Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@morrmmavii

8.BÖLÜM

"Her ağlayan güçsüz değildir. Tıpkı her gülenin mutlu olmadığı gibi."

(Melis'in anlatımıyla)

"Melis!"

"Melis, ses ver!

"Melis."

"Melo, hadi kalk. Daha buradan çıkacağız."

Duyduğum seslerle gözlerimi aralamam bir oldu. Herkes benimle konuşuyordu. Ama Beyza hem konuşuyor hem de bana kolonya koklatıyordu.

“Melis, iyi misin?” diye sordu Nisa. Başımı salladım. İyiydim, ama açtım, açtık.

“Oh be, Melo varya o kadar korktuk ki.” Dediğinde gülümsedim.

“ ‘Melo’ mu?”

“Evet, yeni lakabını beğendin mi?”

“Beğenmedim desem sanki söylemeyeceksin.”

“Doğru, söyleyeceğim.”

Gözlerim ağrıyordu. Ve hala uyumak istiyordum.

“Kurtuluyor muyuz peki?”

“Sanırım, evet.”

“Hadi o zaman.”

Cengiz’e camdan bağırmaya gidiyorduk. İçimde bir his vardı. Çıkacağımıza bir türlü kendimi inandıramıyordum. Cama Enes yaslandı ve Cengiz’e bağırdı.

“Cengiz!”

“Ne var?” çok halsiz görünüyordu. O da bizim gibi aç ve yorgundu.

“Sakladığın gülü bulduk hadi çıkar şimdi bizi.”

“Öyle 1 tane bulup çıkacağınızı mı zannettiniz?”

“Ne!?”

“Tam 5 tane bulmanızı istiyorum. Ancak öyle çıkarsınız oradan.” Dediğinde Enes delirmiş gibi bağırmaya başladı. Sonrasında sakinleşip soru sordu.

“Peki kaç tane bomba var?”

“6 tane.” Dediğinde gözlerim dolu dolu olmuştu. Ağlamama ramak kalmıştı. Ama kendimi tutuyordum. Çünkü eğer bu hayatta en zor anlarımda ağlasaydım gözlerimde göz yaşı kalmazdı. Bir an kendimden geçip duvarları yumruklamaya başladım. Enes kollarımdan tuttu.

“Melis!”

“Ne var, ne!?” “Sıkıldım artık anlıyor musunuz!?” “Bütün zorluklar üst üste geliyor!” O an daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladım. Sonra Enes’in yüzünde tereddüt eder gibi bir ifade gördüm. Yüzüne bakarken birden bana sarıldı. Ben ağlamaya devam ederken konuşmaya başladı.

“Ağla.” “Tamam mı?” “Her ağlayan güçsüz değildir. Tıpkı her gülenin mutlu olmadığı gibi.”

“Ben... Ben güçlü müyüm?”

“Güçlüsün!” “Hepimizden güçlüsün.” Dediğinde ağlamam arttı. Ben ağlarken Nisa’nın da ağlamaya başlayıp Sinan’a sarıldığını gördüm.

“Her şey düzelecek Nisa. Ağlama.”

“Düzelecek değil mi?”

“Düzelecek.” Beyza ise bana sarılarak ağlıyordu. Hepimiz birbirimize tutunuyorduk. Birkaç dakika sonra toparlanmamız gerektiğinin farkına vardık.

“Tamam, yeter bu kadar ağlamak.”

“Aynen kızlar, toparlanın artık.”

“Ben dayanamayacağım depoya gidiyorum. Sizde gelin.”

“Depoda ne var Beyza?”

“Şimdi aklıma geldi, depoda kantindeki yemekleri yapabilmek için olan malzemeleri Gülten Abla depoya koyuyordu.”

“Ne yani şimdi bizim aç karnımız mı doyacak?”

“İnşallah. Kimse yemediyse evet.”

“Hadi o zaman gidelim.” Depoya inerken yemek yiyecek olmanın mutluluğu yüzüme yansıyordu. Kantin katına vardığımızda depoya doğru ilerlemeye başladık.

