@mrsphant0m
|
Gece karanlığında, sınır bölgesinin dağlık arazisinde, timimle birlikte ilerliyorduk. Gökyüzü bulutlarla kaplı, ay ışığı bile görünmez olmuştu. Etrafı saran sessizlik, yalnızca rüzgârın uğultusu ile bozuluyordu. Telsizimden gelen cızırtılı ses sessizliği bozmuştu: “Hedefe yaklaşıyoruz komutanım.” Gözlerimi karanlıkta ilerleyen timime çevirdim. Her biri, dikkatli adımlarla ilerliyor, gözleri çevreyi tarıyordu. İleride, bir avuç piçin ele geçirdiği köyün ışıkları belirmeye başladığında, silahımı daha sıkı kavradım. Dikkatimi etrafta dolaşan birkaç teröriste odakladım. “Ertekin,” dedim başımı dikleştirirken. “Bir şey görüyor musun?” “Saat 2 yönündeler komutanım.” “Sessizce ilerleyin. Ortadan kaybolma vakti.” Timle birlikte gruplara dağıldık. Ortalıkta dolaşan teröristlerin arkasına yaklaşarak etkisiz hale getirmeye başladık. Hızla birine hamle yaptım. Sol elimle adamın çenesini sertçe kavrarken, sağ elimle boynuna baskı uyguladım. Adam nefes almakta zorlanırken kolumun altında çırpınmaya başladı. Elim, boynunun kırılma noktasında sabitlendi. Adamın silahını ateşlemesine izin vermeden, bir kırılma sesi sessizliği bozdu. Ellerimin altındaki adamın bedeni anında gevşedi. Toprağa düşen bedene bir göz atarken, elim telsizime gitti. “Temiz. Devam ediyoruz.” Teröristlerin istila ettiği köyde silah ve mühimmat yığınları vardı. Köyün merkezine doğru ilerlerken amacımız açıktı: Planları, kamp içindeki önemli belgeleri ele geçirmek ve mümkünse liderlerini canlı yakalamak. “Komutanım,” Utku’nun sesini duydum. Bir şeyler ters gidiyordu. “Komutanım, bomba va-“ Elim hızlıca telsize gitti, fakat her şey için çok geçti. Kulağımı sağır edecek kadar büyük bir patlama oldu. Hemen ardından havayı delip geçen kurşunların sesini duymaya başlamıştım… Gözlerimi hızla aralarken terlemiştim. Tişörtüm bedenime yapışmıştı. Boynumdaki künyenin ağırlığını hissediyordum. Kulaklarımı kapatmaya çalıştım, patlamanın sesi zihnimde yankılanıyordu; kulaklarım çınlıyordu. Komodinin üzerindeki gece lambasını yakarak şişedeki suya uzandım. Isınmış su boğazımda hoş olmayan bir his bırakırken yüzümü buruşturdum. Ayaklanırken üzerimdeki tişörtü çıkartıp odamın içindeki banyoya geçtim. Soğuk suyu açar açmaz suyun altına girerek alnımı fayansa yasladım. O gün üç şehit vermiştik… Üç şehit… Üç kardeşimi toprağa vermiştim, üç dostumu… “Komutanım!” Ellerim kulaklarıma gitti. “Komutanım, Berk vuruldu!” Gözlerimi yumdum sertçe. “Tahliye gerek, komutanım!” Ellerimi yüzüme vurdum. “Batur! Kendine gel lan!” Kıvanç’ın sesi kulaklarımda çınladı. “Yüzbaşı Çağan Batur! Kendine gel!” Gözlerimi araladım. Kendine gel Çağan, geride bırak bu siktiğimin kâbuslarını… Üzerimdekileri çıkartıp bir havluyla kuruttum vücudumu. Nefes alışverişlerimi düzene nihayet soktuğumda ise yavaşça odamdaki koltuğa oturdum. Aklıma Işık geldi, kendime gelmek için her zaman ne yapıyorsam onu yaptım. Onu düşündüm... Onu ne kadar özlediğimi şu an bir kez daha anladım. Ona sarılamayacağım gerçeği ise yüzüme bir tokat gibi çarptı. Ki, ona sarılamayacağını bana tokat atarak göstermişti zaten. Derin bir nefes verdim, ilk tanıştığımız an gözümün önüne gelirken gülümsemeden edemedim. Mahkemenin kasvetli ve ağır havasını sevmiyordum. Dört duvar arasında kalmak beni bunaltıyordu. Hakimin tok sesini dinlerken bakışlarım savcı Ali Ertekin’in üzerindeydi. İfademi verirken yüz ifadem ve duruşum oldukça ciddi, cümlelerim de kendinden oldukça emindi. Yeni tıraş olmuştum, üzerimde mahkemenin havasına uygun olarak bir takım elbise vardı. İfademi tamamladıktan sonra tanık kürsüsünden ayrılıp boş koltuklardan birine oturdum. Karar anında ise ayağa kalkmış, mahkemenin bitmesini beklemiştim. Mahkeme bitiminde kendimi dışarı atarak gömleğimin birkaç düğmesini hızlıca çözmüştüm. Çıkışa doğru yürürken dikkatimi çeken bir adamla duraksamak zorunda kalmıştım. Bedenime çarpan kişiyle ise afalladım. Bir adım geri atarken endişeyle bana çarpan kişiye döndüm. Siyah saçları yüzüne gelmişti, çatılan kaşlarından sinirlendiği belliydi. “Özür dilerim,” dedim hızlıca. Kadının yeşil gözleri yüzüme çıktığında dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ben ger-“ “Bir dahakine yolun ortasında durmayın beyefendi!” “Haklısınız, bir an…” Yutkundum, mahkeme boyunca içimdeki o his bir anda uçup gitmişti. Cümleleri kurabilecek mantığa sahip değildim şu an. Derin bir nefes verdi. Elleriyle saçlarını düzeltti ve tekrar yeşillerini gözlerimle buluşturdu. “Ben de özür dilerim, biraz gerginim…” “Sorun değil, siz iyi misiniz?” Karşımda kadın bu sorumu beklemiyordu belli ki. Bir an için duraksamıştı. Gözlerini kırpıştırdı ve dudaklarını araladı. “E-Evet,” dedikten sonra boğazını temizledi. Heyecanlanmış mıydı o? “İyiyim teşekkür ederim.” Bir süre birbirimize baktık. Gözleri… O kadar güzeldi ki… Orman gibi, yemyeşil… Kuruyan dudaklarımı ıslattım. “Çağan