Yeni Üyelik
1.
Bölüm

İNKÂR

@msmarvi

 

1. BÖLÜM

 

İNKÂR

 

Gökyüzünden özenle dökülen inci taneleri toprakla buluştuğunda, bu kirli dünyaya nispet yapar gibi enfes bir koku yayılmıştı etrafa. Güneşe hasret kalan çıplak dallar ıslanmış, ağacın mecruh gövdesi can bulmuştu. Üşümüş ellerimi ceketimin dar ama sıcak cebine soktum ve adımlarımı bir an önce eve varmak için hızlandırdım. Belki evde beni bekleyen biri yoktu ama sıcacık yatağımı özlediğim aşikârdı. Henüz on sekizimde verdiğim bu yaşam savaşı beni fazlasıyla yorsa da kimseye söyleyememiştim yorgunluğumu. İnsanlardan gizlenmek için en iyi silahımı kullanmıştım:

 

'Gülümsemek...'

 

On beş yaşında öğrenmiştim gülümsemenin acıyı sakladığını. Ailemi kaybettiğim o korkunç kazadan sonra bütün gülümsemelerim yalan olmuş, henüz dalında tomurcuk pembe bir gül gibi solup gitmişti. Ama bu yapmacık gülümsemelerimi çekinmeden etrafa sunmuş, her şeyin yolunda olduğuna inandırmıştım insanları. Herkes benim sürekli gülen, neşeli, çocuksu biri olduğumu düşünse de içimde sıkışmış mevta ruhumdan herkes bihaberdi. Hatırlamadığım geçmişim ise tüm anılarımı sarmaşık gibi sarmalamış, geri vermemekte ısrarcıydı. Yüreğimde yıllardır anlam vermediğim bir burukluk taşıyordum. Ailemi kaybedince bir süre anneannem sahip çıkmıştı bana. Elinden geldiğince hem annelik hem babalık yapmıştı torununa. Sevgiyle terbiye vermiş, iyilik ve saflığı aşılamıştı temiz kalbime. Ama daha sonra beni sarıp kollayan bu kollar da çekilmişti hayatımdan. Ölüm ihtiyar anneannemi de ailem gibi alıp götürmüştü. İşte o günden beri yalnız başıma dört duvar arasında yaşıyordum. Teyzem ve amcam ne kadar beni yanlarına almaya uğraşsa da reddetmiş, kendi başıma hayata tutunmak istediğimi söylemiştim onlara. Tabii bu, bahaneden başka bir şey değildi. Herkes gibi ben de korkuyordum yalnızlıktan. Ama her ne kadar teyzem veya amcam olsa da bir anne, babanın şefkatini hissedemiyordum; yanlarında çekingen ve sığıntı gibi yaşamak beni yalnızlıktan daha çok korkutuyordu. Beni yalnızlığa sürükleyen başka bir neden daha vardı. Doğduğumdan beri yakamı bırakmayan hastalığım beni insanların arasından çekip almış, farklı bir dünyaya taşımıştı. Hayatım boyunca hastalığım yüzünden yalan söyleyememiştim. Pinokyo sendromu denilen bu hastalık sayesinde yalan söylediğimde hıçkırıyordum ve burnumda tatlı bir pembelik oluşuyordu. En masum yalanlarımda bile beni hemen ele veriyordu. Hayatım zaten yerle birdi. Kaderim daha ne kadar kötü olabilirdi ki? Buna rağmen dostluğunu kesmeyen, her sıkıntımda yanımda olan bir arkadaşım vardı: Ömer. Üç yıldır, bir abi gibi ailesini kaybeden bu küçük kızı ayakta tutmak için elinden ne geliyorsa onu yapmıştı.

 

Hava tamamen kararmış, siyaha çalan gecenin maviliği tüm sokakları yutmuştu. Yağmur çiselemesini sürdürürken ellerimi cebimden çıkarıp gökyüzüne serpilmiş parlak yıldızlara uzandım hayranlıkla. Yıldızları kendime benzetiyordum. Karanlık onları yutmuştu ama onların umurunda değildi. Her şeye rağmen etrafa ışık saçıyor, kendi karanlık yollarını aydınlatıyorlardı. Yüzümde minik bir tebessüm oluştu. Acıyla gerilen yanaklarım, uzun zamandır gülmediğimi anımsatmıştı bana. Sadece yıldızlara bakarak, bu kadar küçük bir şeyle bile mutlu olan bu aciz kıza, hayat hiçbir zaman gülümsemeyi layık görmemişti. Çevremdeki insanlar minik yağmur damlalarından kaçarken, ben çok sevdiğim toprak kokusunu içime çekerek bir süre insanların ortasında öylece durup anlamsız kaçışlarını izledim. Ardından yorgun bedenimi taşıyan ayaklarımı harekete geçirmiş, evimin bulunduğu, sadece bir sokak lambasının aydınlattığı sokağa girmiştim. Yağmurun hızlanmasıyla kafamı iyice omuzlarıma çekip adımlarımı da hızlandırdım. Boynuma damlayan bir yağmur damlası arsızca göğüs oluğuma süzüldüğünde, kısa sürede gürültüyle yere çakılan iri yağmur damlaları sırılsıklam etmişti beni. Yavaşlayıp fermuarı boynuma kadar çekmeye çalıştım ama omzuma sert bir şeyin çarpmasıyla sendeledim. Bu sırada gökyüzünden kocaman bir şimşek ve gök gürültüsü kopmuş, her yer aydınlanmıştı. Bozuk taşlardan oluşan kaldırıma sertçe düşerken, hızla önünden geçip giden bedeni görmüştüm. Hızlı ve emin adımlarla, aldırmadan yürüyen adama baktığımda dilime hâkim olamayıp kör cesaretimle bağırdım:

 

"Özür dilemek nedir bilmiyor musun?”

 

Sözlerimle adam anında duraksadığında gülümsedim ve özür dilemesini bekledim. Ellerini kapüşonunun cebine sokmuş, birkaç saniye hiçbir tepki vermeden beklemişti. Kabalığının farkına varmış olmalıydı. Bu bana, onu biraz daha azarlama cesareti verdi. Bir şeyler daha söylemek için ağzımı açmıştım ki aynı umursamazlıkla, hızla yürümeye devam etti. Yüzümdeki gülümseme silinmiş, küstahlığına daha çok sinirlenmiştim. Söylenerek ayağa kalkıp çamura bulanan pantolonumu çırptım. Ardından yağmurun altında daha fazla durmak beni hasta edeceğinden, koşar adımlarla yoluma devam ettim. Ama köşeyi döner dönmez kapüşonlunun başka bir adamla konuştuğunu görünce duraksadım. Adamın taktığı siyah şapka yüzünü saklıyor, ince deri ceketine damlayan yağmur damlaları parlıyordu. Öfkesiyle yerinde duramayan şapkalı adamın aksine, kapüşonlu sakin görünüyordu. Şapkalının, hemen yanında duran çöp kutusuna tekme atmasıyla kutu devrildi. Ama bu öfkesini dindirmeye yetmemiş, yere saçılan çöplere de tekme savurmuştu. Sonunda bir cümle ilişti kulağıma:

 

"Neden yaptın?"

