@morkanatlizambak
|
Rüzgârın sert vuruşları ağaçların yapraklarını sallıyordu. Bazıları da dayanamayıp yerle buluşuyordu. Yere düşen yapraklar her yere uçuyor bazen bir kovukta, bazen bir kuytuda bezen de bir yürekte unutulup kalıyordu. Artık ne uçabiliyor ne de bir dalın ucunda sallanabiliyordu, geriye dürümeyi beklemek kalıyordu. Sessiz adımlarla ilerliyordu Yavuz. Etrafı en ince ayrıntısına kadar izlemeye her detayı aklında döndürmeye çabalıyordu. Aklında kalan, anılarını canlandıracak en küçük ayrıntıya muhtaçtı. Hem de acilen, başka canlar zarar görmeden hafıza kartının yerini anımsamalıydı. Karakoldan çıkar çıkmaz buraya gelmişlerdi ve Yavuz sabahtan beri ayakta olduğu için sağ ayağının bilek kısmı ve biraz üzeri çok fena ağrıyordu. Bacağında ki ağrı neredeyse tüm vücudunda vurmuştu ya da o öyle hissediyordu. En yakın zamanda hastaneye gitmek farz olmuştu. Fakat Yavuz'un eli başına değip gidebileceğini sanmıyordu. Bazen ayağının ağrısından adımları tökezliyor, olduğu yere çöküyordu. Bu yüzdendi; pantolonunun toz toprak olması, yer yer otları taşıması. "Biz şimdi ne yapmaya çabalıyoruz?" Dedi Onur, kendince haklı bir soruydu. Zahit, yere çökmüş ellerini başına dayamış Onur'a esefle baktı. Neden bir şeyleri anlaması bu kadar uzun sürüyordu? "Yavuz'un anılarını canlandırabilecek en ufak bir şey arıyoruz, o da olmazsa onlardan bir iz. Kartal bir iz bırakmak zorunda, yoksa elimizde hiçbir şey olmadan ordan oraya sürükleniriz. Ciddi mânâda elimizden hiç bir şey gelmiyor." "Onca masum canın katledilmesi beklemek dışında!" Dedi Yavuz kendine olan öfkesi boyunu aşıyordu. Bu nasıl unutlulabilirdi? İki elini gerginlikle siyah tutamlarının arasından geçirdi. "Masumların canı yanacak ve bunun en büyük yardakçısı ben olacağım!" Yavuz'un sağ eli yumruk halini almıştı, öfkesini bir yerden bir şeyden çıkarmalıydı. Yoksa içinde birikip onu içten eritecekti. Her şey üst üste bire birden yıkılıyıordu. Ya yeni ayağa kalkmışken ya da en dipteyken. En dipteyken çöküyordu tüm bu her şey ve her umut kırıntısı. Sağ yumruğunu sinirini, öfkesini ve bi dolu gerginliğini atmak için yanında ki kirtişli ağacın gövdesine vurdu. Zahit hızla atılsa da yetişememişti. Yavuz sağ yumruğunu defalarca kaldırıp tekrardan vurdu. Her şey onun suçuydu! O hak ediyordu! Bu düşüncelerle beyni dolup taşıyordu. Yorgundu hem de çok, bitkindi hem de çok, gergindi çünkü masumların canı ince bir iplikteydi. Ve iplik hiç istemese de onun eline dolanmıştı. Ne koparabiliyordu ne de kesebiliyordu, her hareketinde bir urgan misali boynuna dolanıyordu. Binlerce masumu katletmek bu kadar kolay mıydı sahi? Vicdanı körelmiş canî varlıklar yine kendi türüne kıyıyordu. Kendi taşıdığı silahla yine kendi canına kast ediyordu. Zahit cebinden bir mendil çıkarıp Yavuz'un kan damlatan eline uzandı. Fakat yarasını saramamıştı. "Bırak kalsın" dedi Yavuz içinde ki acıyla. "Bırak kalsın, şu bir kaç damla masumların benim yüzümden akacak olan kanından çok değil!" Yavaşça elini geri çekti Zahit. Yavuz'un neden kendisini suçladığını ve tüm yükü kendi omuzlarına aldığını anlayabiliyordu fakat yarasını sarmamak ona göre fazlaydı. Yavuz kendine olan siniriyle ağaçların arasına daldı. Daha fazla çabalayacak, elinden ne geliyorsa hepsini gözünü kirpmadan yapacaktı. Şu bir haftada neler yaşadığını sorgulayamıyordu. Her yerden, herkezden ve her şeyden kaçmak istedi. Yok olmak belki de. Hiç bir şeyin onun suçu olmadığı bir zaman diliminde gözlerini açmak istedi. Fakat olmadı, o hâlâ burada tüm bu bilinmezliğin içindeydi. Ağaçların hepsi aynı, birisi diğerinin birebir kopyası gibiydi. Ayaklarının bastığı yerlerden hafif hafif çıtırtılar duyuluyordu. Yerde toprağın üzerinde ağaç dalları ve zamansız düşen yapraklar vardı. Genç ölen insanlar gibi