ben,” derken elimi ona uzattım. “Sanık falan değilsin, değil mi?” dedi bir an tereddüt ederek. Gülerek başımı iki yana salladım. “Tanıktım.” Gülümsedi, parmakları ilk önce avucuma değdiğinde kendimi yutkunmamak için zorladım. Parmakları elimi kavradığında ise bedenimi bir sıcaklık kapladı. “Işık,” diyerek gülümsedi. “Adım Işık.” Gülümsedim. “Işık,” diyerek yeniledim. Dudaklarını ıslattı. “Evet, Işık…” derken güldü. “Kızım,” Işık, Doğan Ertekin’in sesiyle hızla elini elimden çekti. Ali Ertekin’in eli omuzumu kavradığında yutkundum. “Babacığım…” dedi Işık boğazını temizlerken. Siktir… Doğan Ertekin’in kızı olan Işık, bu Işık mıydı? Flört etmeye hazırlandığım kadın, Doğan amcanın kızı çıkması beni şu an mahvetmişti. “Çağan ile tanışmışsınız,” İkimize de bakıp gülümsedi. “Gelin size bir çay ısmarlayayım.” Doğan amca, bir elini benim omuzuma diğerini de Işık’ın omuzuna koyarak yürümeye başladı. Biraz önce, içimde bir şeyler koptu, gözleri ne kadar güzel dediğim kadın, sofrasından yemek yediğim adamın kızıydı. Boku yemiştim kısacası, ve sadece Doğan amca yüzünden değildi bu. Alperen, kardeşim dediğim bir adamdı. Evet kardeşi olduğunu ve adının Işık olduğunu biliyordum ama… Ben o Işık’ın böyle bir Işık olacağını düşünmemiştim. Bu daha boktan bir durumdu. Çocuğun kardeşiyle flörtleşemezdim. Bırak flörtleşmeyi, yanında adını ağzıma alsam Alperen ile kötü olurduk ki bu istediğim en son şeydi. Işık’ın bakışlarını üzerimde hissettiğimde ona baktım ben de. Ona baktığımı görünce hızla bakışlarını önüne çevirmişti. Bakma Çağan, aptal olma. Kızdan uzaklaş… Odaya girdiğimizde ikimizde karşılıklı koltuklara oturmuştuk. Doğan amca da kendi koltuğuna geçtiğinde üçümüze de birer çay söylemişti. Başımı ya yere eğiyor ya da Doğan amcaya bakıyordum ama yine de Işık’ın bakışları çoğunlukla benim üzerimdeydi. Kendi aramızda biraz konuştuktan sonra bakışlarım odadaki saate kaydı. Boğazımı temizleyerek ayaklandım. “Her şey için sağ ol, Doğan amca… Kalkayım ben, bizimkilerin yanına geçmem lazım.” “Tamam oğlum,” Gülümsediğinde belirginleşen gamzesi Doğan amcanın samimiyetini, bana oğlum derken ne kadar ciddi olduğunu kanıtlıyordu bana. “Senden ufak bir ricam olacak.” Başımı salladım hemen. “Başım üstüne, Doğan amca. Söyle…” “Benim kızı,” dediğinde Işık benim üzerimde olan bakışlarını babasına çevirdi. “Eve bırakır mısın sana zahmet.” Gözlerim Işık’a çevrildi. Yeşil gözleri resmen bu haberle parıldamıştı, dudaklarında beliren sırıtmayı bastırmak için büyük uğraşlar veriyordu. “Olur, Doğan amca, yolumun üstü…” “Hadi kızım…” Işık itiraz etmedi. “Peki, babacığım.” dedikten sonra ayağa kalktı. Babasının yanağını öptü ve eşyalarını toparladı. Gözleri birkaç saniye benim üzerimde dolandıktan sonra yavaşça çıktı odadan. Ben de arkasından çıkmıştım. Arabaya binene kadar ikimiz de sessiz kaldık. Ardından Işık başını bana çevirdi. Beni incelerken bundan utanmadı ben de sesimi çıkartmadım. Arabayı çalıştırıp adliyeden çıkarken gözlerimi ona çevirmemiştim. “Babam seni baya seviyor,” derken ses tonu çok sakindi. Kıskançlık yoktu, bazı kızlar babasının sevgisini paylaşmayı sevmezdi ama Işık bunu gayet normal söylemişti. “Alp’i tanıyorsun sanırım?” “Alp? Alperen mi?” dediğimde gözlerim kısa bir süreliğine ona çevrildi. Başını salladı sakince, gözlerini gözlerimden çekmemişti. “Tanıyorum, komutanıyım.” Bu sefer şaşırmıştı. Kaşları havalanmış, yavaşça başını sallayarak önüne dönmüştü. “Tüh,” diye bir ses çıktı dudaklarından. “Yazık oldu…” İstemsizce gülümsedim. “Neden?” Güldü o da. “Beni kahve içmeye davet edemeyeceksin.” Kaşlarım çatıldı ama rahatsız olduğumdan değil, şaşırdığımdan. Bakışlarımı ona çevirdim yeniden. Anlamaya çalıştım onu, ona kahve sözü verdiğimi hatırlamıyordum. “Ne?” dedi bana bakarken. “Babam gelmeseydi konuşmamızın evirileceği yer orasıydı.” Dudaklarım büzüldü. Evet, büyük ihtimalle onu kahve içmeye çağırırdım. Ona baktığımda gülümsedi, “Haklı olduğumu biliyorsun.” derken gözlerindeki pırıltıyı kaçırmamıştım. Önüme döndüm. Dudaklarımdaki gülümsemeye engel olamadım. “Biliyorum,” dedim sadece ve bu ona yetti. Ölsem bile unutamayacağım yeşil gözlere sahipti. O gözlerindeki parıltıları asla unutmayacaktım. Ormanlarının içinde kaybolabilirdim ve asla da yönümü bulmak istemezdim… Odamın kapısının açılmasıyla irkildim. Başımı kaldırıp kapıya baktığımda kaşlarım çatılmıştı. Bunlar Acar’ın hapishaneden çıkartmamız için bizi yolladığı adamlardı. Onlara sorgularcasına bakarken odama Arzu girmişti. Bununla birlikte ayaklandım. “Bir sorun mu var?” Arzu başını iki yana salladı ve gülümsemeye çalıştı. “Acar Bey seni bekliyor, bahçede.” Bir haltlar dönüyordu. Saat sabahın dördüydü, gün daha aydınlanmamıştı ve Acar Karan beni mi çağırıyordu? Başımı salladım. “Geliyorum.” Arzu tek olsaydı buna inanabilirdim ama hayır, yanındaki adamlar bana gram güven vermiyordu. Onlardan nefret ediyordum, onları