 

Kinle sorulan bu soru karşısında şapkalı adam durup ellerini yüzünden aşağı kaydırıp boynunu kaşımaya başladı ve kısık sesle bir şeyler söyledi. Kapüşonlu başka bir soru daha sordu.

 

"Neye yaradı bu yaptıkların?"

 

Adam kafasındaki şapkayı çıkarıp yere fırlattı. Boynunu deli gibi kaşımaya devam ederken etrafta dolanmaya, lafları ağzında gevelemeye başladı.

 

"Ne içindi tüm bunlar!?"

 

"Bilmiyorum!"

 

Ağlayarak dizlerinin üzerine çöktü adam.

 

"Hatırlamıyorum," dedi yeri yumruklayarak. Ama birden durdu. Tekrar tırnaklarıyla boynunu kazımaya başladı. Aynı zamanda ağlaması yavaşça gülmeye dönmüştü. Sesi hiddetlenerek kahkaha atmaya başladığında doğruldu. Önünde diz çöktüğü kapüşonluya bakarken "Hayır, hatırlıyorum," dedi.

 

"Çok eğlenmiştim." demesiyle kapüşonlu birden adamın suratına tekme geçirdi. Şiddetle yere serilen adamın yakasından tutup ayağa kaldırdığında hiçbir şey söylemeden baktı yüzüne. Öfkesini dile getirecek bir cümle kuramamıştı belki de. Birden, adam bir çakı çıkarıp savurdu; siyah kapüşonlu çevik bir hareketle adamın kolunu ters çevirmiş, çakı darbesinden kurtarmıştı kendini. Anında içimi saran korkuyla, son bahardan tek tük kalmış sarı yapraklı çalılığın arkasına saklandım. Kırılan koluyla acı içinde bağıran şapkalı, elindeki çakıyı yere düşürmüştü. Çığlıkla gözlerimi sımsıkı yumup nefesimi tuttum. Ya polisi aramalıydım ya da fark edilmeden bir an önce buradan kaçmalıydım. Ellerimle cebimi yoklayarak telefonu aradım ama başımı belaya sokmak istemiyordum. İki adamın kavgasına karışmamak en iyisiydi. Gitmek için adımımı atmıştım ki beni engelleyen bir şeyin varlığını hissettim. Ceketime takılan çalıların dikenleri beni bırakmamak için inat ediyordu. Gittikçe sakinliğimi kaybederken kapüşonlunun, kollarının altında çırpınan adamın kulağına eğilip bir şeyler söylediğini gördüm. Soğuktan hissini kaybetmiş ellerimle ceketimi çalılıktan kurtarmaya çalışırken diğer yandan kavga eden iki adamı gözetliyor, beni fark etmemeleri için dua ediyordum. Kapüşonlu adamın çıkardığı bıçağın parlak gümüş rengi gözlerimi alırken, bedenim kaskatı kesilmişti. Adamın öfke dolu çırpınışı acı yalvarışlara dönüşmüştü.

 

Merhamet dilenmeye başlamıştı ve bir daha yapmayacağına dair yeminler ediyordu.

 

Duyduğum bu yalvarışlar tüylerimi diken diken etmeye yetmişti. Daha fazla duymak istemeyerek ceketimden vazgeçtim ve hızla üzerimden çıkardım. Ama kafamı kaldırmamla şahit olduğum dehşet verici manzara, kanımın tümüyle çekilmesine sebep oldu. Tam kalbine tereddütsüzce saplanan bıçakla şapkalı adamın ağzından kanlar fışkırmış, dehşet dolu gözleri boşluğa dikilmişti. Boğulmaya benzer bir iniltiyle öksürdü. O öksürdükçe ağzından fışkıran kanlar burnundan da gelmeye başlamıştı. Kurtulmak için katiline tutunan elleri önce gevşemiş, ardından yavaşça aşağı sarkmıştı. Olanlar karşısında çığlık atmamak için ellerimle ağzımı kapadım ve birkaç adım geriledim. Tüm bedenim uyuşmuştu âdeta. Yağmurun sesini duymaz olmuştum, bıçak benim göğsüme saplanmış gibi nefesim kesilmişti. Adamın göğsünden damlayan kanlar yerde yağmurla karışıyor, ufak bir kızıl gölet oluşturuyordu. Kapüşonlunun yaşadığım dehşetin kokusunu almış gibi, karanlıkta belli olmayan yüzünü bana çevirmesiyle irkildim. Yüzü görünmüyordu ama bir katilin gözlerindeki acımasızlığı görebiliyordum. Koyu bir gölgenin içinde parlayan yakıcı soğuk gözler beni anında acımasızca parçalara ayırmış, ölümümün ellerinden olacağı haberini veriyordu. Bıçaklanan şapkalının iri iri açılmış gözleri parlaklığını yitirip yavaşça kapandı. Ardından ruhunu kaybetmiş bir et yığını olarak yüzüstü yere düştü. Düşer düşmez kana bürünmüş su birikintisi etrafa saçılmıştı. Soğukkanlılıkla cesedin üzerinden atlayan adam, elindeki kanlı bıçağın iki yüzünü kapüşonunun koluna silerek bana doğru yürümeye başladı. Birkaç adım gerileyerek arkama döndüm ve hızla koşmaya başladım. Aklımda dönüp duran tek bir karanlık düşünce vardı:

 

‘Öleceğim!’

 

Sonu gözükmeyen sokakta nereye gittiğimi dahi bilemeden koşarken sanki etrafımdaki evler bir hiçliğe dönüşmüştü. Arkama dönüp bakmaya dahi cesaretim yoktu. Arada bir çakan şimşeğin aydınlattığı ıssız sokaklarda, yağmurun şıpırtısı ve gök gürültüsü gerginliğimi artırıyordu; kulaklarımı kapatma isteği ile dolup taşıyordum. Her an katilin eli bana uzanacaktı sanki; bıçağının soğuk yüzünü göğsümde hissedecek gibiydim. Durmak bilmeden sadece koşuyordum ama fazla uzun sürmedi. En sonunda adım atacak dahi hâlim kalmamıştı. Bacaklarım güçsüzleşmiş, hâliyle adımlarım da yavaşlamıştı. Dönüp korkuyla arkama baktığımda boş karanlık sokağı görmemle, soluklanmayı hatırlamış gibi derin bir nefes aldım. Biraz olsun dinlenmek istercesine bir evin beton duvarına yaslanıp ellerimi dizlerime koydum ve kesilen nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Nerede olduğumu dahi bilmiyor, evime nasıl gideceğimi düşünüyordum. Duvardan destek alarak tanımadığım evin kapısına yöneldim. Tek dileğim bir yardım kapısıydı. Elimi kaldırıp kapıya vurmaya başladım.

 

''Lütfen açın!''

 

''Yardım edin!''

