@mrsodana
|
ŞİMDİ Yüzüme esen ılık esinti ile göz kapaklarımı araladım. Rüzgar hiç olmadığı kadar yumuşak hissettiriyor, tenimi gıdıklıyordu. Kollarımı pikemin altından çıkardım, yavaşça gözlerimi ovuşturdum. Uyku mahmurluğunun etkisiyle bir kaç kez esnedim. Ayaklarımı sakıttım ve ellerimi yatağıma bastırarak doğruldum. Hâlâ göz kapaklarım ağır ağır kapanıyor, beni tekrar uykuya çekmeye çalışıyordu. Gözlerimi kırpıştırdım ve ayağa kalktım. Ağır adımlarla pencereme doğru ilerledim. Rüzgarın savuşturduğu perdemi çektim ve bulutlu, her an yağmur yağmaya hazır bozuk bir hava ile karşılaştım. Güzel. Yağmurlu ve fırtınalı havalar içimde bir şeylerin kopmasına, heyecanlanmama ve yüzümde bir gülümseme oluşmasına neden oluyordu. Soğuk havalarda ısınmak için çabalamak beni mutlu ediyordu. Balkonda oturup sıcacık çayımı yudumlarken, iliklerime kadar hissettiğim soğuğu görmezden gelip yağmuru izlemek beni mutlu ediyordu. Gök gürlemesi ve ardından şimşeklerin gri gökyüzünü aydınlatması beni mutlu ediyordu. Penceremin önünden ayrıldım ve pijamalarımla banyoya ilerledim. İşlerimi hallettim ve kahvaltı yapmak için mutfağa geçtim ve kahvaltılıkları çıkartıp masama dizmeye, kahvaltımı hazırlamaya başladım. Geçen sene üniversiteyi bitirmiştim. Aslında hukuk okuyacak kadar puanım yetmişti fakat felsefe okumayı tercih etmiştim. Annemler beni gönderdiğinden beri, on dört yıldır Amerika'da yaşıyordum, geçim sıkıntım yoktu annemler her ay bana düzenli miktarda para gönderiyorlardı. Fakat yine de elimde bir mesleğimin olmasının bana faydası vardı, daha mesleğimi elime almasam da. Buradaki yaşantımda hem burada eğitim görmüş hem de İngilizceyi öğrenmiştim. On sekiz yaşıma kadar Sema Abla benimle ilgilenmiş, büyükannem ve kardeşim sık sık beni ziyaret etmişti. Annemin ise beni hatırladığından şüpheliydim çünkü on dört yıldır ne ziyaretime gelmişti ne de telefon konuşmalarımız 2-3 dakikayı geçmişti. Zaten bu saatten sonra yüzünü görmek istemem. Anneme hissettiklerimin arasında kızgınlık ve öfke yoktu, kırgınlık vardı. Derler ya, annelerin bir bildiği vardır diye, ben de bu söze sığınarak kendimi avutuyor anneme kin beslememeye çalışıyordum. En azından belirli bir yaşıma kadar bana sevgisini vermiş, büyütmüş, emek vermiş, büyük fedakarlıklar yapmıştı. Ben ergenliğimde, genç kızlığımda ve şimdi hayatımın büyük bir bölümünü burada geçirmiştim ancak annem ben gittikten sonra bile kardeşime annelik yapmıştı. En azından bunu yapmıştı. Kafamdaki düşüncelerden sıyrılıp kahvaltımı yapmaya başladım. Bugün tamamen boş bir günümdü ve evde dinlenmek istiyordum. Birkaç bir şey atıştırdıktan sonra odama gittim ve yatağımı toplamaya başladım. Şu ağır yorgan yüzünden bir gün belim çıkacaktı. Yastıklarımı da düzenledim ve dolabıma yöneldim. Pijamalarımı çıkartıp üzerime rahat bir şeyler geçirdim. Saçımı rastgele evire çevire topladım ve en rahat moduma gömüldüm. Salona geçerken mutfaktaki tezgâhın üzerindeki telefonum çalmaya başladı. Gözlerimi duvardaki saate çevirdim. Saat ona geliyordu. Erken