çıkarttığım için kendimden de nefret ediyordum ama sonuçta onları ait oldukları yere gönderecektim. Derin bir nefes verip bahçeye indiğimde kimse yoktu. Bahçe, gecenin karanlığında neredeyse tamamen görünmez hale gelmişti. Havadaki nem, gece soğuğuyla birleşince vücuduma hafifçe dokunuyordu. Nemli saçlarım ve banyo yaptığım için ıslanmış tişörtüme çarpan serinlik beni dinç kalmaya itiyordu. Adımlarımı poligon alanına doğru yönlendirdim. Tahmin ettiğim gibi, Acar’ın adamları arka bahçede yer alan poligon alanının çevresine yayılmıştı. Derin gölgelerin içinden siluetleri beliriyordu. Bellerindeki bıçakları fark etmemle gözlerim kısıldı. Bahçenin ışıkları bıçaklarına yansıyordu. Arkamda bir hareketlilik hissettim. Serbest kalan mahkûmlardan birisi hızla üzerime atladı. Arkamı dönmemle bıçağı belinden çekti ve doğruca boynumu hedef aldı. Niyeti belliydi, hepsinin niyeti buydu: Beni öldürmek. Vücudum ani bir refleksle hareket etti; savurduğu bıçağın kabzasını elimle kavradım ve vücut ağırlığımı kullanarak onu geri savurdum. Adam yere çakılırken diğerleri de bana doru hareketlenmişti. Bu sefer bir başka adam yanıma yaklaştı. Bu adamı hatırlıyordum, adı Kerem olmalıydı. Ben gelene kadar Arzu’nun korumalığını yapıyordu ama artık o görev bana verilmişti. Kerem bana yavaş adımlarla yaklaşırken bıçağı parmaklarının arasında oynatıyordu. Gözlerinde gördüğüm kin ve nefretin Arzu’dan kaynaklı olduğunu biliyordum. Dudaklarım bununla kıvrıldı, benden nefret ediyordu çünkü ondan Arzu’yu aldığımı düşünüyordu. Beni köşeye sıkıştırmaya çalıştı. Sıkıca tuttuğu bıçağı bana savurduğunda, geriye kayarak bıçaktan sıyrıldım. Adamın dengesizliği bana avantaj sağladı; bacağına attığım tek bir tekme darbesiyle onu afallattım, bıçağı elinden aldım ve bana doğru koşarak gelen adama fırlattım. Bıçak, adamın kafasına saplandı, olduğu yerde yere yığıldı. Diğer iki adamın da yaklaşmasıyla dudaklarımı ıslatıp başımı omuzuma eğdim. Bu benim için sıradan bir durumdu, kendimi Kıvanç ile antrenman yapıyormuş gibi hissediyordum ve Kıvanç beni bu beş orospu çocuğundan daha fazla yoruyordu. Acar’ın kalan iki korumasını da etkisiz hale getirmiştim. Boyunlarını kırmam birkaç saniyemi almıştı yalnızca. Gözlerim etrafta gezinirken yavaşça poligonda yürüdüm. Arkamdan bir ses duydum. Kerem… Kerem’in dudakları arasından çıkan hırıltılı sesi duymuş, arkamı dönmüştüm. Bunu yapmamla da Kerem’in bana doğru atlaması bir olmuştu. Hızlı bir hareketle yana kaydığımda Kerem’in bıçağı omuzumu sıyırıp boşlukta savruldu. Tişörtümü kesmişti ancak bu ona yetmemiş olacaktı ki geri adım atmadı, bıçağını hızla geri çekip yeniden saldırıya geçti. Bu kez daha hızlıydı, daha öfkeliydi… İkinci saldırısıyla eğildim, savurduğu bıçaktan kurtulurken bu sefer ben saldırıya geçmiştim. Yere düşen bıçaklardan birini hızlıca alıp Kerem’in göğsüne doğru savurduğumda son anda geri çekildi. İkimiz de birbirimizden uzaklaştık ama bu kez aramızdaki mesafe daha dardı. İkimizin de elinde birer bıçak vardı, tetikte bekliyorduk gözlerimiz birbirimizden ayrılmıyordu. İkimiz de konuşmuyorduk ama bakışlarımız her şeyi anlatıyordu. Beni öldürmek istiyordu, gözlerindeki kıskançlık, kin, öfke… Ona yanlış kararlar aldırıyordu. Amacı beni öldürmekti ama kendisinin ölümüne sebep olacağını bilmiyordu. Birbirimizin neredeyse her hamlesini savuşturduk. Kerem’in geçmişine çok sahip değildim ama benimle dövüşebilecek kadar yetenekliydi. Gerçi şu anda onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan bendim. “Seni öldüreceğim,” diye hırladı ve hızla öne atılarak bıçağını bana saplamaya çalıştı. Hareketleri okunması kolay biriydi, hamlesini rahatça savuşturmuştum. Bileğini tutarak ters çevirdim ve elinden bıçağı düşürmesini sağladım. İnledi, elimden kurtulmasına izin vermeden elimdeki bıçağı omuzuna sapladım. Yüzü buruştu, dişlerini sıktı ama biraz önceki gibi inlemedi, bıçağı çekip çıkartmamla kıyafeti hızla kana bulandı, tıpkı bıçağa bulaşan kan gibi. Bileğini bıraktığımda geri adımladı, yüzü öfkeden kasılmıştı. “Artık pes et,” dedim buz gibi bir sesle. “Öfken hata yaptırıyor, Kerem.” Ona merhamet edeceğimi falan mı zannediyordu? Sırf Acar’ın yanındayım diye, onu hayatta bırakacağımı mı düşünüyordu? Sessiz kaldı, dişlerini birbirine bastırdı. Sessizliğini bir yenilgi olarak kabul edip bıçağımı kenara fırlattım. Bu sefer Kerem iyice sinirlenmişti. Pes etmesini ummuştum ama etmedi. Öfkeyle üzerime atladı, kolunu umursamadan yüzüme bir yumruk attı, yumruğu atmasına izin vermedim. Donanımlı biri olduğu belliydi. Ama atladığı bir şey vardı, karşısındaki adam Acar’ın yetiştirdiği bir adam değildi. Karşısında bir asker vardı. Türk askeri… Önce Kerem’in yaralı olmayan kolunu döndürüp yerinden çıkarttım, bunu yaparken bir nebze tereddüt etmemiştim. Kolum boynunu kavrayıp sıktı, nefesimi ensesinde hissediyordu. Ölümü ensesinde hissediyordu