 

''Kimse yok mu?''

 

İçeriden, gıcırdayan tahta sesleriyle birlikte adım seslerini duyar duymaz umutla daha hızlı vurmaya başladım. Kapının hemen ardında duran insanın varlığını hissedebiliyordum. Ama kapının açılmadığı gibi bir de sürgü sesi duymuştum. Hemen ardından evin kapanan ışığını görmemle içimde yeşeren umut tohumu zehirli bir sarmaşığa dönmüştü.

 

''İnsanlar ne kadar acımasız öyle değil mi?''

 

Arkamda duyduğum derin sesle bütün vücudum uyuşmuştu sanki. Öylece yüzüm kapıya dönük kalmış, geriye dönecek cesareti bulamamıştım. Birkaç adım sesi duydum boş sokakta.

 

Gittikçe yaklaşan seslerle kaçmam gerektiğini biliyordum ama bedenim hareket etmiyordu. Adım sesleri durduğunda önce yüzümü sonra bedenimi çevirdim yavaşça. Gözlerim bulamamıştı kimseyi. Ardından karşı evin gölgesinden bir siluet çıktı yavaşça. Birkaç adım ötemde durduğunda tekrar kaçmak için bir adım atmıştım ki kolumu tutan elin beni itmesiyle duvara çarpan sırtım ıslanmıştı. Kurdun eline düşmüş kuzu misali çırpınmıştım. Kafasına örttüğü kapüşonun gölgesine sığınan yüzünü kaldırdı yavaşça. Uzun boyuyla tepeden bakıyordu bana. Sokak lambasının güç bela aydınlattığı çehresi sert, kısılmış gözleri bir bıçak kadar keskindi. Doğrudan gözlerimin içine bakıyor, ezici gücüyle galip geliyordu. Bedenim ölü bir ceset kadar cansızlaşmıştı. Onun kaba kuvvetine karşı çıkacak kadar fiziki güçte değildim.

 

''Görmek istemeyeceğin bir şeye şahit oldun sanırım," dedi ve ekledi “Ne gördüğünü anlatacak mısın?”

 

Sesi soğuk ve sakindi. Dilim tutulmuş gibi cevap verememiştim. Birden bağırmasıyla irkildim.

 

“Ne gördün!?”

 

Korkumu belli etmek istemesem de sesim titremişti:

 

"H-hiçbir şey." deyip hıçkırdım.

 

Hıçkırıkla birlikte kapüşonlu kaşlarını çatmıştı. Yüzünü yavaş bir şekilde iyice yaklaştırdı. Kendi kokusuna sinmiş kan kokusu midemi alt üst etmişti anında. Gözlerini gözlerimden ayırmadan aklımı okuyordu sanki. Yavaşça geri çekildiği sırada gökyüzünden şiddetli bir gök gürültüsü patladı. Çakan şimşek birkaç saniyeliğine ortalığı aydınlatırken başını iki yana salladı alayla.

 

"İyi bir yalancı değilsin."

 

Ardından ani bir ciddiyetle tekrar yüzüme yaklaştı:

 

"Kendi mezarını kendin kazdın. Bana Azrail, sana ceset olmak düşer."

 

Ağlayarak beni tutan kanlı ellerini kavradım. İtmeye çalışsam da boynuma dayadığı bıçağı milim dahi uzaklaştıramıyordum.

 

"Lütfen... Lütfen yapma."

 

Ölümün bu kadar yakın olduğunu daha önce hiç düşünmemiştim.

 

"Kurtar beni abi..." diyebilmiştim gözlerimden yaşlar süzülürken. Başımı her belaya sokuşumda beni bir şekilde olaylardan sıyırıp alan Ömer'i aramıştım. Yine onun varlığına sığınarak tüm bunların geçip gitmesini istemiştim. Birden katilin elleri gevşedi. Boynuma yaslanan bıçak tereddütle geri çekilmiş, elleri titremişti. Bir anlığına soğuk gözlerine merhametin gölgesi düşerken çatık kaşları düzeldi. Bıçağı indirip gözlerini yumdu ve ekledi:

 

''Eğer bundan birine bahsedersen... Bu kadar merhametli olmam."

 

Sakin sesi beni gererken, korkudan, kanım bir vampir tarafından emilmiş gibiydi. Bedenimin gittikçe güçsüzleştiğini fark etmiştim. Sol gözümden yanağıma dökülen sıcak gözyaşı yağmura karışırken, nefesimi tutup titreyen vücuduma engel olamaya çalıştım. Hayatım boyunca hiç bu kadar korktuğumu anımsamıyordum. Boğazım düğümlenmişti, konuşamıyordum. Cılız kolumu kavradı ve hafifçe sıktı.

 

"Anladın mı Küçük Yalancı?"

 

Yavaşça başımı onaylarcasına sallarken kolumu tutan eli tenimi yakıp kavurmuştu âdeta.

 

"A-nladım."

 

Sıcak elini kolumdan çekerken alev alev yanan gözleri karanlığı aydınlatıyor, gözlerime sanki hiç unutmak istemezcesine bakıyordu. Birden bıçağını tekrar kaldırdı. İniltiyle ağlamaya başladığım sırada, daha önce ‘ölsem de kaybedecek bir şeyim yok’ diye düşünürken, ölümle burun buruna geldiğimde ölmek istemediğimi fark etmiştim. Yaşamak için sebebim yoktu, sadece yaşamak istiyordum. Bıçağı bana doğru yaklaştırıp önüme düşen bir tutam saçı kesmesiyle nefesimi tuttum. Hayatı umursamayan çekik gözlerini tekrar gözlerime diktiğinde avuçlarındaki saçlarımı sıkıp geri çekildi.

 

"Kurtulduğunu düşünecek kadar aptal olma."

 

Arkasını dönüp yürümeye başladığı an dizlerimin bağı çözülmüş ve sertçe yere düşmüştüm. Dizkapağımda hissettiğim ince acıya dahi aldıracak durumda değildim. Midemin bulantısıyla kusarken içimdeki korku da gitmişti. Ardından berbat bir his sardı içimi. Tarif edemediğim, daha önce hiç tatmadığım bir his. Ağzımı elimin tersiyle silip hızla ayağa kalktım. Tanıdık bir sokak bulana kadar hiç durmadan koşmuş, her an o gelecekmiş gibi sürekli etrafıma bakınmıştım. Güç bela geldiğim evimin kapısında nefes nefese durup cebimdeki anahtarı çıkardım aceleyle. Titreyen ellerim anahtarı zor tutuyor, bir türlü deliği tutturamıyordu. Hızla gözlerime hücum eden gözyaşlarım görüşümü bulanıklaştırdığında, daha fazla kendimi tutamayarak hıçkırıklarla ağlamaya başladım. Avuçlarımla gözlerimi silip derin bir nefes aldım. Nihayet kapıyı açabildiğimde içeri girer girmez hızla geri kapatarak bütün kilitleri kilitledim. Ardından koşarak yukarı çıkmış, yatağıma girerek örtünün altına saklanmıştım küçük bir çocuk misali. Sanki gözleri hâlâ gözlerimin içine bakıyor, tehdit edici sözleri kulaklarımı çınlatıyordu. Şüphesiz, yaşadığım en korkunç gündü ve ben bu korkuyla nasıl başa çıkacağımı bilemiyordum. Bir süre sonra biraz olsun düşünmeye başlamıştım. Ellerim endişeyle telefonu arayıp bulduğunda Ömer'in numarasını çevirdim.

