Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Yılanlar Ve Isırılanlar.

@mranayavuz

BEYAZ KELEBEK


1. Bölüm: Yılanlar ve Isırılanlar.


*Prenses ve beyaz kelebeğin hikayesi.*


**Uzun zaman önce.


İçin de zehir olduğunu bilerek kahvemi dudaklarıma götürdüm. Gözümden bir yaş firar ederken derin nefes almak giderek zorlaşıyordu. Bu oyunu kazanamazdık fakat oyunu bozabilirdik. Piyonlar da şahı yenebilirdi. Bizim için akan kum saati parçalanabilirdi. Tüm dostlarım o sapığın oyununda kaybediyordu. Onlar hile yapamazdı. Cezası ölüm olurdu fakat ben oyununu ölümümle bozarsam? Beni öldüremezdi. Bana işkenceler edebilirdi fakat öldürmezdi. Bu zamana kadar bizi hep canımızla tehdit etmişti. Peki canının canıyla onu tehdit edersem? Ya dostlarımın oyununu bırakır beni kurtarırdı. Ya da ölmeme izin verir ve onların peşini bırakırdı. En yakın arkadaşımın zehir koyduğu kahveyi içen bendim fakat seçim yapacak olan o hastalıklı zihnin sahibiydi. **


“Lütfen!”


“Hayır dedim.”


“Zaten son senemiz, istesek de bir daha bir araya gelemeyiz.”


“Sen benim en yakın arkadaşımsın Bade. Ve evimizin arasında sadece iki sokak var. Bu dediğine inandın mı gerçekten?”


Bade sesli bir şekilde oflayıp yüzüne gelen birkaç kızıl saç telini sağ kulağının arkasına sıkıştırdı. “Neden gelmiyorsun ki? Biraz eğlenirdik.”


“Çünkü sabahın köründe saçma bir geziye gitmektense evimde öğlene kadar uyumayı tercih ediyorum.” Şirin bir şekilde gülümsedim. “Sana da tavsiye ederim.” Liseye geçtiğimizden beri bir kere bile geziye gitmemiş, onun yerine çok daha değerli işler başarmıştım. Yatmış, yatmış ve kitap okumuştum. Ne? Kusan insanların olduğu otobüsler içinde başımızda öğretmenlerle saçma sapan yerlere gidip peşimizden atlı kovalarcasına geri dönmekten iyiydi sonuçta. En azından bir gün fazladan dinlenebiliyordum. Ve evet, yıllardır öyle yapıyordum.


Bade ise ikinci planını uygulamaya geçirmişti: Duygu sömürüsü. “Bak bu zamana kadar bir kere bile gelmedin benimle. Herkes arkadaşları ile gezerken ben hepsinde yapayalnızdım.” Her gezi duyurusu yapıldığında Bade ile bu konuşmanın bir benzerini yaşıyorduk. Beni ikna etmeye çalıştığı kadar derslerini çalışsa okulun birincisi bile olabilirdi. Şaka yapmıyordum.


Gülerek göz devirdim. Bade hiçbir zaman yalan söylemeyi becerebilen biri olmamıştı. “Ozan seni bir dakika bile yalnız bırakmaz Bade.”


Konuyu hızlıca değiştirirken tüm tuşlarla basarak oyunu geçmeye çalışan birinden farksızdı. “Orada kelebekler için hazırlanan küçük bir orman bile varmış. Şu mavi kelebekleri çok merak ediyorum.” Sırıtışı büyüdü. “Hem beyaz kelebekte vardır.” Beyaz kelebeklere karşı ne kadar zaafım olsa da oradaki diğer kelebekler ile temas etme düşüncesi bile tüylerimi ürpertmişti. Saçma olduğunun farkındaydım fakat beyaz kelebekler dışında tüm kelebeklere nedensiz bir korku besliyordum. Beyaz kelebek ise bu dünya da saf kalabilen tek şeymiş gibi geliyordu.


Omuz silktim. “Beyaz kelebeği dışarıda da görebilirim Bade. Bunu için sabahın köründe kalkıp gitmeme gerek yok.”


Bunun da işe yaramadığını fark eden Bade pes etmiş olacak ki sonun da susabildi. Gülümseyerek yarım saattir beynimi vermeye çalıştığım kitabıma döndüm. Daha iki satır okumuştum ki biricik arkadaşımın sesini tekrar duymam ile sabır sınırlarıma yaklaşmaya başladığımızı fark ettim. Kitap okurken birinin benimle konuşmasına deli oluyordum. “Son bir teklif sunacağım sana. Eğer benimle geziye gelirsen söz istediğin bir şeyi yapacağım.” İnanmaz gözlerle ona baktığımı görünce ellerini havaya kaldırıp heyecanla konuştu. “Hem de ne istersen. Hiç bir sınır koymayacağım.”


Gözlerimi kıstım. “Ne olursa?” Diyerek dediklerini teyit etmek istedim. Bade’ye kolay kolay istemediği bir şeyi yaptıramazsınız. Sırf saçları için yağmur da ıslanmaz, benimle kitapçıya gelmemek için bin bir bahane uydururdu. Böyle bir teklif yapması şaşırtıcıydı, bunu kaçıramazdım.


“Ne olursa. Her şeye evet!”


Genişçe gülümsedim. “Tamam, geliyorum.” Belki biraz eğlenebilirdim. Gerçi eğlenmezsem bile sırf eğlenebilmem için beni maymunların arasına atacak Ozan adında bir şahıs tanıyordum.


Bade heyecanla oturduğu yatağımda zıpladı. “Göreceksin çok eğleneceğiz.” Teklifini eğlenebileceğim şeyler için kullanmayı düşünürken hayatın beni olduğum yerden alıp farklı bir köşeye fırlatacağını, bu isteğimi birinin hayatını kurtarmak için kullanacağımı nerden bilebilirdim ki?


•~~~~~~~~~~~~~~~~~~•


Geziden bir gün önce Bade bize gelmiş, dolabımı dağıtmaya başlamıştı. Fakat o buna “geziye uygun kıyafet bulma çalışması,” diyordu. Ben ise yatağımda yatmış, telefonumu kurcalıyordum. “Bu elbise nasıl? Biraz kısa ama çok şık.” Telefonumdan başımı kaldırıp gösterdiği kırmızı saten elbiseye baktım. Elbise oldukça hoş olmasına rağmen gezi için fazla abartılıydı. “Bade ben onun içinde hareket bile edemem.”


Elbiseyi iki ucundan tutarak bana doğrulttu. Kaşlarını çatıp dudaklarını büzerek kısa bir an düşündü. “Biraz abartılı sanırım gezi için.” Elbiseyi tekrar dolaba yerleştirirken konuşmaya devam ediyordu. “Nereden aldın?” Duraklayıp elini kalbinin üzerine koydu. “Sakın bensiz alışverişe gittiğini söyleme. Kalbim bu kadarına dayanamaz.”


“Teyzemin geçen haftaki ki doğum günü hediyesi.”


“Tasarımcı olan teyzen mi?” Diye sordu Bade heyecanla.


