@mrs_marsmellov
|
3. Bölüm : Eylül Rüzgarı
"Kışı mı bekliyorsun Eylül rüzgarı? Esmenin vakti gelmedi mi?"
*****
Rüzgar'ın teklifini koşulsuz kabul ettiğim anın sadece yedi dakika sonrasında kendimi hastanenin büyük ve kalabalık bahçesinde buldum. Ambulans sirenleri kulaklarıma dolarken bahçeye arka arkaya giren 4 ambulans ile birlikte yokluğumun fark edilecek olması artık imkansız bir hal almıştı. Ablamı bilirdim,asistan olduğu halde hastalarına o kadar önem verirdi ki onları iyileştirmeden ailesi aklına bile gelmezdi.
"Ablan cerrahi asistanıydı değil mi?" duyduğum ses ile bakışlarım tam yanımda eşsiz gözleriyle bana bakan Rüzgar'ı bulduğunda başımı olumlu anlamda sallandım.
"Hadi gidelim, ablam değil iki saate, sabaha kadar yokluğumu fark etmez. Ararsa taburcu oldum derim"
"Ablan da bunu yer" dedi Rüzgar. İç sesimin bir yansımasıydı bu sanki. İç sesim de aynen böyle cevap vermişti bu söylediğim cümleye. Belki de Rüzgar'ı bu yüzden bu kadar çok seviyordum, benim yansımam olduğu için.
"Biliyor musun seni çok seviyorum"
"Daha önce üç bin altı yüz doksan beş kere söylemediğini varsayarsak bilmiyorum" dedi ve gülümsedi. Bakışlarım gülümsediğinde yanağında oluşan çukura kayarken bir kez daha ömrüm boyunca o çukurda hapis kalmak istediğimi düşündüm. Gözlerim uzun süre sonra fırsat bulmuşken yüzünü uzun uzun izliyor, dudaklarım ise benden bağımsız yana kıvrılıyordu. Bedenime çarpan soğuklukla irkilirken gözlerim de eş zamanlı olarak etraftaki kargaşaya takıldı.
"Biliyorum çok yakışıklıyım, biliyorum bakmaya doyamıyorsun ama artık gitsek mi Eylül rüzgarı" Onun da bana sesleniş şekli böyleydi. Nasıl ki annemin pırasa saçlısıysam, babamın hayalperest kızı, ablamın tavşanıysam Rüzgar'ın da Eylül rüzgarıydım. Eylül rüzgarı kadar sert, soğuk ve ürpertici. En çok da bu lakabımı seviyordum. İçinde rüzgarın geçtiği her lakap benim için dünyanın en güzel lakabıydı. Bir de bu lakabı Rüzgar taktıysa...
"Gidelim, ama nereye?"
"Taksi çağır, yanında para var değil mi?" Somut olan hiçbir şeyi yapmamak da Rüzgar'ın huylarından biriydi. Taksi çağırmazdı mesela, ya da hesabı ödemezdi, ya da yanımda yemek yemezdi, arabanın şoför koltuğuna oturmazdı hiç, ve bunun gibi daha onlarca şey...
"Evet, telefonumun arkasında kartım var" dedim telefonumun kabını çıkarıp kartımı elime alırken. Ardından telefonu tekrar kabına yerleştirip Rüzgar'a baktım.
"Yürü bakalım doğumgünü kızı, seninle bugün çok eğleneceğiz" dedi ve yanımdan geçip yürümeye başladı. Üstündeki düğmeleri açık olan siyah gömleği o yürüdükçe yanlara açılırken gömleğinin altındaki yeşil tişörtü dünyanın en sevdiğim tonuna sahipti. Beklemediğim bir anda bana dönerken yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Kollarını iki yana açıp on adım ötemdeki mesafeden boylarımızı eşitlemek istercesine biraz öne doğru eğildi.
"Davetiye mi bekliyorsun Eylül?" dedi ve duruşunu dikleştirip kollarını iki yanına indirdi.
"Kışı mı bekliyorsun Eylül rüzgarı, esmenin vakti gelmedi mi?"
"Geldi de geçiyor" diye cevap verdim ve tekrar yürümeye başlamasıyla peşine takıldım. Ona yetişebileyim diye bilerek yavaş yavaş yürüyordu. Aramızdaki on adımlık mesafe her adımda bir bir kapanırken yanına ulaştığımda elimi eline doğru uzattım ama yine tutamadım. Yine izin vermedi soğuk eline bir kez olsun dokunmama. Adımları yavaşça hızlandı ve kendini 4 adım öteme atıp aynı hızla devam etti.