 

"Efendim Bade?"

 

Titreyen sesimle aklımdan geçeni söyledim:

 

"Ömer… Lütfen buraya gel."

 

Oluşan birkaç saniyelik boşlukta Ömer’in annesinin sesi duyulsa da ona cevap dahi vermeden benimle konuşmuştu:

 

"Ne oldu? İyi misin?"

 

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bir süre cevap vermemi beklese de sabredemedi:

 

"Neredesin?"

 

"Evdeyim."

 

"Hemen geliyorum."

 

Bir şey demeden kapattım telefonu. Titriyordum. Korkunun yanı sıra ıslak kıyafetlerim beni üşütmüştü. Bütün duygularım buz tutmuş gibiydi, sadece korkuyu iliklerime kadar hissediyordum.

 

“Lütfen çabuk gel. Lütfen…”

 

 

Sımsıkı kapattığım gözlerimle Ömer'in bir an önce gelmesi için sabırsızlıkla ikide bir telefonun saatine bakıyor, ''Lütfen... Lütfen...'' diye sayıklıyordum. Bir süre sonra zil sesini duymamla irkilerek ayağa kalktım. Ürkek adımlarla merdivenlerden inip kapıya geldiğimde yutkunarak sordum: "Kimsin?"

 

"Benim, Ömer."

 

Sesin Ömer'e ait olduğunu anladığımda kapıyı hızla kilitlerden kurtarıp açtım. Onu görünce güvenli bir sığınak bulmuşçasına boynuna atlamış, sımsıkı sarılmıştım.

 

"Şhh! Geçti, tamam, sakin ol."

 

Ömer benim için endişelense de sakin kalmaya çalışıyor, bir yandan da bembeyaz kesilmiş yüzümü inceliyordu. Gülümseyip güven verici sözlerini söyledi:

 

"Ben buradayım."

 

Geri çekildim yavaşça. Sözlerinin ardından gözlerimi silerek gülmüş, nihayet onu içeri davet etmeyi akıl edebilmiştim. Benim ardımdan içeri girip kapıyı kapattığında daha fazla sabredemedi ve merakla sordu:

 

"Anlat bakalım. Neler oldu?"

 

Yüzümü ona dönmeden düşünmeye başladım. Anlatmalı mı, yoksa anlatmamalı mıydım? Anlatmak istesem de ne diyeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Gözlerimin önüne gelen soğuk gözler, kulaklarımda yankılanan tehdit edici sözler ağzımı mühürlemişti sanki. Tek kelime etmeden arkamda sabır ve merakla cevap bekleyen Ömer'i bu işe bulaştırma düşüncesi beni daha çok germişti.

 

"Kâbus..." demiş, peşinden hıçkırmıştım.

 

Daha cümlemi tamamlayamadan, yalan söyleme düşüncesi bile beni hıçkırtmaya yetmişti.

 

Derin bir nefes alan Ömer, yavaşça önüme geçip kollarını göğsünde bağladı.

 

"Kâbus ha?"

 

Söylemeyeceğimi anlamıştı. Ama beni bu kadar korkutan her ne ise bilmek istediği açıktı. İstemsizce gözlerimi kaçırıp yutkundum.

 

"Ömer lütfen, lütfen şimdilik hiçbir şey sorma. Zamanı geldiğinde anlatacağım."

 

Zihnim allak bullak olmuştu, ne yaşadığımın kendim bile farkında değildim. Kafamı toparlamadığım sürece doğru veya yanlış bir hikâye anlatmak olmazdı. Ayrıca henüz bunu birine anlatacak cesaretim yoktu. Ömer bir şey söylemeden geri döndü ve mutfağa girdi. Peşinden ben de girdiğimde mutfak masasının sandalyelerinden birini çekti ve oturmam için kafasıyla işaret etti. Oturduktan sonra ise bir bardak su doldurup bana uzattı. İçtiğim suyun bardağına öylece bakarken Ömer'in saçıma uzanan elini fark edince kafamı kaldırdım.

 

"Saçına ne oldu?"

 

Birden uzanan elini ittiğimde kaşlarını çatmış, merakı daha çok endişeye bürünmüştü. Bir yalan daha söyleyip azarlanmak istemiyordum. Bir süre öylece durduktan sonra dayanamayıp sesini yükseltti:

 

"Bade, aklıma kötü şeyler geliyor!"

 

Sesini yükseltmesi korkumu tekrar kamçılamaya yetmişti. Kulaklarımı kapayıp geri çekildim.

 

Derin bir nefes alıp kendine hâkim olmaya çalıştı.

 

“Tamam… Tamam sormayacağım.”

 

Ürkek gözlerimi gözlerine diktim. Ellerini iki yana açmış, tehditkâr olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu.

 

"İstersen burada kalabilirim."

 

Sunduğu teklifi geri çevirip kafamı iki yana salladım.

 

"Hayır, gerek yok. Daha iyiyim."

 

Ellerini indirip yaslandığı mutfak tezgâhından bana baktı emin olmak istercesine. Onu görmüş olmak dahi beni yeterince rahatlatmıştı. Yine de bir süre daha benimle ilgilendi. Hatta benim için yemek hazırlamış, başka şeylerden bahsederek kafamı dağıtmıştı.

 

"Ömer, iyi ki varsın. Teşekkür ederim."

 

Üzerindeki mutfak önlüğünü çıkarıp bana döndü.

 

"Buraya sana yemek hazırlamak için geldiğimi sanma. Her ne olduysa bir şekilde öğreneceğim."

 

Yaklaşıp çenemden tuttu, başımı kaldırdı ve gülümsedi.

 

''Tabii senin anlatman daha kolay olur ama.''

 

Beni ikna etmek için son şansını denemek istemişti. Ama hâlâ ona anlatacak cesareti toplayamamıştım. Sessizliğimin ardından geri çekildi.

 

''Peki...''

 

Dış kapıya kadar ona eşlik ettiğimde bir şey aklına gelmiş gibi geri döndü, işaret parmağını bana uzattı ve kızgın bir bakış attı.

 

''Beni kandırmaya çalıştın, sanki yalan söyleyebilecekmişsin gibi. Bunu unutmam.''

 

"Hastalığımı kullanma. Yalan söyleyemiyorum işte."

 

"Hastalığını kullandığım yok. Hıçkırdığın an kendini ele veriyorsun zaten."

 

Benimle daha fazla uğraşmaması için yorgun bir bakış attığımda alaycı tavrını üzerimden çekti.

 

"Son kez söylüyorum, istersen yanında kalabilirim bugün."

