@msmarvi
|
4. BÖLÜM
DEPRESYON
İçimde kötü bir his vardı. Yaşananlardan kaynaklı değildi bu. Sebebini bilmediğim bir belanın adım adım bana yaklaştığını hissediyordum. O anın gelmesini beklemekten başka bir şey de gelmiyordu elimden. Dün akşam olanlardan sonra o kadar bitkin ve yorgun hissediyordum ki ertesi sabah öğleden sonra uyanmış, hâlâ atamadığım yorgunluğu biraz da yatakta öylece uzanarak gidermeye çalışmıştım. Gece boyu ara ara Akın’ın alnıma dokunan elini hissettiğimi hatırlıyordum. Hiç uyumamış gibi sürekli beni kontrol etmişti. Uyandığımda ise hazırladığı kahvaltı tabağını yatağın yanındaki komodine koymuş, acıktığımda yememi tembihlemişti. Nihayet akşamüzeri yataktan çıkabildim. Tabağı masaya koyup sandalyeye oturdum. Açlık hissetmiyordum ama yemezsem hâlsiz düşeceğimi de biliyordum. İştahsızca salatalıkları yerken çalan telefonumun masanın üzerinde durduğunu yeni fark etmiştim. Uzanıp telefonu aldım. Teyzem arıyordu.
“Prensesim!” diyerek içten sevgisini gösterdiğinde yüzümde bir tebessüm oluştu.
“Teyzem!”
Aynı şekilde ona karşılık verdiğimde konuştu:
“Ne yapıyorsun?”
“Yemek yiyorum, sen?”
“Hehe! Tahmin et.”
Teyzemi tek bir şey bu kadar keyiflendirebilirdi.
“Alışveriştesin değil mi?”
“Aa! Nereden bildin?”
“Tahmin etmesi zor değil.”
“Bugün erkenden uyandım; kahvaltımı yaptım, kahvemi içtim, duşumu aldım, masaj salonuna gittim, cilt bakımımı yaptırdım, saçlarımı boyattım, tırnaklarımı yaptırdım ve şimdi alışverişe geldim.”
Akşama kadar yatakta yuvarlandığımı düşününce kimin genç olduğu hakkında şüpheye düşmüştüm.
“Hayatı cidden seviyorsun. Eniştem ne yapıyor?”
Teyzem umursamazca “Ne bileyim, en son evde temizlik yapıyordu. Akşam yemeğini de yapsa bari.” dediğinde güldüm.
“Ne diyeceğim sana, ben bir şey aldım ama eve götürürsem Hakan beni boşayabilir.” Derin bir nefes aldım.
“Ne aldın yine?”
“İnsan boyutunda Johnny Depp balmumu heykeli.”
Ağzımdaki salatalığı güçlükle yutup “Ne?” demiştim şaşkınca. Allah bilir ne kadar ödemişti o heykele.
“Ama görmen lazım aynı gerçek gibi!”
“Teyze eniştem bu kez kesinlikle seni boşayacak ve ben eniştemin tarafındayım.” Teyzem bir süre çocuk gibi üzgün mırıltılar çıkardı.
“Ne yapayım ama? Benim olsun istedim aldım. Ne olmuş yani? Bir daha mı geleceğim dünyaya!”
Kendini savunmaya geçtiğinde onunla laf yarıştıramayacağımı bildiğim için sustum.
“Şey diyeceğim, bir süre heykeli senin evine bıraksam? Daha sonra enişten evde yokken getirsem...”
“Ben evde değilim.”
“Neredesin?”
Harika… Şimdi heyecanına heyecan katacaktı.
“Akın’la birlikteyim.”
“Ne? Akın mı?”
Keyifle bir kahkaha attı.
“Hiç sıkıntı değil bebeğim. Ben geçerim eve.” Sıkıntıyla derin bir nefes aldım.
“Tamam. Nasıl istersen.”
“Öpüyorum o zaman.”
“Görüşürüz.”
Telefonu kapattığımda istemsizce gülmüştüm. Bu kadın hiçbir zaman ele avuca sığmayacaktı. O da olmasa hayatımı renklendirecek başka kimse yoktu gerçi. Tabaktakileri yemeyi bırakıp geriye yaslandım ve camdan dışarı baktım. Hava yine soğuk görünüyordu. Dışarıya bakmak bile içimi ürpertmeye yetmişti. Kararan yağmur bulutlarını öylece izlerken masada duran çerçeveyi yeni fark ederek elime aldım. Akın ve bir kıza ait olan fotoğrafa bakarken ikisinin de mutluluk ve huzur dolu gülüşleri, kendileri kadar güzel görünüyordu. Gözüm çerçevenin köşesinde yazan ‘Esma’ yazısına ilişti. Onu ilk defa görmenin heyecanıyla çerçeveyi kendime daha da yaklaştırdım. Fotoğrafta çok mutlu görünüyordu. Uzun, kahverengi saçları rüzgârda uçuşmuş, birkaç tutam yüzüne gelmişti. Tıpkı Ömer’in anlattığı gibi cıvıl cıvıl bakışları vardı. Bakışlarımı bu kez Akın’a çevirdiğimde gülümsemesinin güzelliği istemsizce benim de yüzümde bir tebessüm oluşturmuştu. Gerçekten yakışıklı görünüyordu. İlk defa çekinmeden ona bakmıştım. Çünkü fotoğraftaki Akın intikam ateşiyle yanıp tutuşan bir katil değil, gerçekten mutlu, sıradan bir gençti. Bu hâlini görmek içimde bir şeyleri kıpırdatmış, gülümsemem gittikçe artmıştı ki arkamda konuşan Akın’la sıçrayarak çerçeveyi elimden düşürmüştüm.
"Neye gülüyorsun?"
Paramparça olan çerçeveyle ellerim ağzıma giderken kanım çekilmişti âdeta. Hızla ayağa kalktığımda Akın gözlerini yerde duran fotoğraftan çekip bana dikti.
"Ben…"
Ne diyeceğimi bilemeyerek yere çöktüm ve cam kırıklarına uzandım ki Akın eğilip elimi tuttu.
“Elini keseceksin.”
Duraksayıp ona baktım. Kendimi gerçekten kötü hissediyordum.
"Onu neden bu kadar merak ediyorsun?"
Sorusu cevapsız kalmıştı. Bir ara inkâr edecek gibi olsam da hıçkırıp her şeyi daha da mahvetmek istememiştim. Beni ayağa kaldırıp bileğimden tuttu ve yerdeki cam kırıklarını dahi umursamadan yürümeye başladı. Sinirlenmiş miydi? Korkuyla çarpan kalbim bu sağı solu belli olmayan adamın ne yapacağını kestiremiyordu. Sinirli görünmüyordu ama sakin bir hâli de yoktu. Dilim tutulmuş gibiydi, ne olduğunu soramamıştım bile. Ona karşı çıkacak gücüm de yoktu. Hızla merdivenlerden inip dışarı çıktığında kapının önünde duran arabanın kapısını açtı. Tereddütle ona baktığımda sert yüzünü yumuşatmadan “Bin.” dedi. Arabaya bindiğimde o da sürücü koltuğuna geçmiş, arabayı çalıştırmıştı.
“Nereye gidiyoruz?”
Sorduğum soruyla gözlerini yoldan çevirmeden cevap verdi:
“Gittiğimizde görürsün.”
Daha fazla konuşmadı. Benim meraklı sorularıma yanıt verecek gibi de durmuyordu. En iyisi susup anı yaşamaktı. Uzun süre baktım yüzüne. Oldukça düşünceli görünüyordu. Hatta o kadar düşünceli görünüyordu ki bir an yolu gördüğünden dahi emin olamamış, onu kendine getirmek için sarsmak istemiştim. Yaklaşık yarım saat boyunca son hız ilerledikten sonra bir noktada hızını yavaşlatıp yan yola girdi. Oldukça eski ve dar olan yolun iki yanındaki kavak ağaçları sokak lambalarının ışıklarını engellerken, yol ilerledikçe daha da karanlığa gömülüyordu. Ağaçlara baktıkça içim ürperdi. Sanki her an ağaçların arasından bir şeyler fırlayacak gibi, korku filmlerini aratmıyordu. Ancak bir katilin arabasında olduğuma göre ben de canıma susamış olmalıydım. Birden bacağımda bir sıcaklık hissettiğimde irkilerek bacağıma baktım. Yan taraftan uzanan Akın bir elini bacağımın üzerine koymuştu. Şaşkınca ona döndüğümde yine gözünü yoldan ayırmadı.
“Titriyorsun.”
Hiçbir şey söyleyemeden bacağıma baktım. Gerçekten bacaklarım tir tir titriyordu. Bunu fark edemeyecek kadar endişeliydim. Esma’nın onun hassas noktası olduğunu çok iyi biliyordum ve düşürüp kırdığım çerçevenin acısını çıkaracağını düşünmüştüm. Bu beni korkutmuştu, ister istemez terleyip titremiştim. Elini bacağımdan çekip elimin üzerine koyduğunda gözlerimi eline diktim. Başparmağıyla hafifçe okşayıp elimi sıkarken sözlerle değil de hareketleriyle beni sakinleştirmesi daha yardımcı olmuştu. Ne kadar dil dökse de korkumu yatıştıramayacağını biliyordu anlaşılan. Titremem yavaşça geçerken biraz olsun rahatlamıştım. Derin bir nefes aldığımda Akın elini çekip vitese koydu. Biraz daha ilerleyip kapkaranlık, korkunç, eski bir köprünün ortasında arabayı durduğunda bir an dejavu olmuş, tanıdık gelen köprüye dikkatle bakmıştım. O sırada ağrıyan başım ve birden kulaklarımı dolduran çığlık ve ağlama sesleri kalp atışımı hızlandırırken, kısa kesitler hâlinde görüntüler geldi gözümün önüne:
Gözlerimi kamaştıran sabah güneşiyle uyanmıştım. Başımın arkasında hissettiğim derin sızıyla önce elimi başıma götürmüş, ardından üstüm başım toz içinde uzandığım yerden hafifçe doğrulmuştum. Sırtımı arkamdaki köprünün demirine yasladığımda etrafa baktım şaşkınca. Sabahın erken saatleri olmalıydı ki hava serindi, gökyüzü de yeni yeni kızarmaya başlamıştı. Ağaçların hışırtılarının arasından kuş sesleri de geliyordu. Köprünün altında akan azgın sular her an taşıp köprüyü de alıp götürecek gibiydi.
“Kimse yok mu?”
Gücümün yettiğince, çaresizce seslenmiştim. Ama yoldan ne bir araba ne de insan geçiyordu. Göz alabildiğine kavak ağaçlarının ardında kaybolan yolun sonu dahi gözükmüyordu. Sızlayan ensemden elimi çekip baktığımda parmaklarıma bulaşan kanı görmemle derin bir korkuya kapılmış, ne yapacağımı bilemeden etrafa bakınmıştım. Birden zihnimde şimşek gibi bir parıltı oluştu, bir şeyler hatırladım. Buğulu bir camın ardından bakıyormuş gibi, yüzlerini ve bedenlerini net göremediğim insan siluetleri, aralarında bir arbede yaşıyordu. Kavga mı ediyorlardı? Hayır, beşi birden uzun saçları ve cılız bedeniyle kız olduğu anlaşılan birinin üzerine çullanmış, onu tutmaya çalışıyorlardı. Boğuk sesler gittikçe netleşirken kızın yardım çığlıkları duyulmaya başladı. Gerisi beyaz bir boşluğa gömüldüğünde tek hatırladığım, babamı arayıp beni almasını istediğimdi.