kalkmaya alışık olduğum için bu saati yadırgamıyordum ama beni her sabah güzel sözlerle uyandıracak ne bir sevgilim, ne bir arkadaşım vardı. Bu saatte kimdi ki bu? Oflayarak yönümü sola çevirdim. Ayaklarımı sürte sürte mutfağa ilerledim ve telefonumu aldım. Ekrandaki isme baktığımda kaşlarımı şaşkınlıkla havaya kaldırdım. Annem arıyordu. Bu saatte. Annem arıyor. Dudaklarımı büzdüm ve telefonu açtım. Sesimin tamamen hissiz çıktığından emin oldum. "Alo?" Karşıdan gelen buz gibi ses kalbimi yine ve yine kırmaya yetti. "Alo" "Ne oldu?" Annem boğazını temizledi. "Yarın Türkiye'ye geliyorsun. Biletin hazır. Haberin olsun." Haberin olsun, haberin olsun. Her şeyden haberim olsun. Ne zaman bir şey yapacak olsa bana hallettikten sonra söylüyor "Haberin olsun." diyor! "Anne sen ne saçmalıyorsun? Ne demek 'Türkiye'ye geliyorsun'! Benim neden haberim yok?" Annem bıkkınca iç çekti. "Kızım artık oralarda yaşamanı gerektirecek bir durum yok. Yani var ama artık bizim yanımızda kalacaksın, istemez misin bunu?" "İstemem anne! Yıllar önce beni buraya gönderdiğinizde ben düzenimi kurdum, artık size ihtiyacım yok." "Kızım bak, dinle beni. Özlemedin mi kardeşini, bizi, burayı? Sen biz istiyoruz diye mi orada olduğunu zannediyorsun? Seni sebepsiz olarak mı gönderdik? Böyle mi düşünüyorsun?" Hayır, böyle düşünmüyordum tabii, fakat sırf annem istiyor diye her şeyi hemen kabul edecek bir kukla değildim ben. Annem sessizliğimden yararlandı. "Anlatacağız," dedi. "Her şeyi öğreneceksin. Her şeyi." Her şeyi... Küpeyi, çiçeği, aynayı ve kulağımın arkasını... Yıllardır bir çok kez bakmıştım aynayla sağ kulağımın arkasına. Hiç bir şey görememiştim. Başkalarına baktırmıştım , onlar da görememişti, hiçbir şey. O siyah ayna gibisini bulamamıştım ve yıllarca bunun merakıyla yaşamıştım. "Eşyalarını yarına kadar topla. Geri kalanı mesaj atacağım." Zaten bu daire bizim olduğu için sadece kendime ait olan şeyleri valize doldurmam yetecekti. Her ne kadar annemin beni bu şekilde kontrol etmesinden nefret etsem de, artık evime dönmeyi istiyordum. Annemler hâlâ küçükken yaşadığımız evde kalıyorlardı. Kasabaya uzak ama ormana yakın. İnsanlara uzak ama ağaçlara yakın. Kargaşaya uzak ama sakinliğe yakın. Telefonu kapattıktan sonra içeri geçtim ve kendimi kanepeye bıraktım. Bu kadar çabuk ikna olmamın sebebini biliyordum ama kendime itiraf etmek istemiyordum sadece. Aslında çok basitti. Yıllarca yabancısı olduğum bir yerde yaşamak yormuştu beni. Ülkemi özlemiştim. Kardeşimi, büyükannemi. Dakikalarca gözlerim kapalı oturdum. Düşündüm, düşündüm ve düşündüm. Gitmeyi istiyordum. Belki de annesinin onu yanında istediğine inanan bir çocuktum hâlâ. Bilmiyordum. Yaşadıklarımın sebebini bilmiyordum. Fakat bildiğim bir şey vardı ki zaten en çok ta bunun için geri dönecektim. Öğrenecektim. Küpeyi, aynayı ve geri kalan her şeyin sırrını, bilinmeyeni. Hissediyordum. Kulağımın arkası kaşınıyordu, yüreğime her geçen gün daha çok baskı yapan görünmez bir taş vardı. Belki siyah, belki beyaz ve büyükannemin dediklerini hatırlıyordum. Hiç unutmamıştım ki. 