı olur muydu bilmiyordu ama susmuştu... Zaten konuşacak ne kalmıştı ki... Yine hayat oyununu oynamış altüst etmişti. Bu hep böyle oluyordu. İster iyi niyetli ol ister kötü bu hayatta her şey olacağına varıyordu işte. Bir şeyleri değiştirmeye ne kadar çabalarsak çabalayalım her şeyi ne kadar doğru yaptığımızı düşünürsek düşünelim atladığımız bir yer mutlaka oluyor ve işler bir anda tepe taklak oluveriyordu... İnsan tüm umutların, hayallerin, sevinçlerin altında kalıyordu.

 

Sabah etraf daha aydınlanmadan sıçrayarak uyanmıştım. Başım çatlıyor, gözlerim yanıyordu. Oturduğum yerde doğrulup ayağa kalktım. Adımlarımı ne kadar düzgün atmaya çalışsam da bir sağa bir sola kaymasına engel olamıyordum. Umrumda olduğunu da söyleyemezdim. Dengesiz adımlarla pencereyi açıp havanın yüzüme vurmasını bekledim. Hava o kadar soğuk değildi hafif bir esinti vardı. Titrek nefesimi dışarı verip mutfağa yöneldim. Mutfaktaki kasvetli havayı olabildiğince gözardı edip musluğu açtım. Ellerime değen suyun soğukluğunu yüzüme değene kadar fark etmemiştim. Hafif bir ürpermeme sebep olmuş olsa da iyi gelmişti. Ellerimi üstümdekilerle gelişigüzel kurulayıp salona doğru yürüdüm. Gözüme duvardaki kenarları kırmızı üstü hafif tozlanmış saat çarpmıştı. Pili bitmiş olmalıydı yelkovan bir ileri bir geri hareket ediyordu. Üstünde çok durmayıp koltuğa geri uzandım. Başımın ağrısı hâlâ geçmemişti. Yattığım yerden doğrulup tekrar mutfağa yöneldim. Çekmecede duran ağrı kesiciyi alıp ağzıma attım. Sağ tarafımda duran bardağı suyla doldurup bir yudum aldım ilacın acı tadını ağzımda hissedince yüzümü buruşturup kalan suyu hızla kafama diktim. Bardağı lavabonun kenarına bırakıp dolaba yöneldim. Kahvaltı için bir şeyler çıkarıp masaya koyduktan sonra ekmek koyacakken kalmadığını fark ettim. Yorgun adımlarla kapının yanında asılı olan montumu elime aldım. Bir yandan giyiyor bir yandan da cüzdanım yanımda mı diye ceplerimi kontrol ediyordum. Sol elimi cebime attığımda cüzdan elime değmişti. Ayakkabılarımı giydikten sonra yürümeye başladım başımın ağrısı hafiflemişti. İlerideki dalları kurumaya başlamış olan ağacın yanından sola döndüm. Etraf sabahın ilk saatleri olduğu için sessizdi sadece birkaç insan vardı. Ellerimi cebime sokup yoluma devam ettim. Ev ile fırın arası çok yoktu. Kapıyı açıp içeriye girdim. Adamla sohbet etme girişiminde bulunmadan

" 4 ekmek."

Diyip başımı aşağı eğdim ve elimi cebime atıp cüzdanı çıkardım. Ekmeği aldıktan sonra parayı uzatıp adamın almasını beklerken eliyle elimi geri ittirmişti. Şaşkınlıkla başımı yerden kaldırıp adamın yüzüne baktım. Acı bir tebessüm edip,

"Gerek yok, bizden olsun."

Dedi. Kendimi zorlayarak aynı şekilde ben de tebessüm ettim. Cüzdanı cebime koyup fırından çıktım. Hava öncekine göre daha aydınlıktı. Çok sürmez güneş yakında doğar gibi görünüyordu. Başımın ağrısı yine beni yoklamaya başlamıştı. Boğazıma bir yumru oturmuş yutkunmama engel oluyordu. Derin derin nefes alarak kendimi toparlamaya çalıştım. Çünkü biliyordum ki keder insanı tüketirdi. Parça parça alır yok ederdi. Ben yok olmak tükenmek istemiyordum. Başımıza gelen şey çok zordu ve zor geçecekti. Kapıyı açıp içeri girdim. Ekmekleri masaya bıraktıktan sonra ikizleri uyandırmak için yukarı çıkmaya başladım. Kapıyı yavaşça açıp girdim. İkisi de uyuyordu. Korkmamaları için yavaş adımlarla yanlarına gelip elimi hafifçe Emilio'nun başına koydum.

 

"Emilio hadi uyan oğlum, kahvaltı yapalım."

 

Emilio hafif kıpırdanıp gözlerini açtı ben de bu sırada Ivan'ı uyandırıp pencereye doğru yöneldim. Güneş ışıkları yükselmeye başlamıştı. Pencereyi açıp ikizlere döndüm. Yatakta yarı uykulu şekilde oturuyorlardı. Yanlarına gidip ellerinden tuttum. Mutfağa inip yüzlerini yıkamalarına yardım ettikten sonra açıklıkları ağır basıp masaya koşmuşlardı. Bazen çocuk olmak istiyordum. Hatta çoğu zaman. Kötü olaylar biz büyüklerin aklından çıkmazken onlar unutuyorlardı ama bu öyle hemen unutulacak bir şey değildi. Mutlaka hatırlayacak ve bana da hatırlatacaklardı. Sanki aklımdan bir an olsun çıkıyormuş gibi... sandalyeyi çekip karşılarına oturdum. Bir şeyler yemeye kendimi zorlayacakken yanımdaki sandalyeye bakıp kalmıştım. Eşimin her zaman oturduğu sandalye. Bomboştu... Gözlerim buğulanmış , boğazım düğümlenmişti. Dolu gözlerle sandalyeye bakarken İvan'ın sesi ile kendime geldim.