Akın’ın "Dışarı çık." demesiyle her şey silinirken hayata dönmüş gibi derin bir nefes aldım. Neydi bu? Bana ait olduğu kesindi ama bir rüya mı anı mı olduğunu kestirememiştim. İnce ince sızlayan başıma elimi götürürken yavaşça dışarı çıktım. Uluyan kurtların sesi, her an çevreyi saran uzun ağaçların arasından fırlayacaklarmış gibi geliyordu. Karanlığın yuttuğu sular ise gürültüyle köprünün altından akıp gidiyordu. Akın köprünün eski demirlerinin önüne geldiğinde durdu. Yavaşça onu takip edip yanına gittim ve aşağıda öfkeyle akan nehre baktım.
"Bu nehrin adı ne biliyor musun?"
Cümlesiyle ona döndüğümde cevabı bilmediğim için sesimi çıkarmadan bekledim.
"Ölüm nehri." dedi derin düşüncelere doğru dalarken. Suratında hafifçe esen bir hüzün vardı.
"Neden?"
Sorumla Akın kafasını yavaşça bana çevirdi.
“Bu çevrede yaşayan insanların anlattığı eski bir hikâye var. Bunu ileride dağın eteğindeki yaylada yaşayan yaşlı bir amcadan bizzat duydum. Bana göre hikâyeden çok bir efsane olsa da amca bunun gerçek olduğunu iddia ediyordu. Bense çocukları nehirden uzak tutmak için uydurulan bir hikâye olduğunu düşünüyordum.”
"Hikâye nasıl?"
Sorduğum soruyla Akın bana baktı.
“Bilmek istiyor musun?”
Hafifçe başımı salladım. Merak etmiştim.
"Eski çağlarda buradaki dağda yaşayan bir büyücü cadı varmış. Uzun, kıvırcık, kızıl saçlı; beyaz tenli, uzun boylu ve hiç yaşlanmayan bir kadın olarak rivayet ediliyor. Güzel sesiyle seher vakti şarkılar söyleyerek kaval çalar, iyi niyetiyle köy halkına yardım edermiş.
Hastalıkları iyileştirir, yaşlıları gençleştirir, bastığı her toprağı bereketlendirirmiş. Bir gün kapısında yaralı bir asker bulmuş. Düşman askeri olsa da cadı merhamet edip onu evine almış. Yaralarını sarıp sıcak yemekler ve temiz kıyafetler vermiş. Gün geçtikçe birbirlerine âşık olmuşlar ve gizli saklı evlenmişler. Birlikteyken hiç olmadıkları kadar mutlu ve huzurlularmış. Yıllar geçtikçe aşkları meyve vermiş ve iki tane çocukları olmuş. Birbirlerini o kadar çok seviyorlarmış ki bir gün birbirlerini kaybetme korkusuyla sabahlara kadar ağladıkları olmuş. Cadı her ağladığında hıçkırıkları tüm köyde duyuluyor, amansız bir yağmurla sel basıyormuş. Savaşta olan köy halkı verdikleri ağır kayıplarla düşman işgalinin altında ezilirken, er geç halk arasında saklanan bir düşman olduğu duyulmuş. Fark edildiğini anlayan düşman askeri bir gece cadı uyurken köye sızmış ve kendi çocukları da dahil neredeyse tüm köyü tek başına, çoluk çocuk demeden katletmiş. Tabii bu onu ağır yaralamış. Katledilen köyden gelen acı çığlıklara uyanan cadı, çocuklarının cansız bedenini gördüğünde daha önce hiç hissetmediği bir acıyla feryat ederek çocuklarını kurtarmaya çalışmış. Ama her ne yaptıysa çabaları boşa çıkmış. Elinde kalan yalnızca çocuklarının cansız bedeniymiş. Güç bela eve dönen düşman askeri, cadıya duyduğu aşkı haykırırken bunları onun için yaptığını söylüyor, çocuklarını da onları öldürerek kurtardığını iddia ediyormuş. Cadı acılar içinde ne yapacağını şaşırırken, hayatta kalan köylüler çok geçmeden toplanıp cadının kapısına dayanmışlar. İkisini de yakalayıp buradaki nehre getirdiklerinde önce çocukların cansız bedenlerini nehre atmışlar. Ardından düşman askerinin boğazını kesip nehrin azgın sularına teslim etmişler. Bir anda aşkını, çocuklarını, ailesini ve köyünü kaybeden cadı acılar içinde feryat ederken, köylüler onun için ölümün bir kurtuluş olacağını iddia ederek yaptıklarının cezasını çekmesi için hayatta bırakıp bir ağaca bağlamışlar. Nehrin başında günlerce sabah akşam ağlayan cadı o kadar acı çekiyormuş ki ellerini ve vücudunu saran ipler dahi buna dayanamayarak çözülmüş. Gittikçe öfkeye dönen acısıyla cadı, umutla çocuklarının ve sevdiğinin bedenini bulmaya çalışmış. Ama nafile tabii. Ne çocuklardan ne de sevdiğinden eser kalmış. Ümidini kesen cadı, insanlara verilecek en büyük cezayı verip nehre büyü yapmış ve büyünün laneti sonsuza dek sürsün diye kendini nehre atıp intihar etmiş. O günden sonra bu köprüde mutlu çiftleri gören cadının ruhu, ölen sevgilisinin ve çocuklarının ardından çektiği acıyı anlamaları için diğer âşıkları da ölümle birbirinden ayırıyormuş. Bunu bazen nehirde boğarak bazen bir hastalık vererek bazense büyük bir kalp kırıklığına sebep olarak yapıyormuş. Böylelikle lanet bu zamana kadar uzanmış. Bazı insanlar burada cadının hayaletini gördüğünü, geceleri çıkıp etrafta dolaştığını ve çığlık atarak ağlama seslerinin duyulduğunu söylüyormuş. Sabah bakarsan eğer nehrin hafif kızılımsı bir rengi var. Bunun sebebinin de cadının kanının olduğunu söylüyorlar." Sakince hikâyeyi anlatırken nehre uzun uzun baktı ve ardından şunları ekledi:
“Benim her şeyimi, hayatımı, Esma’mı bu cadı aldı.”
Peri masallarından çıkmış bu efsaneyi dinlemek nedensizce hoşuma gitmişti. Cadıya üzülsem de kendi yaşadıklarının acısını başkalarından çıkarması hoş değildi. Akın yüzünde acı bir gülümsemeyle nehre bakıp derin bir nefes aldı.
"Senin bize lanet ettiğin gibi ben de sana lanet ediyorum cadı!"
Haykırarak bağırdığında şaşkınca ona baktım. İlk defa sesini bu denli yükselttiğini ve bir cümleyi içtenlikle söylediğini duymuştum. Sözlerinin hemen ardından esen sert rüzgârla ağaçlar hışırdarken Akın bana döndü.
"Sen de bir şey söyle."
İçim garip bir heyecanla dolarken nehre baktım. Ne diyeceğimi bilemeyerek yalnızca “Aaaaa!” diye bağırmakla yetinmiştim. Akın gülmeye başladığında ben de güldüm. Tek bir kelime dahi barındırmasa da benim bağırışım da en az onunki kadar içtendi. Sesim etrafta yankılanırken rüzgâr sertçe esmeye devam etmişti. Birden çığlığa benzer bir ses duyulduğunda nefesim kesildi. Korkuyla Akın’ın kolundan tutunduğumda bu efsanenin gerçek olup olmadığı hakkında şüpheye düşmüştüm. İlerideki ağaçların arasından hızla geçen bir ceylan gördüğümde sesin sebebini anlamıştım. Akın hâlâ bana gülerken “Ceylanın burada ne işi var ?” diye sormuştum şaşkınlıkla. Akın ileride bir yer gösterdi.
“Dağın orada bir ormanlık alan var. Oradan gelmiş olmalı.” O sırada çalan telefonla Akın elini cebine attı.
“Alo?”
Telefondan gelen kalın ses hızlı hızlı bir şey söylediğinde Akın’ın kaşları çatılmış, tuttuğu korkuluğu sinirle sıkmıştı.
“Nerede?”
Birkaç cümlenin ardından Akın hızla telefonu kapattı.
“Buradan milim kıpırdama, hemen döneceğim.” deyip koşarak yanımdan ayrıldı.
“Bekle!” diye bağırsam da Akın çoktan arabasına binmiş ve uzaklaşmaya başlamıştı. Ne olduğunu dahi anlamadan arkasından baktığımda içimi yavaş yavaş bir korku sardı.
Gerçekten önemli bir şey olmuş olmalıydı. Yoksa beni burada bırakıp gitmezdi değil mi? Zaten hemen döneceğini söylemişti. Birazcık beklesem sorun olmazdı.
Bade kaç!
Başıma giren ince sızıyla birlikte bir ses duymamla gözlerimde birkaç görüntü canlanması bir oldu. Demirlerden destek alarak derin bir nefes aldım. O an tuttuğum demiri hatıralarımda gördüğümü fark ederek dehşetle demire baktım. Hatıralarımdaki demir yeni boyanmış ve parlaktı. Şimdi ise boyanın rengi solmuş ve paslanmıştı. Elimi sıkışan göğsüme götürürken, buraya daha önce de geldiğimden artık emindim. Bilinçaltımda yatan tozlu bir gerçek vardı ve sanırım yavaş yavaş bunu hatırlamaya başlamıştım. İçimi derin bir korku kaplarken ne yapacağımı bilemeyerek ceplerimi kontrol ettim ama evden aniden çıktığım için telefonumu yanıma almamıştım. Uğuldayan ağaçların arasından ince bir çığlık geliyordu sanki. Ya da korkumu fırsat bilen zihnim bana tatsız bir oyun oynuyordu. Geriye doğru gittiğimde sırtımın soğuk, paslı demire çarpmasıyla durdum. Tekrar etrafa bakındım, karanlıkta ay ışığının gölgesiyle korkunç, yüksek ağaçlardan başka canlı kimse görünmüyordu.
“Kimse yok mu!?”
Titrek soruma yalnızca ağaçlardan hızla uçuşan kargalar cevap vermişti. Gittikçe kalbim hızlanıyor, nefesim daralıyordu. Tekrar başıma giren ince sızıyla kulaklarım çınlamaya başladı. Etraftaki sesler kesilmişti, yalnızca kanın damarlarımda gezinişini ve aldığım boğuk nefesleri duyuyordum. Güçlükle kafamı kaldırıp baktığımda karşımda bana bakan, bedeni silik küçük kızı gördüm. Gözlerimi kapatıp derin nefesler aldığımda kulağımdaki çınlama kaybolmuştu. Ama kızın çığlık atmasıyla korkup ellerimi kulaklarıma götürdüm ve bir çığlık kopardım. Sırası mıydı şimdi bunun? Tek başıma bu kızla nasıl baş edecektim? Burada yaralanırsam ne olacaktı? Akın ne zaman dönecekti? Ardı ardına zihnimi dolduran sorularla daha da paniklemeye başladım. Panikledikçe korkum da artıyordu. Gözlerimi tekrar açtığımda kız da ortalıktan kayboldu. Endişeyle etrafa bakındım. Kızı göremeyince göğsümün ortasındaki baskı hafifledi. Rahat bir nefes alırken yorgun düşen bedenimi yere bırakıp sessizliğe gömüldüm yavaşça.
Ailemi kaybettiğim kazadan sonra birçok şeyi unutmuştum. Hatta bir süre sanki bir anda bu dünyaya atılmış gibiydim; ismimi teyzemden öğrenmiş, ailemi fotoğraflardan tanımıştım. Ardından gün geçtikçe bazı şeyler parça parça hatırıma gelmişti. Annemin saçımı bağlarken aynadaki yansımasını hatırlamıştım ilk önce. Zarifçe bana gülümseyerek şarkı söylemesi, elimden tutup piyano tuşlarına basması kulaklarımda yankılanmıştı. Babamı ise nedense ona bağırıp çağırırken hatırlıyordum. Hıçkırıklarımla ağlarken ona vurmaya çalıştığımı, kanlı ellerimle Senden nefret ediyorum! diye haykırışlarımı hatırlıyordum. Düşüncelerimden sıyrılırken nehrin sesine kapılmıştım ki yine bir ses duydum:
Bade kaç!