'Anlayacaksın' demişti ama şu an bile anlamak zordu benim için. Düşüncelerimden sıyrılıp ellerimi kanepeye bastırarak kalktım. Odama doğru ağır adımlarla ilerledim. Bir sandalye çektim ve üzerine çıktım. Uzanıp dolabımın üzerindeki iki valizimi aşağı indirdim. Sessizce eşyalarımı yerleştirmeye başladım. Yarın için giyecek askılı, bileklerime kadar uzanan düz, beyaz bir elbise seçtim. Elbiselerimin neredeyse hepsi beyazdı çünkü simsiyah saçlarımla zıt, açık mavi gözlerimler uyumlu olduğunu düşünüyordum. Ayrıca açık gri bir hırkayı da yatağımın üzerine bıraktım. Buranın havası ile Türkiye'nin havası bir değildi. Burada yaz yeni bitiyor olmasına rağmen hava serindi. Türkiye ise daha soğuk olacaktı. Kıyafetlerimi ve benim için önemli olan her şeyi valize tıktıktan sonra ayağa kalktım. Valizleri odamın kapısının yanına koydum. Ben gittikten sonra burada sadece evdeki ve beyaz eşyalar kalacaktı. Burada yıllarımı geçirmişken bu kadar kolay ayrılmam bana garip hissettiriyordu. Sebepsiz yere ihanet gibi. Kendime. Kendime ihanet gibi. Duygularıma ihanet gibi. Hislerime ihanet gibi. Başımı iki yana sallayarak odamdan çıktım. Almam gereken bir şey var mı diye kontrol ettikten sonra tekrar salona geçtim. O an gözüme takılan bir şey oldu. Konsolun yanındaki çiçek. Zakkum. Diğer adıyla Cehennem Çiçeği. Bembeyaz bir çiçek. Büyükannemin bana verdiği günden beri mucizevi bir şekilde solmayan çiçek. Onu da yanımda götürmeliydim, çiçeğim olmadan gidemezdim. Çiçeği aldım ve valizlerimin yanına koydum. Sonra yatağıma ilerledim. Bir saat önce topladığım yatağıma kıvrıldım ve yeniden uykuya daldım. ... Saat on bir buçuktu! On bir buçuktu ve benim uçağım on ikide kalkacaktı. Uyanamamıştım. Uyanamamıştım! Neden bu kadar geç kalktığımı bilmiyordum. Dün sabah tekrar uyumam kısa sürmüştü ve akşam erken yatmıştım ama nasıl bu kadar geç uyanmıştım. Sorunda buydu. Hatırlamıyordum. Neyi hatırlamıyordum? Zihnimde buğulu şeyler belirdi. Kendimi düşünmeye zorladım. Bir dakika. Görmemiştim. Bu gece kâbuslar uykularıma musallat olmamıştı. Her gece duyduğum bir kadınla erkeğin ıstırap dolu çığlıkları duymamıştım. Yerde yatan, her yerleri kanla kaplı bir çift yoktu. Karşımda duran on dört kişi beni çekiştirmiyordu veya kollarımda hareketsizce duran yüzünü hatırlayamadığım bir adam yoktu. Bağırmıyordum, ağlamıyordum, acı çekmiyordum. Geç uyanmıştım çünkü her gün beni kan ter içinde erkenden uyandıran kâbuslarımdı. Kafa karışıklığıyla dudak büktüm. Sonra bunları düşünmenin zamanı olmadığından koşarak banyoya girdim. Yüzümü yıkadıktan sonra dişlerimi fırçaladım ve diş fırçamı çöpe attım. Zaten artık ihtiyacım olmayacaktı. Hemen odama gidip üzerime elbisemi geçirdim. Saçlarımı tararken bir taksi çağırdım. Zaten çok makyaj yapan birisi değildim o yüzden bu halimi sorun etmedim ve hırkamı valizlerimden birinin üzerine koyarak odadan çıktım. Hazır olduğumu düşünerek kapıyı açtım ve valizleri kapının önüne bıraktım. Koşarak odama çantamı ve telefonu almaya gittiğimde