 

"Gerçekten gerek yok. Teşekkür ederim."

 

"Nasıl istersen."

 

Ömer el sallayarak yavaşça uzaklaşırken sızlayan dizimi fark edip eğildim. Tenimde fazlasıyla yanık bir acı hissediyordum. Bacağımdan kendince ince bir yol bulan kan, ayağıma kadar ulaşmıştı. Dişlerimi sıkıp yarılmış dizime dokunmaya çalışsam da yapış yapış olmuş kan midemi bulandırmaya yetmişti. Elimi dizimden çekip doğruldum. Tam içeri girecekken hemen ileride siyah kapüşonluyu görmemle bedenim kaskatı kesilmişti. Öylece durup bana bakıyordu. Nefesim hızlanmaya başladığında korkuyla yutkunmuştum. Hızla içeri girip kapıyı kilitlediğimde yumruklarımı sıktım.

 

''Umarım bunların hepsi kötü bir rüyadır...''

 

Odama çıktığımda pencereme yaklaşıp perdeyi araladım ve dışarı baktım. Hiç var olmamış gibi bir anda ortadan kaybolmuştu. Sokaklar benim kadar yalnız, hislerim kadar karanlıktı. Pencereden uzaklaşıp üzerimdeki kurumaya yüz tutmuş ıslak çamaşırlarımı çıkardım. Sıcak bir duş en azından uyumama yardım ederdi. Bir süre suyun altında oyalandıktan sonra kurulanıp iç çamaşırlarımı giydim. Ardından yaralı dizime yarım yamalak bir pansuman yapmış, iltihap kapmaması için sargı beziyle beceriksizce sarmıştım. Geceliğimi de giydikten sonra yatağımın kuru tarafına yorgunca uzanarak gözlerimi kapadım. Hiç bitmeyecek gibi gelen gün sonunda bitmişti, yaşadıklarımın yorgunluğuyla nihayet uyuyabilmiştim.

 

Odamı aydınlatan güneşin parlak ışığı gözlerimi alıyor, uykusuzluğun verdiği ağırlıkla göz yuvarlarım cayır cayır yanıyordu. Tüm gece boyunca en ufak bir çıtırtıya gözlerimi dehşetle açmış, uykumu zehretmiştim. Doğrulup başımdaki dindiremediğim müthiş ağrıyla dişlerimi sıktım. Üşütmüş müydüm? Yoksa sadece yorgunluk ve korkunun etkisi miydi? Ayaklarımı yataktan aşağı sarkıtıp derin bir nefes aldım. Evden dışarı çıkmak istemiyordum. Okula gitmeyip dinlenebilirdim ama önemli bir sınavım olduğunu hatırlayıp sıkıntıyla ayaklandım. Elimi yüzümü yıkayıp aynada ağlamaktan, uykusuzluktan şişmiş ve morarmış gözlerime baktım. Kapatıcıyla biraz olsun kapattıktan sonra üzerimi giyindim.. Saati kontrol ettiğimde hâlâ kahvaltı yapabilecek kadar zamanım olduğunu gördüm. Hızlıca bir sandviç hazırlayıp yerken dün akşam çalışmayı planladığım sınavın ders notlarına göz attım. Çoğu konu hakkında bir fikrim yoktu. Çevrenin en iyi özel okullarından birinde tam burslu okuyordum. Notlarım düşerse seneye burslu olarak kabul edilmezdim. Bu sene dersler konusunda yeterince bocalamıştım zaten. Tüm akşam ders çalışmayı planladığım gün bir cinayete tanık olup katil tarafından tehdit edileceğim kimin aklına gelirdi ki?

 

''Tanrım, sen de ders çalışmamı istemiyorsun değil mi?''

 

''Yine de bunun için hayatıma bir katil göndermen gerekmiyordu.''

 

Sınava son gün çalışmanın, daha doğrusu çalışamamanın verdiği pişmanlıkla bir ağrı kesici içip evden çıktım. Sokağı korku dolu gözlerle süzdüm, kaldırımda ağır adımlarla yürüyen yaşlı bir teyze dışında kimse görünmüyordu. Hızlı ve temkinli adımlarla yürümeye başladım. Soğuk hava tenimi yakmaya başladığında ellerimi birbirine sürtüp ısınmaya çalışarak köşeyi dönmüş ve Mehmet amcanın dükkânına girmiştim.

 

"Günaydın Mehmet amca."

 

"Günaydın kızım."

 

Bu içten gülümsemesiyle her zamanki sıcakkanlılığını korurken, işini bırakıp tüm dikkatini bana verdi. Rafa ilerleyerek özenle dizilmiş simitlere göz gezdirip diğer simitlerin düzenini bozmamaya çalışarak bir simit aldım. Tatlı bir telaşa kapılan Mehmet amca beni durdurdu.

 

"Dur kızım, içeride sıcağı var, ondan getireyim."

 

Koşarak içeri giren Mehmet amcanın arkasından gülerek bakarken elimdeki simidi yerine koyup beklemeye başladım. Kısa süre sonra elindeki simitleri poşete koymaya çalışarak geldiğinde bana bakıp gülümsedi.

 

"Al bakalım, soğutmadan ye."

 

Aynı sıcaklıkla ben de ona gülümseyerek gömleğimin cebine sıkıştırdığım buruşuk parayı uzatmıştım ki Mehmet amca aldırmadan poşeti elime tutuşturdu.

 

"Mehmet amca ama-"

 

"Şhh! Bir dahaki sefere alırım."

 

"Ama her seferinde aynısını söylüyorsun."

 

Bu tatlı atışmamız hemen hemen her seferinde oluyordu. Ettiğim onca itiraza, yakınışlarıma hiçbir zaman kanmamıştı. Kafasını sallayıp beni kapıya kadar götürdü.

 

"Teşekkür ederim."

 

"Hadi oyalanma, okula geç kalacaksın."

 

Dışarı çıkıp okula yürümeye başladım. Biraz ilerledikten sonra köşede kıvrılmış, kendi yöntemleriyle ısınmaya çalışan bir çocuk gördüm. Daha doğrusu neredeyse her gün görüyordum bu çocuğu. Her zaman yaptığım gibi simit poşetinden bir simit çıkarıp eğilerek çocuğa uzattım. Ürkek bir şekilde elimdeki simidi alıp mahcubiyetle gülümsedi.

 

"Teşekkür ederim."

 

Ben de gülümseyerek doğruldum ve yürümeye devam ettim.

 

“Hayat bazen istediklerimizi bize vermez. Belki daha iyisini hak ettiğimiz için, belki de hiç hak etmediğimiz için.” Ne zaman onu görsem kitapta okuduğum bu söz aklıma gelirdi.

 

Düşüncelerimden sıyrılarak okulun kapısından girdim ki küçük bir su birikintisinin oluşturduğu buzda kayıp sertçe düştüm. Öğrenciler bana bakıp gülerken Ömer de gülerek hızla yanıma koşmuştu.

 

"İyi misin?"