"Asıl sensin Eylül rüzgarı" diye bağırdığım sırada bir an olsun hareketlerinde yavaşlama gördüm. Ardından yeniden hızlandı. Ona yetişememem için uğraşıyordu sanki, ya da yetiştiğimde elini tutmamdan korkuyordu.
"Sertsin, soğuksun ve çok hızlısın! Asıl Eylül rüzgarı sensin!" diye bağırdığımda üstümde hissettiğim bakışlarla gözlerim etrafta beni izleyen insanlarda dolanmaya başladı. Bazıları çocuklarının elini sıkıca tutuyor, bazıları ise bana kötü bakışlar atarak yanındakilerle konuşuyorlardı. Hiç mi atışan çift görmemişlerdi bunlar? Neydi bu olayda bu kadar konuşacak şey?
"Allah akıl fikir versin" dediğini duydum hızla yanından geçtiğim kişinin. Ardından bir başkasının "kaç yaşında acaba" dediğini, ve başka birinin de "Allah ailesine sabır versin" dediğini. Adımlarım duraksarken etrafımda dedikodu yapan topluluğun da yavaş yavaş dağıldığını fark ettim.
"Sen benimle mutlusun, onları boşver" dedi kulağımın dibinden gelen tanıdık ses. Başımı kaldırdığımda gördüğüm ela gözler bana hala gülümseyerek bakıyordu. O bana hep gülümseyerek bakıyordu. Onu hiç sinirli, üzgün, ya da karamsar görmüyordum. O bana hep gülümsüyordu, ne olursa olsun, nerede olursa olsun...
"Gidelim" dedim Önüne geçip yürümeye başlayarak. Şu ana kadar o beni taksi durağına doğru peşinden koştururken şimdi de ben peşimden koşturuyordum. "Ha bu arada" dedi arkamdan bağırarak. Ardından devam etti konuşmasına. "Ben Eylül rüzgarı değilim, Eylül'ün Rüzgarıyım"
Söylediği şey ile gülümseyerek boş bulduğum ilk taksinin arka koltuğuna bıraktım kendimi. Uzun yürüyüşümüzden mi, hızlı yürüyüşümüzden mi bilmiyorum oturduğum anda ayaklarımda hissettiğim sızı ile yüzümü buruşturdum. Ayaklarımdaki topuklular normalde de rahatsız ederken bir de ayaklarımdaki sargıların üstüne sıkmaya başlamışlardı.
"İyi misin?" yanımdaki hareketlilikle Rüzgar'a baktım. Yüzünde endişeyle karışık bir gülümseme vardı.
"İyiyim" dedim ve arkama yaslanarak şoförün arabaya binişini izlemeye koyuldum. Şoför koltuğuna yerleştikten sonra bakışları aynadan benim gözlerimi bulurken elbisemin eteğini düzelterek bakışlarımı Rüzgar'a çevirdim.
"Nereye gidiyoruz hanımefendi?" dedi adam gözlerini aynadaki görüntümden ayırmadan.
"Lunaparkın yakınlarındaki alışveriş merkezine" diye fısıldadı Rüzgar. Bakışlarım adamın aynadaki gözlerini bulurken tekrar ettim Rüzgar'ın söylediklerini. "Lunaparkın yakınlarındaki alışveriş merkezine" Taksici taksimetreyi çalıştırdıktan sonra arabayı çalıştırırken yüzümü Rüzgar'ın yüzüne döndüm. O kadar tatlı görünüyordu ki, ama o kadar tatlı görünüyordu ki gözlerimi ondan alamıyordum. Hafif çıkmış sakalları, gülümseyen dudakları, parlayan elaları beni öyle cezbediyordu ki ona bakarken kendimi dünyanın en şanslı kızı hissediyordum.
"Evet öylesin" dedi başını yana yatırıp. "Hı?" dediğimde taksicinin hareketlendiğini hissettim. "Dünyanın en şanslı kızısın, çünkü benimle birliktesin" dedi kendini göstererek. Ego, bu haliyle tam bir ego yığınıydı ama bu özelliğini o kadar seviyordum ki kızamıyordum bile.