Başımı olumlu anlam da sallayıp tekrar telefonuma yöneldim. Bade birkaç elbise daha göstermiş, en sonunda fikrimi dahi sormadan tatlı kırmızı tonuna sahip, beyaz çiçekli bir elbise de karar kılmıştı. “Bak bu çok güzel işte. Bunu giymek zorundasın.” Bıkkın bir nefes verip başımla onu onayladım. Sadece bir geziye gidecektim. Neden bu kadar uğraşıyordu ki? Bade zorumla dağıttığı kıyafetlerin hepsini dolabıma yerleştirdikten sonra kendi giyeceği elbise arayışına girmek için evine gideceğini söylemişti. Sabah uyanmak için bir sürü alarm kurduğumu söylesem de beni dinlememiş, kendi uyandıracağı konusunda ısrar etmişti. Geziye geleceğim için düşündüğümden daha heyecanlıydı, bu yüzden artık karşı çıkmayı bırakmış sadece onu onaylıyordum. Bade gittikten kısa bir süre sonra telefonumu yatağımın yanındaki komodine şarja taktım. Evet yatağımın yanında priz vardı ve evet ben seçilmiş kişiydim. Hayatın bazen yüzüme tükürmek yerine yaptığı ufak jestlerden biriydi. Uykuya dalmadan önce sabah en azından biraz uykumu almış olarak uyanmak için dualar ederken uykuya daldım.


•~~~~~~~~~~~~~~~~~~•


Bilin bakalım kim saat 08.00’de gideceği gezi için 06.30 da uyandırılmıştır? Bade diye bir arkadaşınız varsa bu şanssız kişi siz oluyordunuz fakat maalesef Bade benim arkadaşımdı ve maalesef o şanssız kişi bendim. Başıma ağrılar girerken gözlerimi ovuşturdum. “Yemin ederim oturup ağlayacağım ya. Yalvarırım bırak birazcık zıbarayım.”


“Asla!” Dedi Bade heyecanla. Onu biraz tanıyorsam çoktan duş almış, giyinmeye başlamıştı. “Kalk bir duş al. Sen banyo yapana kadar zaten saat 07.30 olur.”


Maalesef ki haklıydı. Üşengeçliğim yüzünden banyoya geç giriyor ve yine aynı nedenden dolayı banyodan çıkamıyordum. “O kızıl saçlarını tek tek yolacağım.”


Telefona öpücük attı. “Bende seni seviyorum canım arkadaşım.” Oflayarak telefonu kapattığımda her şey için çok geçti. Uykum açılmıştı. Yatağımdan kalkıp ağır hareketlerle üzerimdeki kıyafetleri çıkararak sıcak suyun altına girdim. Soğuk su ile banyo yapanlara her zaman imrenirdim fakat bana delilik gibi gelirdi. Bir kaç defa denemiştim elbette -bir kere- fakat başaramamıştım. Yaklaşık bir saat sonra mor bornozumla dolabın önünde durmuş bir Bade’nin dolabımın kulpuna astığı elbiseye, bir de siyah pantolonuma bakıyordum. Siyah pantolona karşı farklı bir zaafım vardı. Üzgünüm Bade. Siyah pantolonum ile aynı renk tişörtümü giyip üzerime kırmızı oduncu rengi gömleğimi geçirdim. Saçlarımı tararken telefonumun melodisini duyduğum da güldüm. Bade hazır olup olmadığımdan emin olmak için aramış olmalıydı. Gözlerim yanıp sönen telefon ekranına kaydı. Çakma Bad boy. Uzanıp telefonumu kulağıma götürdüm. “Efendim Ozan?”


“Uyuyor musun yoksa hala?”


Hüzün dolu bir nefes verdim. “Keşke. Bade beni bırakır mı sanıyorsun? Hazırlandım, çıkarım birazdan.”


Ozan kısa bir duraklama yaşadı. “Birazdan mı?”


Görmeyeceğini bilsem de başımla onu onayladım. “On dakikaya çıkarım.”


“Pek sevgili saf salak arkadaşım saatin farkında mısın sen?”


Telefonu kulağımdan çekip saate baktığımda şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Sata 07.50’ydi. Zaman ne ara bu kadar hızlı geçmişti? Ozan’ın söylendiğini telefonu tekrar kulağıma yaklaştırdığımda fark etmek zorunda kalmıştım. “On dakika sonra evden çıkacak olursan okulun önünde ne otobüs kalır ne öğrenci!”


“Uçuyorum.” Telefonu Ozan’ın suratına kapatıp hızla merdivenlerden ikişer üçer inip dış kapıyı açtım. Kapıdaki bir sepet elmayı görünce Anneannemin yine aldıklarını unuttuğunu düşünerek elma sepetini içeriye bırakıp beyaz ayakkabılarımı giydim. Geziye gitmek için pek hevesli olmasam da Bade’ye istediğim bir şeyi yaptırma fırsatını kaçıramazdım. Sabahın köründe boşuna kalkmış olursam kahrımdan ölürdüm. Neyse ki evim okuldan pek uzak değildi. On beş dakikalık yürüme mesafesini olmayan matematiğim ile beş dakika da aşabilirdim. En azından öyle umuyordum. Koşmaya başladığım da vaktim olmadığı için telefonumdan açamasam da beynimde heyecanlı bir jenerik müziği dönüyordu. Böylece kendimi moda da sokabiliyordum. Üstelik koşarken atalarımın ne kadar haklı olduğunu fark etmiştim. Akılsız başın cezasını gerçekten de ayaklar çekiyordu.


Okulu uzaktan gördüğüm sırada tekrardan telefonum çaldı. Nefes nefese koşarken arka cebimden telefonu çıkarttım.


“Ef-“ derin bir nefes aldım fakat bu karnımın ağrımasına neden olmuştu, “Efendim?”


“Neredesin sen!?” Kulaklarımı kanatan bu cırtlak ses kesinlikle Bade’ye aitti.


“Geliyorum.”


“Otobüs kalkmak üzere. Ozan hocaları oyalamaya çalışıyor.” Bir-iki saniye sessiz kaldı. ”Ve sanırım çok da başarılı değil.” Arkadan Ozan’ın “Hocam sanırım ayağım kırıldı. Ah! Çıt sesini duydum hocam!” Ardından hüzünlü ve şaşkın sesini işittim. “Hocam nasıl duymazsınız ya sağır mısınız? Yok yok! Öyle demek istemedim!” Diye devam eden konuşmaları duyuyordum.


“Gelmek üzereyim.” Telefon elimde okula doğru koşarken dakikalar sanki bana inat hızla geçiyordu. Dakikalar sonra otobüsün kapısında soluklanıyordum. Karnımdan gelen sancı her nefes alışverişimde daha da artıyordu. Sanırım spora geri dönmeliydim.


“Çocuğum hadisene.” Sinir bozucu tarih hocasının dediklerine karşılık gözlerim devirerek otobüse bindiğim de otobüsün içine kısa bir göz gezdirirken Bade’nin yeşil gözleri ile gözlerim kesişti. Bana cam kenarında yer tuttuğunu görünce alnını öpmek istedim. Bu sefer beni uğraştırmak yerine cam kenarını bana ayırmıştı. Gülümseyerek yanına ulaştığımda gözlerini kısmış bana bakıyordu. Yerime geçerken kaşlarım çatıldı. “Ne?”