Birden, yere diktiğim gözlerimin önünde bir çift ayakkabı durdu. Korkuyla öylece kitlendiğimde, sakinleşmeye fırsat bulamadan tekrar hızla atmaya başlayan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Kafamı yavaşça kaldırdığımda yine o kız ve diğerlerini gördüm. Kızın bulanık yüzü bana bakarken çığlık çığlığa ağlamaya başlamış, kaçmam için yalvarıyordu âdeta. Ne olduğuna anlam veremiyordum. Nedense bu hatıra beni o kadar zorluyordu ki biraz daha direnirsem zihnimin parçalanacağını hissediyordum. Kafamı eğip gözlerimi tekrar yere diktim.
Her şeyi bulanık görmenin ve boğuk seslerin baskısıyla derin nefesler almaya başladım. Bana burada yardım edebilecek kimse yoktu. Bununla kendim baş etmeliydim. Gözlerimi kırpıştırarak yere bakmaya devam ettim ama o kadar bulanık görüyordum ki yeri dahi seçemiyordum. Ellerimle dokunmaya, toprağı avuçlamaya çalışarak, göremesem bile hissetmeye çalıştım. Bütün her şeyi bir anlığına unutup, görme derdine düşmüştüm. Kapkara bir körlük değildi ama bu ondan daha korkunçtu. Gözlerimi kırpıştırmaya devam ederken bulanık görüşüm yavaş yavaş dağılmaya başladığında adamların ayakkabılarını net bir şekilde görmüştüm. Duyduğum tek şey hızla atan kalbim ve kızın bana seslenişi olmaktan çıkmış, yine nehrin gürültülü akışını ve konuşulanları duymaya başlamıştım. Biraz ileride duran arabanın sarı farları gözlerimi alıyor, önünden geçen adamların ve kızın çırpınışları bir sinema perdesine yansıyordu sanki. Birden omuzlarımdan tutan iki güçlü eli hissederek irkildim. Hızla geriye döndüğümde kirli sakallı bir adamın çenesini görmüştüm. İleriye dönük yüzüyle beni tutuyor, arkasından uzanan başka bir el ağzımı sıkı sıkı kapatıyordu. Silkelenip kurtulmaya çalışsam da başaramadım. Korkuyla tekrar önüme döndüğümde ise ileride çırpınan kızın beyaz spor ayakkabılarını görmüştüm. Saçıma yapışan adamla mümkün olduğunca başımı kaldırmaya çalıştım. Ama gördüklerimle anında pişman olmuştum. Kızın yüzünü görmemle başıma çok güçlü bir ağrı girdi. Hemen ileride Esma ağlamaktan kızarmış kahverengi gözleriyle bana bakıyor, onu tutanların elinden kurtulmaya çalışıyordu. Tüm kanım çekilmiş gibi vücudumun karıncalandığını hissettim. Gözlerimi Esma’nın gözlerine diktiğimde her şey ağır çekime girmiş gibiydi. Yanaklarından akan gözyaşları parlıyor, dehşetle attığı çığlıkları sessizliğe gömülüyordu. Anında gözlerimi kapatıp inkâr etmeye başladım:
“Hayır, hayır, hayır! İmkânı yok!”
Zihnim bana bir oyun oynuyor olmalıydı. Esma hakkında çok düşündüğüm için onun yüzünü görmüştüm. Başka bir yolu yoktu bunun. O değildi, o olmamalıydı. Kendi kendime söylenirken gözlerimi açacak cesareti bulamadım. Doğru olma olasılığının verdiği korku beni öldürecek gibiydi. “O olmasına imkân yok!” diyerek zihnimdeki bu oyunu dağıtmaya çalıştım. O olmadığından emindim. Gözlerim bana oyun oynamıştı. Birazdan tekrar doğruca kızın yüzüne bakacak ve o olmadığından emin olacaktım. Yavaşça gözlerimi tekrar açtığımda önce geriye savrulan uzun, kahverengi saçlarını, ardından Esma’nın dehşet dolu yüzünü görmemle içimde bir şeylerin koptuğunu hissetmiştim sanki. Esma’nın yüzü gibi benim kalbim de dehşetle dolmuştu. Çaresizce gözlerimden birer damla yaş süzüldü. Öylece yüzüne bakmaya devam ettim. Gerçekten de oydu. Demek gözlerim yanılmamış, zihnim bana oyun oynamamıştı. Esma’nın çaresizce bana uzattığı elini tutmak için bir hamle yapmıştım ki bütün görüntüler birden buhar olup uçmaya başladı. Sanki mümkünmüş gibi, buharlaşan Esma’yı tutmayı denedim ama uçup gitmişti işte. Boşa savrulan ellerimi toprak zemine koydum. Gözlerimden yaşlar süzülürken biraz ellerime biraz da yere damlıyordu yağmur misali. Esma’nın mezarını avuçlar gibi yerdeki toprağı avuçladım çaresizce. Doğru muydu bütün bunlar? Esma’nın burada öldüğünü söylemişti. Onun ölümüne bizzat tanık olan ben miydim yoksa? Nasıl olmuştu bunlar? Neden ve nasıl gelmiştik buraya? O adamlar kimdi? Bizden ne istemişlerdi? Her şey soru işaretiyle doluydu. Asıl sorun ise bunu Akın’a nasıl söyleyeceğimdi. Hâlâ inanamıyordum. Ya gördüklerim gerçek değilse ve ben bunu Akın’a anlatırsam ne olacaktı? Oturduğum yerde dizlerimi karnıma çekerek ellerimi saçlarıma götürdüm.
“Ne yapacağım ben?”
Çaresizce sorduğum soruya ne kadar düşünsem de bir yanıt bulamıyordum.
“Akın döndüğünde ne diyeceğim ona ben?”
Ağlamaya başladığımda gittikçe soğuyan havayla üşüdüğümü de fark etmiştim. Saatler geçse de Akın dönmemişti. Oysa hemen döneceğini söylemişti. Bir an önce buradan gitmek istiyordum. Ağlamaktan gözümde yaş kalmamıştı, perişan bir hâldeydim. Soğuk ya da karanlık korkutmuyordu beni. Beni korkutan buradaki gerçeklerdi. Tekrar o görüntüleri görüp anıları pekiştirmek şu an isteyeceğim en son şeydi. Hissetmediğim ellerimi ovuştururken kaç saat geçtiğinin dahi farkında olmadan hâlâ yerde oturmuş öylece bekliyordum. Akın gelmemişti... Unutmuş muydu yoksa? Ya da umursamamış mıydı? İntikam mı alıyordu yoksa benden? Soğuktan moraran bacaklarıma sarılırken köprünün ucunda gördüğüm ışıkla ayağa kalktım. Nihayet dönmüş müydü? Bunca saatten sonra dönse artık ne fark ederdi ki gerçi. Gittikçe yaklaşan arabanın beyaz olduğunu gördüğümde gözlerim doldu. Akın’ın arabası siyahtı çünkü. Kesinlikle beni unutmuş olmalıydı. Araba tam köprüde durduğunda dışarı hızla Emir çıktı.
“Bade!”
Hemen yanıma koştuğunda kendimi tutamayarak tekrar ağlamaya başladım. Emir sıkıca bana sarıldığında ben de ona sarılmıştım.
“Ne kadardır buradasın? Donmuşsun.”
Cevap dahi vermeden kafamı göğsüne gömdüm. O ise sırtımı sıvazlamış, üzerime kendi montunu örtmüştü ki birden arkadan Akın’ın sesini duydum:
"Bade!"
Kafamı kaldırıp ona baktığımda koşarak bana yaklaştığını gördüm. Yanıma vardığında titreyerek Emir’den ayrıldım. Ben sinirle ona bakarken o da soluk soluğa kalmış hâlde, dehşet dolu gözlerle soğuktan donan acınası bedenimi süzüyordu. Bana doğru bir adım atarak elini uzattı. İçimdeki korku ve hayal kırıklığıyla eline vurup onu ittim. Gördüklerim yetmezmiş gibi, saatlerce beni burada korkumla baş başa bırakmıştı. Gözyaşlarımı titreyerek silerken ona baktım. Yüzünde tarif edilemez bir ifade vardı.
“Gidelim buradan Emir.” Bunları söylerken vücudumla birlikte sesim de titremişti. Akın kolumdan tutup "Bade ben-" dediğinde kolumu elinden kurtardım. Bu biraz ona duyduğum öfkeden, biraz da gördüklerimi öğrenmesi korkusundandı.
"Hemen dönecektin hani?"
Bir an oluşan sessizlikle göz göze geldik.
“Gerçi aptallık bende. Neden sana güvendiysem!”
Sözlerimle kaşları çatılırken apayrı bir dehşete düşmüştü. İlerleyip Emir’in arabasına bindiğimde Akın ve Emir aralarında kısaca bir şeyler konuşmuştu. Emir dönüp arabaya bindiğinde ise Akın’ı geride bırakarak yola koyulmuştuk.
“Bana gidelim mi?”
Emir’in sorusuyla başımı iki yana salladım.
“Evime bıraksan daha iyi olur.”
İtiraz etmeden başını salladı. O sırada gözüm saate ilişti: 00.23
Yaklaşık altı saattir o köprüde bekliyor muydum yani? Akın’a öfkem artarken köprüde gördüklerim aklıma geldikçe zihnimde dahi ondan kaçacak yer arıyordum. Hiçbir şey sormayan Emir arada klimayı kontrol ederek içerinin sıcak olduğundan emin oluyordu. Gördüklerimi hatırladıkça tekrar bir dehşet çökmüştü içime. Birden engel olamadığım bir şekilde titremeye başlamıştım. Aklım almıyordu. Gördüğüm o kız nasıl Esma olabilirdi? Zihnimin karanlık tarafında yatan o yakıcı sır neydi?
“Üşüyor musun hâlâ?”
Emir’in sorusuyla anlamsızca ona baktım. Onu duymuştum ama ne dediğini anlamayacak kadar düşünceli ve şaşkındım. Cevap veremeyince Emir bir süre baktı bana.
“Orada ne oldu Bade?”
Nihayet sabredemeyerek sormuştu. Hızla yüzümü cama çevirdim.
“Hiçbir şey.” deyip hıçkırdım.
Hıçkırmam umurumda değildi. Bunu kimseye anlatamazdım. Emir üstelemedi. Ama benim için oldukça endişeli görünüyordu. Derin bir nefes alıp yola döndüğünde bir süre sonra evin önüne gelmiştik.
“Bekle, yanında anahtarın var mı?” Arabadan inerken sormuştu bunu.
“Evet, kapı pervazına yedek koymuştum.” Emir hiç rahat görünmüyordu.
“Teşekkür ederim. Hoşça kal.” deyip eve yürüdüm.
Geriye dönüp kapıya gidene kadar beklemişti. Ardından yavaşça uzaklaştı. Elimle kapı pervazlarını yokladığımda daha önce bıraktığım yedek anahtarı bulamadım.
“Nereye gitti bu?” diye söylenirken akşamüzeri teyzemle konuştuğum aklıma geldi. O da burada bir yedek anahtar olduğunu bilirdi ve muhtemelen o almıştı.
“Harika…”
Derin bir nefes alıp ne yapacağımı düşünürken arkamda bir arabanın durmasıyla kafamı çevirip baktım. Arabadan hızla inen Ömer yanıma geldi.