 

Ayağa kalktığımda kalçamı ovuşturup kendime güldüm.

 

"İyiyim, günaydın."

 

"Günaydın sakar."

 

Onun muzip suratına ters bir bakış atıp ilerlemeye başladım. Ömer peşimden gelirken hâlâ gülüyordu.

 

"O kadar da sakar değilim." deyip hıçkırdım.

 

Bunu duyan Ömer gülmeye devam ederken dalgasını geçmeden duramamıştı.

 

''Tabii, ne demezsin.''

 

Keyfini yerinde görmek beni de keyiflendirmişti. Adımlarını hızlandırıp bana yetişti ve elindeki kâğıtları uzattı.

 

''İşine yarar diye düşündüm.''

 

Bunlar ders notlarıydı. Ömer benden bir yaş büyüktü ve üst sınıflardan bolca tanıdığı vardı. Özellikle kızlarla arası oldukça iyiydi. Çoğu zaman ihtiyacım olan ders notlarını üst sınıflardan onun sayesinde alırdım. Ayrıca o burslu değildi. Babası savcı, annesi ise mimardı. Ama annesi ve babası da kendisi gibi fazlasıyla alçakgönüllü ve sevgi dolu insanlardı. Sınıfa girip sırama geçtiğimde dizimin sızısıyla dikkatlice oturdum. Birkaç gün ağrı çekecektim anlaşılan. Görevli öğretmen sınıfa girdiğinde herkes oflaya puflaya sıralara geçmişti. Kafamı sıraya koyarak gözlerimi kapatırken dün gecenin yorgunluğu ve tarih dersinin verdiği ağırlıkla kısa sürede uyumuştum.

 

Büyük bir sarsıntı ile uyanıp kafamı kaldırdığımda Ömer'in kolumdan tutup tüm gücüyle sarstığını gördüm.

 

"Sonunda. Diğer ders saatinde sınavın varmış, bir şeyler atıştırsan iyi olur. Kantine gidiyorum geliyor musun?"

 

"Zil ne zaman çaldı?"

 

Ömer gözlerini devirdi.

 

"Geliyor musun?"

 

Başımı iki yana sallayarak itiraz ettiğimde sordu:

 

''Bir şey istiyor musun peki?''

 

''Hayır, sabah kahvaltı yaptım.''

 

''Peki.''

 

Ömer'in ardından biraz daha uyumak için tekrardan kafamı sıraya koyacaktım ki Gülçin ve arkadaşları Melek ile Ayça geldi. Hiçbir zaman hareketlerine anlam veremediğim, ele avuca sığmayan ve kimseyi çekemeyen bir kızdı Gülçin. Herkesle küser veya illa bir mevzusu olurdu. Onu takip eden arkadaşlarının da ondan eksik kalan bir yanları yoktu. Benimle konuşmaya dahi tenezzül etmezken gelip cüretkâr gülüşüyle karşıma oturması tüm uykumu kaçırmıştı.

 

''Selam, nasılsın?''

 

''İyiyim?''

 

Tereddütlü cevabımla daha çok gülümsedi.

 

''Akşam bir planın var mı?”

 

Duraksadım. Nasıl cevap vermem gerekiyordu? Aklındakini okumam mümkün değildi. İşim var diyerek geçiştirmeyi çok isterdim. Sanki yalan söyleyebilecekmişim gibi… ''Hayır yok.''

 

Ellerini çırpıp neşeli bir ses tonuyla ağzındaki baklayı çıkardı.

 

''Harika! Biliyorsun bugün sınav haftasının son günü. Sınavların bitişini kutlayacağız üst sınıflarla birlikte. Ne dersin?''

 

Bu tarz şeyleri pek sevdiğim söylenemezdi.

 

''Kutlamak yerine dinlenmeyi tercih ederim. Sorduğun için teşekkür ederim.'' Gülçin rahatsızca kıpırdanıp bana daha çok yaklaştı.

 

''Hadi ama. Böyle şeylere hiç katılmıyorsun. Hem sen gelirsen Ömer de kesin gelecektir.''

 

Son cümlesiyle asıl niyetini anlamıştım. Amacı benim üzerimden Ömer'i davet etmekti. O sırada geri gelen Ömer adını duymuş, merakla sormuştu:

 

''Nereye gelecekmişim?''

 

Gülçin heyecanla sordu:

 

''Sınavların bitişini kutlamak için bu akşam plan yapıyoruz ama Bade gelmek istemiyor.'' Ömer bana döndü. Bir süre süzdü.

 

''Aslında biraz kafa dağıtsan fena olmaz.''

 

Dünkü yaşadıklarımdan sonra Ömer bunun iyi olacağını düşünmüşe benziyordu. Gülçin sabırsız görünüyordu.

 

''Hem sen de gelirsin değil mi Ömer?'' Ömer tekrar bana döndü.

 

''Akşam biraz işim var ama sonra size katılırım.'' dedi.

 

Gülçin zafer sevinciyle ayaklandı.

 

''Harika! O zaman akşam haberleşiriz.''

 

Tekrar reddedilme korkusuyla hemen yanımızdan ayrıldıklarında derin bir nefes alıp Ömer'e baktım.

 

''Nereden çıktı şimdi bu?''

 

''Biraz eğlenmekten zarar gelmez. Hem ben de olacağım.''

 

Benim için çabaladığı açıktı. Onu kırmak da istemiyordum.

 

''Sen neden geri geldin?''

 

Sorumla hatırlamış gibi masamda duran cüzdanını aldı.

 

''Buraya uğradığımda cüzdanımı unutmuşum.''

 

Cüzdanı aldıktan sonra tekrar sınıftan çıkmıştı. Sınavdan sonra okul çıkışına kadar uyumuştum. Yavaş adımlarla kaldırımda yürüyüp karşıya geçmek için kırmızı ışıkta durdum. Yoldan geçen arabaların gürültüsü rahatsız ediciydi. Yanımda biriken yayaların bazıları sabırsızlıkla yola atlıyor, koşar adımlarla karşıya geçiyordu. Sonunda yayalar için yanan yeşil ışıkla birlikte yaya geçidinin sarı çizgilerine basarak karşıya geçmeye başladım. Biraz daha yürüdükten sonra çalıştığım küçük kafeye gelmiş, kapısından içeri girmiştim. Çiçeklerle kaplı ve burcu burcu sümbül kokan kafe biraz olsun beni rahatlatmış, içimi huzurla doldurmuştu. Burada çalışmam paraya ihtiyacım olduğundan değildi aslında. Annemin ben küçükken anlattığı, gençliğinde çalıştığı ve babamla tanıştığı kafeyi hatırlatıyordu bana burası; onların hatırasını daim kılmak istiyordum. E tabii para kazandırması da işime geliyordu. Küçük kafede masalar özenle, belirli bir sırayla dizilmiş, renkli ve rahat koltuklarla dekore edilmişti. Duvarların açık eflatun rengi mekâna sıcaklık katarken huzurlu olmasını da sağlıyordu. Diğer günlere göre daha kalabalık olması dışında herhangi bir değişiklik olmadığını gördüğümde, müşterilere göz gezdirip iş arkadaşlarım Emre ve Bahar'a doğru ilerledim.