ayağım saksıya çarptı. Az kalsın unutuyordum. Eğilip saksıyı aldım ve çantamı koluma takarak yeniden kapıya koştum. Hemen beyaz spor ayakkabılarımı giydim ve kapıyı kilitledim. Asansörü çağırdım ve güç bela asansöre adımımı attım. Ben kesik kesik nefesler almaya devam ederken sonunda zemin kata indim. Önce valizlerimi çıkarttım sonra çiçeği valizin demirlerine dikkatlice yaslayarak dışarı çıktım. Beni gören taksi şoförü indi ve valizlerimi bagaja koyarken hırkamı ve çiçeğimi alıp arka koltuğa oturdum. Çiçeği arabanın sol tarafına bıraktım ve sağ tarafa oturdum. Şoföre gideceğimiz yerin adresini verdim ve hızlı olmasını söyledim. Oturduğum yerde parmaklarımı oynatıyordum. Sanki böyle yapınca araba daha hızlı gidiyordu! Taksimetrenin yanındaki saate baktığımda, on ikiye yirmi dakika olduğunu fark ettim. Neyse ki havaalanı fazla uzak değildi ve yetişme ihtimalim en azından vardı. Yaklaşık beş dakika sonra taksi havaalanının önünde durduğunda hızla arabadan indim. Sağ olsun, şoför de seri şekilde hareket ediyordu. Valizlerimi bagajdan çıkardığında para üstünü almadan ücreti ödedim ve hemen yürümeye başladım. Neyse ki elim kolum kapıdaki kadar dolu değildi. Valizlerimi daha rahat taşıyordum. Neden böyle hissettiğimi düşünmeye başladım. Hayır, bunları düşünmek için vaktim yoktu. Zaten koşar adımlarla ilerliyordum, bu esmeye başlayan rüzgarın tüylerimi diken diken etmesi için yetti. Hemen valizim üzerindeki hırkama uzandım. Hırkama... Hırkam yoktu. Çiçek? Çiçeğim neredeydi? Ah, hayır, kahretsin! Aceleyle indiğim için çiçeğim ve hırkamı tamamen unutmuştum. Bu yüzden daha rahat ilerliyordum. İ-na-na-mı-yo-rum! Hemen taksinin gitmemiş olması dileğiyle arkamı döndüm ve birkaç adım öne attım. Taksinin beni indirdiği yere baktım. Hayır, hayır, hayır. Gitmişti. Zaten acelem vardı, bir de başıma bu çıkmış... Saçlarımın arasında hissettiğim sıcak nefesle beraber düşüncelerimden koptum. Arkamda biri vardı ve sesini bile çıkartmıyordu. Ne oluyordu? Valizlerin kulplarını bıraktım ve arkamı döndüm. Resmen burnumun dibinde olan adamı gördüğümde gerilemek istedim fakat birbirine dolanan ayaklarım sayesinde dengemi kaybetmem bir oldu. Geriye doğru sendeledim. Tam düşmek üzereyken güçlü bir kol belimi sardı ve düşmeme engel oldu. Üzerime eğilen adamın yüzünün bir kısmını çiçek kapatıyordu. Benim çiçeğim. Çiçeğim elindeydi! Aynı zamanda hırkam da öyle. Nasıl onun elindeydi eşyalarım? Eminim onları bana verecekti ve ben tedirgin olmuş yere düşecekken beni tutmuştu. Mükemmel! Rezil oldum. Çiçeği yüzünden uzaklaştırdı. Beni bırakabilirdi ama bırakmadı ve üzerime eğilmiş şekilde durmaya devam etti. Bunu fırsata çevirdim, karşımdaki adamı incelemeye başladım ve her şey somutluğunu yitirdi; Üzerindeki beyaz gömleğin ilk iki düğmesini açık bırakmış, kollarını dirseklerine kadar kıvırmış, ne çok dar ne çok bol bir siyah pantolon giymişti. Eğildiği için koyu, çok koyu kestane rengi, hafif dağınık saçları alnına dökülmüş, karizmatik bir görüntü oluşturmuştu. Sakalsız, keskin bir çenesi, ince