"Ne yapıyorsun sen bu saatte?"
"Anahtarı bulamadım."
Ömer iç çekip beni süzdü. Tam ısındım derken yeniden soğuktan titremeye başlamıştım.
“Arabaya geç. Hava çok soğuk.”
Arabaya biner binmez klimayı açıp montunu çıkardı ve bedenimi sardı. Uzun uzun bana baktığında o sormadan konuştum:
“Bir şey sorma. Çok üşüdüm.”
Biraz olsun ısınmaya başlamış, vücudumdaki karıncalanmalar yavaşça kaybolmuştu. Ömer bunu söylememi bekliyormuş gibi iç çekti ve arabayı çalıştırıp sürmeye başladı.
"Neden gelmiştin?" diye sordum.
Ömer bana kısa bir bakış attı.
"O gün çok üzerine gittim. Özür dileyecektim."
Hiçbir şey söylemeden önüme döndüm. Ona olan kırgınlığım şu an düşüneceğim en son şeydi. O içindeki sıkıntıyı bir şekilde telafi edip giderebilirdi ama ben aynı şeyi yapamazdım. Düşünmek istemeyerek gözlerimi yumdum sıkıca. Sabahtan beri içimi sarmaşık gibi sarmalayan kötü his bundan ötürü olmalıydı. Kendimi kötü bir şeye hazırlamıştım ancak bu kadar kötü olacağını tahmin etmemiştim. Şimdi ise kendimi ne kadar teselli etsem de boştu.
Ömer’in evine geldiğimizde kapıyı annesi Ahu teyze açmıştı. Önce beni gördüğüne şaşırmış, ardından kocaman gülümseyerek “Hoş geldiniz!” demişti. Bizi içeri davet ettiğinde, çoktan uyumuş olan ev halkını uyandırmamak için oldukça sessiz olmaya çalışmıştım. Gecelikli Ahu teyzenin de uykudan uyanmış bir hâli vardı.
“Anahtarı almamışım, uyandırdığım için kusura bakma sultanım.”
Ömer annesine bunları söyleyerek içeri geçtiğinde annesi önemli olmadığını söylemiş, misafirperverlikle benim koluma girip içeri sürüklemişti. “Hayırdır inşallah bu saatte ne yapıyordunuz siz dışarıda?” Kendimi toparlamaya ve gülümsemeye çalıştım.
“Kapıda kaldım da…” diyebilmiştim sadece. Ama Ahu teyzenin yüzüne baktıkça anneme duyduğum müthiş özlemle gözlerim doldu. Gördüklerimi, yaşadıklarımı bir bir anlatıp akıl vermesi için dizinin dibinde yakaracağım bir annemin olmasını o kadar çok istemiştim ki o an. Ahu teyze gülümsedi.
“Ah kızım leyla mısın sen? Neden daha önce çıkıp gelmedin?”
Şefkat dolu sözleri gözlerimi daha çok doldururken, bunu fark eden Ahu teyze sordu:
“İyi misin?”
Gözlerimden akan birkaç damla yaşla başımı salladım.
“İyiyim.” deyip hıçkırdım.
Hıçkırığımın ardından birden çocuk gibi ağlamaya başladığımda Ahu teyze ve Ömer şaşkınca bana bakmıştı. Kendimi daha fazla tutamamıştım. Ahu teyze hüzünle bana sarılırken ben de ona sarılmış, kafamı boynuna gömerek hıçkırıklarımı bastırmaya çalışmıştım. İstemeden diğerlerini de uyandırdığımda Ömer’in kardeşi Gizem abla ve babası Haluk amca uykulu gözlerle odalarından çıkmış, beni gördüklerine oldukça şaşırmışlardı. Ses çıkarmadan benim sakinleşmemi beklediler. Gizem abla uykusundan sıyrılıp koşarak mutfağa girmiş, bir bardak su getirmişti. Nihayet sakinleşip Ahu teyzenin kollarından ayrıldığımda beni koltuğa oturttular. Haluk amca bir şey soracak gibi oldu ama Ömer’in işaretiyle sustu. Ondan sonra kimse bir şey sormadan, öylece beni teselli etmeye çalışmışlardı. Aradan zaman geçtikçe kendimi daha kötü hissetmeye başlamıştım. Bunu fark eden Ömer yanıma yaklaştı.
“Sıcak bir duş almak ister misin?”
Sıcak kelimesini duymak dahi beni rahatlatmıştı. Gözlerimi silerken “Olur.” dedim.
“Benimle gel. Abla temiz kıyafetler ayarlasana.”
Ayağa kalkıp Ömer’i takip ettiğimde beni misafir banyosuna getirmişti. Hemen ardımızdan gelen Ahu teyze dolaptan temiz havlular çıkardı. Birkaç dakika sonra ise Gizem abla ellerinde bir gecelik takımıyla geldi. Teşekkür ederek kıyafetleri aldım. Diğerleri dışarı çıkmış, ben de soyunup duşa kabine girmiştim. Suyu açtığımda ayaklarıma değen soğuk su dahi bana sıcacık gelmişti. Bir süre düşüncelerimle birlikte öylece akıp giden suyu izleyip yavaşça suyun altına girerek yıkanmaya ve ısınmaya başladım. Sıcak duş donmuş kaslarımı gevşetirken yavaşça uykumu da getirmişti. Fazla oyalanmadan kurulanıp üzerimi giyindim ve dışarı çıktım. Kimse ortalıkta görünmüyordu. Etrafa bakarken “Dur ben bakarım,” diyerek mutfaktan çıkan Ahu teyze beni görünce duraksadı.
“Çıktın mı? Gel hadi, acıkmışsındır diye sana sıcak çorba yaptım. Akşamdan kalma biraz tavuk sote de var.”
Yanına gidip “Gerek yoktu.” diye mahcubiyetle söylendiğimde beni duymamış gibi mutfağa sürükledi.
“Otur bakalım.”
Teşekkür ederek masaya oturduğumda hiç iştahım olmasa da zorla bir kâse çorba içmiş, biraz da yemekten yemiştim. Karşımda oturan Ömer ve Ahu teyze beni rahatsız etmek istemeyerek kendi aralarında konuşurken diğerleri ortalıkta görünmüyordu. Çok sürmeden kalkıp tabağımı tezgâha bıraktım. Yıkayacakken Ahu teyze ayağa kalkıp beni durdurdu:
“Bırak, sabah hallederiz. Geç oldu hadi uyu artık.”
Başımı sallayıp Ömer’le birlikte yukarı çıktım. Kendi odasını açıp yeni nevresim serilmiş yatağını gösterdi.
"Başka yatağımız yok, üzgünüm."
Yatağa doğru geçip oturdum.
"Sorun değil, ama sen?"
"Ben aşağıda uyuyacağım, eğer bir şey olursa seslenmen yeterli. Yan odada annem var ona da seslenebilirsin."
Kafamı salladığımda alnımdan öpüp "İyi geceler pinokyo." dedi ve kapıya yöneldi ki seslendim.
"Ömer!"
Ömer bana döndüğünde devam ettim:
"Lütfen kimseye burada olduğumu söyleme. Biraz kafamı dinlemek istiyorum."
Ömer başını sallayarak ışıkları kapattı ve odadan çıktı. Karanlıkta tek başıma kaldığımda bir süre öylece duvarda asılı saatin çıkardığı tik tak seslerini dinlemiştim. Düşünmekten yorulmuş zihnim süt beyazı bir ışığa gömülmüş gibiydi ve o ışığın içinde tüm düşüncelerim de yavaşça silindi. Yorgunlukla yatağın içine girip gözlerimi kapattım. Elimden bir şey gelmiyordu. Öyle ya da böyle, bu da bir şekilde yoluna girecekti.
Ertesi sabah gözlerimi zar zor açtığımda çok üşüdüğümü fark ederek yorgana iyice sarıldım. Oda buz gibiydi sanki. Biri camı açık mı unutmuştu yoksa? Ağrıyan başımın ağırlığıyla yerimden kıpırdayamamıştım bile. Midem bulanıyor, her tarafım ince ince sızlıyordu.
Başımda hissettiğim elle kapattığım gözlerimi araladım. Daha fazlasını yapamıyordum. Mırıltıyla "Ömer..." dediğimde yanı başımda olduğunu yeni fark ettiğim Ömer "Geçecek, dinlen." dedi. Gözlerimi daha da zorlayıp kafamı çevirdiğimde koluma bağlı olan serumu gördüm. Gizem abla hemşireydi ve üzerinde önlükle yanımda duruyor, enjektöre ve ilaçlara bakıyordu. Ömer'in babası Haluk amca ise Ahu teyzeye bir şeyler söylüyordu.
"Ne oldu bana?"
Güçlükle konuşurken Ahu teyze üzerimdeki yorganı ince bir örtüyle değiştirerek ateşime bakmıştı.
"Fazlasıyla üşütmüşsün." dedi.
Haluk amca bunun üzerine endişeyle konuştu:
"Bir hastaneye mi götürsek?"
Gizem abla rahatlatıcı bir ses tonuyla onları yatıştırdı:
“Merak etmeyin. Bol bol dinlenirse hemen iyileşecektir. Ben hocalarıma sorar, gerekli olanı yaparım.”
Diğerleri ona güvenip sesini çıkarmadı, ben de direnmeyerek tekrar uykuya daldım.
Yaklaşık üç gün boyunca ayağa dahi kalkamadan yatak döşek yatmıştım. Son birkaç gündür ise yeni yeni kendime gelmiş, hastalığı üzerimden neredeyse atmıştım. Bugün cuma olmalıydı. Okula gitmek için erkenden kalkmıştım. Kapımı tıklatarak içeri giren Ahu teyze ayaklandığımı görünce sordu:
“Daha iyi misin?”
Başımı salladım.
“İyiyim. Sayenizde bir şeyim kalmadı.” Ahu teyze buna sevinmiş gibiydi.
“Neden erken kalktın? Uyusaydın ya.”
O sırada arkada görünen Ömer’in üzerinde okul forması vardı.
“Okula gitsem iyi olacak.” dedim.
Ahu teyze zorlamadı.
“Nasıl istersen.” dedi. Aynı şekilde Ömer de zorlamamıştı ama bakışlarından içinin hiç rahat olmadığını anlayabiliyordum. Kolundaki saate bakıp “Geç kalacağım,” diye mırıldandıktan sonra bana döndü ve derin bir nefes aldı:
“Dikkat et kendine. Ne zaman gelmek istersen gel.”
Başımı sallayıp teşekkür ettiğimde tam gidecekken tekrar döndü.
“Ayrıca, istersen her şeyi bana anlatabileceğini biliyorsun.” Gülümsedim.
“Biliyorum.”
O da hafifçe gülümseyip yürüdü. Ben de yatağı toplamış, Ahu teyzenin ayarladığı kıyafetleri giyip kahvaltı masasına oturmuştum. Sofrada sadece Ahu teyze ve Haluk amca vardı. İkisi de emekli olduğu için telaş etmeden, keyifli bir sohbetle ediyorlardı kahvaltılarını. Önüme düşen saçlarımı iterek karnımı doyurmaya çalıştığım sırada, saçlarımda hissettiğim elle duraksadım. Ahu teyze elinde şeftali desenli bandanayla saçlarımı geriye itip bağlamıştı.
“Bunu hatırlıyor musun? Senindi. Annenle beni ziyarete geldiğinizde burada unutmuştun. Geçenlerde elime geçti.”
Teşekkür ederken düşündüm.
“Hatırlayamadım.”