“İşte geldik.” Diyerek kapıyı ittirdi Beyza. Fakat kapı açılmıyordu.

“Heh, çok güzel tam yemek yiyeceğimize kendimizi hazırlamışken kapının kilitli olması muhteşem bir şey.”

“Bir dakika susar mısın Sinan? Düşünüyorum.” Diyerek 10-15 saniye düşündü.

“Tabii ya, eğer önceki günden kalan tostlar varsa yeni malzeme almaya gelmemiştir, kapı da kapalı kalmıştır.” Dedi ve kantine girdi.

“Neden kantine girdin ki şimdi?”

“Anahtar olsa olsa kantindedir diye düşündüm.” Kantine iyice bir göz gezdirdi.

“Buldum!”

“Ne buldun?”

“Bir anahtar.” Diyerek iple duvardaki çiviye takılmış olan anahtara uzandı. Anahtarı aldığında hızla yanımıza geldi ve kapıyı açtı.

“Umarım bu kapının anahtarıdır.” Dediği anda kapı açıldı.

“Yes be!”

“Beyza sen bir dahisin.”

“Sağol canımcım.” Işıkları açtık ve karşımızda çok güzel bir manzara vardı. Salamlar, sucuklar, yumurtalar, ekmekler, salatalık, domates, peynir, zeytin. Kısacası her şey vardı.

“Daha yeni koli gelmiş demek ki.”

“Nereden anladın?”

“Çünkü eğer yeni gelmeseydi malzemeler az olurdu.”

“Ya ben çok acıktım. Kızlar hadi bir sucuklu yumurta yapın ya.”

“Az ye de kendine bir uşak tut Sinan. Evlenince de bunu benden beklemeyeceksin herhalde değil mi?” Bir dakika evlenince mi?

“Ne?” diye sordum anında. Nisa gülümsedi.

“Sinan arkadaşınız bana evlenme teklifi etti.”

“Ne ara oldu bu?”

“Yanında yüzüğü duruyormuş. Yalnız kaldığımız bir an etti işte.”

“Siz ne zaman çıkmaya başladınız ya?”

“Oldu işte bir şeyler. Neyse arkadaşlar şimdi Sinan bize güzel bir sucuklu yumurta yapacak.”

“Yaparım tabi canım, sucuklu yumurtada ne var?”

“Yap bakalım, bekliyoruz.”

“Eee her şey Sinan’ın üstüne kalmasın, bende yardım edeyim.”

“Tamam Beyza.”

(Saat 15.22)

“Sinancım eline sağlık. Gerçekten sucuklu yumurta diye sahanda yumurta yapmana hayran kaldım.” Deyince ortaya gülüşmeler bırakıldı.

“Aynen abi nasıl becerdin ya onu?”

“Ne bileyim abi dalmışım ya.”

“Olsun olsun üstüne gitmeyin. Yumurta yerine başka bir şey de yapabilirdi, buna da şükür.” Nisa’nın sözü bitince yine bir gülüşme ortaya çıktı.

“Ya üzülüyorum ama, o kadar emek verdim.” Her zamanki gibi yine destek çıkan Beyza oldu.

“Ya tamam, niye üstüne gidiyorsunuz ki bu kadar, çok ayıp.”

“Sağol Beyzoş. Bana tek destek çıkan sensin valla.”

”Ne demek canım, vazifemiz.”

“Hadi sınıfa gidelim.”

“Ama bari bir tatlı yeseydik.”

“Yürü Sinan.”

“Abi tatlıyı da yarın ye.”

“Nasıl yani yarına kadar yemek yemeyecek miyiz?”

“Evet Sinan. Burada ne kadar kalacağımız belli değil. O yüzden azar azar, doyacağımız kadar yiyeceğiz.”

“Ya ama Melo-”

“Aması maması yok Sinan yemeyeceğiz.”

“Beyza kapıyı kilitle ve anahtarı yanına al.”

“Ama diğer öğrencilere haksızlık olmaz mı?”