"Neden elini tutmama izin vermiyorsun, dokunsana bana" dedim. Sadece onun buz gibi ellerine muhtaçtım. Zihnim, tenim, hücrelerim ve bütün uzuvlarımla 10 yıl önce hissettiğim soğukluğu tekrar hissetmek istiyordum.
"Üşümeni istemiyorum" dedi. Cevabı kısa ve netti ama ben üşümek istiyordum. Ne olursa olsun onun ellerini tutmak, ona sarılmak istiyordum.
"Ben üşümek istiyorum ama, ne olursa olsun elimi tutmanı istiyorum" dediğimde kolumda hissettiğim soğuklukla arabanın durmuş olduğunu fark ettim. Bu soğukluğun sahibi o değildi. Bu soğukluk Rüzgar'ın soğukluğu değildi. Bakışlarım kolumdaki elin sahibini bulurken taksi şoförünün ön koltuktan üzerime doğru eğilmeye çalıştığını gördüm.
"Ne yapıyorsun be!" dedim hiddetle kolumu elinden kurtarırken. Kaşlarının çatıldığını gördüğümde Rüzgar'ın tanıdık sesini duydum.
"Sakın sana dokunmasına izin verme, sakın altta kalma" ve ardından kapının kapanma sesi geldi, gerisi ise koca bir sessizlik. Onun sesinin olmadığı her an benim için koca bir sessizlikten ibaretti. Bakışlarım yanımdaki koltuğun camını bulurken uzaklaşan silüet ile gözlerimin yandığını hissettim.
"Sen demedin mi dokun bana diye?" duyduğum sesle bakışlarım benden uzaklaşmış olan şoförü bulurken sol gözümden süzülen yaşı elimin tersiyle silip arabanın kapısını açtım. Fakat aynı el bu sefer bileğimden yakalayarak izin vermedi inmeme.
"Ne istiyorsun benden! Bırak beni"
"Paramı ver" dediğinde histerik bir kahkaha attım. Bir de üstüne utanmadan parasını mı istiyordu ? Vermeyecektim.
"Paranı karakolda ifade verirken alırsın"
"Ne diyorsun be! Sen dedin bana dokun diye. Arabada kamera var sıkıysa git polise"
"Erkek arkadaşım yanımdaydı kör müsün sen!" dediğimde adam aniden bıraktı bileğimi ve uzaklaştı benden. Yaptıklarına anlam veremeyerek kaşlarımı çattığımda inmemi bekliyor gibi bir hali vardı. Açık olan kapıdan dışarıya çıkarken adamın 'Tövbe Bismillah, içine cin kaçmış' dediğini duydum. Rüzgar'ın uzaklaştığını bilmesem ona gününü gösterirdim ya! İşte Rüzgar'a yetişmem lazımdı. Adam ben iner inmez arabayı son sürat sürerek bulunduğum bölgeden uzaklaşırken bakışlarım arabanın gittiği yönde bana bakan Rüzgar'ı buldu. Orada öylece duruyordu, bu sefer gülümsemiyordu ama yüzünde başka bir duygudan da kırıntı yoktu. Sadece bakıyordu, ama o bakışları bile benim damarlarıma işliyordu.
Ona doğru yürümeye başlarken ona yaklaştığım her anda dudakları yavaşça yana kıvrılmaya başlıyordu. Her adımımda yüzü eski halini alıyordu, her adımımda yüzü donukluğunu kaybediyordu. Sonunda dibinde bittiğimde bir adım geri çekildi, yüzünde birkaç saniye önce olan o donuk ifadeden eser kalmamıştı. Gülümsüyordu, yine ve yeniden...
"Çok iyiydin aferin" dedi tok sesiye.
"Neden gülüyorsun? Neden beni orada yalnız bıraktın? Neden yanımda kalmadın? Neden beni kurtarmadın?" sorularımı art arda sıralarken hiçbir cevabın beni tatmin etmeyeceğini düşünüyordum. Bunun nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? O adam bana bir şey yapsaydı Rüzgar burada öylece durup izleyecek miydi?
"Sen kendini kurtar diye" dedi ve devam etti: "Eğer seni ben kurtarsaydım her başına bir iş geldiğinde başkalarının yardımına ihtiyaç duyardın. Senin kendini kurtarman gerek, ancak böyle güçlenebilirsin" ve bingo! Her söylediğiyle etkilediği gibi bu cümleleriyle de beni etkilemeyi başarmıştı. Onu seviyordum, onu her haliyle seviyordum.