“Elbiseyi neden giymedin?” Ona berbat bir tarzı olduğunu söylemişim gibi bakıyordu. -ki bu Bade için edebileceğim bütün hakaretlerden daha kötüydü.-


“Hadi ama, giymeyeceğimi bence tahmin edebilirdin.”


“Bıktım senin şu siyah pantolonlarından.” Diyerek isyan etti Bade.


Sinirli haline bakarak güldüm. “Bebeklerime öyle şeyler söyleme.”


“Bir kere de seçtiğim kıyafeti giysen ölür müsün!?”


Saçlarımı oturduğum ufak koltukta savurabildiğim kadar savurdum. “Ben ve pantolonlarım kitap ile toz gibiyiz tamam mı? Ayrılamayız!”


Bade bana söylenmek için tekrar dudaklarını aralamıştı ki arka koltukta biri elini daldırıp terlemiş saçlarımı karıştırdı. “Tek ayrılamayacağın kişi ben olabilirim çirkin cadı.”


Saçlarımı arka koltuktan bile bizimle uğraşan Ozan’dan zar zor kurtardım. “Ozan çok kötüsün ya. Git bir kere de Bade’nin saçlarını karıştır. Hep zaten benim kayık olan tipimi daha da berbat ediyorsun.” Ozan göz ucuyla Bade’ye baktığın da Bade’nin kısarak bakmış olduğu ve aslında korkutucu olmak yerine tatlı gözüken tipine bakıp yutkundu. “Ölmek için fazla gencim.”


Bade hiç tepki vermeden önüne döndüğün de bu yaptığına ikimiz de şaşırmıştık. Bade konuşmadan durabiliyor muydu ki? Ozan elini tekrar bizim olduğumuz tarafa daldırıp hafifçe Bade’yi dürttü. “Zümrüt gözlüm? Senin neden sesin çıkmıyor?”


Bade kollarını birbirine dolayıp omuz silkti. “Çünkü sana tripliyim Ozan Barkan.”


Ozan yapay bir şaşkınlıkla Bade’nin koluna vurdu. “Aaa. Ne oldu ayol?” Sesini inceltip dedikoducu mahalle kadınlarının yeni dedikodu duymuş tınından verdi. Evet, öyle bir tın gerçekten de vardı.


“Sen de sana hazırladığım kombini giymemişsin.” Bade tekrar omuz silkip başını sallayarak hafifçe saçlarını savurdu. Bana alışmıştı fakat Ozan’a gerçekten alınmış görünüyordu.


Ozan bir üstündekilere, bir de Bade’ye baktı. “Sonbahara girmiş olabiliriz ama hava sanki yaz sıcaklarını aratmıyor Zümrüt gözlüm. O kombin giyilir mi?” Bade ona öfkeli bir bakış attığında Ozan yutkundu. “Bu sıcakta bana kazak-gömlek kombine yaptırmaya çalışmana bir şeyi demiyorum. Çünkü kombin olarak harikalar.” Bana yardım ister gibi baktığın da dudak büküp omuz silktim. Benim kendime hayrım yoktu. “Sadece bu kafferengi gözlerimle uyumlu değildi.” Kafferengi diyerek özellikle belirten Ozan gözlerini bir kaç defa kırpıp şirin durmaya çalışmayı da ihmal etmemişti. “O yüzden giyemedim. Senin gibi bir üstadın yaptığı kombine benim gözlerim uymuyordu. Allah’ta onların belasını versin.”


Bade dönüp Ozan’ın kafasına vurup gözlerini onun gözlerine dikti. “Tövbe de salak.” Önüne dönüp saçını savurdu. Yüzüme Bade’nin kızıl saçları çarparken şaşkınlıktan darbenin etkisiyle tepki verememiştim. “Bu seferlik seni affediyorum. Bir daha ayarladığım komiğini giymezsen dolabını ateşe veririm.”


“Sen yeter ki iste Zümrüt gözlüm, ben şimdi de ateşe verebilirim.” Muzipçe güldü ve ağzının için de mırıldandı. “Sadece dolabı değil.” Bade kaşlarını çatıp ona döndüğü sırada Ozan hızla Bade’nin saçlarını karıştırdı. Sırf söylediklerine cevap vermesin diye bu yola başvurmuştu ve planı başarılı olmuştu. Bade’nin gülümseyerek karıştırdığı saçları bozulmuyordu bile ama Bade otobüste resmen bağırmış ve bir kaç çift gözün bize dönmesine neden olmuştu.


Kızıl cadı saçlarını düzeltirken bir yandan da Ozan’a sövüyordu. Gerçek manada da küfür kullanmadan küfür edebilen nadide kişilerdendi. Bade belki sövmeye devam ederdi fakat Ozan’ı kurtaran fazlasıyla nefret ettiğim tarih hocası olmuştu. Bade’ye ve bize çok sesli konuşmamamızı söyleyip yanımızdan ayrıldığında hepimiz susmuştuk.


Saçlarımı tekrar at kuyruğu yapıp kulaklığımı takıp ‘Berceste,’ isimli albümden favori şarkımı açtım. Kulaklarım şarkının ritmi ile buluşurken sadece bunun bile günümü güzelleştirebileceğini fark ettiğim de gülümsemeden edemedim. Başımı cama yaslarken yavaşça gözlerimi kapattım.


“Tut elimi buradan gidelim.


Olmaz demeden dinle beni bi’


Rüzgarım söndü, dindi ateşim,


Ah bebeğim, ben hala deliyim.”


Sabah yarım kalan uykum tamamlanmak için beni kendisine çağırırken otobüsün yoldaki taşlardan birinin üzerinden geçmesi ile kafamı sertçe cama vurdum. Acıyla inleyerek başımın sol tarafını tutarken dudaklarımdan pek de güzel sayılmayan birkaç cümle kaçırdım. Pek sevgili hayat, ufak güzelliklerle süslenmiş nadide anılarımın içine etmeyi ihmal etmezdi. Bade bıyık altından bana gülerken onu kötü bakışlar atıp telefonumu kurcalamaya başladım. En azından otobüste midesi bulanan biri değildim. Biri kusana kadar.