bir burnu ve pembe etli dudakları vardı ancak dudağının sol tarafında kabuk tutmuş küçük bir yara vardı. Kaşları hafifçe çatılmış, gözlerinin üzerine inmişti. Uzun kirpikleri göz kapaklarını süslemişti ve gözleri... Yakından bakıldığında insanı derinden etkileyen gözleri vardı. Kahverengiydi. Hayır, değildi. Gözlerinin etrafındaki halka simsiyahtı. Göz bebeği de öyle. İki siyahlığın arasında kalan koyu kahverengi gözleri, uzaktan bakınca imkansız olmasına rağmen siyah gözükebilirdi. Öyleydi ki kahvelerinin arasında açık renkli halkalar resmen bakana şölen sunuyordu. Gözleri çok güzeldi. İmkansızların arasından sızmış gibi görünüyorlardı. Ne oluyor bana böyle? Dünyanın yüzde doksanı kahverengi gözlü zaten. Boğazımı temizleyip kollarının arasından sıyrıldım. O da çiçeğimi valizimin üzerine bıraktı. "Ben...şey oldum..." Aklımdaki sözcükler birden sıfırlanmış, zihnimde sadece şu anki tebessümü kalmıştı. "Panik mi? Panik mi oldun?" "Evet! Yani evet, affedersin." Yanaklarımın pembeleştiğini hissedebiliyordum. Karşımdaki adamsa pişkince gülümsüyor, gülümsediğinde elmacık kemikleri daha da belirginleşiyordu. Bu, yüzünü olduğundan daha yakışıklı gösteriyordu. Sussana Sidelya! "Çiçeğini ve hırkanı takside unutmuşsun" "Ah, evet, acelem vardı da. Teşekkür ederim." "Asıl ben teşekkür ederim." dediğinde kaşlarımı çatarak, anlamaz gözlerle baktım. "Anlamadım?" "Eşyalarını takside unutarak, seninle karşılaşmamı sağladın." dedi. Gözlerim kocaman açıldı. Daha önce kimseden bu gibi sözleri duymamıştım ve ne tepki vereceğimi bilmiyordum. Başımı hafifçe öne eğdim ve küçük bir tebessüm belirdi yüzümde. Cevap vermem için dudaklarım aralanmıyordu. Bunu herhangi birisi söyleseydi umurumda olmazdı tabii ama... Sonunda konuşacak cesareti gösterdim. "Yolculuk nereye?" derken hâlâ elinde tuttuğu hırkama bakıyordum. "Türkiye'ye." dediğinde gözlerimi ona çevirdim. O ana kadar İngilizce konuşuyorduk ve ben o öyle deyince, "Aaa, ne tesadüf." dedim ve bunu Türkçe söyledim. Kendisi de aynı şekilde Türkçe, "Tesadüf değil, kader." dediğinde donakaldım. Kader. Kader... Bana bir şeyleri biliyor, beni tanıyormuş gibi bakıyordu sanki. "Gitmem gerek-" derken sözümü yarıda kesen elindeki hırkamı yavaşça omuzlarıma bırakması oldu. Hırkanın yakasına hafifçe çekerek boynumun bir kısmını örttü. "Hava soğudu, değil mi?" Başımı sallamakla yetindim ki zaten o an yapılan anons uçağımızın on dakikaya kalkacağını söylüyordu. Böylece andan koptuk. "Evet, gitmeliyiz." dedi ve çiçeği elime tutuşturarak valizlerimi de alıp koşar adım ilerlemeye başladı. "Hey, buna gerek yok," Aslında gerek vardı. Bu aceleyle hepsini taşıyamazdım. Gerçi onun bavulları neredeydi? Peşinden yürüye yürüye en son ikimizde uçağa yetişmeyi başardık. Çiçeğimi her ihtimale karşı yanıma aldım. Uçağa binmiş olmamıza rağmen hâlâ aynı yöne ilerliyorduk. En son sıkışık yerlerden geçerek cam kenarındaki koltuğuma geçtim ve çiçeğimi ayağımın dibine koydum. Başımı çevirip bana eşlik edecek koltuk arkadaşlarımı aramaya başladım. E yok artık! "Ne