Çoğu şeyi hatırlamadığım gibi bunu da hatırlamamıştım. Gülümseyip omzuma hafifçe vurdu ve tekrar yerine oturdu. Nihayet karnımı doyurup gitmek için ayaklandım. Kapıda beni yolcu eden Ahu teyze ve Haluk amcaya döndüm.
"Her şey için çok teşekkür ederim. Bütün hafta benimle uğraştınız."
Ahu teyze bana sarılıp yanaklarımı öperken "Olur mu öyle şey? Sen bizim kızımızsın." demişti. Haluk amca da dışarıdaki taksiye beni bindirdikten sonra kendime dikkat etmemi söylemişti. Taksiden okulun biraz gerisinde inmiştim. Tüm hafta evde tıkılınca biraz yürüyüp temiz hava almaya ihtiyaç duymuştum. Küçük ve yavaş adımlarla karo döşemeli ıslak kaldırımlarda yürürken derin bir nefes aldım. Bir şey yapmam gerektiğine dair bir his vardı içimde. Ama ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu. O geceden beri peşimi bırakmayan bu his dilime de prangalar vurmuştu, attığım adımı bile anlattığım Selin’e dahi tek kelime edememiştim. Dalgınca düşünürken kaldırımın bittiğini fark ederek duraksadım. Ayaklarımın ucunda duran yaya geçidi çizgilerine bakarken kafamı yola çevirdiğimde karşıdan Akın’ın arabasının geldiğini görmüş, içimde bir şeylerin yandığını hissetmiştim sanki. Hızla yanımdan geçişini izlerken dönüp arkasından baktım öylece. Araba ani bir frenle durduğunda aynada kesişti gözlerimiz. Sert bakışları gözlerime emin olmak istercesine baktı bir süre. Ben de ona bakmış, ardından yan sokağa dönüp köşedeki küçük markete girmiştim. İnsanların arasına karışırken bir standın arkasına geçip onun olduğu tarafa baktığımda, onun da arabadan inip arkamdan baktığını gördüm. Beni gözden kaybetmiş olmalıydı ki bir süre etrafa bakındı. Dönüp standa yaslandım ve gözlerimi kapadım. İçimdeki his onu görünce dayanılmaz bir hâl almıştı. Henüz onunla yüzleşmeye hazır değildim. Neyse ki beni bulamadan arabasına geri dönmüş, tıkadığı trafiği açmıştı. Yoksa o da okula mı gidiyordu?
Okulda tüm gün Akın’la karşılaşma korkusu ile geçmişti. Sürekli pencereden okulun kapısına bakmış, gelip gelmediğini kontrol etmiştim. Her birkaç dakikada bir cama baktığımı fark eden öğretmen ise en sonunda bana azar çekmiş, perdeyi kapattırmıştı. Öğretmenin ardından Selin ve Arda da beni görür görmez iyice azarlamış, kaç gündür nerede olduğumu sormuşlardı. Üşüttüğüm için Ömerlerde kaldığımı söylediğimde ise ikisi de haber vermediğim için bana küsmüştü. Ama onların gönlünü almaya çalışacak hâlim yoktu. Hiçbir şey söyleyemeden arkalarından bakıp gidişlerini izlemiştim. Onun dışında ne Akın’la ne de başka biriyle karşılaşmıştım. İçimi rahat bırakmayan sıkıntıyla birlikte sıradan bir okul günü geçmişti. Okul çıkışı sınıf arkadaşımdan aldığım kâğıt kalemle yazdığım karmaşık notlara bakarken, anlamadığım yeni konu hakkında ne yapacağımı düşünüyordum. Konuların çoğunu kaçırmıştım şimdiden. Nasıl halledecektim bütün bunları? Kendimce oflayıp eve doğru yavaş adımlarla ilerlerken yanımda bir arabanın durmasıyla korkarak arabaya baktım. Kapı aniden açıldı ve içeri çekildim, çığlık atıp kurtulmaya çalışırken Emir ve Berke’nin sesiyle duraksadım:
"Bade sakin ol!"
İkisine de vurup kalbimi tuttum.
"Ne yaptığınızı sanıyorsunuz, yüreğime indi!"
Emir ve Berke sırıtıp aynı anda "Seni kaçırıyoruz!" dediğinde arabayı çalıştıran Ceyda da kahkaha atmıştı.
"Ne? Neden adam akıllı söylemiyorsunuz? Ne gerek var kaçırmaya? Ayrıca bir dakika, nereye?!"
Ardı ardına dizilen sorularımla Berke bana döndü.
"Akın Onu bulup getirin. dedi, biz de götürüyoruz."
Gözlerim irice açılırken hızla ilerleyen arabayı hiçe sayıp kapı koluna uzandım.
"Hayır, ben gelmiyorum."
Emir beni tutarken konuştu:
"İşte bu yüzden kaçırıyoruz seni. Söylesek gelmezdin."
Birden o akşam gözümde canlandığında kalbim delice çarpmaya başladı. Gördüklerimden ötürü korkmuştum, aynı zamanda beni orada bıraktığı için inanılmaz bir öfke duyuyordum. Ben çabaladıkça Emir el, Berke ise ayak bileklerimden tutmuş, beni fırın küreği misali arka koltukta uzatmışlardı. Ne kadar dil döksem de sağır gibi beni duymazdan geliyorlardı. Akın’ın evine geldiğimizde apar topar beni indirirlerken Ceyda kapıyı açtı. O sırada telefon çaldı. "Efendim?"
"Tamam."
Kısa bir görüşme yaptıktan sonra bize döndü.
"Eski çiftliğe." dediğinde Emir sorgulayıcı bakışlarını Ceyda’ya çevirdi.
"Çiftlik mi? Neden?"
Ceyda bilmediğini ifade eden bir surat ifadesiyle ona baktığında tekrar arabaya yönelmişlerdi ki kurtulmak için son şansımı denedim. Anında beni yakalayan Emir tekrar arabaya yürüdü.
“Seni elden kaçırıp Akın’la papaz olmaya niyetim yok.”
Sırtına vururken yine zorla arabaya bindirilmiştim. Daha fazla direnmedim. Dirensem de bir manası yoktu. Nereye kadar kaçacaktım ki zaten? En iyisi bir an önce her şeyi Akın’a anlatmaktı. Evet, en iyisi buydu. Yol boyunca kendimi buna hazırladım, kararım kesindi. Esma’nın yüzünü o köprüde gördüğümü anlatacaktım. Belki de korktuğum gibi bir şey değil de hatırlayamadığım sıradan bir anıydı. Eğer öyleyse bu kadar dert ettiğim için Akın bana gülüp dalga geçecekti. Umarım öyle olurdu. Araba eski bir çiftlik evinin önünde durduğunda derin bir nefes alıp indim. Benim inmemle koşup yanıma gelen Emir ve Berke sanki kaçacakmışım gibi kollarıma girmişlerdi. Çevreye bakındığımda yüksek bir dağın tepesinde olan bu evin etrafının tamamıyla ormanlık ağaçlarla kaplı olduğunu gördüm. Arkamda kalan şehir manzarası ise yukarıdan çok güzel görünüyordu. Evden çıkan Akın hızla bize doğru ilerlerken diğerlerine gidin işareti yapmış, onlar da ikiletmeden arabaya doluşup bizi yalnız bırakmıştı. Onların gidişlerini izleyen Akın karşıma geçerek sordu:
"Neredeydin?"
Cevap vermeden öylece ona baktım. Bir anda cesaretim kırılmıştı, buraya gelirken verdiğim kesin kararımdan anında vazgeçmiştim. Sert yüzü, sinirli bakışları hatta sorusu dahi beni ürkütmeye yetmişti. Ona bunu nasıl anlatabilirdim ki? Akşamın karanlığı yavaşça üzerimize çökerken sinirle güldüm.
"Senin için önemi var mı ki?"
Alayla çıkan sesim Akın’ı sinirlendirmiş olmalı ki sözlerimin hemen ardından bağırdı:
"Var!"
Kaşlarım çatıldı. Beni köprünün ortasında bırakıp gittikten sonra bunu nasıl söyleyebilirdi? Sinirlerim gittikçe bozulmaya başlamıştı.
"Eğer senin için bir önemi olsaydı döneceğini söyleyip beni saatlerce bekletmezdin!" Sustu.
"Ben seni orada altı saat bekledim! Karanlıktan korkmama rağmen, soğuktan donmama rağmen bekledim..."
Akın bir adım atarken "Bade, dinle." dedi. Onu dinlemeyip geri çekildim.
"Şimdi benim karşıma geçip de nerede olduğumun bir önemi olduğunu söyleme. Önemli olsa beni biraz olsun umursar, orada bırakmazdın."
Akın’ın gözleri koyulaşmıştı sanki. Anlam veremediğim bir gerginlik vardı yüzünde. Ona olan korkum da sinirle uçup gitmişti. Yavaşça geri dönüp ilerlemeye başlamıştım ki arkamdan bağırdı:
"O gün cehennem gibiydi!”
Duraksadım.
“Senin için zemheri, benim için ateş dolu cehennem gibi bir gündü," dedi ve devam etti:
"Emir arayıp Esma’nın katillerinin yerini bulduğunu söyledi. Seni de bu işe bulaştırmak istemediğim için orada bıraktım. Çünkü artık peşimden sürüklenmekten yorulduğunu söylemiştin. Seni eve bırakacak zamanım da yoktu. Hemen dönecektim ama gözlerimin önünde olan kazayla yolumu yarıda kestim. On beş yaşlarındaki bir kız arabadan çıkıp kanlı yüzüyle yerde yatan babasını uyandırmaya çalışıyordu. Onun da senin gibi acı çekmesini istemediğim için yardıma koştum. Babasının kalbi atmıyordu. Elimden gelen her şeyi yaptım. Ve evet adamı yaşatmayı başardım. İnanması güç geliyor değil mi? Benim birini yaşatacağıma ihtimal vermiyorsundur muhtemelen. Ama acı gerçek şu ki: pislikleri öldürmeyi bildiğim kadar masumları yaşatmasını da bilirim." Arkam dönük öylece onu dinlerken devam etti:
"Kız, küçük kardeşinin kopan kolunu görünce tekrar çığlık atmaya başladı. Ne yaptıysam döndüremedim onu hayata. Ambulans gelene kadar elimden ne geliyorsa yaptım. Hatta kız tek başına kalmasın diye hastaneye kadar gittim. Maddi durumlarının iyi olmadığı anlaşılıyordu. Ben de hastane masraflarını karşıladım, akrabaları gelene kadar bekledim. Ve küçük kız benim ne kadar acımasız bir katil olduğumu dahi bilmeksizin bana sarılıp çok iyi biri olduğumu söyledi. Saatlerce onun yanında, yapabileceğim başka bir şey var mı diye bekledim. Seni alması için Emir’i aradığımda ise alacağını söylemişti ama o aptal işe dalmış, seni almayı unutmuş. Tekrar aradığımda ise unuttuğunu söyleyince kızı orada bırakıp arabama atladım. Ama trafik tıkandı ve mecburen biraz bekledim, beklerken senin orada donmak üzere olduğun aklımdan çıkmıyordu. Arabamı yolun ortasında bırakıp koşmaya başladım. Dakikalarca koştum, hiç durmadan. Yanına geldiğimde Emir de yeni gelmişti. Gelip bana asla güvenilir bir adam olamayacağımı söyledin ve gittin. Senin için hiçe saydığım arabama, hatta Esma’nın katillerine karşın bana sadece güvenilmez olduğumu söyledin. Üşümüşsündür diye gelirken sana aldığım yeni montu bile fark etmedin."