Bir kaç dakika sonra duyduğum kıpırdanmalarla irkildim. Yanımda Bade başını önündeki koltuğa yaslamış müzik dinliyordu. Ön taraftan gelen hareketlenmeler iyice tedirgin olmamı sağlamıştı. Öndeki kıpırdanmalara bakarken elinde şeffaf poşetle ayakta olan kızın öğürerek poşetin içine kusmaya başladığını görünce direk kafamı eğdim. Başımı önümdeki koltuğa yaslamış gördüğüm yeşil kusmukları düşünmemeye çalışıyordum. Aklımda o kusmukla ilgili bir sürü şey dönmeye başladığında buna engel olamıyordum. Hayır. Mercimek çorbasına benzeterek kendime bu kötülüğü yapmayacaktım. Derin nefesler alıp sakinleşmeye ve neredeyse boğazıma kadar gelecek olan kusma ihtiyacımı bastırmaya çalıştım. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalışırken, “daha kötü ne olabilir ki?” dememe gerek kalmamıştı çünkü hemen ardından olmuştu. Burnumdan alıp ağzımdan verdiğim nefeslerin birinde burnuma kusmuk kokusu tüm keskinliği ile kendini açığa çıkarmıştı. O sıra da Bade her şeyden habersiz müzik dinlerken elimi koluna koyup sıktım. Bade bana baktığın da kusmak üzere olduğumu anlamış gibi elin de kendisi için beklettiği poşeti bana doğru uzatırken tekrar duyduğum öğürme sesi son nokta olmuştu. Siyah poşetin içine kusmaya başlamıştım. İçimden buraya geldiğime lanetler okuyarak geri çekildiğim de Bade’nin bana uzattığı birkaç ıslak mendille dudaklarımı ve çenemi düzgünce sildim. Bade’ye bakarken gözlerini kapatmış sadece poşeti tuttuğunu görünce halsizce gülümseyerek elindeki poşeti alıp elimdeki peçeteleri de içine atarak sıkıca bağladım. Poşeti benden en uzak noktaya yere bıraktığım da geriye doğru yaslandım. Bade bu sefer de çantasından çıkarttığı çok şekerli olmayan parfümlerden birini sıkarak kokuyu azaltmaya çalıştı. Bir kusma vakası daha yaşanırsa camlardan birini kırıp kokunun dağılmasını sağlayacaktım.


Ozan ayağa kalkıp yukarıdan kafasını uzatarak bize baktı. Bade tekrar eski haline dönmüş müzik dinliyordu. Ya da o da benim gibi kusma isteğini bastırmak için aklını dağıtmaya çalışıyordu. Bana bakınca kaşlarını çattı. “İyi misin cadı?”


Gözlerimi devirerek baktım ona. “Bir büyü yapacağım sana göreceksin cadıyı.”


Gözlerini kıstı Ozan. “Hii.” Başını iki yana salladı. “Bunca yıldır içimizdeki yılan olduğunu biliyordum pis cadı.” Aklına gelen şey ile tatlı tatlı gülümsedi. “Aşk büyüsü yapabiliyor musun?”


Alayla baktım ona. “Hayırdır kimi aşık edeceksin kendine?”


Kafama vurdu. “Sanane.”


“O zaman unut aşk büyüsünü!”


Ozan burnunu kırıştırdı. “Aman be. İhtiyacımda yok zaten. Bana aşık olmayan da gitsin kurbağaya filan aşık olsun. Belki prens çıkar.” Cebinden nane şekeri kutusunu çıkartıp salladı. “Nane şekeri ister misin? Hayvanat bahçesindeki kurbağayı prens yapmak için öpmeye kalkarsan en azından kusmuk kokulu ağzınla kurbağayı da kaçırma.”


“Kurbağa olarak seni öpeceğim Ozan.” Diyerek ona gözlerimi kısarak baktım.


Kusuyormuş gibi yaptı. “Düşüncesi bile mide bulandırıcı. Kardeşlerimi öpmüyorum canım kusura bakma.” Bade’yi kolundan dürtünce Bade kulaklıklarından birini çıkarıp bize baktı. “Ama Zümrüt gözlümü öpebilirim.”


Bade konuyu anlamadığı için omuz silkti. “Öp.” Saf kızım yanlış anlamıştı.


Ozan’ın gülümsemesi sönerken kızardığına şahit oldum. “Kızım aniden öyle denir mi? Kalp var bende.”


Bade kaşlarını çattı. “Bende de var.”


Ozan şaşkınlığını atamazken sanki Bade'nin önün de eriyormuşçasına gülümsedi. “Çok güzelmiş sendeki kalp.” Bade gülerek tekrar kulaklığını taktığında ben sırıtarak Ozan’a bakıyordum. Ozan gözlerini kısarak işaret parmağını bana doğru salladı. “Tek kelime dahi etmiyorsun.”


Gülerek dudaklarımı araladım. “Demek aşk büyüsünü-“ lafımı tamamlama izin vermeden üç dört tane nane şekerini aynı anda ağzıma tıkıp ardından saçlarımı tehdit edercesine okşadı.


“Susuyorsun cadaloz kız yoksa önünde kusarım.”


Gözlerim kocaman açılırken koltuğa dönüp yaslandım. Ağzımdaki nane şekerlerini kırarken vakit geçmesi için tekrar telefonuma döndüm.


Bade kulaklığımın tekini çıkarttığında kaşlarımı çatarak baktım ona. “Hadi kalk geldik.” Etrafa bakındığım da herkesin ayaklanmaya başladığını fark ettim. Kulaklığın teki hala takılıyken ben de kalkıp arkasından ilerledim. Otobüsten inince bir kaç defa gerinerek kendime gelmeye çalıştım. Kalçam düzleşmişti resmen. Arkamızdaki otobüslere bakıp ofladım. Ne olurdu birileri de zaten okul da hayvanat bahçesinin olup tüm gün onları gördüğünü düşünüp gelmeseydi? Ne kadar fazla insan varsa o kadar da bunaltıcı olurdu. Bu gezi şimdiden sıkıcı bir hal almaya başlamıştı.


•~~~~~~~~~~~~~~~~~~•


Hayvanat bahçesi söylendiğine göre üçe ayrılıyordu. İlk kısım normal hayvanların bulunduğu, sıradan bir hayvanat bahçesiydi. İkinci kısım kelebeklerin bulunduğu, üçüncü kısım da sürüngenlerin bulunduğu yerdi. Üçüncü kısma girmeyi bile düşünmüyordum. Börtü böcek olarak zaten Ozan’ı görüyordum. Bunu duysa beni omuzuna atıp hipopotamların arasına fırlatırdı.


İçeri girip sırayla hayvanları gezerken canım sıkılmıştı. Hayvanların kapatılmasına karşı biri olarak buraya gelerek resmen kendime hareket etmiştim. Kendi halindeki hayvanları izlemek bize ne kazandırıyordu ki? Eğlence mi? İnanıyorum ki insanoğlu hayvanları kafeslere kapatıp izlemekten daha eğlenceli şeyler bulabilirdi. Bu nesile karşı beslediğim küçük mum ışığı cüssesinden fazla parlıyordu.


Hayvanat bahçesinin ilk kısmında önce son hayvanın yanına gelmiştik. Hipopotamlar. Başımı yana eğip Bade’ye seslendim. “Bade, bu bana birini hatırlatıyor ama...”


Bade ile bakışlarım kesiştiğinde ne demek istediğimi anlayıp muzipçe gülümsedi. “Ben de ya. Hatırlıyor gibiyim ama...” kendini iyice sıkıp serbest bıraktım. “Yok tam çıkaramadım.” Ozan en zor matematik denklemini çözer gibi hipopotamla bakıştıktan sonra bize döndü. “Kime benzettiniz? Necdet hocaya mı? O da hipopotamlar gibi kel ya...”