“Yapacağımız bir şey yok. Tüm öğrencilere verirsek biz de aç kalacağız.”

“Neyse haklısın sanırım.” Diyerek elindeki anahtarla kapıyı kilitledi. Ardından da anahtarı cebine koydu.

“Hadi şimdi aradığımız katları tekrar aramaya, ama bu sefer hep beraberiz.”

“Nasıl?”

“Hepimiz beraber arayacağız.”

“Bu işe yarayacak mı sence?

“En azından olanakları var. Birimiz göremezsek birimiz görürüz.”

“Aslında en başından beri bunu yapmalıydık.”

“Neyse. Geçmişi bir kenara koyup geleceğe bakın.”

2 Saat sonra

“Abi bence biz bir yerde yanlış yapıyoruz.”

“Nerede yanlış yapıyormuşuz?”

“Bence gülleri değil bombaları aramalıyız.”

“Ne?”

“Bombaları bulmalıyız. Eğer bulursak polisler bize yardım edebilirler. Buradan çıkabiliriz.”

“Sinan’ın düşüncesi mantıklı.”

“Evet mantıklı, ama eksik.”

“Nasıl bir eksiklik bu?”

“Ya bombaları da bulamazsak gülleri bulamadığımız gibi. Hem bombaları hem gülleri aramak daha mantıklı.”

“Bende bir fikir var aslında.”

“Ne?”

“Bence 2 saat gülleri, 2 saat de bombaları arayalım. Böylece daha odaklı aramış oluruz.”

“Ama 4 saat olur.”

“Olsun.”

“Buradan çıkmak istiyorsan dayanacaksın kardeşim.”

“Tamam ya. Dayanacağım.”

“Azıcık birbirimizi mi tanısak?”

“Olur, tamam.”

“Sorular benden geliyor tamam mı?”

“Tamam”

“O zaman ilk sorum Sinan’a, annen ile baban neredeler?”

“Babam Fransa’da. Annem de...” “Burada...” diyerek kalbini gösterdi.

“Sinan, seni üzdüm mü?”

“Takma kafana Melis. Ara ara olur böyle.”

“Peki. O zaman, diğer sorum Enes’e.”

“Gönder gelsin.”

“Senin annen ile baban neredeler?”

“Ukrayna’da.”

“Neden.”

“Ben doğduğumdan 9 yaşıma kadar Ukrayna’da yaşıyorduk. 9 yaşımda Türkiye’ye geldik. Burada bir amcam vardı. Onları ziyarete gelmiştik. Ama sonra okuldan gelen kuzenimi gördüm. O sene zaten okula başlayacaktım Ukrayna’da. Ama ben Türkiye’de okumak istiyordum. Annemler benim her isteğimi karşılarlar. Buna da hayır diyemediler. 14 yaşıma kadar amcamın yanında Türkiye’de kaldım. Babam ile annemin Ukrayna’da kalması gerekiyordu. Bende Ukrayna’ya gelmek istemeyince sık sık beni ziyarete geliyorlardı. Hala geliyorlar. Ama artık amcamın yanında kalmıyorum. Sinanla birlikte kalıyoruz. Ev arkadaşım olur kendisi.”

“Evet, kendisinin ev arkadaşıyım.”

“Parayı nereden kazanıyorsunuz?”

“Her ay annem ile babam bana para yollarlar. Bende o paraları biriktiririm. Bir yerde işe girdik. Oradan gelir elde ediyoruz.”

“Anladım. Nisa, sen Beyzayla kalıyordun değil mi?”

“Evet.”

“Sizin geliriniz nereden geliyor?”

“Benim paraya ihtiyacım olunca babamı arıyorum. O bana para atıyor.”

“Yaşın kaç Beyza?”

“18.”

“Bende.”

“Nisa, Sinan sizin yaşınız kaç?”

“17.”

“İkinizin de mi?”

“Evet. Küçüğüz sizden.”

“Enes?” Enes tam cevap verecekken Sinan cevap verdi.