 

"Erkencisin?"

 

"Evet, bugün izin alıp erken çıkacağım, biraz işim var."

 

Bahar'ın sorusunu üstünkörü cevaplamış, akşamki sözde eğlenceyi sıkıntıyla düşünmüştüm. Bunun için fazla yorgun ve isteksizdim. Emre üzerimdeki yorgunluğu anlamış olmalıydı ki endişeyle konuştu:

 

"İyi misin? Biraz yorgun görünüyorsun."

 

"Dün biraz yorucu geçti, gece de uyuyamadım pek.''

 

"Anladım. Bir sorun mu var? İstersen biraz konuşalım."

 

"Gerek yok, sağ ol."

 

Gülümsedim, inceliğine karşılık olarak. İçeri giren bir müşteri üzerimdeki ilgiyi biraz olsun dağıtmıştı. Bahar müşteriyle ilgilenmeye giderken ben de kafede çalışanlara ayrılan köşedeki odaya girip kıyafetlerimi değiştirdikten sonra müdireye çıkmış ve izin almıştım. Müdire memnuniyetle izin vermişti. Vakit kaybetmeden işime döndüm. İki yılın verdiği tecrübeyle, rutinleşen işleri el çabukluğuyla hallederken akşam oldukça tempolu geçiyordu. Yemek yemeye dahi fırsatım olmamıştı. Karanlık çöktüğünde biraz olsun kafe tenhalaştı, kalabalığın gürültüsü yerini birkaç kişinin alçak sesli sohbetine bırakmıştı. Oldukça yorulmuştum. Kolumdaki saate bakıp 'Yavaş yavaş çıksam iyi olur' diye düşündüm. Üzerimi değiştirdikten sonra Emre ve Bahar'a veda edip eve doğru yola çıktım. Hava soğuktu. Dışarı çıktıktan birkaç dakika sonra, bacaklarım ve ellerim buz tutmuştu. Hızla ilerlerken akan burnumu çekiyor, bir yandan da ısınmak istercesine dinlediğim şarkının sıcak dizelerini mırıldanıyordum. Evimin bulunduğu sokağa girdiğimde ayaklarım daha ileri gitmek istemezcesine tereddüt etmiştim; hemen yanımdaki ağacın kuru dalları, dün olanları tekrar kulağıma fısıldamıştı acımasızca. Dalların hışırtısıyla, ürperti vücudumun her noktasında dolanırken başıma giren müthiş ağrıyla irkildim. Yaşadığım travma bir süre peşimi bırakmayacaktı anlaşılan. Doktora mı gitmeliydim? Gitsem ne diyecektim ki? Kimseye anlatamadığım bir şeyi diğerlerinin anlamasını nasıl bekleyebilirdim? Üşümüş ayaklarım geri dönüp kaçmak istese de güçlükle sokakta yürümeye başladım. Adamın bıçaklandığı yere geldiğimde katil her an karşımda belirecekmiş gibi gözlerimi kaçırıp yere diktim. Nefes alıp verişim düzensizleşiyor, hâlâ sağ olduğum gerçeğine inanamıyordum. Eve geldiğimde kapının önünde durup çantamda anahtarı aramaya başladım. Bulamadıkça ellerim titriyor, kalp atışlarım hızlanıyordu. Anahtarı bulduğum an ensemde bir nefes hissederek olduğum yere çivi gibi çakılmıştım. Birinin varlığını hemen ardımda uğursuzca hissediyor, nefes almaya dahi korkuyordum. Sokağın sesleri boğuklaşmıştı; titreyen nefesim ve yerinden çıkacakmış gibi atan kalbimin sesini duyuyordum yalnızca. Ardından uzun parmakları olan, simsiyah bir el uzandı arkamdan. Bedenim kaskatı kesilmişti, hiçbir şey yapamamıştım. Uzanan el ağzımı kapadığında bıçaklı başka bir el daha uzandı. Engelleyemiyor, yardım isteyemiyordum. Bıçağı yavaşça yukarı kaldırdı ardından hiddetle göğsüme indirdi. O an çığlık atarak irkildiğimde kolumu tutan eli itip sertçe kapıya çarptım.

 

''Bade, iyi misin?''

 

Duyduğum sesle kafamı kaldırdığımda yan komşum olan kadını gördüm. Arkamda beliren şeyin varlığı tamamen kaybolmuştu. Anlaşılan beni tutan eller de yoktu. İttiğim elin sahibi de muhtemelen komşumdu.

 

''Çöp atmaya çıkmıştım. Senin kapının önünde öylece dikildiğini görünce seslendim ama duymadın. Kolunu tutunca da bağırıp ittin.''

 

Toparlanmaya çalışıp yere düşürdüğüm anahtarlığı aldım.

 

''Affedersin, bu aralar pek iyi şeyler yaşamadım. Dalmışım.''

 

Kadın bir şey söylemeden öylece yüzüme baktığında gülümsemeye çalışıp eve girdim.

 

''İyi akşamlar.''

 

''İyi akşamlar, istediğin zaman kapımı çalabilirsin.''

 

Kadının nazik teklifi için teşekkür ettikten sonra kapıyı kapatıp ağrıdan çatlayan başımı ellerimin arasına aldım.

 

''Sanırım deliriyorum.''

 

Işıkları açıp doğruca mutfağa girdim. Akşam yemeği yememiştim, midem kazınıyordu. Buzdolabını açtığımda içinin sabahın aksine tıka basa dolu olduğunu gördüm. O sırada tezgâhın üzerinde duran kutuyu fark ettim. Üzerinde bir not vardı:

 

''Biraz alışveriş yaptım. Ayrıca seni akşam yemeği yapmaktan kurtardım. Teyzeennn...''

 

Notun sonuna koyduğu kalp ve gülücüklerin haddi hesabı yoktu. Gülerek kutuyu açtım.

 

İçinde birkaç suşi ve bir kap noodle vardı.

 

''Ah! Sen dünyanın en tatlı teyzesi olabilirsin.''

 

Bir çırpıda yediğim yemeğin ardından biraz daha enerji toplamıştım. Başımın ağrısı da dinmişti. Mutfaktan çıkıp tahta merdivenlerin gıcırtıları eşliğinde yukarı çıktım. Bir an önce hazırlansam iyi olacaktı. Duş almak için üzerimi çıkarıp dizimdeki acemice yaptığım pansumanı çıkarmaya çalıştım ama pamuk ve gazlı bez yaraya yapışmış, canımı çok yakıyordu.

 

''Keşke sağlık ocağına uğrasaydım.''

 

Tüm gün oradan oraya koşturmaktan aklımdan tamamen çıkmıştı. Gazlı bezi biraz ıslatsam da çıkarırken hâlâ canımı yakıyordu. Tamamen çıkarmayı başardığımda ise yara tekrar açılmış, hatta daha vahim görünüyordu. Dönüşte acile gitsem iyi olacaktı. Duş alıp hazırlandıktan biraz sonra telefonun çaldığını duydum.