ve bunun farkındaydı. Gözlerini göremiyordum ama korkudan gözbebeklerinin titrediğine emindim. Onu öldüreceğimi biliyordu, kollarımın altında çırpınamıyordu bile. Kerem’i ölümün eşiğinden alan Acar Karan oldu. İlk önce bahçeyi alkışları doldurdu, hemen ardından gölgesi belirdi. Yavaşça bize yaklaşırken, alkışlamaya devam ediyordu. Gözleri yerdeki cesetlerde gezindi, ardından kollarımın arasından kurtulmaya Kereme kaydı. Acar’ın gözlerinin tam içine baktım, gözlerimdeki ciddiyeti fark ediyordu ama yüz ifadesini soğuk tutuyordu. Ellerini ceplerine yerleştirdi ve bize biraz daha yaklaştı. “Bırak onu.” Kaşlarımı kaldırdım, kolum bir saniye bile gevşemedi. “Beni öldürmeye çalıştı, onu neden bırakayım?” Acar, bir adım daha atarak eğildi ve yerdeki bıçaklardan birini eline aldı. Dibimize kadar girdiğinde kanlı bıçağı elinde çevirdi. Kerem’in kollarımın altında kasıldığını hissettim. “Bırak onu,” derken sesi emrediciydi, sertti. “Sana onu öldürebilirsin demedim.” Kollarımı gevşettim ve Kerem’i onun ayaklarının dibine ittirdim. “O zaman onlara beni öldürmeleri için emri sen verdin.” Acar’ın gözleri yüzümde dolandı, dudaklarının kenarında beliren küçük bir gülümsemeyle karşılık verdi. Gözlerini bir an olsun benden ayırmadan, “İnsanların kendi başlarına kararlar alması bazen sorun çıkarır, Çağan.” dedi alaycı bir tonla. “Ama bu, onların bedelini ödemeyeceği anlamına gelmez.” Kerem nefes nefese kalmış, korku dolu gözlerini Acar’a kilitlemişti. Acar, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi sakin bir şekilde devam etti. “Görüyorum ki sen bedellerini ödetmişsin, birine hariç.” Yavaşça yere çöküp Kerem’in saçlarını kavradı ve bıçağı şah damarına yasladı. Kerem nefesini tutmuş, korkudan yutkunamıyordu bile. “Yine de… Her şey ölüm değil.” Bana baktı. “Kerem’e ihtiyacım var.” Bıçağı Kerem’in boğazından çekip ayağa kalktı. Ardından bıçağı bir kenara fırlattı, bıçağın taşa çarpma sesi boş bahçede yankılandı. “Ama sana daha çok ihtiyacım var,” dedi tam dibimde durarak. Eli ensemi kavradı ve kendine çekti. Gözlerimi kırpmadım, biraz önce nasılsa öyle baktım gözlerine. Öfkeyle, kararlılıkla, dik başlılıkla… “İkimizin de birbirimize ihtiyacı var.” Acar, her şeyin kontrolü kendisindeymiş gibi görünüyordu. Onun açısından bakılınca öyleydi, beni avucuna aldığını düşünüyordu. Parmakları ensemi daha sıkı kavradı. Gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki sanki zihnime girip düşüncelerimi öğrenmek istiyordu. “Ertekin,” dedi kısık bir sesle. “Hala zaafın mı Öztürk?” Gözlerimde bir an için bile olsa tereddüt hissetti mi bilmiyorum, ama Acar’ın dudaklarındaki gülümseme büyüdü. Parmakları ensemi daha sıkı kavrarken, hafifçe beni kendine çekti. Yüzüme doğru eğildi, sesi fısıltıya dönüşmüştü. “Senin zaafın var ama benim yok.” dedi alayla. “Ertekin hiçbir zaman zaafım olmadı.” Ses tonum o kadar sert, o kadar kendinden emindi ki bu yalana ben bile inanabilirdim. Bana güvenmişti ta ki Işık gelene kadar… Bundan sonra atacağım her adımda sadece kendimi değil onu da düşünmek zorundaydım. Bunu anlamıştım. Arzu Işık’ı biliyordu, Acar artık Işık’ı biliyordu… Gözlerini kısarak yüzümü inceledi. Bir an için sanki aramızdaki gerginlik daha da yoğunlaştı. Hemen ardından yavaşça ensemi bıraktı ve birkaç adım geri çekildi. “Demek öyle,” dedi sakin ama tehditkâr bir tonla. “Göreceğiz.” “Bu aptal güven testlerinle daha fazla vakit kaybedemeyiz,” dedim biraz önceki konuyu tamamen kapatarak. “Eğer gerçekten bir şeyleri başarmak istiyorsan, işine yarayacak tek kişi benim. Eğer bana güvenmiyorsan bunu anlarım, ama beni tehdit etme.” Kararlı duruşumu bozmadan ona bakıyordum. Acar’ın dudakları büzüldü, bir şey düşündüğü belliydi. Belindeki silahını çıkarttığında gözümü kırpmadım. Bana bir adım atarak hem aramızdaki mesafeyi kapattı hem de silahını alnıma yasladı. Dudaklarım bu hareketiyle kıvrıldı, ne sanıyordu, beni korkutabileceğini falan mı? Acar’ın silahı alnımda soğuk bir baskı yaratırken, gözlerimi ondan ayırmadım. O, gücünü ve kontrolünü her an bana hatırlatmak isteyen bir adamdı. Parmaklarının tetikte hafifçe gerildiğini hissettim. Gözlerim bir an bile titremedi. “Ne yani?” diye sordum sakin bir tonla. “Sana söylediklerimden sonra bana silah çekmenden ne anlamam gerekiyor? Bana ihtiyacın olmadığını mı?” “Sana bir ders vereyim,” dedi alçak sesle. “Güçlü adamların birine ihtiyacı olmaz, sadece öne atacak piyonlara ihtiyacı vardır. Ben bunu sensiz de başarırım, Çağan. Kendini fazla değerli görüyorsun.” Bu sözler üzerine alaycı bir gülümseme dudaklarımda belirdi. “Eğer beni piyon olarak görüyorsan, hata yapıyorsun demektir.” dedim. “Piyonlar çabucak harcayabileceğin taşlardır, ben senin vezirinim. Beni hemen gözden çıkartamazsın.” Acar, derin bir nefes aldı ve birkaç adım geri çekildi. Gözlerini tekrar bana dikti, Güce âşık bir adamdı, insanları kontrol etmek de hoşuna