 

" Baba sen neden yemiyorsun, acıkmadın mı?"

 

Hafifçe gülümseyip bıraktığım çatalımı elime aldım. Tabakta duran zeytini tam alacakken fırlayıp yere düştü. Bu sırada beni izlediklerini zeytin fırlayınca kahkahayı bastıklarında anlamıştım. Onların bu gülüşmelerine ben de gülerek eşlik etmiştim. Az da olsa bir şeyler yedikten sonra masadan kalktım ikizler de biraz daha oyalandıktan sonra kalktılar. Salona gelip oyuncak arabalarını sürmeye başladılar ben de köşeden onları izlemeye koyulmuştum. Onlar bana iyi geliyordu. Onlardan başımı başka tarafa çevirsem anılar beni yakalayıp canımdan can alıyordu. Evin her köşesinde eşimin izleri vardı. Yatak odası... yatak odasında nasıl uyuyacağımı bilmiyordum... Onun olmadığı bir yatak... Onun sıcaklığının olmadığı, kollarının sarmadığı bir beden... Nasıl alışacaktım bilmiyorum... Sevdiğini kaybetmenin acısını kimse tarif edemezdi. Zordu çok zor. Kolumdaki saatten saate baktığımda 10'a geliyordu zaman ne çabuk ilerliyordu. Keşke acıları, hüzünleri de bir çırpıda alıp götürseydi. Zaman kanayan yerlerimize iyi gelecek miydi? Sargı görevi görecek miydi? Yine bu düşüncelerde boğulurken ikizler oyun oynamayı bırakmış yanıma gelip oturmuşlardı. Yüzleri asılmış gözleri dolu dolu bakıyorlardı. Ivan yüzüme bakıp konuşmaya başladı.

 

"Baba ben anneme sarılmak istiyorum, bizimle oyun oynasın istiyorum ama annem yok."

Cümlesini bitirir bitirmez dolu olan gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Emilio da ağlıyordu. Ellerimle gözyaşlarını silip ikisine de sıkıca sarıldım.

 

"Geçecek oğlum hepsi geçecek anneniz bizi yukarıdan izliyor üzülmeyin. Hadi bakalım silin gözyaşlarınızı."

 

Dediklerim biraz olsun ağlamalarını durdurmuştu.

 

"O zaman sen bizimle oyna baba. Olur mu?"

Ivan da Emilio'nun dediğini başını sallayarak onayladı. Derin bir nefes alıp geri verirken titrememesi için yavaş yavaş verdim.

"Olur tabii oğlum oynarım."

Oyun oynamaya başlayınca yüzleri biraz olsun gülmeye başlamıştı. Onların gülen yüzleri bana da iyi gelmişti. Daha iyi hissediyordum. Olduğum yerden kalkıp dışarıya baktığımda güneşin batmaya başladığını gördüm. İkizlerin yanından ayrılıp mutfağa yöneldim. Aklıma ne yapacağıma dair bir fikir gelmediği için lavabonun altındaki dolabın kapağını açtım içinde makarna, bulgur ve birkaç tahıl daha vardı. Diğer kapağı açtığımda hazır pakette olan mantıyı görünce biraz olsun sevinmiştim. Mantı hiç de fena bir yemek değildi. Tencereye suyu doldurup ocağa koydum. Kaynayınca da mantıları koyacaktım. Aşçılığım hiç fena sayılmazdı. Sırasıyla malzemeleri ekledikten sonra ocağı kapatıp soğumaya bıraktım. Ellerimi yıkayıp salona ikizlerin yanına gelip dışarıya bir göz attım. Hava kararmış, sokağın karanlığını ise 4-5 metre aralıklarla dikilmiş olan sokak lambaları aydınlatıyordu. Pencereden ayrılıp kanepeye oturdum. Çok geçmeden ikizler;

"Baba biz acıktık."

Diyerek yanıma geldiler. Yemek sıcak ağzınız yanar diye ne kadar söylesem de inatlarını kıramamıştım. Kalkıp yemeği koyduktan sonra masayı kurana kadar soğuması için pencereyi açıp pencerenin önündeki geniş kısıma koydum. Masaya diğer şeyleri ve ekmeği koyduktan sonra ikizlere seslendim. Koşarak gelip masaya oturdular belli ki çok acıkmışlardı. Kalkıp pencerenin önüne koyduğum tabakları alıp masaya koydum. Elimle hissettiğim kadarıyla o kadar sıcak değillerdi. Pencereyi kapatıp sandalyeme oturdum. İkizler yemeye başlarken onları yemeğin sıcak olduğuyla ilgili uyarmayı da atlamadım çünkü onlar daha hassaslardı. Bugün de böyle geçmişti. Yemekten sonra ikizlerle biraz sohbet ettik. Çok geçmeden gözlerini ovuşturduklarını gördüm. Uyku saati gelmişti. Yukarıya odalarına çıkarıp üstlerini örttüm kapıyı da kapatıp günün ruhsal ve bedensel yorgunluğu ile merdivenlerden aşağıya inip salona oturdum. Yatak odasına girecek gücü kendimde bir türlü bulamıyordum. Biraz durduktan sonra benim de uykum gelmişti. Kanepeye uzanıp gözlerimi kapattım.

 

 

Loading...
0%