"Her neyse, konuşmayalım şimdi bunları. Gidelim, zaten gelmişiz" dedim karşımdaki yolun biraz ötesindeki alışveriş merkezine bakarken. "Gidelim bakalım Eylül rüzgarı"
Yol boyunca hiç konuşmamış sadece alışveriş merkezine çabucak ulaşmak için hızlı adımlarla yürümüştük. On adımda bir ayağımda hissettiğim sızılarla durup dinlenmeme rağmen on dakika içerisinde kedimizi alışveriş merkezinin içinde bulmuştuk. Yolun bundan sonrası Rüzgar'a aitti. O nereye giderse oraya gidiyor, beni nereye götüreceği merakıyla da deliriyordum. Sonunda bir kırtasiyenin önünde durduğumuzda meraklı bakışlarımı Rüzgar'a yönelttim.
"Şimdi sana ufak bir alışveriş yapalım. Baba parası harcamayı seversin" dedi sırıtarak.
"Yaa ne demezsin" dedim ben de. Adımlarımız kırtasiyenin içini bulurken hala Rüzgar'ı takip ediyor, dönüp dolaşıp aynı yere gelince sıkıntıyla iç çekiyordum. Rüzgar'ın sonunda bir reyonun önünde durmasıyla bakışlarım önümdeki defterleri buldu. Daha çok ajanda tarzı olan bu defterleri o kadar çok sevmiştim ki tam şuan hiç acımadan hepsini birden alabilirdim.
"Siyah olanı al" dedi Rüzgar kulağıma fısıltıyla. Bakışlarım söz ettiği defteri bulduğunda onu elime alıp önünü, arkasını, içini inceledim. Hiçbir özelliği olmayan bu defter düz siyah ve çizgisizdi.
"İyi de bunun bir esprisi yok ki" dedim Rüzgar'ın beni izleyen gözlerine bakarak.
"Senin dokunuşlarınla olacak" dedi. Alacaktım, Rüzgar'ın bir bildiği vardı ve onun bir bildiği olduğunda ortaya hep harika şeyler çıkıyordu.Beyaz dolma bir kalem ve küçük, renkli yıldız çıkartmaları da aldıktan sonra kırtasiyeden ayrıldık. Kendimi büyük bir oyuncak mağazasının içinde bulduğum anın üzerinden tam tamına on dakika geçmişti. Rüzgar önden yürüyor ben ise elimde poşetlerle onu takip ediyordum.
"Peluş ayı falan aldırmayacaksın bana değil mi? Tüylü şeyleri sevmem bilirsin." Dediğimde duraksayıp bana döndü. "Bilmez miyim peluş ayım benim" dedi ve sırıtarak yürümeye devam etti. Ben ise olduğum yerde öylece kalakalmış bana dediği şeyi düşünüyordum. Hayır bu lakabı kabul edemezdim. Eylül rüzgarı ve peluş ayı diyen adamların aynı kişi olduğundan da şüpheliydim doğrusu.
"Buldum" duyduğum ses ile ilerideki led ışık ve aydınlatma reyonunun önünde duran Rüzgar'a baktım. Bakışları beni çağırırken yavaş adımlarla bulunduğu reyona gidip yanında durdum ve bakışlarımı birbirinden renkli ve ışıl ışıl ışıklara diktim.
"Peluş ayı sevmezsin ama yıldızlar zaafındır bilirim" dedi Rüzgar. Yüzümdeki büyük tebessümle Rüzgar'a bakarken gözlerimin o ışıklardan daha parlak olduğunu hissediyordum. Bu adam beni tanıyordu ve bu benim çok hoşuma gidiyordu.
"Yıldızlardan al bakalım" dedi önümdeki küçük led yıldızları gösterirken. Gösterdiği paketlerden birini aldıktan sonra tavana yapıştırılan renkli yıldızlardan da bir paket alıp doğruldum.