yapıyorsun?" "Yerime oturuyorum?" "Yerin burası mı?" "Evet, yerim senin yanın." dediğinde sesindeki imayı görmezden gelmeye çalıştım ama nafile. Bu yabancı beni tanıyormuş gibi konuşuyordu. Onu tanımıyordum ama hissettiklerim öyle söylemiyordu. Bir bağ vardı sanki aramızda. Birbirimize çok yakın ama kavuşmamız imkansız. O benim için var, ben onun için. Ortak bir amaç için yaratılmışız ama ikimiz de çok farklıyız. Ay, ne diyorum ben böyle! Aldığım hoş ve yumuşak kokuyla duraksadım. Çiçeğimle aynı kokuya benziyordu, belki de aynı kokuydu fakat çiçeğim ayaklarımın dibindeyken kokusunu almam imkansızdı. Koku yanımdaki yabancıdan geliyor olmalıydı. Gözlerimi kapattım ve yumuşak kokuyu içime çektim. Burnumun deliklerinden sızan koku soluduğum en güzel kokuydu belki de. Gözlerimi açtığımda onun bana baktığını gördüm. "A, pardon kokunuz çok güzel, şey gibi..." "Cehennem Çiçeği gibi mi?" dediğinde başımı salladım. "Kendim yapıyorum." "Gerçekten mi?" diyerek resmen ciyakladım. Kokusunu kendisi yapıyor olabilirdi, bu şekilde ani tepkiler vermeyi en acilinden bırakmalıydım. "Gerçekten" diyerek sözlerimi tekrarladığında ikimizde güldük. Arkama yaslandım ve kokuyu içime çekmeye devam ettim. "Beni tanıyor musun?" Birden sorduğum soruya omuz silkti. Ben cevap vermesini beklerken kulağımın arkasında, kulak mememin hemen arka tarafındaki kemikte bir karıncalanma hissettim. Kulağımın arkası kaşınıyordu. Kalkışa geçmiştik ve hemen eğilip yerdeki çiçeğimi kucağıma aldım. Beni pür dikkat izleyen, artık yüzünde gülümsemesinden eser olmayan adamı görmezden gelip çiçeğimin yapraklarını okşamaya başladım. Nedenini bilmesem de büyükannemin sözünü dinlemiştim ve çiçeği her okşadığımda kaşıntı hissi kaybolmuştu. Gözlerini kısmış beni izleyen adama döndüm, "Uçuşun iyi geçmesi için totem yapıyorum." İşaret parmağını kaldırdı ve sağ kulak memesinin arkasını kaşıdı. Tek ayağını sallamaya başlarken yüzünde rahatsız oluyormuş gibi bir ifade belirdi. Çenesinin kasıldığını fark ettim ve başını yanımızdan geçen hostese çevirdi. Bir şeyler fısıldadı ama hostes başını iki yana sallayınca dudağının sol tarafındaki yarayı ısırdı. "Neler oluyor? Bir problem mi var?" Başını hızla bana çevirdi ve okşadığım çiçeğe baktı. "İstediğin kadar okşa," dediğinde başımı yana eğdim. "Kaşıntın geçmeyecek." Ne? Bunu nereden biliyor? Ayrıca o da kulağının arkasını kaşıyor! "Bunu nereden biliyorsun?" dediğimde bana her şeyi biliyormuş gibi baktı. Tüm geçmişimi biliyormuş gibi. "Söylesene, senin de mi bazen kulağının arkası kaşınıyor?" Bana doğru eğildi ve fısıltıyla konuştu. "Bazen değil, ilk defa senin yanında oluyor. Yüreğindeki saf iyilik beni etkiliyor ve sense benim karanlığımdan etkileniyorsun. Yan yana olmamalıyız." Ona hem anlamaz, hem de anlıyor gözlerle baktığımdan emindim. Söyledikleri büyükannemin söyledikleriyle uyuşuyordu. Kaşlarımı çattım. Bu adam gerçekten de beni tanıyor olabilirdi. "Neden bahsettiğini bilmiyorum." dedim ve önüme dönüp yaprakları okşamaya devam ettim. Ancak dediği gibi kaşıntı