“Enes hepimizin abisidir. Yaşı 19.” Bir anda gözlerim Enes’e kaydı. Benim ona baktığımı görünce gülümsedi. O gülümseyince bende gülümsedim.

“En sevdiğin renk Enes?”

“Siyah.”

“Nisa?”

“Kırmızı.”

“Beyza?”

“Mor.”

“Sinan?”

“Beyaz.”

“Melis?”

“Efendim?”

“Sen hepimize sordun bizde sana soralım.”

“He, benimki mavi.”

“Tamam yazdım bunu kafama.”

“Neyi?”

“Senin en sevdiğin rengin mavi olduğunu.”

“Bende seninkini yazdım o zaman.”

“Tamam.”

“Ya abi.”

“Yine ne için sızlanacaksın Sinan?”

“Abi ben acıktım ya.”

“Sinan, sen açsında ben deve mi yedim?”

“Ne?” “Ne devesi abi ya?”

“Sinan, özet geçeyim, ‘ne yapabilirim bende açım’ diyor.”

“Depoya gitsek?”

“Sinan!” “Sana kaç kere dedik? Oraya günde bir kere gireceğiz. Bitti.”

“Tamam ya, kızmayın.”

“Saat 17.30 yapacak hiç bir şey yok!”

“Canın mı sıkılıyor?”

“Evet!”

“Benimde.”

“Ya benim merak ettiğim, bu Cengiz’in hiç mi uykusu gelmiyor?”

“Evet ya.”

“Cengiz hapse girmemek için şeytana bile pabucunu ters giydirir. Ama bu şekilde gidemez. Bir gün mutlaka yorulacak aynı yerde hareketsiz, uykusuz, aç bir şekilde durmaktan.”

“Evet, Enes haklı.”

“Ya o değilde, evden çıkarken keşke telefonumu alsaydım.”

“Bende telaştan unutmuşum.”

“Ya abi, sizin telefonlara şarj aleti arasak?”

“Sinan, telefon olunca buradan çıkacak mıyız sanki?”

“Ama en azından canımız sıkılmaz.”

“Bu durumda nasıl eğlenmeyi düşünüyorsun?” Sinan ve Enes tartışırken elimi boynuma götürdüm, kolyem ile oynamak için. Elimi boynuma götürdüğümde ise kolyemin boynumda olmadığını hissedince hemen gözlerimi aşağı indirip baktım. Kolyem yoktu. 15 yıllık kolyem kaybolmuştu. Üstelik onu bana annem hediye etmişti. Onu bulmak zorundaydım.

“Çocuklar!” diye telaşla seslendiğim zaman bütün bakışlar bana yöneldi.

“Ne oldu Melis!?”

“Kolyem...”

“Ne oldu kolyene?”

“Kolyem yok!”

“Çıkarmışsındır belki.”

“Hayır, çıkarmadığıma eminim. Düşmüş olmalı. Ve benim onu bulmam lazım.” Diye telaşla kalktığım zaman arkamdaki Enes’in kolumu tutup beni durdurmaya çalıştığını fark edince durdum. Ve ona doğru döndüm.

“Bir kolye için neden bu kadar endişelisin? Manevi bir değeri mi var?”

“Evet. O kolye bana annemden hediyeydi. 15 yıllık kolyem o benim!”

“Tamam, tek başına arama. Bizde seninle birlikte arayalım.” Kantinin etrafına, depoya, oturduğumuz masanın etrafına, kantinin her tarafına baktık. Ama yoktu! Yoktu işte!

“Ben yukarı kata çıkıyorum.” Diyerek merdivenlere yöneldim. Ve merdivenleri hızla çıkmaya başladım.

“Melis, biraz yavaşlar mısınız? Yetişemiyoruz size.”

“Yavaşlayamayız Beyza. Benim onu hemen bulmam lazım.” Sınıfıma, sınıflara her yere girdim baktım. Yok, yok, yok! Burada da yoktu! Ben nerede düşürdüm kolyemi ya? Nerede!?