"Ha bu arada, kolundaki şey gözlerimden kaçmadı" dedi Rüzgar sırıtarak yanımdan geçip giderken. Sol kolumu kaldırıp baktığımda gördüğüm saatle gözlerimi devirdim. Rüzgar hatırlatana kadar varlığından bile haberim yoktu. Elimdeki poşetleri yere bırakıp bileğimdeki üç bin liralık, ünlü bir koleksiyon parçası olan saati çıkardım ve poşetlerin birinin içine atıp poşetleri tekrar elime aldım. Üstümden bir yük kalkmıştı sanki. Bakışlarım kasanın önünde beni bekleyen Rüzgar'a takıldığında gülümsedim. Beni kıskanması hoşuma gitmişti. Ağır adımlarla kasaya ulaştıktan sonra elimdeki paketleri kasaya bıraktım ve Rüzgar'a döndüm.
Sonunda oyuncakçıdan da çıktığımızda bakışlarım yanımdaki Rüzgar'ı buldu. Artık bir şey aldırmayacağını ve gideceğimizi düşünüyordum. Düşündüğüm gibi de oldu. "Artık buradan çıkıyoruz ve" sustuğunda kaşlarımı çatarak bakmaya devam ettim. "Ve?"
"Lunaparka gidiyoruz"
"Ne! Rüzgar ben lunapark sevmem biliyorsun" dedim sitemle. Evet doğru, lunaparkı sevmezdim. Belki binecek bir şey bulamamamdan, belki bana uygun olmamasından, belki de korktuğumdandı bilmiyorum ama sevmezdim işte.
"Biliyorum" dedi Rüzgar ve önümden geçip gitti. Onu takip etmeye başladığımda çok geçmeden alışveriş merkezinden çıkıp lunaparkın kapısına doğru yürümeye başlamıştık. Bir yandan yürüyor, bir yandan da Rüzgar'a laf aanlatmaya çalışıyordum.
"Rüzgar dur nereye! Gitmek istemiyorum işte" Lunaparkın kapısının önünde duraksayınca Rüzgar da durdu ve yanıma geldi. Gözlerim adını dahi bilmediğim, bilmek de istemediğim yukarı çıkıp inen alete takıldığında bakışlarımı başka bir yöne çevirdim. Ne fark ederdi, şimdi de gondolu izliyordum.
"Banane ben sevmiyorum" dedim kollarımı birbirine dolayıp kaşlarımı çatarak. Dışarıdan oyunbozan mızıkçı bir çocuğa benzediğimi çok iyi biliyordum. Rüzgar bu halime kahkaha atarken kaşlarım sanki daha fazla çatılabilecekmiş gibi kıvrıldı. Uçan, kaçan hızlı şeyleri sevmiyordum işte olamaz mı? Tamam belki de korkuyordum ama ne vardı bunda gülecek? Gözlerim atlı karıncaya takılınca sinsice gülümsedim ve Rüzgar'a döndüm. Hala gülüyordu!
"Atlı karıncaya binerim, belki bir de dönme dolaba" kocaman eli dudaklarını kapattı ve bakışları yere düştü. Hayır güldüğünü görmediğimi falan mı sanıyordu bu?
"Girelim de bakarız korkak peluş ayı" dedi ve içeri geçti. Ben de onu takip etmeye başladım. Bugün tek görevim bu olmuştu, ha bir de mutlu olmak. Ama artık mikrofon bendeydi. Rüzgar'ın önüne geçip onu peşimde dolandırmaya başlamamdan beri neredeyse on dakika geçmişti. Benim neye binip neye binmeyeceğimi tartışıyorduk.
"Çarpışan arabalara binmem,kafamı falan çarparım ben" dediğimde yine cevabı hazırdı. "Araba arabana çarpacak, kafana değil"
"Salıncak severim ama uçanları değil" dedim etek gibi açılmış uçan salıncaklara bakarken. "Normal salıncaklar da uçar"
"Şu aniden inen hızlı şeye binersem küçük dilimi yutarım" dedim gezmekten sıkılmış bir şekilde Rüzgar'a dönerken. "Sen o küçük dilini beni ilk gördüğün an yutmamışsın bunda mı yutacaksın" dedi. Ego yığını olduğunu daha önce söylemiş miydim?
"Hadi hadi yürü" dedi aniden inen hızlı şeye doğru yürürken.
"Yok artık!"
"Var artık" peşinden ilerleyip onunla birlikte o şeyin kapısının önünde beklemeye başladım. "Ya Rüzgar yapma korkarım. Hem kalp var bende!"