geçmiyordu. "Neden bahsettiğimi gayet iyi biliyorsun. Ama neler olup bittiğinden haberin yok değil mi?" Çiçeğimi vazgeçip yere bıraktım. Bana bilgi verebilecek birisine benziyordu. "Kimsin sen?" diye sordum. Sorum onu güldürdü. Korkunç bir şekilde gülümsemesi kafamı karıştırdı. Bu adamda kişilik bozukluğu falan mı var? Nasıl iki dakika önce karşımda sıcacık bir adam varken şimdi buz gibi bakıyordu? "Kim olup olmadığım önemli değil, bana ne bildiğini anlat." "Oldu, başka bir emrin de var mı?! Sana neden bildiklerimi söyleyecekmişim?" Sabır dilercesine bir nefes aldı. Ayağını daha çok salladı ve avcunu bir kaç kez açıp kapattı. Yerinde duramıyordu sanki. Bilmediğim şeyler için tedirgin oluyordu ama onu engelleyen bir şey vardı. "Bak Sidelya," ismimi söylediğinde kaşlarımı daha çok çattım. Gerçekten beni tanıyordu! "İkimiz de aynı lanetin kurbanıyız ama ikimiz de çok farklıyız. Sen her zaman iyiliğe yönelik oldun, ben ise intikam ateşi için yanıp tutuştum. Lanet benim yüreğimde daha ağır basıyor seninkinde ise iyilik. İkimiz temelinde aynı ama bir o kadar da farklı kaderleri paylaşıyoruz. Senin iyiliğin içimdeki ateşimi söndürmeye çalışıyor, benim lanetim seni siyaha boyamaya." Kafam hiç olmadığı kadar karışıktı. Söyledikleri büyükannemin söyledikleriyle çelişmiyordu. Kahretsin, anlamıyordum. Ne lanetinden bahsediyordu? Hangi kaderi paylaşıyorduk? İsmimi ve bu kadar şeyi nereden biliyordu? En önemlisi bu adam kimdi ve söyledikleri doğru muydu? "Sana kimse bir şey anlatmadı değil mi?" diyerek bana acıyormuş gibi baktı. Hayır, gözlerinde acıma duygusu yoktu, çaresizlik vardı. Üzülüyordu sanki. Bu anı yaşamak istemiyor gibiydi. Ama ben de bunları duymak istemiyordum. Bunlar gerçek değildi. Onu tanımıyordum ve dediklerine de inanmayacaktım. "Sana söyledim," dedim gözlerinin içine bakarak. "Ne dediğin hakkında hiçbir bilgim yok." "Peh, eminim öyledir. Sen kendi yalanlarına inanmaya devam et ama merak etme kısa süre sonra tekrar karşılaşacağız." dedi ve kulağının arkasını kaşıma devam etti. "Söylediğim gibi, benim yerim senin yanın ancak bu imkansız. Zaten biz imkansızlığın içinde, mucizelerin kucağında terk edildik . Kaderimiz yazıldı ve mühürlendi. Yapmamız gerekense mührü kırmak ve imkansızları geride bırakıp kendi mucizelerimizi yaşatmak." diye fısıldadı ve kemerini çözüp yanımdan kalktı. Nereye gitti bilmiyordum ama geri dönmedi ve kulağımın arkasındaki kaşıntı geçti. Bir yanım söylediklerine inanıyordu. Tüm hayatım boyunca merak ettiğim şeylerin cevabı ondaydı. Bir yanım ise onun bir deli olduğuna, beni kandırmaya çalıştığına inanıyordu. Birden bu şekilde duygu değişimi yaşaması bana ilginç geliyordu. Ama tüm bu şeyleri uydurmuş olamazdı. Ben ne yaşamıştım az önce? Neler olmuştu? Saat kaçtı? Neredeydim? Hangi gündeydim? Ne yapıyordum? Bilmiyordum! Zaman ve yer algımı resmen yitirmiştim ve göz kapaklarımın kapanmasına engel olamadım. Uykuya çekilirken gözümün önünde beliren onun gülümsemesi, duyduğum son ses ise kulağımda yankılanan söyledikleri oldu.
|
0% |