İkimizde Ozan’a bakıp sırıtıyorduk. Aynı an da kafamızı kaldırıp cıkladığımız da Ozan elini çenesine koyarak düşünmeye çalıştı. “Kime benziyor lan? Bulamadım.”


İkimiz de aynı anda cevabı verdik. “Sana.”


O zaman ikimize bakıp göz devirdi. “Allah’ım, haşa isyan etmiyorum ama bu ultra komik arkadaşları neden bana gönderdin?”


Ozan’ın omzuna vurup yanında ayrılıp beraber okul sürüsünü- pardon öğretmenleri takip etmeye başladık.


•~~~~~~~~~~~~~~~~~~•


Aslanların içine atılsaydım bu kadar korkacağımı sanmıyordum. Hayvanat bahçesinin ikinci kısmına geldiğimiz de tek düşündüğüm buydu. Kelebekler.


Bir sürü ağaç ve fazlasıyla yüksek tavanlı bir platoya gelmiştik. Gökyüzüne uzanan duvarlar camdandı ve yukarıdan gelen ışık ortamı daha da güzelleştiriyordu. Uçuşan kelebekleri izlemek gerçekten çok güzeldi. Önümüzdeki görevli kadın kelebeklerle ilgili bilgiler verirken kimsenin onu dinlemediğini emindim. Bade merak ettiği mavi kelebeği görünce yeşil gözlerini kocaman açarak fotoğraflarını çekti. Heyecandan benim de kolumdan sarsarken benim gözlerim tek bir renk kelebeği arıyordu.


Gözlerim uzakta iki tane yan yana uçuşan Beyaz Kelebek gördüğünde dudaklarıma ufak bir gülümseme bulaştı. Beyaz Kelebek ve prensesin hikayesini hatırlamam derin bir iç çekmeme neden oldu.


Zamanın birinde, uzak krallıklarda imkânsız olduğunu bile bile dışarı çıkmayı düşleyen, bir prenses yaşarmış. Ailesi prensesi o kadar çok severmiş ki, kızlarının başına gelebilecek her türlü tehlikeden sakınırlarmış. Prenses ne kadar yalvarsa da Kral ve Kraliçe bırakın dışarı çıkmayı, sarayın bahçesine bile çıkmasına izin vermezmiş. Dışarı da o çok merak ettiği, düşlediği yaşam ile olan bağlantısı sadece odasındaki minik penceresiymiş. Bir de minik, beyaz bir canlı gelirmiş yanına. Adını daha sonra, babasından öğrenmiş küçük prenses. Onu sürekli ziyarete gelen beyaz eşsiz görünen canlının Adı Kelebekmiş. Beyaz renkteki kelebek o kadar güzelmiş ki, prenses onu her gördüğünde Beyaz Kelebek gibi, ormandaki o güzelliklerin içinde olmayı düşler, bir dilek tutarmış. Her seferinde aynı olan bu dilek, bir gün dışarı çıkabilmekmiş.


Günler, günleri kovalamış. Zaman su misali akıp gitmiş. Prensesin Beyaz Kelebek ile olan arkadaşlığı her geçen gün pekişirken küçük prenses büyümüş, güzeller güzeli, genç bir kız olmuş. Zaman, küçükleri büyüttüğü gibi, büyükleri de yaşlandırırmış. Onca geçen günün ardından Kraliçe amansız bir hastalığa yakalanmış. Ülkedeki en iyi doktorlar Kraliçeyi iyileştirmek için seferber olmuşlar ama ne çare. Doktorların çabası, Kraliçeyi kurtarmaya yetmemiş. Hayata gözlerini yuman Kraliçenin ardından sadece ona miras bıraktığı hançeri ve Prensesin gözyaşları kalmış...


Prenses o kadar çok üzülmüş ki artık bırakın dışarı çıkmayı, Sarayın içinde bile görünmez olmuş. Prensesin bu üzgün hallerini gören Kral daha fazla dayanamamış. Prensesi karşısına oturtmuş ve ona göre hala küçücük olan kızının ellerini tutmuş. “Bak güzel kızım.” Demiş Kral. “Dış dünyada olan güzellikler gibi, kötülüklerde elbette var. Biz annen ile bu yaşına kadar hep seni korumaya çalıştık. Görüyorum ki; senin mutlulukla parıldayan gözlerinde artık o ışığın tek zerresi bile yok. Yıllardır istediğin şey, belki de senin gözlerinde parıltıyı tekrar geri getirebilir. Bu yüzden dışarı çıkmana izin veriyorum küçük prensesim.”


Kralın söylediklerinin ardından Prenses odasına dönmüş. Yıllardır yaptığı şeyi yapıp yavaş adımlarla penceresinin önüne gelmiş. Başını camına yaslayıp dışarıyı izlemeye koyulmuş. Garip olan bir şey varmış. Önceden tek dileği dışarıya çıkabilmek olan genç prenses, şimdi izni olduğu halde çıkmıyormuş. O anda fark etmiş prenses. Onun istediği dışarı çıkmak değilmiş. Ailesi ile, annesi ile çıkmak, ailesi ile o yeşil çimenlere basmak, ailesi ile rüzgârın saçlarını uçuşturmasının keyfini sürmekmiş istediği.


Beyaz Kelebek’i ise son zamanlarda hiç yanına gelmez olmuş. Prenses kararını vermiş ve sarayın bahçesine çıkmış ilk defa. Prenses hayrete düşmüş. Saray’ın bahçesi, saraydaki penceresinden gördüğünden bile güzelmiş. Prenses ilk önce her camın önüne baktığında ona tüm güzelliklerini sunan çiçeklerin yanına gitmiş. Çiçeklerin güzel yapraklarını okşamış, koklamış. Çiçeklerin bu kadar güzel koktuğunu bilmezmiş. Ona getirilen çiçekler her zaman koparılmış olduğundan bu kadar güzel kokmazmış.


Prenses başını usulca kaldırıp gökyüzüne bakmış. Sessiz kanat çırpışları ile gökyüzünde uçarak ona doğru gelen Beyaz Kelebeği görmüş.


Beyaz Kelebek o güzel kanatlarını çırpa çırpa prensesin yanı başına gelivermiş ve parmağına konmuş. “Hoş geldin Berceste.” Prenses’in Beyaz Kelebeğine taktığı başka bir isimmiş bu. Prenses Beyaz Kelebeği o kadar çok severmiş ki öğrendiği her güzel cümleden, gördüğü her bir güzellikten Beyaz Kelebek içinde bir pay çıkarırmış. Çok özlediği Beyaz Kelebeğine bakmış. Hala çok güzelmiş dostu. Zaman, ne kadar ilerlese de Beyaz Kelebek’i yaşlandırmak yerine güzelliğine güzellik katmış. Prenses okuduğu kitaplardan birinde öğrendiği şeyi merakla dile getirmiş. “Kelebekler kanatlarını göremezmiş Berceste. Sende o sırtında taşıdığın güzelliği göremiyor musun?” Kelebek küçük gözleriyle şaşkınca prensese bakarken prenses konuşmaya devam etmiş. “Buda belki de senin lanetindir Berceste. Bir görsen ne kadar zarif, ne kadar güzelsin...” Ardından kaşlarını çatmış prenses. “Ama sizde bizim kanatlarınızda göremediğimiz desenleri görüyormuşsunuz. Belki de bu da bizim lanetimizdir Berceste.”