gidiyordu, insanların üzerinde hâkimiyet kurmak ona kendini güçlü hissettiriyordu. Ancak karşısında kontrol edemeyeceği birini vardı ve bunu kabullenmekte zorlanıyordu. “Seni test etmek zorundaydım,” dedi sonunda. “Senin gibi biri işime oldukça yarar, evet… Ama tehlikelisin Çağan, bana ihanet edersen seni öldürmekte zorlanacağımı bana bir kez daha kanıtladın.” “Eğer şimdiden sana ihanet edeceğime inanıyorsan bu işin sonu bir yere varmaz. Bu oyun sonsuza kadar böyle devam eder.” Acar, bana son bir kez daha dikkatle baktıktan sonra başını hafifçe salladı. “Bana sadakatini kanıtla Çağan, beni hayal kırıklığına uğratma.” Bu sözlerin ardından arkasını döndü ve ayağa kalkan Kerem’e başıyla onu takip etmesini işaret etti. İkisi, poligondan uzaklaşmaya başlarken etraf sessizleşti ve ben bahçede cesetlerle birlikte kaldım. Adım sesleri yankılanmaya başladığında arkama doğru döndüm. Gün daha yeni aydınlanıyordu ve Arzu üzerinde bir pijamalarıyla değil, deri ceketiyle, yapılmış saçlarıyla, ayağında ayakkabıları ve yüzünde makyaj ile karşımdaydı. “Üzgünüm,” dedi usulca. Gözleriyle üzerimi inceledi. Bir yara alıp almadığımı anlamaya çalışıyordu. “İyisin değil mi?” Koluma dokunmak istedi ama bunu yapmadı, aramızdaki mesafeyi biliyordu ve buna saygı duydu. “İyiyim,” derken bakışlarım etrafta gezindi. “Keremle aranızda bir şey mi vardı?” Arzu’nun gözleri kısıldı, sorumun onu hazırlıksız yakaladığı belliydi. Dudakları hafifçe aralandı ama bir şey söylemedi. Sessizlik uzadı, güneşin ilk ışıkları ikimizin de yüzüne çarparken sonunda derin bir nefes aldı ve bakışlarını yere sabitledi. “Kerem’le… Bir zamanlar, aramızda bir şey vardı ama…” Duraksadı. “Ama o günler çok geride kaldı…” diye fısıldadı. Kaşlarımı kaldırıp ona dikkatle baktım. “Gerçekten mi? Çünkü az önce burada olanlara bakılırsa, hala bir şeyler varmış gibi görünüyor.” Arzu gözlerini bana çevirdi, bakışları bu kez sertti. Biraz önceki gibi değildi. “Bir şey yok, Çağan. Bu sadece iş.” Yavaşça başımı salladım. Arzu’nun yanından gitmek için hareketlendiğimde elimi tuttu. Bu sefer tereddüt etmedi, biraz önceki sorumdan güç almıştı. “Sen…” Titrek bir nefes verdiğinde bakışlarımı ona döndürmek zorunda kaldım. “Sen… Onunla aramda bir şey olmamasını mı isterdin?” Sessiz kaldım. Elimi yavaşça çekerek önüme döndüm. Sessiz kaldım çünkü öğrendiğim bir şey vardı: Arzu Şahin, Acar Karan’ın en değerlisiydi. Acar’ın bana ne kadar ihtiyacı varsa o kadar Arzu’ya ihtiyacım vardı. Bu oyunun kartları nasıl dağıtıldıysa öyle oynayacaktım, geri çekilmeyecektim. “Çağan,” Arzu’nun sesiyle duraksadım ve omuzumun üzerinden ona baktım. “Bir gün… Acar Bey müsaade ederse benimle akşam yemeği yer misin?” Oyunun kartlarını Arzu bu hamlesiyle dağıtmıştı. Dudaklarım kıvrıldı, bunu Arzu’dan gizlemedim. O bunu nasıl algılardı bilmiyordum ama onun düşüncelerini değiştirmeyecektim. Bedenimi ona döndürürken, “Belki,” dedim. “Kim bilir…” Arzu’yu kullanacak mıydım? Evet. Ama bir vatan haininin avukatıydı. Tehdit altında değildi, zorla tutulmuyordu… Bilerek, isteyerek yanındaydı… Acar’ın ona verdiği gücü seviyordu, bunu gözlerinde görüyordum. Arzu gülümsedi, duruşu dikleşti ve gözleri parıldadı. Kendine güveni geri gelmişti. “Duvarlarının olmasını seviyorum,” Kıkırdadı. Cilveli, kendinden emindi. “Bana karşı, herkese karşı… Ama o duvarlarını indirmenin bir yolunu bulacağım.” “Duvarlarımı indirmeyi başardığın gün,” dedim bedenimi ona doğru eğerken. “Bir şeylerin başladığı andır, Arzu.” Benim duvarlarımı indiren tek bir kadın vardı. Ruhumun, kalbimin, benliğimin ait olduğu tek bir kadın vardı. Işık Ertekin hiç kimseye ait olmayabilirdi ama benim tüm varlığım ona aitti… İyi ki doğdun sevgilim, ormanlarına bu sefer çiçek açtıramayacağım. İyi ki doğdun sevgilim, bu sefer sana sarılamayacağım.
.・✫・゜・。.
İlişkileri her zaman bir kitaba benzetirdi Işık Ertekin. Sonu olmayan bir kitap, asla bitmeyecek bir kitaba benzetirdi Batur ile olan ilişkisini. Sayfalarının arasına kuru güller bıraktığı, yer yer ağladığı ama en çok güldüğü… Işık için o kitap artık bitmişti. Bir daha geri dönüp bakmayacağına kendine söz vermişti. Kafasını Çağan ile doldurmayacaktı. Neden yaptığını, nasıl yaptığını düşünmeyecekti. Ve en önemlisi, bunun bir oyun olup olmadığını düşünmeyecekti. Eğer içine bir kere o şüphe tohumunu ekerse Çağan’a vatan haini gözüyle bakamazdı, kendini bunun bir oyun olduğuna ikna ederdi ve gözüne bir perde çekerdi. Bunu istemiyordu. Işık, adliyenin merdivenlerini yavaşça çıkarken kafasında sürekli aynı düşünceler dönüp duruyordu. Adımlarının her biri onu içeriye biraz daha yaklaştırırken, Çağan’ın yüzü zihninde dolanıyordu. Bu adliye koridorlarından birinde tanışmışlardı, defalarca bu adliye koridorlarında el ele yürümüşlerdi… Şimdi bu koridorları, artık sevmemesi gereken bir adamın vatan haini olduğunu bilerek yürüyordu. Kendini sakin tutmak için derin