"Ne tesadüf bende de var" dedi her zamanki alaycı tavrıyla.
"Korkuyorum ve gayet ciddiyim!"
"Korkunu yeneceksin, benimle birlikte. Hani ben yanındayken korkmazdın sen?"
"Ama bu başka" dedim gözlerim duran alete ve aşağı inen insanlara kayarken. "Bir şey olmayacak inan bana" dedi. Ona inanıyordum, ona güveniyordum ama ben kendime güvenmiyordum. Daha önce binmemiştim ki hiç böyle bir şeye. Ablamla da daha önce defalarca gelmiştik bu lunaparka, ama ben hep köşede oturup izleyen taraf olmuştum şimdiye kadar. Şimdi o şeyin içinde olup uçacak olma düşüncesi bile başımı döndürmeye yetmişti.
"Hadi ama Eylül rüzgarı. Esme vakti geldi" dedi Rüzgar kapıdan içeri geçip koltukların birine otururken. Derin bir nefes aldım, yapabilirdim. Korkumu yenemezdim ama belki katlanabilirdim. Benim de girmemle kapı kapanırken Rüzgar'ın yanındaki koltuğa bıraktım kendimi. Jetonumu görevliye uzattıktan sonra kemerlerimin bağlanmasıyla Rüzgar'a baktım. Gözleri 'korkma ben buradayım' der gibi bakıyordu. Ellerimi vücudumu koruyan demirlere sıkıca sardığımda yavaşça hareketlenmeye başladık. Ayaklarımın yerle ilişkisi kesildi. Biz yükseldikçe içimdeki korku da kat kat artıyordu. Bakışlarım Rüzgar'ı bulduğunda gülüyor olduğunu fark edip kendi durumuma ağlayacak duruma geldim.
"Rüzgar! Elimi tutar mısın!" diye bağırdım gürültü yüzünden avazım çıktığı kadar. O ise beni hiç duymamış gibiydi, gözlerime dahi bakmıyordu. Fırsat bu fırsat dedim ve tam en tepeye çıkmışken elimi onun demirdeki eline uzattım. Aletin aniden hızla aşağı inmesiyle yüreğim ağzıma gelmiş bir şekilde kapandı gözlerim. Kalp atışlarımı bu gürültüde dahi çok net bir şekilde duyuyordum. Gözlerimi açtığımda beni karşılayan boş koltuk ile kaşlarımı çattım. Elimi uzattım, demirine tutundum, koltuğu elimle kolaçan ettim ama yoktu. Nereye kaybolmuştu? Aletin tekrar havalandığını bile fark etmemiştim gözlerim onu aramaya devam ederken. O beni korkularımla baş başa bırakmıştı, birlikteyiz diyip ortadan kaybolmuştu. Ama nasıl kaybolmuştu?
"Rüzgar!" diye bağırdım avazım çıktığı kadar. Ne ses vardı ne görüntü. Alet tekrar kendini bırakırken hızla aşağı indiğimde nefes alamayacak duruma gelmiştim. Gözlerimden akan yaşları da ancak o zaman fark etmiştim. Alet bir kez daha yükselip kendini bıraktığında artık bir ölüydüm. Kalbim hızlı atmaktan yorulmuş, yavaşlamıştı. Ve hatta durmuştu.
"Hanımefendi bir tur daha mı kalacaksınız?" dendiğinde aletin durmuş olduğunu bile henüz fark etmiştim. Başımı olumsuz anlamda salladığımda üstümdeki demir kalktı ve kemerler açıldı. Ayaklarım yere bastığı anda hızla kapıya doğru ilerlemeye başladım. Başımın dönmesine ya da ayaklarımın acımasına aldırmadan yürürken çarptığım beden ile sendeleyip geriledim.
"Pardon özür dilerim" dedi bana çarpan beden. Ama bu onun sesiydi, onun sesini 10 sokak öteden tanırdım, bu onun sesiydi. Başımı kaldırdığımda ise karşılaştığım koca bir hiçti. Elim çarpışmanın etkisiyle ağrıyan omzuma yerleşirken hızlı adımlarla lunaparktan çıkıp gördüğüm ilk taksiye atladım.