Prenses bir dilek tutmaya karar vermiş. Bu zamana kadar tek isteği dışarı çıkmak olan prensesin artık tek istediği şey annesine kavuşabilmesiymiş. Beyaz Kelebek dileğini kanatlılarının üzerine koymuş ve geldiği gibi, sessizce kanat çırparak uzaklaşmış prensesin yanından.


Prenses sarayın bahçesinde gezmeye devam ederken bu sefer de yanına, aynı beyaz Kelebeğin yaptığı gibi, sessiz kanat çırpışları ile küçük, siyah bir Kelebek yaklaşmış. Prenses Siyah Kelebeği görünce çok şaşırmış. Bu siyah Kelebek, Bercestesine çok benziyormuş. Babasının sözlerini hatırlamış prenses. Kral her kötülüklerden bahsettiğinde, kötülükten hep ‘karanlık,’ olarak bahsetmiş. Bu sözleri hatırlayan prenses Siyah Kelebeğe şüpheyle yaklaşmış. İçinde hissettiği ürperti, prensesin orda daha fazla durmasına izin vermemiş. Gariptir ki, prenses, siyah Kelebekten korkmuş ve koşarak sarayına geri gitmiş.


Prenses günlerce Beyaz kelebekten gelecek güzel bir haberi beklemiş. Fakat Beyaz Kelebek yanına hiç gelmemiş. Prenses Beyaz Kelebeğine beklerken farklı renklerde ve türlerde bir sürü Kelebek görmüş. Çok şaşırmış prenses. Ne kadar çok renkte Kelebek varmış öyle. Kelebekler ne renkte olursa olsun, hiç biri Beyaz Kelebeği, Berceste’si kadar göz alıcı, duru bir güzelliği yokmuş.


Prenses günler sonra Beyaz Kelebeğini merak etmiş ve tekrar dışarı çıkmış. Dışarı çıkmak artık prensese annesi ile kurduğu hayalleri hatırlatır, canını acıtırmış. Bu yüzden prenses artık kendi rızası ile dışarıya çıkmaz olmuş. Bir sürü renkte Kelebek görmüş prenses ama hiçbiri Beyaz Kelebeği, Berceste’si değilmiş.


Prenses başını başka bir tarafa çevirdiğinde hemen yanında Siyah Kelebeği görmüş ve korkarak geri çekilmiş. Siyah Kelebek ne zaman gelmişti ki yanına? O kadar sessiz gelmiş ki Siyah Kelebek, prenses hemen yanındaki Siyah Kelebeği fark edememiş bile.


Prensese göre Siyah Kelebek, sanki peşinden gelen bir karanlık ile geziyormuş.


Lakin Beyaz Kelebeği öyle miymiş? Beyaz Kelebeğin saf, duru bir güzelliği varmış.


Prensesin içini tekrardan kaplayan ürpertiyle rağmen bu sefer kaçmamış prenses. Prenses korkuyla Siyah Kelebeğin ne yapacağını izlemiş. Siyah Kelebek ise prensesi şaşırtarak parmağına konmak yerine etrafında bir tur dönmüş ve uzaklaşmaya başlamış. Prenseste sanki Siyah Kelebeğin peşinden gitmesini istediğini düşünmüş ve peşinden ilerlemiş.


Siyah Kelebek ile annesinin mezarına gelmişler. Siyah Kelebek uçmuş, uçmuş ve Kraliçenin sağ tarafında olan Beyaz Kelebeğin aksine mezarının sol tarafına konmuş.


Siyah Kelebek mezara konduğu anda Beyaz Kelebek mezarın sağ tarafından uçarak prensesin parmağına konmuş. Yaşam prensesin yanında, prensesin babasının bahsettiği karanlık tarafın peşinden geldiği Siyah Kelebek annesinin yanında kalmış.


Prenses Beyaz Kelebeği ile Sarayda günlerini geçirmeye başlamış. Babasının dönmesini bekleyen prensesi, Bercestesi yalnız bırakmıyormuş. Evet, Kral babası birkaç hafta önce başka bir krallığa, önemli bir ziyarete gitmiş. Babasından aldığı son mektupta bir kaç güne geleceği yazıyormuş fakat Kral gelmemiş. Prenses her endişelenmeye başladığında Beyaz Kelebek onu sakinleştirirmiş.


Günler geçtikçe prensesin telaşı artmış. Artık Berceste’si bile onu sakinleştiremiyormuş. Saray’ın büyük kapısı ise çalınmış. Prenses saraydaki çalışanlara izin vermeden, merdivenleri ikişer ikişer inerek, özenle taradığı lakin koşarken uçuşan saçlarının dağılmasını umursamadan sarayın büyük kapısına gelmiş. Çok heyecanlıymış prenses. Babasını da çok özlemiş. Kapıyı açtığında karşısında babasını görmeyi bekliyormuş fakat karşısında Kral babasının yardımcı Vezir varmış. Yüzünde ise mutsuz bir ifade...


Ne olduğunu sormuş prenses. Ne olmuş biricik babasına? Vezir dönüş yolunda saldırıya sanki bir elmas gibi uğradıklarını ve kralın öldürüldüğünü söylemiş. Prenses adeta dona kalmış. Yollarını gözlediği, onun içinde Kahraman’dan farksız olan babası ölmüş mü? Kahramanlar kaybeder miymiş ki? Kaybedermiş demek ki...


Prenses heyecanla indiği merdivenlerden ağlayarak çıkmış.


Son olduğundan habersiz bir dilekte bulunmuş prenses. Annesi de babası da yokmuş artık yanında. Onların buraya gelmesinin imkânsız olduğunu biliyormuş prenses. Ne kadar bir masal olsa da bu masal da imkansızlar da yer alırmış. Prenses ailesinin yanına gitmeyi dilemiş.


Beyaz Kelebek bu dileği onun gerçekleştiremeyeceğini, bu kadar güçlü bir dileği sadece Siyah Kelebeğin gerçekleştirebileceğini söylemiş. Ama Beyaz Kelebek bir söz vermiş prensese. Ailesini koruyacağına söz vermiş ve sessiz kanat çırpışları eşliğinde sözünü tutmaya gitmiş.


Prenses günler boyu göz yaşları içinde Siyah Kelebeğin gelmesini beklemiş. Saray’ın bahçesine bile çıkmış ama Siyah Kelebeği bulamamış. Prenses başka bir gün dalgın bir şekilde camdan dışarıyı izlerken Siyah Kelebek gelmiş yanına. Şaşkın Prensesin parmağına konmuş Siyah Kelebek. Prenses şaşkınmış çünkü karanlığın peşinden geldiğine inandığı Siyah Kelebek yakından ne kadar da güzelmiş. Prenses, bunca zaman Siyah Kelebekten kaçtığı için özür dilemiş.