Sözleriyle donup kalmıştım âdeta. Bütün bu anlattıkları gerçek miydi? Yoksa yalan mı söylüyordu? Ama yalan söylemek için bir sebebi de yoktu. Çünkü biraz olsun onu tanıdıysam, gerçekten niyeti beni orada bırakmak olsaydı bunu çekinmeden söylerdi. Ne yapacağımı bilemeden tekrar yürümeye başladım ki bir kez daha duydum sesini: "Küçük Yalancı!”
“Gitme!"
Durdum. Nereye gitmişti birden öfkem? Bunları duyduktan sonra ona nasıl sinirli kalabilirdim ki? Yavaşça geri döndüğümde birkaç metre ileride bana bakıyordu. İlk defa kendini telafi etme çabasına girdiğini görmüştüm. Omuzları düşmüş, bakışları yumuşamıştı. Ne yapacağını bilemez bir hâldeydi. Tam ona doğru bir adım atmıştım ki birden Akın’ın arkasında silah doğrultmuş Yağız’ı görmemle donup kaldım. Tüm vücudum uyuşmaya başladı. Ellerim, ayaklarım hatta dudaklarım dahi karıncalanmıştı. Akın’a seslenmek istedim. Ama dilim, ağzımın içinde midemi bulandıran bir kemik olmuştu sanki. Tek kelime dahi edemedim. Yağız, yüzünde muzip bir gülümsemeyle nefretle Akın’a bakarken silahı doğrulttuğu eli titremiyor, yaptıklarından ve yapacaklarından hiç pişman olacakmış gibi görünmüyordu. Hafifçe kafasını kaldırıp bana baktığında nihayet dilim çözülmüş, “Yapma Yağız!” diye bağırmıştım ki acımasızca gülüp silahı ateşledi. Patlayan silahla irkilirken Akın arkasını dahi dönmedi. Gözleri gözlerimdeydi; önce bakışları donuklaşmış, ardından hafifçe sendelemişti. O an başımdan aşağı boşalan kaynar sularla nefesimin kesildiğini hissederken "Akın!" diyerek ona doğru koştum. Aramızdaki o küçücük mesafe sanki kilometreler gibi gelmiş, bir türlü ona ulaşamamıştım. Koştukça aramızdaki mesafe daha da artıyordu sanki. Titreyen bacaklarım birbirine dolanıyor, adım attığım yer ayaklarımın altından kayıp gidiyordu. Ona ulaşır ulaşmaz yüzünü korkudan bembeyaz kesilmiş ellerimin arasına alıp endişeyle ona baktım. Omzundan ellerine süzülen kanlar beyaz ayakkabıma damlarken ne yapacağımı bilememiştim.
"Akın! Akın iyi misin!?"
Gözlerime hücum eden yaşlarla ayakta kalmaya çalışırken korkuyla ona bakıyor, bir şey söylemesini bekliyordum. Ama tam "Akın-"diye cümleye başladığımda Yağız’ın tekrar silah doğrulttuğunu görmemle gözlerim irice açılmış, dilim tutulmuştu. Yüzü o kadar huzurlu görünüyordu ki… Sıktığı her kurşun onun nefret tohumlarını gömüyordu sanki içimize. O an bir canavarın, birini öldürürken ne kadar zevk aldığını görmüştüm. O intikam arzusuyla yanıp kavrulan gözler, zevkle yukarı kıvrılan dudaklar, hiç titremeyen kanlı eller… Gözlerimi okuyan Akın ne olacağını tahmin etmiş gibi birden bedenini bedenime siper edip kollarını bana sıkıca sardı ve hızla yana doğru atladı. Eş zamanlı patlayan silahın sesi dağın zirvesinde yankılanırken bu kez korkuyla değil, acıyla irkilmiştim. Belimden yavaşça dağılan kanın sıcaklığını hissediyordum, canım acıyordu. Anlaşılan Akın geç kalmıştı. Yerde birkaç kez yuvarlandığımızda kıpırdayamamıştım bile. Yüzüm gökyüzüne dönüktü, gözlerimin aksine parlayan yıldızları görüyordum. Elimi yavaşça belime götürdüğümde kanın sıcak ve kaygan dokusu parmaklarıma sürülmüştü. Biraz ileride yüzüstü yatan Akın inleyerek kalkmaya çalıştı, bana döndüğünde çatık kaşları düzelirken yüzü derin bir korku ve endişeyle doldu.
“Bade…”
Sesinde çaresizlik vardı. Şoktan mı yoksa acıdan mı olduğunu bilemediğim bir uyuşma geziniyordu vücudumda. Hareket edemiyordum. Gözlerimi dahi kırpmadan, öylece gökyüzüne bakıyordum.
"Bade!"
Bağırarak kendini yanıma attığında hemen yüzümü ellerine almış, sarsmıştı. Şoktan çıkıp gözlerimi kırpıştırarak ona baktığımda rahatlayarak derin bir nefes aldı.
“Neden cevap vermiyorsun aptal!? Öldün sandım!”
Tüm bu olanların arasında bir de beni paylamıştı. Dilim tutulmuştu sanki. Ağzımı açıp tek bir kelime dahi edememiştim. Sakin kalmaya çalışırken azarından hemen sonra beni sıkıca sardı.
"Hiçbir şey olmayacak merak etme." dedi.
Omzundan süzülen kanlar yüzüme damlıyordu. "Kolun…" dedim zor çıkan sesimle. Kafasını iki yana salladı.
"Kendini düşün."
Birden eski ev alev alıp yanmaya başladığında saçlarına ve gözlerine düşen alevin yansıması onu da beni de dehşete düşürmüştü. Etrafına şaşkınca bakarken neler olduğunu çözmeye çalışıyor gibi bir hâli vardı. Hızla pozisyonumu düzeltip gömleğimi yırttı. Endişeli gözlerle kurşunun açtığı yaraya bakarken kendi tişörtünün bir parçasını da yırttı aceleyle.
“Sıyırmış.”
Belime dolayıp kanamayı durdurmak için tampon yaparken, zihnimi dolduran hissizlikle öylece ona bakıyordum. Gözlerim yavaşça kapanırken Akın’ın bağırmasıyla tekrar açıldı:
"Uyanık kal!"
Onu ilk defa bu kadar endişeli görmüştüm. Buna hazırlıksız yakalanmıştı. Ne yapacağını bilemez bir hâldeydi. Savunmasızdı ama başını kaldırıp etrafa dahi bakmıyordu. Beni kucağına alıp ayağa kalktığında tam arabaya doğru ilerlemişti ki birden araba da ev gibi alev alıp yanmaya başladı. Akın şaşkınca duraksayıp arabaya baktı.
"Tuzak..."
Ardından tüm öfkesiyle bağırdı:
"Dua et öleyim Yağız!"
Yağız her an bir yerden çıkacak gibi geliyordu bana. İstese ikimizi de burada öldürebilirdi, bu gerçek beni daha da korkutuyordu. Akın her zamanki gibi şikâyet dahi etmedi, vazgeçmedi de. Geri dönüp yürümeye başladığında birden araba gürültüyle patlayıp havaya uçtu.
Korkuyla irkilerek Akın’a sarılırken gökyüzüne yükselen alev topuna bakmıştım. Dağın başında ne yapacaktık şimdi?
Bizi öldürecek…”
Sözlerime Akın cevap verdi:
“Bizi öldürmeyecek, ölüme terk edecek ki bu çok daha kötü…”
“Keşke öldürseydi.”
Kendi kendine söylenirken toprak yola çıkıp yürümeye başladı. Uykum geliyordu. Tatlı, esrik bir uyku beni kollarına çağırıyordu sanki.
"Sakın uyuma."
Baygın gözlerle ona bakarken acıyla gülümsedim.
"Kaybettik..."
“Ne zaman kazandık ki?”
Sözlerimi umursuyor gibi durmuyordu. Daha fazla konuşmadı. Yalnızca yürümeye devam etmişti. Yaklaşık bir saat boyunca beni bir an olsun kucağından indirmeden, karanlık dağ yolunda yürüyordu çaresizce. Artık onun da gücü tükenmişti, soğuk terler süzülüyordu alnına; ama hâlâ inatla yürümeye devam ediyor, vazgeçmek bilmeyen gözlerinin alevi bir an olsun sönmüyordu. Biraz ilerledikten sonra çöküp bir ağacın gövdesine yaslandı. Kafasını geriye atıp gözlerini kapadı ve derin nefesler aldı. Terden ıslanmış saçları alnına dökülürken teni gittikçe soluklaşmaya başlamıştı. Onun kadar ben de yorulmuştum. İçimi kemirip duran çaresizlik, ölümle burun buruna getirmişti beni. Vurulduğum ve kan kaybettiğim için değil, duyduğum korkuydu beni öldürecek olan. Buğulu gözlerimle onu izlerken kanlı elimi yavaşça kaldırıp yanağına koydum.
“Sanırım şimdi şu repliği söylemem gerek: Git Akın. Beni bırak ve git. " Akın zorla güldü.
"Bir saat senin gibi şişkoyu taşıdıktan sonra mı söylüyorsun bunu? En başında söyleseydin ya."
Yüzüm gülüyordu ama gözümden akan yaşlara da engel olamıyordum.
"Benden kurtulmak istemiyor muydun?"
Akın beni umursamadan yarama baktı.
"Daha değil."
Telefonunu çıkarıp ekranına baktı.
"Çekmiyor."
Elini havaya kaldırıp bir kez daha kontrol ederken koluna baktım. Çok fazla kan kaybediyordu. Endişeyle elimi omzuna götürüp tişörtünü sıvadığımda yara hiç de iyi gözükmüyordu. Saçımdaki şeftali desenli bandanayı çıkardığımda saçlarım bir deniz misali dalga dalga Akın’ın koluna dökülmüştü. Güçlükle kaldırdığım kollarımla omzuna bandanayı sarmaya başladım. Akın bana bakarken gözleri yavaşça kapanmaya başladı. Belli etmese de çektiği acının dayanılmazlığını her türlü hissedebiliyordum. Sözleri aksini söylese de bedeni pes etmiş gibi görünüyordu. İyice kapanan gözleri gözlerime bakarken elimi yavaşça ensesine götürdüm. İkimizin de tek kelime edecek gücü kalmamıştı. Hafifçe başını eğdiğimde direnmeden bana ayak uydurdu. Uzanıp dudaklarını öptüm yavaşça. Kapanmaya yüz tutan gözleri hafifçe şaşkınlıkla açılmış, ardından elini başımın altına götürüp doğrulmamı sağlamıştı. Bana karşılık verdiğinde ise tüm acılarımı unutmuştum sanki. Madem burada ikimiz de ölecektik, bunu biraz anlamlandırmam gerekiyordu. Yaşarsam bundan belki pişman olacaktım ama yapamadıklarım için keşke demektense yaptıklarım için pişman olmayı tercih ederdim. Akın’ı öpüp ölmek, Romeo’nun Juliet’in dudaklarındaki zehirle ölmesi kadar güzel bir ölüm olacaktı benim için. Hiç olmadığı kadar nazikti zaten dudakları. Kokusunu burnumun dibinde hissetmenin, tatlı bir utançla bedenini bedenimde hissetmenin verdiği haz bambaşkaydı. Akın yavaşça geri çekilip bana baktı. Gözleri denizler kadar dingin ve sakin görünüyordu. O öfke, endişe, nefret dolu duygu karmaşasından artık eser kalmamıştı. Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldığında başparmağıyla yanağımdaki gözyaşını sildi.
“Seni taşımam için bir rüşvet miydi bu?”
Alaycı sözleriyle gözlerimi kaçırdığımda ayağa kalktı.
“Her neyse. Güzel rüşvetti, kabul ediyorum.”
Ne desem beni dinlemeyeceğini biliyordum. O yüzden sadece susmuştum. Sağa sola bakan Akın bir süredir bir şey arıyormuş gibi görünüyordu. Biraz ilerledikten sonra ağaçların arasına daldı.