bir nefes aldı. Topuk sesleri, mahkeme koridorlarında yankılanırken gözleri insanların üzerinde gezindi. Duruşmasını bekleyen insanlar, yorgun avukatlar, polisler, savcılar… Her bir yüz birer hikâye yansıtıyordu. Mesela meslektaşı, Ceyhun, üç gündür bir dava üzerinde çalışıyordu. Gözleri şişmiş, müvekkilinin yanında otururken onunla son kez konuşuyordu. “Avukat Hanım,” Tanıdık bir erkek sesine çevirdi bakışlarını. Savcı Ekin Karataş… Daha üç gün önce zorlu bir cinayet davasını çözmüş, zanlının hükmünü vermişti. Dik duruşu, kendinden emin bakışları ve sert bir yüzü olmasına rağmen, Işık bazı molalarda onunla içtiği kahveyi hiçbir şeye değişmezdi. “Sayın savcım,” dedi Işık gülümseyerek. Bedenini tamamen adama döndürdü. “Benimle gel, sana bir şey söyleyeceğim.” Işık kaşlarını çattı. Ardından başını sallayıp adamın peşinden ilerledi. Ekin Karataş, kızıl saçlara ve saçlarıyla neredeyse aynı renk olan kahverengi gözlere sahipti. Odaya girdiğinde dudaklarında bir gülümseme oluştu. “İyi ki doğdun!” Büşra, en yakın arkadaşı, elinde bir pastayla duruyordu. Büşra, pastayı masanın üstüne koyarken Ekin arkalarından kapıyı kapatmıştı. Pasta, küçüktü, üzerinde ise harfli mumlar vardı. Büşra pastanın üzerine 28’i dikmişti kısacası. Bürşra’nın yüzündeki heyecanlı ifadeye bakınca Işık gülümsemeden edemedi, sıkıca sarıldı arkadaşına. Ekin cebinden çıkardığı çakmakla mumları yakarken ikiliye bakıyordu. “Evet, seni bu yoğunluktan biraz uzaklaştırmanın vakti gelmişti," dedi hafif bir gülümsemeyle. “Bu günü unutacağımızı mı sandın?” Işık sıkıca Ekin’in boynuna sarıldı. “Şımartıyorsunuz beni sayın savcım.” diye güldü ama gözlerinde sevinç dolu bir ışıltı vardı. “Adliyede doğum günü kutlamalar falan…” “Mumlar eriyecek,” dedi Büşra. “Hadi dilek tut.” Işık derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Etrafındaki tüm karmaşaya rağmen bir anlığına huzur bulmak istiyordu... Gözlerini açıp muma üflerken, içinden sessizce bir dilek tuttu. “Otuza ne kaldı şurada…” diye dalga geçti Ekin.” Işık adamın koluna vurdu gülerek. “Dalga geçme.” Tekrar Büşra’ya sarıldı. “Teşekkür ederim, ikinize de. Bu gerçekten sürpriz oldu.” “Bu daha başlangıç,” dedi Büşra. “Birazdan birkaç dosyayı hediye için sana yollayacağım, böylece doğum gününü evinde de dosyalarla birlikte kutlayabilirsin!” Ekin ise güldü ve başını salladı. “Büşra’nın hediye anlayışı her zamanki gibi harika.” Oda, kahkahalarla dolarken, Işık içten içe böyle küçük bir anın ona ne kadar iyi geldiğini fark etti. Işık pastasından son çatalını da alırken peçeteye ağzını silip ayaklandı. “Herkes işinin başına.” Büşra da başını sallayıp şalını düzeltti ve ayaklandı. Büşra Kılıçsoy, dışarıdan bakıldığında mesafeli ve soğukkanlı bir savcı olarak bilinirdi her zaman. İş hayatında adeta bir duvar gibiydi; disiplinli, net ve duygularını göstermeyen bir kadın... Adliyedeki herkes, Büşra’yı sakin ve ağırbaşlı biri olarak tanımlardı. Büşra ve Işık üniversiteden beri arkadaşlardı. Bir kardeş gibiydiler birbirlerine karşı öyle ki Doğan Ertekin, Büşra’nın bir babası gibiydi. Büşra’yı ne kızı Işık’tan ne de oğlu Alperen’den ayırmazdı. Onu aile yemeklerine davet eder, arada bir adliyede ziyaretine gelir halini hatırını sorardı. Büşra Kılıçsoy, Ertekin ailesinin bir üyesiydi ve bu hiçbir zaman değişmezdi. Işık iki arkadaşına da gülümseyerek odadan çıktı. Kapı kapanırken odadan geride kalan kahkahaların yankısı, adliye koridorlarının soğuk ve ciddi havasına hızla karıştı. Bir an için doğum gününün getirdiği sıcaklık içini ısıtsa da, işinin ağırlığı omuzlarına geri dönmüştü. Adliyenin sıkışık koridorlarında ilerlerken, her adımı onun kararlı duruşunu yansıtıyordu. Birkaç meslektaşı ile göz göze geldi, kimileri başlarını hafifçe eğerek selam verdi ama Işık, hiçbirine uzun süre takılmadı. Önündeki dosyaları düşünmeye başladı. Bugün, birkaç ufak davası vardı, ancak en önemlisi öğleden sonra görülecek olan cinayet davasıydı. Bu dava haftalardır gündemindeydi ve bugün, savunmasını son rötuşlarla mükemmelleştirecekti. Adliye binasının karmaşasında bir an bile odak kaybetmek istemiyordu. Adliyenin bir arka sokağında hukuk bürosu vardı. Staj yaptığı hukuk bürosunda çalışıyordu. Kariyer basamaklarında oldukça hızlı yükselmişti ve bunun İngiltere’de çalışmasının büyük bir payı vardı. Girdiği davaların çoğunu kazanmış, adliyedeki savcıların dikkatini çekmişti. Babasının onunla gurur duyması için değil, kendi istediği için bu kadar başarılıydı. Herkesin düşündüğünün aksine Doğan Ertekin, kızının üzerinde baskı kurmamıştı. Onun kararlarına saygı duymuş, her kararını desteklemişti. Ankara sokaklarında dalgın bir şekilde yürürken düşünceler tekrar zihnini ele geçirdi. Çağan ile ayrılıkları hiçbir zaman normal bir ayrılık olmamıştı. İkisinin de o dönem hayatları çok inişli ve çıkışlıydı. Işık, yurt dışından bir teklif almıştı. Yurt dışında çalışabilecek