Siyah Kelebek aslında o kadar iyi kalpliymiş ki prensesi hemen affedivermiş. Prenses, ilk defa Siyah kelebekten bir dilekte bulunmuş. Babasından annesini geri getirmesini istediği zamanlarda; hayatın aldıklarını geri vermediğini öğrenmiş. Madem ailesi, Beyaz Kelebeği ona gelemiyormuş, prenses onlara gitsinmiş.


Siyah Kelebek ise bu dileği kabul etmemiş. Edemezmiş. Prensesin hayata gözlerini yummasına Siyah Kelebeğin gönlü el vermiyormuş. Ama prenses durmamış. Gözleri yaşları içinde yalvarmış Siyah Kelebeğe. Siyah Kelebekte bir süre sonra prensesin gözyaşlarına dayanamamış ve dileğini kabul etmiş.


Prensesin sonraki gün dileğini kabul edeceğini söylemiş ve gitmiş. Prenses Siyah Kelebek gittikten sonra en sevdiği şeyleri son defa yapmış. En sevdiği kitabı okumuş. En sevdiği yemeği yemiş prenses. En sevdiği yemek ise tavuk yemeğiymiş. Annesi prenses her tavuk yemeğini yediğinde kızarmış çünkü tavuk yemeyi çok temiz yenemiyormuş. Annesi prensesin tavuk yemesini sevmezmiş. Neden yemeyecekmiş ki prenses? Oda insanmış sonuçta.


O gece heyecandan uyuyamamış prenses. Nasıl uyusunmuş ki? Sevdiklerine tekrar kavuşuyormuş! Güneşin ilk ışıkları ile yataktan çıkıp güzel bir banyo yapmış. Lila rengi göz alıcı bir elbise giymiş prenses. Bu elbise ise babasından kızına doğum günü hediyesiymiş.


Uzun kahve rengi saçlarını da kurutup güzelce taramış ve tacını takarak başlamış beklemeye. Prenses sevdiklerinin yanında güzel görünmek istemiş.


Güneş artık tamamen gökyüzünde tüm ihtişamı ile göründüğünde Siyah Kelebek gelmiş. Prensesin dileğini kanatlarının üzerine almış ve prensesle beraber uzaklaşmış saraydan. Az gitmişler uz gitmişler dere, tepe düz gitmişler. Siyah Kelebek, prensesin dileğini yerine getirmiş işte. Bundan ne kadar hüzün duysa da prensesin dileğini gerçekleştirmiş. Prenses koşarak sevdiklerine sarılmış. Annesi, babası Berceste’si ve yeni arkadaşı Siyah Kelebek yanındaymış artık. Daha ne istermiş ki? O günden sonra da Prensesten daha mutlusu olmamış.”


Bunca yıl hikâyenin böyle bittiğini düşünürdüm. 18. Yaş günümde öğrenmiştim Beyaz Kelebek hikayesinin gerçek sonunu.


“Siyah Kelebek gelmiş ve güzeller güzeli prensesin o güzel ruhunu, dileğin yanına, kanatlarının üzerine almış.


Siyah kelebek geri dönerken, prensesin ruhunu da götürmüş. Prensesin ve sevdiklerinin bedeni bir araya gelemese de artık ruhları, gökyüzünde berabermiş. Evet masal mutsuz sonla bitmiş. Lakin bize mutsuz gelen bu son, Prensesin mutluluk kaynağı olmuş. O günden sonra prensesten daha mutlusu olmamış...”


Bedenim hikâyenin etkisiyle ürperirken kolum da hissettiğim gıdıklanma ile sakince başımı koluma çevirdim. Dirseğimin hemen üzerindeki siyah büyük kelebeği görünce korkuyla çığlık atarak geri çekildim. Siyah kelebek hızla kanat çırparak uzaklaşırken hissettiğim ürperti ve tiksintiden dolayı kolumu bastırarak kaşımaya başladım. Öğretmenler ve öğrenciler başıma toplanmışken Ozan kollarımdan tuttu. “Sakin ol. Hiç bir şey olmadı.” Gülümsedi. “İyisin.” Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım. Beynim yaşadığım bu anın saçmalığını haykırıyordu fakat kendimi bundan alamıyordum. Kelebekleri uzaktan seviyordum, bana dokunmaları tüm korkularımı tetikliyordu. Yutkunarak etrafıma bakındığım da öğretmeler yaşadığım rahatsızlığı fark etmiş olacak ki öğrencileri yağmur ormanı adı verilen üçüncü kısım bölgeye götürmeye başladılar.


Buğulu iki kapıdan geçip yağmur ormanları olarak adlandırdıkları yere gelmiştik. Burası da yüksek tavanlı fakat kapalı bir alandı fakat ağaçlar sanki göğe yükseliyor, uzaktan şelalenin sesi geliyor ve de içime çektiğim toprak kokusu ile adeta mest oluyordum. Öğretmene lavaboya gideceğimi haber verip giriş kapısının sağındaki lavabolara doğru yöneldiğimde Bade’nin sesi ile olduğum yerde durdum. “Ben de geleyim mi?”


Başımı önemsiz bir şeymiş gibi yukarı doğru salladım. “Gerek yok. Elimi yüzümü yıkayıp geleceğim. Yetişirim size.”


“Emin misin?”


Güldüm. “Evet Bade.” Gitmek için arkamı döndüğüm de bu sefer Ozan’ın sesi ile durakladım. Kimse beni yanlarından ayrıldığım an kaçıracak değildi ya?


“Yardıma ihtiyacın var mı? Geleyim mi?” Ozan’a inanmayarak baktım. Bu çocuk gerçekten de çok saftı.


Güldüm. “Ne yapacaksın Ozan? Avucuna mu işeteceksin?”


Gözlerini kıstı. “Neden? Sene Bade ile gittiğin de avucuna mı işliyorsun?”


Alayla ellerimi birbirine vurdum. “Tüh! Nerden anladın? Sırdı bu.”


Ozan ellerini beline koyup gururla göğsünü şişirdi. “Çok zeki olduğumdan anladım yoksa siz çok güzel saklıyorsunuz.”


Gülerek cebimden telefonumu çıkarıp ona uzattım. “Lavaboda düşürürüm birde alamam yerden. Sen de dursun gelince verirsin.” Gözlerimi kıstım. “Sakın kurcalama.”


Ozan tatlı tatlı gülümsedi. “Asla.”


Yanından uzaklaşırken bağırdığını duydum. “Şifresini değiştirmiş ya!” Dudaklarımdaki sinsi gülümseme ile lavaboya doğru yürümeye başladım. Lavabonun kapısına geldiğimde ise ise kusmak istedim. Elveda güzel beyaz ayakkabılarım. Sizinle güzel bir iki ay geçirdik. Yerdeki çamurlara bakıp sinirle homurdandım. İçeri girmeden önce siyah pantolonumun uçlarını yukarıya doğru kıvırdım. Çamur olmasını istemezdim. Az nefes alıp vermeye çalışırken içeri de bir kadının yerleri silmeye başladığını görünce nazik olmaya çalışarak hafifçe gülümsedim ve musluğu açtım. Soğuk suyu yüzüm ile buluşturunca rahatladığımı hissetmiştim. Islattığı ellerimi boynumda da gezinerek iyice serinledim. Kadına döndüm. “Kolay gelsin teyze.”