onlarda erken düşmüştü toprağa. Kurumaya yüz tutmuştu bedenleri aynı insanlar gibi. Yavuz'un başı ağrıyordu, döndüğü her bir ağaç başını döndürüyordu. Nefes alamıyordu sanki. Bir ağaca omzunu yaslayıp yavaşça aşağı kaydı. Ağrıyan bacaklarını iki yana açmış, başı ise arkaya düşmüştü. Büyük bir dalganın üzerinde hatta içinde debeleniyordu. Ne bir kurtaranı ne de şuan bir çıkış yolu vardı. Sanki tüm yollar ona tıkanmıştı. Bacaklarının ağrısı iyice artmış neredeyse gözünden yaş gelecekti. Sağ bacağının bilek kısmı daha fazla ağrı yapıyor, sanki bacağını içten içten kemiriyordu. Elinin birisini ağrının olduğu yere koyup yavaş yavaş masaj yapmaya başladı. Fakat ağrının yanına bir de acı eklenmiş canından can alıyordu. Sanki o kısımda bir şey vardı ve Yavuz eliyle masaj yaptıkça derinlere gidiyordu. Ruhunu kemiriyordu bir parça da, bu ağrı. Görmezden gelmeli acıyı yok saymalıydı. Umursamazsa belki geçerdi, belki onu rahat bırakırdı. Bu umutla ağaca bir elini koyup kalkmaya çalıştı Yavuz. Her düştüğünde kalktığı gibi yine kalkacaktı ayağa, yine dim dik her şeye göğüs gerecekti. Önceden olsa omuzunu sevdiklerine yaslayacak olan Yavuz, şimdi kendi kalkmayı planlıyordu. Ruhu eksikti, paramparça. Parçaları kayıp puzzle gibi; eksik ve yarım. Belki de hiç tamamlanamayacak. Hep eksik, hep yarım kalacak belki fakat kurtulacak. Bu bataklıktan, bu bilinmezlikten çıkmak için çabalayacak. O an bir el uzanıp tuttu elini. Kendisi düştüğü yerden kakmaya çabalarken bir yardım eli. "Yavaş ol kardeşim" Yavuz, Zahit'in yüzüne bakakalmıştı. O kendisi çabalarken, aynı çabayla ona karşılık veren bir dost. Yavuz ayağa kalktığında beyninde ki düşünceleri bir bir atmıştı üzerinden. Neden yanlız çabalasındı ki? etrafında bu kadar insan, bu kadar yardım eli varken. Herkezin onun yanında olduğunu hissediyordu Yavuz, fakat güvenip güvenmemekte halen kararsızdı. Kimin nasıl bir insan olduğu anlında yazmıyordu ki, Yavuz ona göre hareket etsin. Her güvendiği insanda içinde bir şüphe olacaktı bundan emindi. Hem zaten kim tanımadığı, tanıyamadığı insanlara koşulsuz şartsız güvenebilirdi ki? Kimse... Aklında ki bir kefede dahi düz durmayan düşüncelerini kontrol altına almaya çabalayıp karşısında ona gülümseyerek bakan Zahit'e tebessüm etti. Ormanın daha fazla derinlerine dalmaya başladılar. Toprak ve ölü yapraklar eziliyordu ayaklarının altında çaresizce. Önceden onlar ağaç tepelerinde aciz insanlara acıyarak bakarken şimdi ayak altında çaresizce ezilmek düşmüştü kaderlerine. Çeşit çeşit ağaç türü vardı etrafta. İğneli, iğnesiz. Yapraklı, yaprakız. Meyveli, meyvesiz. İleride ki ağacın dallarında iştah açıcı turuncu meyveler vardı mesela, meyvelerin yanında ağaca sıkıca tutunmuş Onur. "Ne ara çıktın oraya?" Diye sordu Zahit, Onur'u bir kuş misali ağacın tepesinde görünce. Onur elinde ki kayısının birisini ağzına atarken diğerini Yavuz'a fırlattı. "Çok lezzetli, yesene enişteciğim" demeyi de ihmal etmemişti. "Daldan dala konuyorum, Zahit abiciğim" "Mümkünse sadece Melike dalında kal da" dedi Yavuz uyarır bir tonla. "Ayıp ettin Yavuzcum. Ben öyle birisi miyim? Aşk olsun! Benim gözüm sadece Melikemi görür." "Aferin sana" diye atıldı Zahit. "Bana da kayısı atsana" Onur ileride ki dala uzanıp bir meyve daha koparıp Zahit'e fırlattı. "Gül çiçeğimi özledim" diye de eklemişti. Onur'un konuşmasına istemsizce tebessüm etti, Yavuz. Bir tebessümle her şey düzelecekmiş gibi, bir tebessümle tüm hayatı bir düzene oturacakmış gibi hissetti o an. Yanlızca o an gülümsemek istedi, tüm acılarına. Karşısına çıkacak tüm engellere. Yüzünde ki tebessümle kafasını sol tarafa çevirmesiyle yüzüne merak oturması bir oldu. O, ilk başta kaçtığı demir konteynır ordaydı. Öylece ağaçların arasında duruyordu. Yeni bir bölüm. Nasıldı? |
0% |