"Karan hastanesine"
Taksiden indikten sonra hastaneye girmiş, hızlı adımlarla odama doğru ilerlemeye başlamıştım. Elimdeki poşetler onun yokluğunda bana ağır gelirken tek isteğim bu yükten kurtulmaktı. Odama girdiğimde beni karşılayan her zamanki gibi sessizlik ve karanlık olmuştu. Yatak bıraktığım gibi duruyordu bu da ablamın gerçekten de hiçbir şey fark etmediği anlamına geliyordu. Elimdeki poşetleri yatağın yanındaki koltuğun üstüne bıraktıktan sonra tam yatağıma oturacaktım ki kapının aniden açılmasıyla kapıya döndüm. Elinde küçük bir kağıt bulunan bir hemşire odaya girerken yüzünde mahçup bir ifade vardı.
"Kusura bakmayın, ben siz uyuyorsunuzdur diye kapıyı çalmak istemedim"
"Önemli değil" dedim ve elindeki kağıda dikkatle bakmaya başladım. O da bu durumu fark etmiş olacak ki kağıdı bana uzattı ve sormama fırsat vermeden açıklamaya başladı. "Seda Hanım ve doktorunuz Emrah Bey'in yazdığı ilaçlar. Ablanız size iletmemi ve artık gidebileceğinizi söyledi. Kapıda araba bekliyormuş" başımı olumlu anlamda sallayıp elindeki kağıdı aldım.
"Teşekkür ederim. Peki ya ablam nerede?"
"Ablanız en son Seda Hanım'ın odasına gideceğini söylemişti."
"Peki Seda Hanım'ın odası nerede?"
"Labaratuvarın hemen yanında" dedi kadın. Koltuğun üzerine bıraktığım poşetleri alıp elimdeki kağıdı da katlayıp poşetlerin birine bıraktım. Etrafıma bakındığımda zaten eşyamın olmadığını gördüğümde kapıya doğru ilerledim. "Teşekkürler" dedim kadına ve odadan çıkıp koridor boyu ilerlemeye başladım. Labaratuvar giriş katındaydı ben ise 3. Kattaydım. Asansörün önüde bir grup insan görünce rahatça asansöre doğru ilerledim. Asla tek başıma asansöre binemezdim.
Asansör çok beklemeden gelince içeri giren 4 kişinin ardından ben de kendimi asansörün içinde buldum. Birinin giriş katı düğmesine basmasıyla bakışlarım asansörün kapısını bulurken on saniyeye kalmadan açıldı kapılar. Kendimi dışarı attım, gerisi kolaydı. Bakışlarım önce labaratuvarı sonra da Seda Hanım'ın aralık kapısını bulduğunda o yöne doğru ilerlemeye başladım. Adımlarım ilerledikçe içimde anlam veremediğim bir huzursuzluk hissi oluşmaya başlamıştı. Bir an duraksayıp rahatlamak için derin bir nefes aldığımda ismimi duymamla nefesimi geri veremeden kapıya yanaştım. Her ne konuşuyorlarsa benimle ilgili olduğu belliydi. Ben de yanlışlıkla kulak misafiri olacaktım.
"Söylediğin gibi Eylül gerçekten de olmayan şeyler görüyor" dedi Seda Hanım.Aklım Rüzgar'ın lunaparkta birden kayboluşuna giderken nefes alamadığımı fark ettim. Düşüncesi bile kötüydü.
"Evet bunun biz de farkındayız" dedi ablamın ince çıkan sesi.
"Halüsinasyon görmek, kendi kendine konuşmak, masallar uydurup kendini masalın bir karakteriymiş gibi hissetmek ve daha bir sürü sebep" dedi Seda Hanım ve duraksadıktan sonra devam etti. "Bunlar tek bir sonuca çıkıyor biliyorsun" bir an ablamın hıçkırdığını ve derin bir iç çektiğini duydum. Yoksa bu benim hıçkırığım mıydı? Emin değildim.
"Şizofreni" Ablamın sesinden duyduğum 9 harf, tek kelime hayatımın dönüm noktası olmuştu. Hayat bu kadar acımasızdı işte. Tek kelimenin yükü bu kadar ağırdı, aşk gibi. Gözlerimden süzülmüş olan yaşları ancak ellerim dudaklarımı kapat tığında fark ederken Seda Hanım'ın sesini duydum tekrardan.
"Ama Rüzgar diye biri var ve Eylül onu 8 yıl önce ve belki yakın bir zamanda da görmüş."
*****
Teşekkürler
-Berf
|
0% |