"Yakınlarda bir sağlık merkezi var. Oraya çıkan bir yol var buralarda ama karanlıkta kestiremiyorum."
Ne dediğini zar zor duymuştum. O kadar hâlsizleşmiştim ki nefes almakta dahi zorlanmaya başlamıştım. Ama Akın’ın yorgun kalp atışlarını ve kan kokusunu dahi bastıran tarifsiz kokusunu duymak bile bedenimi rahatlatmaya yetiyordu.
“Ya yanlış yola girdiysek?”
Akın bana bakmadan “Ya hep ya hiç.” demişti kısaca. Nasıl bu kadar büyük bir risk almaya cesaret edebiliyordu?
“Yolu uzatırsak daha fazla devam edemem. Anayola çıkamadan bilincimi kaybederim, muhtemelen önce ben, sonra da sen ölürsün.”
Sık ağaçların arasında ilerlerken ayaklarının altında ezilen kuru yapraklar çıtırdıyordu. Hava da gittikçe soğumaya başlamıştı. Ya da kan kaybettiğim için üşümeye başlamıştım. Yoldan uzaklaştıkça içimdeki korku daha da artmıştı. Ormanın içinde ölürsek cesedimiz dahi bulunmadan kurtlar bizi paramparça ederdi. İster istemez bunlar aklıma geldikçe tüm umudum da tükeniyordu. Biraz daha yürüdüğümüzde artık ikimizin de gücü tamamen tükenmişti. Akın kendini çok fazla zorluyordu. Gözleri ara sıra gidiyor, dengesini kaybedip yalpalıyordu ama vazgeçmeden yürümeye de devam ediyordu. Akın ileride gördüğü bir ışıkla duraksadı. Solmuş yüzü gülerken derin bir nefes aldı ve elimi tuttu.
"Geldik."
Ağaçların arasından asfalt yola çıkıp hastaneye doğru ilerlemişti ki etraftaki insanlar kanlar içinde kalmış iki bedene dönerken Akın bağırdı:
"Sedye!"
Etraftan koşturarak gelen insanların hemen ardından hemşireler de gelirken Akın daha fazla dayanamayarak öylece dizlerinin üzerine çökmüş, ardından yere yığılmıştı. Ben de onunla birlikte düşerken elimi hâlâ sımsıkı kavradığını fark ederek son kez yüzüne bakıp elini daha sıkı tuttum ve yavaşça gözlerimi kapadım. Belki de yolun sonu gelmişti bizim için. Başlamadan bitmişti hikâyemiz… ***
Yavaşça açtığım gözümü alan ışıklar ve yoğun hastane kokusuyla hafifçe kıpırdandım. Belimdeki acıyla hareketi kesip tavana baktım bir süre. Kurtulmuş muydum? Elim yavaşça belime gittiğinde sarılı olduğunu anlamam uzun sürmedi. Fazlasıyla acı veriyordu. Muhtemelen beni uyandıran da buydu. O an aklıma gelenle yumuşacık yastıkta gömülü kafamı hızla yana çevirdim. Diğer yatakta uzanmış, sertliğinden hiç taviz vermiyordu Akın’ın hareketsiz bedeni. Birbirine girmiş dağınık siyah saçları alnına düşmüştü. Her zaman çatık olan kaşları bir çizgi hâlini almış, sert yüz ifadesinden eser kalmamıştı. Hiç uyanmayacak gibi derin bir uykuda görünüyordu. Burada olduklarını yeni fark ettiğim teyzemler, amcamlar ve
Akın’ın ailesine şaşkınca baktım. Onlar da benim uyandığımı fark ederek kıpırdanmışlar, dolu dolu gözlerini gülümseyerek bana dikmişlerdi.
“Şükürler olsun.”
Amcam bunu söyleyerek yanıma gelmişti. Onları görür görmez benim de gözlerim dolmuştu. Yanı başımdaki teyzemin gözleri şişmiş, kıpkırmızı olmuştu. Hemen onun arkasında duran eniştem ise elindeki paketten bir peçete daha çıkarıp ona uzatmıştı. Teyzem peçeteyi alıp ağlamaya devam etti ve bana sarıldı. Ben de ona sarılmak için hamle yapmıştım ki beni engelleyen bir şeyle duraksadım. Dönüp elime baktığımda ise Akın’ın hâlâ elimi sıkı sıkı tuttuğunu görmüştüm. Şaşkınca elimi çekmeye çalıştım ama sanki Akın var gücüyle elimi tutuyordu. Gözleri kapalı olmasına rağmen kaşları çatıldı. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladığımda diğer elimi onun elinin üzerine koydum.
“Beni buraya kadar taşıdı. O olmasaydı ben…” diyerek yutkundum. Daha fazlasını söylemeye dilim varmamıştı. Kalbimden geçenler bunlar olsa da içimde tuhaf bir his vardı. Anlam veremediğim, beni rahatsız eden bir şeyler vardı bu cümlede. Çünkü önceden “O olmasaydı bunlar başıma gelmezdi.” diye onu suçlardım. Şimdi ise “O olmasaydı çoktan ölürdüm.” düşüncesi yer etmişti dilime. İçimde bir şeyler değişmişti ama ne olduğunu bilmiyordum. Ona acıyor muydum? Acıdığım için yumuşak mı davranmaya başlamıştım yoksa? Aklım almadı bir an. İnsan hiç böyle sözler sarf eder miydi bir katile?
“Sizi bir daha göremeyeceğim sandım.”
Son sözlerimle daha çok ağlamaya başladığımda amcam bana sarılmak için yaklaşmıştı ki teyzem bir eliyle onu itip bana sarıldı.
“Sen dur bi’.”
Ağlayarak amcamı azarlayınca amcam geri çekildi. Teyzem gerçekten hayret veren bir kadındı. Şu hâlde bile hiç hazzetmediği amcamı bir şekilde paylamanın yolunu buluyordu. Diğerleri hafifçe gülüştüğünde ben de gülmüştüm. Herkesin yüz ifadesi aynıydı. Gözler yaşlı ama şükreden tebessümler vardı dudaklarında.
“Durumu nasıl?” diye sordum Akın’ı kastederek.
Esila abla akan gözyaşlarını elinin tersiyle silip gülümsedi.
"Çok kan kaybı yaşamış ama Ömer sağ olsun kan verdi. Ciddi bir şeyi yok, uyuyor sadece."
Köşede bekleyen Ömer’e baktım. Onca olandan sonra Akın’a kan vereceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Tebessümle baktım yüzüne. O da bana hafifçe gülümsemiş, kaşlarını kaldırarak gözlerini kaçırmıştı. Demek özrü yalnızca bana değildi. O sırada Akın’ın elinin kıpırdadığını fark ederek ona döndüm. Önce kaşları iyice çatıldı. Ardından gözlerini açıp bir süre anlamsızca etrafına baktı. Ne olduğunu anlayamamış bir hâli vardı. Birden çatık kaşları düzeldi ve hızla kafasını bana doğru çevirdi. Göz göze geldiğimizde bir anlığına gerilen bedeni gevşedi. Yüzü de rahatlamış görünüyordu. Uyandığını fırsat bilerek elimi çekmeye çalıştım. Ama Akın buna izin vermemiş, elimi daha sıkı tutmuştu. Hiçbir şey söylemeden doğrulurken acıyla yüzünü buruşturdu. Omzuna doğru dönüp kan olmuş koluna ve eline baktı. Ardından ayaklarını sedyeden aşağı uzatırken elimi tuttuğu eliyle beni, diğer eliyle tekerlekli sedyemi tutup kendine doğru çekmişti. Ne yaptığını anlamaya çalışırken üzerime geçirilmiş tişörtü sıyırmaya çalıştı. Refleks olarak kollarından tuttuğumda kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerim bizi izleyenlerle yüzüme bakan Akın arasında mekik dokumuştu. Akın da kafasını çevirip diğerlerine baktığında teyzem kıpkırmızı burnu ve gözleriyle genişçe gülümseyip el salladı. Dudaklarıyla da sessizce “Selam” demişti. Yavaşça geri çekilen Akın, elleriyle saçlarını karıştırarak ayağa kalktı.
"Kalkma öyle hemen."
Annesini umursamadan masanın üzerinde duran iki dosyayı eline aldı. Sedyeye tekrar oturup dosyalara göz atmaya başladı.
"Miden bulanıyor mu?"
Sorduğu soruyla başımı iki yana salladığımda başka bir soru daha sordu:
"Ağrın var mı?" "Var."
Akın bir süre daha dosyaya bakıp ardından yatağın ayak ucunda duran kıyafetleri aldı. Hastane kıyafetinin üstünü çıkardığında omuzundaki sargı da ortaya çıkmıştı. Herkes birden ona döndüğünde Akın onların bakışlarını fark ederek kaşlarını kaldırdı.
"Beni mi izleyeceksiniz?"
Esila abla derin bir nefes alıp oğluna baktı.
"Laf dinlemeyeceksin değil mi? Dinlen biraz."
Endişeyle ayağa kalkıp yanına gitmişti. Akın ona bakıp hafifçe kendine doğru çekti ve sarıldı.
“İyiyim, merak etme.”
Söyledikleri Esila ablayı pek ikna etmese de en azından sakinleştirmişti. Akın eğilip annesinin saçlarına bir öpücük kondurdu. Geri çekildiğinde güya elleriyle gözlerini kapatan teyzem parmaklarının arasından doğruca ona bakıyordu. Ceyda teyzeme bakıp gülmeye başladığında herkes ayaklanmıştı. Diğerleri dışarı çıkarken teyzemi sürükleyerek götüren Arda’yla teyzem arasında ufak bir arbede yaşanıyordu.
“Ne? Belki sugar mommy arıyordur.”
Yapmıştı yine yapacağını. Herkes gülmeye başlamış, Akın bile teyzeme bakıp gülmüştü.
“Tövbe tövbe.”
Amcam gülmeden başını yana çevirdiğinde teyzeme kınayıcı bakışlar atmayı da ihmal etmemişti.
“Sen şakadan ne anlarsın be lolipop!”
Amcamı bir kez daha paylayıp üzerine yürüdüğünde Arda annesini belinden tutup havaya kaldırmış ve dışarı çıkarmıştı. Ayakları havada çırpınan teyzem hâlâ amcama bir şeyler söylüyordu. Arda diğer eliyle ağzını da kapattığında ses kesildi. Odadan son çıkan Emir ise kapıyı kapatmıştı. Acıyla kıpırdanırken yarısından çoğu boşalmış olan serum torbasına baktım. Akın’a döndüğümde ise çoktan pantolonunu giymiş, yüzünü buruşturarak tişörtünü giymeye çalışıyordu. Bana döndüğünde cama doğru ilerleyip dışarı baktı.
"Ne geçiyor aklından?"
Bir şey düşündüğü açıktı. Dışarı bakmaya devam edip cevap verdi:
“Bizi izlediğinden eminim.”
İçim yeniden korkuyla dolmuştu. Daha ne kadar ileri gidebilirdi? “Buraya geleceğini mi söylüyorsun?”
“Şu an gelemez. Ama fırsat bulursa ilk yapacağı şey bu olacak.”
“Şu an gelemez mi?” Akın bana döndü.
“Gelemez.”
“Neden?”
Yüzünde muzip bir gülümsemeyle koridora bakan pencereye dönüp babasına baktı.
“Babam burada.”
Dönüp ben de Sami abiye baktığımda o da içeri doğru dönüp oğluna bakmıştı.
“Sonunda tahtından ayağa kalktın demek Sami Korel…”
Ne söylediğini anlayamıyordum ama yüz ifadesine bakılırsa bu iyiye işaretti. Birden aklıma gelenle tüylerim ürperdi.