yeterliliği vardı, sınavlara girmişti ve başarılı da olmuştu. Aldığı teklif kariyeri için çok önemliydi, bunu geri plana atamazdı ama Çağan’dan ayrı kalmak da istemiyordu. Gençti, âşıktı ama en önemlisi de bu mesleği elinden geldiği kadar iyi yapmak istiyordu. Işık, bu düşünceler arasında yürürken adımlarının hızlandığını fark etti. Hayat onu zor bir seçimle karşı karşıya bırakmıştı. İngiltere’de geçirdiği zaman ona büyük bir tecrübe katmış, geleceği için önemli bir kapı açmıştı. Ancak bu fırsatın bedeli ağır olmuştu; Çağan'la olan ilişkisi bu mesafeye dayanamamıştı… Düşüncelere dalarak nihayet hukuk bürosuna gelmişti. İçeri girdiğinde hızlıca ofisine geçti, üzerindekileri çıkarttı ve masanın üzerinde biriken dosyaları incelemeye, notlarını almaya başladı. Zaman bu sürede hızlıca geçmişti. Büroda staj yapan Elif, içeri girdi izin alarak. “Biraz ara vermeniz iyi olur,” dedi gülümseyerek. “Haklısın,” dedi hafifçe gülümseyerek. “Ama işimiz bitmedi.” Elif, Işık’ın yoğunluğunu biliyordu ama öğle molasının yaklaştığını hatırlatmadan edemedi. "Bu dosyalar dışında yapılacak pek bir şey kalmadı. Öğle molasından sonra da kalan dosyalarla birlikte ilgilenebiliriz.” Işık başını salladı ve birkaç eklemeyi daha yaparak dosyayı kapattı. Öğle molasına birkaç dakika kalmıştı. Son olarak, bir sonraki duruşmaya dair notları gözden geçirdi. O esnada birkaç meslektaşı kapıdan geçerken ona el salladı, Işık da onlara kısa selamlar verdi. “Teşekkür ederim Elif,” dedi gülümseyerek. Kızın ne kadar başarılı bir avukat olacağını görebiliyordu. “Hadi sen de çık.” Artık saat tam 12 olmuştu. Işık masadan kalktı, kahve bardağını bıraktı ve ceketini düzeltti. Kendini, öğle molasında biraz daha rahatlatmaya hazır hissediyordu. Yoğun bir gün olacaktı, ama en azından bu kısa molada zihnini toparlayabilirdi. Adliyeye, Büşra ile yemek yemek için geri döndü. Kapının önünde arkadaşını beklerken adliyeden çıkan Arzu Şahin ile göz göze geldi Işık. Arzu adımlarını yavaşlattı. Işık’tan biraz uzakta ama onunla aynı hizada durdu. Dudaklarında bir gülümseme belirdi, sarı saçları omuzlarına dökülürken üzerinde kaliteli bir takım vardı. Işık kadını süzdü, gözlerindeki duyguları idrak etmek karşısındaki kadın için zordu. Işık’ın alaycı, aşağılayan bakışları altında Arzu kendini huzursuz hissetmişti. Arzu dişlerini sıktı, huzursuzluğu yüzüne öfke olarak yansımıştı. Işık’tan nefret etmek için bir sürü sebebi olabilirdi ama en büyük sebebi Çağan’dı. Arzu adamı kendisine istiyordu. Işık’ın geçmişte dahi ona sahip olduğu düşüncesi öfkesini harlıyordu. Bir araba yaklaştı, Arzu’ya baktı göz ucuyla. Kadın gülümsüyordu, Çağan’ın gelip onu almış olması ve bunu Işık’ın yanında yapması onu keyiflendirmişti. Arabaya ilerlemedi Arzu, bakışlarını Işık’tan çekerek gelen Ekin’e çevirdi. Ekin usulca elini kadının beline koydu ve onu kenara doğru çekerek gülümsedi. “Büşra’yı mı bekliyorsun?” Işık usulca başını salladı. Çağan’ın kendisine baktığını görebiliyordu, ona bakmadı. Öfkelenmedi, kıskanmadı, içinde adama karşı hiçbir duygu uyanmadı. Işık için aşktan önce gelen şeyler vardı, vatanı gibi. Bir vatan hainine karşı bir duygu beslemezdi, beslememesi gerekirdi. Dört aydır kendisine Çağan’ın böyle bir şey yapmayacağına inandırmaya çalışmıştı. Albayla konuşmuştu, timle konuşmuştu, babasıyla konuşmuştu… Çağan’ın, hayır sevdiği adam Batur’un, böyle bir şey yapmayacağına inanmak istemişti. Kıvanç ile kavga etmişlerdi, Kıvanç ona öyle şeyler anlatmıştı ki Işık emin olmuştu, sevdiği adam yoktu, Çağan diye birisi vardı… Onunla ilk karşılaşmasının Arzu’nun yanında olacağını düşünmemişti. Kıskançlık bütün bedenini sarmıştı o anda. O an için Arzu, Çağan’a değil, Batur’a dokunuyordu. Kendine hakim olamamıştı ama Kıvanç’ın sözleri bir an bile aklından çıkmamıştı. Attığı tokat için üzülmemişti, başı dik bir şekilde ayrılmıştı oradan. Yine de… Yıllardır sevdiği adamın vatan haini olması… Buna alışmak zordu. Büşra yanlarına geldiğinde gözleri ilk önce Çağan’ın arabasına binen Arzu’ya ardından Ekin ve Işık’a kaydı. Kadının yüzü buruştu, “Allah bildiği gibi yapsın…” diye söylenmişti Çağan ve Arzu için. “Bırak,” dedi Işık merdivenlerden inerken. Ekin bir Işık’a bir Büşra’ya baktı. “Tencere kapak işte, iki vatan haini, bulmuşlar birbirlerini.” Işık’ın arabanın yanından geçerken söylediği cümleyi hem Çağan hem de Arzu duymuştu. Ekin arabaya baktı, bundan utanmadı. Tiksintiyle ikiliye baktıktan sonra ilerlemeye başlamıştı. Üçü birlikte, adliye binasının önündeki kalabalığı geride bırakarak sokağa adım attılar. Ekin, Işık ve Büşra’nın yanına yaklaştı ve “Bugün yemekler benden, doğum günü kızına hediyemiz olsun.” dedi, keyifli bir ses tonuyla. Saatler geçti, Işık için bugün beklediğinden güzel geçmişti. Davalarını kazanmanın da verdiği bu mutluluk yüzüne yansımıştı. Ama gün henüz bitmemişti, bunu eve girdiğinde fark etti… Işık, evin