“Üst kata da gideceğim.” Her yeri arıyordum, tarıyordum. Ama yanımdaki 4 kişide benim peşimden arıyordu kolyemi

“Kolyen nasıl bir kolyeydi?”

“Pembe boncukları var. Kelebeği var. Pembe boncukların arasında sarı yıldızlar var.”

“Merak etme, onu bulacağız.” deyince gülümsedim.

“Dağılsak nasıl olur?”

“Tamam. Dağılalım.”

“Beyza, sen bizimle gel. Enes’te Melis’le gitsin.”

“Tamam.”

“İyi düşün bugün nerelere girdin?”

“Hepimizin girdiği yere. Sizden hiç ayrılmadım.”

“Tamam. Sınıf sınıf, kat kat, koridor koridor dolaşacağız o halde.”

“Bak sınıfları bölüşelim. Sağ taraf benim, sol taraf senin.”

“Tamam.” Dedi ve sol tarafın başındaki sınıfa girdi. Bende hızla sağ tarafın başındaki sınıfa girdim. Ve sıraların altına tek tek dikkatlice baktım. Yere bakarak kapıya doğru ilerliyordum. Ve içeri giren birine çarptım.

“Afedersiniz.”

“Önemli değil.” Dedi ve sırasına oturdu. Ben ise sol tarafın 2. Sıradaki sınıfa girdim. Arka sıralarda birkaç kız oturmuş dertli dertli konuşuyorlardı.

“Merhaba, ben kolyemi kaybettim de sınıfınıza bakabilir miyim?” kızlar bana nedenini bilmediğim bir şekilde küçümseyici bakış attılar. Ama aralarındaki diğer kız ise gülümseyerek kabul etti.

“Tabiki, arayabilirsin.”

“Teşekkür ederim.”

“Rica ederim.” dedi ve sonra arkadaşlarına yöneldi. “Kızlar, hadi biz çıkalım da arkadaş kolyesini rahatça arasın.”

“Ah, çok incesin. Teşekkür ederim.”

“Ne demek, lafı bile olmaz.” diyerek sınıftan çıktı. Ve ben daha rahat aramaya başladım. Sıraların altına yine dikkatlice bakmaya başladım. İyice baktım bu sefer ama yine yoktu. Çöp kutusunun oralara doğru bakışlarımı yere çevirdim ve yerde gözlerimle aradım. Yine yoktu. Sınıftan çıkmak için başımı kaldırdığımda, o çocuğu gördüm karşımda. Buraya tutsak edildiğimiz gün beyaz gülleri beraber arama teklifi sunan çocuğu.

“Merhaba.”

“Merhaba.”

“Burası benim sınıfım. Ama sen bizim sınıfta mıydın?”

“Hayır. Kolyemi kaybettim de onu aramak için geldim. Rahatsız ettiysem özür dilerim.”

“Hayır, ne rahatsızlığı? Olur mu hiç öyle şey?”

“Teşekkürler.”

“Rica ederim. Ah, dur bir saniye.” Diyerek elini cebine soktu. Elini çıkardığında ise, elinde kolyem vardı! İnanabiliyor musunuz? Kolyem vardı elinde!

“Kolyen bu mu?” diye sordu. Mutlulukla cevapladım soruyu.

“Evet! Evet, kolyem bu. Çok teşekkür ederim.” Diyerek kolyemi aldım. O kadar çok sevinmiştim ki. Onu bulamamaktan öyle korkmuştum ki, bunun sevinciyle kendimden hiç beklemediğim bir şey yaptım. Ve kolyemi bulan çocuğa sarıldım. İnanabiliyor musunuz? Gerçekten sarıldım. Ah, tanrım böyle bir salaklığı nasıl yaptım ben? Çocukta, bende çok şaşkındık. Hemen duruşumu dikleştirdim. Ama dikleştirmez olaydım. Kapının önünde Enes vardı. Bizi sarılırken görmüştü. Kesinlikle yanlış anlamıştı, kesinlikle.

 

 

Loading...
0%