“Yoksa…” dediğimde Akın bana döndü.
“Yoksa baban da senin gibi…”
Sözlerimle keyifle güldü. Başını iki yana sallayarak “Öyle değil,” deyip devam etti:
“O bir yolunu bulur. Ama bu kez yalnız değil.”
Mesut amca da dönüp ona baktığında dede, oğul ve torun, aralarında bakışarak anlaşmışlardı sanki.
“O ikisi…” deyip duraksadı, ardından bana yaklaştı.
“O ikisi bir araya geldiğinde arkana dahi bakmadan kaçmalısın.”
Şaşkınca, bize bakan Sami abi ve Mesut amcanın ciddi suratlarına baktığımda Akın tekrar konuştu:
“Eğer üçümüz bir araya gelirsek, kaçamazsın zaten.”
Üçünün de birbirine benzeyen yüzlerine bakarken boşluğuma gelmiş, “Mahşerin üç atlısı.” demiştim. Sözlerimle gülerek doğrulan Akın “Öyle de denebilir.” diyerek kolumdaki seruma baktı. Bitmek üzere olduğunu gördüğünde ise masanın üzerinde duran alkol şişesini alıp koluma döktü. Ardından kolumdaki yapışkan bantları kaldırmaya başladığında kolumu çektim.
“Ne yapıyorsun?”
“Burada kalamayız.”
“Tamam da bırak hemşire çıkarsın.”
“Bak, penguen.” diyerek koridordaki camı gösterdiğinde “Ne?” diyerek cama dönmüştüm ki kolumdaki damar yolunu hızlıca çıkaran Akın koluma pamukla bastırdı.
“Ah!”
Sinirle ona döndüm; çocuk kandırır gibi beni kandırması onu keyiflendirmişti, yüzünde muzip bir gülümseme vardı. Ona vurmak için elimi kaldırırken yanlışlıkla omzuna çarptığımda Akın inleyerek geri çekildi. Sinirle bana bakarken endişelensem de taviz vermedim.
“Ödeştik.”
Sinirle bana baktığında omzumu silktim. Omzunu tutmayı bırakıp kapıya yöneldi.
“Burada bekle.”
Dışarı çıktığında kapıda bekleyen amcam ve teyzemle konuşmaya başladı. Bir süre yalnızca Akın konuşmuş, diğerleri dinlemişti. Ne yaptığını anlamaya çalışırken amcamla birlikte koridorda yürümeye başladı. O sırada Ceyda içeri girip kapıyı sessizce kapattı ve yanıma geldi.
“İyisin değil mi?”
Dudaklarımı büküp elimi belime götürdüm.
“Sayılır.”
Beni dinlerken koltuğun üzerinde duran çantadan birkaç kıyafet çıkardı.
“Amcamlar nereye gitti?”
Ceyda kısa süreliğine bana dönüp cevap verdi:
“Çıkış işlemlerini yapmaya gittiler.”
Anlaşılan burada durmaya niyeti yoktu. Ceyda üzerimi değiştirmeme yardım edip kısa sürede toparlandığımızda Akın tekrar odaya girdi. Hemen ardından Berke bir tekerlekli sandalyeyle içeri girmişti. "Gidiyoruz."
Yanıma gelip üzerimdeki ince çarşafı itti, beni kucağına alacağı sırada Emir onu durdurdu.
“Ben alırım.”
Akın geri çekildiğinde Emir beni kucaklayıp tekerlekli sandalyeye oturturken karnımın acısıyla dişlerimi sıkmıştım. Kısa sürede hastaneden çıkmış, hep beraber Akın’ın evine gelmiştik. Akın, teyzeme ve amcama burada daha iyi olacağıma dair vaatler vermiş, Sami abi ve Mesut amca da ona destek çıkmışlardı. Onlar bile ısrar ediyorsa durum ciddi bir hâl almıştı anlaşılan. Eve girdiğimizde Esila abla çantasını köşeye bırakıp ceketini çıkardı. Ardından Ceyda’ya döndü.
"Ceyda, hadi biz boş odayı Bade için hazırlayalım." İkisi yukarı çıkarken amcam sordu:
"Nasıl oldu? Emir, Yağız diye birinden söz etti."
İçerideki koltuğa uzandığımda teyzem başımın altına yastık koyarken hafifçe doğruldum.
Anlatıp anlatmamak konusunda endişelenmiştim. Akın’a döndüğümde benim yerime konuştu:
“Yağız’ın abisi benim yakın arkadaşımdı. Psikolojik sorunları vardı. Yaklaşık üç dört sene önce intihar etti. Kim neden söyledi bilmiyorum ama biri onu benim bilerek öldürdüğümü söylemiş. O gün bu gündür peşimi bırakmadı.” Herkes endişeyle dinlemişti onu.
"Polise haber vermedin mi? Baksana seni, hatta olayla bir alakası olmayan Bade’yi bile öldürmeye çalıştı."
Akın yukarıdan inen Berke’ye doğru yaklaşıp elindeki şırınga ve ampulü aldı.
"Haber verdik ama hastane raporu olduğu için ciddi bir şey yapamıyorlar."
Amcam susup çaresizce etrafa bakınmıştı. Akın bana yaklaşıp ampulün içindeki ilacı şırınganın içine çekti. Çocuk gibi kollarımı sakladığımda Akın bana bir bakış attı.
“Ağrı kesici sadece.”
Kollarımı saklamaya devam edip paçayı kurtarmaya çalıştım.
“Ağrım yok.” deyip hıçkırdım.
Hıçkırmamla Akın derin bir nefes aldı ve çenemden tutup başımı yana çevirdi.
“Korkuyorsan bakma.”
O zorla kolumu tutarken Emir ve Berke de beni tutmuştu. Ben hâlâ direnirken Akın geri çekilince “Dur bekle! Hazır değilim.” demiştim ki Akın elindeki eldiveni çıkardı.
“Bitti bile.”
Şaşkınca ona baktım.
“Ne? Nasıl?”
İçim bir tuhaf olmuştu. Küçüklükten bu yana nedense iğneler beni hep korkuturdu. Birden bulanan midemle konuştum:
"Kusmak istiyorum."
Öğürürken Akın eliyle ağzımı kapatıp kelimelere basa basa söylendi:
"Sakın. Evime. Kusma."
Sert sözleriyle duraksadım. Ardından odayı bir yutkunma sesi doldurdu.
"Gitti zaten…"
Hepsi bana bakarken devam ettim:
"Gitti diyorum. Geri yuttum Akın yüzünden."
Bana iğrençsin bakışları attıklarında Akın da tiksinmiş gibi gülerek başını iki yana salladı. Ardından birkaç saat boyunca sohbet edilmiş, yemek yenmiş, hatta üzerine kahve bile içilmişti. Teyzem alakasız bir şekilde bacaklarıma masaj yaparken Akın’a baktım. Sami abi, Mesut amca, eniştem ve amcamla birlikte koyu bir sohbete dalmıştı. Teyzemin bacağıma çimdik atmasıyla irkilerek ona döndüm. Karşımda otuz iki diş gülüyor, yerinde durmayan kaşı gözüyle Akın’ı işaret ediyordu. Bu kadın gerçekten beni utandırmayı iyi biliyordu. Esila abla da fark etmiş olacak ki “Kızı sıkıştırma Didem.” demişti sessizce. Ceyda ve Selin gülmemek için şekilden şekle girdiklerinde Akın’ın bana baktığını fark etmiştim. Yalnızca kafasını omzunun üzerine çevirmiş, çekinmeden yandan bakışlar göndererek kadınların neye gülüştüğünü anlamaya çalışıyordu. Ona kaçamak bir bakış atıp önüme döndüğümde bir süre daha bakmayı sürdürüp önüne döndü. Gecenin ilerleyen saatlerinde Emir beni, benim için hazırlanan odaya çıkarmış, Akın ise ne zaman isterlerse o zaman uğrayabileceklerini söyleyerek diğerlerini uğurlamıştı. Herkes gittikten sonra eve çöken sessizlikle Akın odaya girdi. Elinde dolu bir su şişesi ve bardak vardı. Masanın üzerine bırakıp cebindeki telefonumu da çıkardı. Bana doğru uzattığı sırada diğer eliyle başını tutmuştu.
“Başın mı ağrıyor?” Bana baktı.
“Biraz.”
Ardından güldü.
“Bu kadar kalabalığa alışkın değilim.”
Tüm gün ikimizin de ailesi buradaydı. Ama gün içindeki tavırları bundan hiç de şikâyetçi değildi. Hatta hep beraber yemek yemeyi o teklif etmiş, ciddi bir işmiş gibi koşa koşa ekmek almaya gitmişti. Her ne kadar bundan rahatsız olduğunu söylese de aile ortamında ona iyi gelen şeyler de vardı.
“İyi bir ailen var.”
Sözleriyle gülümsedim.
“Senin de öyle.”
Derin bir nefes alıp yanı başıma oturdu.
“Özellikle teyzen…” duraksayıp güldü.
“Birazcık delidir.”
Bir süre sustu. Farkında olmadan düşüncelere daldığında gülen yüzü yavaşça solmuştu.
Canını sıkan bir şey olmalıydı.
“Bir şey mi oldu?”
Akın eğdiği başını kaldırdı.
“Çok şey oldu.”
Bir süre bekledim ama konuşmaya pek niyeti yoktu.
“Anlatmayacak mısın?” Bana baktı.
“Anlatınca geçecek mi sanki?”
Doğru söylüyordu. Kuru sözün kime ne faydası vardı ki? Öylece bana bakarken acıyan belimi umursamadan doğrulup ona sarıldım nazikçe. Başımı omzuna koymuş, elimle hafifçe sırtına vurmuştum. “Sarılınca geçer.”
Akın’ın şaşkınlığının farkındaydım. Bir süre öylece donup kalmış, bedeni taş kesilmişti sanki. Ama çok geçmeden önce sırtımda, daha sonra saçlarımın arasında iki el hissetmemle hafif bir tebessüm yayıldı dudaklarıma. Burnuma gelen kokusuyla gözlerimi kapadım. İçimdeki bütün sıkıntılar uçup gitmişti âdeta. Zihnim masmavi bir gökyüzü gibi, tüm kötü düşüncelerden arınmıştı. Yıllardır aradığım huzur bu muydu yoksa? İnsan, bir katilin kollarında hiç huzur bulabilir miydi? Kafayı mı yiyordum yoksa? Aklım ve kalbimin savaşını öylece izlerken bende hakemlik yapacak ne yürek ne de akıl vardı. Tek istediğim bu anın tadını çıkarmaktı.
“Çok korktum…”
Mırıltıyla çıkan sesimle Akın tereddüt etse de saçlarımı sevdi.
“Cahiller hariç herkes korkar. Cahil cesareti yerine akıllı bir korku daha iyidir.”
Yine bir mırıltıyla onayladığımda bir süre daha öyle kalmıştık ki cahillikle mi yoksa akıllılıkla mı cesaret edip sorduğumu bilemediğim bir soruyla Akın duraksadı.
“Bugün burada uyur musun?”
“İşte cahil cesareti denen şey bu.”
Güldüğünü hissedebiliyordum. Gözlerimi dahi açmadan gülümsemeye devam ettim.
“Adına her ne deniyorsa işte.”
Beni bırakmayarak dikkatlice yatağa uzandı. Uyku akan gözlerimi aralayıp ona baktığımda gözlerini öylece tavana diktiğini görmüştüm. Elini tekrar saçlarıma daldırıp sevmeye devam ettiğinde hiçbir şey söylemeden başımı göğsüne koydum. Madem bu cahil cesaretiydi, biraz daha cahillik etmenin zararı olmazdı. |
0% |