kapısını açtığında içeriden gelen gülüşmeler ve hareketli sesler onu şaşırttı. Normalde bu saatte ev bu kadar canlı olmazdı. Davalarını kazanmanın verdiği iç huzur ve rahatlama, adımlarını yavaşlatmıştı. Fakat şimdi, evin içinde bir hareketlilik vardı. Bir an için durup derin bir nefes aldı ve yüzüne yayılan gülümsemeyle ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Salonun kapısından içeriye adım attığında, karşılaştığı manzara onu şaşırttı. Fırtına Timi tam kadro buradaydı. Hepsi, odanın ortasına yerleştirilmiş büyük bir masanın etrafında oturmuş, sohbet ediyorlardı. Masanın üzerinde bir doğum günü pastası vardı, üzerindeki mumlar henüz yakılmamıştı. “İyi ki doğdun, Işık!” diye bir ses duyuldu, tam o anda Alperen masadan kalkarak ona doğru yürüdü. Işık, bir an için ne söyleyeceğini bilemedi, ama yüzündeki şaşkınlık kısa sürede yerini kocaman bir gülümsemeye bıraktı. "Bu da ne şimdi?" diye sordu Işık gülerek. "Sürpriz kutlama mı?" Alperen, elinde tuttuğu küçük bir hediye kutusunu ona doğru uzattı. Işık, Alperen’in her zamanki sıcak ve içten tavrıyla ona bakarken içindeki mutluluğun daha da arttığını hissetti. Ona sıkıca sarıldı. İkizi onun için her şeydi, onun ruhuydu, kalbiydi… Parçasıydı, en değerli parçası… O kadar yoğun ve meşgul bir dönemdeydiler ki, bu tür şeyler aklının bir köşesine itilmişti. Ama şimdi, etrafında onu gerçekten önemseyen insanlar varken, bu anın tadını çıkarmaktan başka bir şey düşünemedi. “Ne gerek vardı Alp?” dedi usulca. Dudakları büzüldü, ikizine hediye almıştı elbette yine de ona daha sıkı sarıldı. “Çift doğum günü! İki katı kutlama, iki katı eğlence!” dedi Murat, coşkulu bir sesle. Güldü Işık masaya yaklaştığında, Alperen mumları yakmak için çakmağını çıkardı. Masanın ortasında duran pastanın mumları birer birer yanarken, herkes etrafında toplanmıştı. Mumların parıltısı, odanın sıcak atmosferini daha da güzelleştiriyordu. Alperen, Işık’a dönerek, “Her zamanki gibi, birlikte…” dedi ve gözleriyle ona işaret etti. Işık gülümseyerek gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı. Mumları üflediklerinde, odadaki herkes alkışlarla ve kahkahalarla onları kutladı. Fırtına Timi, bir arada olmaktan keyif alıyor, aralarındaki dostluk bağı her geçen gün daha da güçleniyordu. Bu küçük sürpriz kutlama, Işık için tahmin ettiğinden çok daha değerli bir anıya dönüşmüştü. “Bunu gerçekten beklemiyordum,” dedi Işık, Kıvanç’a dönerek. “Teşekkür ederim, hepinize.” Kıvanç, Fırtına Timi’nin yeni komutanıydı, Çağan varken yardımcı komutandı ancak olanlardan sonra artık komutan oydu. Yüzbaşıydı, sarı saçları ve mavi gözleri vardı. Alperen ile aralarındaki ilişkinin yanı sıra Kıvanç ve Işık’ın ilişkisi abi kardeş ilişkisi gibiydi. Çağan ile sevgiliyken de Kıvanç, her zaman Işık’ı yengesi olarak değil kız kardeşi olarak görmüştü. Her kararında destek olmuştu, her anında yanındaydı. Tıpkı şimdi olduğu gibi… Kapının çalmasıyla ayağa kalktı Işık. Büşra’yı davet etmişti, onun geldiğini düşünüyordu. Kapıyı açtığında, karşısında bir kurye duruyordu. Elinde ise solgun, kuru güllerden oluşan bir buket vardı. Kuryenin hiçbir şey demeden ona çiçeği uzatması, Işık’ın kafasını karıştırdı. “Bu size gönderildi,” dedi kurye kısaca. Işık buketi alırken, kurye hızlıca ayrıldı. Çiçekleri elinde tutarken içini tuhaf bir his kapladı. Buketin rengi, dokusu, her şeyi ona tanıdık geliyordu. Çağan’ın her zaman yaptığı şeydi bu. Ona kuru gül göndermek, sadece doğum gününde de değil… Işık kendini kötü hissettiğinde, bir dava kazandığında, mutlu olduğunda, birlikte olan özel günlerinde… Çağan ona devamlı kurumuş gül gönderirdi çünkü Işık için kuru güllerin önemini biliyordu. Ona baktıkça, içindeki öfke ve hayal kırıklığı yeniden canlandı. Buketi avucunun içine daha da sıkıştırdı. Çağan’a ait her şeyi unutmak isterken Çağan’ın ona çiçek göndermesi sinirlerini daha da bozmuştu. Alperen, Işık’ın yüz ifadesindeki değişimi fark etti ve hızlıca yanına geldi. “Ne oldu? Kimden geldi?” Işık’ın dudakları sertçe birbirine kenetlendi, buketi sert bir şekilde masanın kenarına bıraktı. “Bilmiyorum,” dedi sertçe. “Ama kimin gönderdiğini tahmin ediyorum.” Ellerini sıkıca yanlarına bastırarak bir an için durdu. Çağan’ın ona gönderdiği bu kuru çiçekleri kabul etmeyecekti. Onunla geçmişte yaşananlar geride kalmıştı ve Işık artık ilerlemek istiyordu. Hiç tereddüt etmeden, çiçekleri kavradı ve hızla mutfağa doğru yürüdü. Alperen’in endişeli bakışları onu takip etti. Işık, çiçekleri sertçe çöpe attı ve derin bir nefes aldı. İçindeki huzursuzluk kaybolmamıştı, ama en azından bu jesti ardında bırakmak istiyordu. Ancak, bilmediği bir şey vardı: Bu çiçekler aslında Çağan’dan gelmemişti. Buketi gönderen kişi, çok daha tehlikeli biriydi… Acar Karan. Işık, bunun farkında olmasa da, Acar’ın ona doğru adım adım yaklaşan gölgesi, karanlık bir tehdit gibi hayatına giriyordu…
|
0% |