Lavabodan çıkarken kadının işini bırakıp beni izlediğini fark etmiştim. Kapıdan çıkacağım sıra da sesini duydum. “Dikkat et yavrum.” Dönük kadına baktığımda gülümsemeden dik dik bana baktığını gördüm. “Güzel kızsın, kaçırmasınlar seni.” Yutkunarak başımla onu onaylayıp hızla oradan ayrıldım. Vücudumu bir ürperti sararken içimde oluşan korku duygusunu susturmaya çalıştım. Saçmalama. Bir teyzenin dediklerinden korkacak değilsin.


Geri döndüğümde öğrencilerin nereden gideceğini sormadığımı fark ettim. Öfkeyle elimi alnıma vurdum. Homurdanarak elimi arka cebimdeki telefonuma attığımda telefonumun yokluğu ile anlık bir kalbim duraksasa da sonda yaptığımı hatırlayarak iyice kendime kızdım. Telefonum Ozan’daydı... İyi yanından düşünürsek, beni almadan gidemezlerdi. Bu yüzden onları bulmaya çalışabilirdim. Yağmur ormanının derinliklerine giden iki yola baktım. Sağ’dan mı gidecektim? Sol’dan mı? Bağırsam da şelale sesinden duyulamazdım ve etrafta bir kaç turistten başka kimse yoktu. Ah, gerçekten mi?


Sol yoldan gitmeye karar verip yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Kaybolduğumu ve bir teyzenin dikkatli olmamı söyleyip tüylerimi ürpertmesini saymazsak burası çok güzeldi. Burnuma gelen toprak kokusu rahatlamama yardımcı olurken şelalenin sesi melodim oluyordu. Burada ayrı ayrı şeffaf kutuların içinde yılanlar ve yanlarında küçük tabelalarda özellikleri yazıyordu.


Dolu geçen üst üste dört kutudan sonra bu kutunun boş olması dikkatimi çekmişti. Yanındaki bilgilendirme tabelasını okudum. Boyu 2.5 metreye ulaşabilen, Türkiye’deki en büyük yılan olan Engerek yılanı. Ozan burada olsa bununla ilgili mükemmel berbat bir espri yapabilirdi. Tabelanın üstündeki küçük sarı renkteki yılanın resmine baktım. Görmeyi isterdim fakat sanırım daha getirilmemişti.


Yılanın resmini incelerken duyduğum çıtırtı kalbimin sıkışmasına neden oldu. Kalbim bir anlığına dururken çıtırtıyı duymadığıma kendimi inandırmak istedim. Sakinleşmeye çalışırken tekrar aynı yerden duyduğum ses ile bu isteğimin imkânsız olduğunu anlamış bulundum. Kim vardı çalıların ardında? Ne yapmalıydım? Kaçırılacak olsam koşsam da yakalayabilirdi. Bu ihtimali göz önüne alarak koşabilir miydim? Hayır, o kadar hızlı değildim. Köşede duran taşlardan orta boylu olanı alıp derin bir nefes aldım. Eğer biri beni kaçıracak olursa kafasına sert bir taş darbesi almak zorunda kalacaktı. Çalılara doğru yürürken sağ ayağımla bir adım attığımda bir oduna bastığımı düşünmüştüm fakat yanılmışım. Odun ayağımın altında kıpırdamazdı değil mi? Aniden lavaboya girerken açıkta bıraktığım ayak bileklerimin hemen üzerinde hissettiğim keskin acı ve ayağımın altındaki şeyin hızla uzaklaşmasıyla acıyla çığlık atarak yere düştüm. Benden uzaklaşan sarı renkli yılanı görünce korkudan nefesim kesilmişti. Engerek yılanı.


Acıyla bileğimi kavradığım da derin nefesler almaya çalışıyordum. Gözlerimden yaşlar akarken ne yapacağımı bile bilmiyordum. Kanayan bileğimden kanlar akarken tabelada yazanları hatırlamaya çalıştım. Ne yazıyordu tabela da? Yılan zehirli miydi? O bir yılan. Tabi ki de zehirliydi!


Tekrar çalıların hışırdadığını duyduğum da bir darbeye daha hazır olmadığımı hissediyordum. Dişlerimi sıkarken başımı korkuyla kaldırınca bir çift gri göz görmeyi beklemiyordum. Gri gözlerindeki şaşkınlık yerini telaşa bırakırken hızla yanıma geldi. “Ne oldu sana?”


Sıktığım dişlerimin arasından konuşmaya çalıştım. Bacağım adeta yanıyordu. “Kafesinden bir yılan kaçmış. O ısırdı.” Kan bulaşan ellerimi çekip yılanın ısırdığı yerin biraz üzerinden elleriyle sıktığında acıyla tekrar inledim. “Sıktığım yeri sıkmaya devam et. Eğer yılan zehirliyse kan akışını yavaşlatarak zehrin daha yavaş yayılmasını sağlarız.” Titreyen kanlı ellerimle onun sıktığı yeri sıkarken aniden havalandığım da onun kollarında olduğumu fark ettim. Canım bu kadar çok yanarken acısını çıkarıyormuşçasına bacağımı sıkmak daha kolaydı. Gözlerimden yaşlar akmaya devam ederken gri gözlerin sahibinin sakin olmamı söylediğini duyuyordum. Ölmekle meşgul olduğum için onu pek dinleyebildiğim söylenemezdi.


Uzaktan çıkışı gördüğümüz sıra da ağlamaktan kızaran gözlerimle yakınımızda hareket eden sarı şeyi gördüğümde kalbimin bir anlığına durduğunu hissettim. Onu görmek bile korkudan sanki bedenim az titriyormuş gibi daha da titremesine neden olmuştu.


“Yı-Yılan!” Kelimemi tamamlamıştım fakat faydası olmamıştı. Yılanın yeni hedefi üzerine doğru giden gri gözlü çocuğun bileğini ısırmak olmuştu. Pantolonun açıkta kalan tarafından ısırılan gri gözlü çocukta benimle birlikte yere düşerken ağzından birkaç küfür kaçırmıştı. Artık tek bileğim değil tüm bedenim sızlıyordu.


Şaşkınlıktan tek kelime dahi edemezken hala bunun gerçekliğini sorguluyordum. Bir rüya olduğunu düşünmek isterdim fakat bedenimde hissettiğim acı gerçekliğini yüzüme haykırıyordu. Sanırım gerçekten bir gezide ölecektim. Karşımdaki çocukta benim gibi acıyla inleyip bileğini sıkarken ne yapacağımı bilmiyordum. Burada, adını dahi bilmediğim gri gözlü bir çocukla aynı kaderi paylaşarak ölecektim.


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


 


Loading...
0%