 

"Bade, biz aşağıda seni bekliyoruz canım."

 

Gülçin'in heyecanlı ve samimiyetsiz sesine karşılık cevap verdim:

 

"Tamam, geliyorum."

 

Çantama gerekli olan eşyaları koyup aşağı indim. Tam evden çıkarken tekrar telefonum çalmıştı.

 

''Efendim?''

 

Çok geçmeden Ömer'in mahcup dolu sesi geldi.

 

''Bade, üzgünüm ama işim uzadı. Bugünlük idare edebilir misin?'' En son isteyeceğim şey bu kızlarla yalnız kalmak olurdu.

 

''Ne demek idare edebilir misin? Yorgun olmama rağmen ben senin için-'' Ömer sözümü kesti:

 

''Biliyorum, biliyorum ben de böyle olsun istemezdim, çok üzgünüm.'' Cevap vermedim. Sinirlenmiştim. Ömer tekrar konuştu:

 

''Bunu telafi edeceğim. Eğlenmeye bakacaksın, söz mü?''

 

Belli belirsiz mırıltıyla onaylayıp telefonu kapattım. Evden çıktığımda Melek kapıda bekleyen gösterişli arabanın penceresinden kolunu çıkarıp el sallamıştı.

 

"Hadi gel."

 

İçimi kaplayan huzursuzlukla ilerleyip sürücü koltuğunun yanındaki koltuğa oturdum.

 

"Gece başlasın!" diye bağıran Gülçin, beni ürkütmüştü. Melek ve Ayça’nın heyecanla çığlık atmasıyla dişlerimi sıkarken, Ömer'e olan sinirimi her an onlardan çıkarmaya hazırdım.

 

"Bu gece çok eğleneceğiz."

 

''Bu arada Ömer'i de alalım mı?''

 

Gülçin, sorusuyla birlikte arabayı çalıştırmış ve sürmeye başlamıştı.

 

''Ömer işinin uzadığını söyledi.''

 

Gülçin üzüldüğünü belirten bir ifadeyle yola baktı.

 

''Anladım.''

 

Oldukça ışıklı ve süslü bir yere geldiğimizde kızlar heyecanla arabadan bir an önce indiler.

 

Ben de inmiş, etrafa öylece bir göz gezdirmiştim. Oldukça canlı olan mekândan müzik sesleri ve kahkahalar yükseliyordu. Ortalıkta gezinip insanları kontrol eden güvenlik görevlileri taşkınlıkları önlüyordu. En azından güvenli olduğunu düşünerek teselli vermeye çalıştım kendime. İçeri girdiğimde bambaşka bir dünyaya adım atmıştım sanki. Sürekli yanıp sönen ışıklar, hiç derdi yokmuş gibi dans eden gençler, hayattan bezmiş mekân çalışanları... Aynı ortamda olmalarına rağmen herkesin dünyası farklıydı. Buraya ait olmamanın verdiği huzursuzlukla insanların arasından sıyrılıp, bize el sallayan arkadaşlarımızın yanına oturduk.

 

Klasik selamlaşmanın ardından kısa süre içinde kendi aralarında sohbete dalmışlardı.

 

''Seni burada göreceğim aklıma gelmezdi Bade.''

 

Sessizliğimi bozmak isteyen sınıf arkadaşıma dönüp gülümsedim:

 

''Fazla kalmayacağım ama değişiklik oldu benim için.''

 

O sırada ne içeceğimi soran Gülçin’e döndüm. Sipariş verdikten sonra cezalı oyun oynama kararı verdiler. Gözlüklü sınıf arkadaşım cebinden kırmızı ve yeşil kartlar çıkarıp herkese dağıttı. Oyuna göre biri kendi hakkında bir şey anlatacak, doğru olduğunu düşünenler yeşil yanlış olduğunu düşünenler kırmızı kartı gösterecekti. Yanlış kartı gösterenler ceza alıp shot atacaktı. Bir süre sonra eğlenmeye başladığımı fark ettim. Bir anlığına yaşadıklarımı unutmuştum. Sınıf arkadaşlarım bana daha yakın gelmiş, içimdeki huzursuzluk yavaş yavaş dinmişti. Daha fazla ceza alamayacağımı söyleyip oyundan çekilen ilk ben olmuştum. Midemi bozmak istemiyordum. Oturduğum yerden kalkıp çakırkeyif olan arkadaşlarıma baktım.

 

"Ben artık gitsem iyi olur."

 

''Bırakmamı ister misin?''

 

Ayağa kalksa yerde sürünmeye başlayacak arka sıra arkadaşımın teklifini reddettim.

 

''Teşekkür ederim, teyzem alır beni.''

 

Gülçin yüzünde bir gülümsemeyle bana bakıp arkaya açılan kapıyı gösterdi.

 

''Arka kapıdan direkt ana yola çıkarsın.''

 

Başımla onaylayıp diğerlerine veda ettikten sonra arka kapıya yöneldim. Dar ve uzun bir koridorun sonunda başka bir kapı daha vardı. Teyzeme haber vermek için çantamda telefonu

 

 

ararken dışarıdan gelenleri fark etmemiş, birinin koluna çarpmıştım. Kafamı kaldırıp baktığımda karşımda iki genç adam gördüm. Biri kolunu tutup sinirle bana baktı.

 

"Önüne baksana!''

 

Dağılmış kıyafetleri, kızarmış gözleri ve morarmış göz altlarıyla kafayı çektikleri açıktı. Diğeri bir şey hatırlamış gibi bana bir adım attı.

 

''Bekle, bu o.''

 

Koluna çarptığım adam dönüp diğerine baktı.

 

''Ha?''

 

Ardından yüzünü acı içinde buruşturup elini başına götürdü.

 

''Aa… Hatırladım.''

 

Suratına yayılan gülümseme genişleyip ufak bir kahkahaya dönüşmüştü. Paratonerin yıldırımı çektiği gibi ben de belayı çekiyordum. Gitmek için bir adım atmıştım ki kolumdan tutulmasıyla yine uzun parmakları olan simsiyah eli görmüş, kopardığım bir çığlıkla hızla kolumu çekmiştim. Adamın beni bırakmasına rağmen sanki o el hâlâ beni tutuyormuş gibi kolumu çırpıyor, çıldırmış gibi bağırıyordum. Yine aynı şeyin huzursuz edici varlığı gün yüzüne çıkmıştı. Çığlıklarımla kulaklarını kapatan adam gözü dönmüş gibi beni tekrar tutmuş, ağzımı kapatmıştı.

 

''Kes sesini! Başım yeterince ağrıyor.''

 

Dejavu oluyormuş gibi, dün yaşadığım korku ve dehşeti tekrar yaşıyordum. Gözümün önüne gelen katilin gözleriyle deli gibi titrerken kulaklarım çınlıyor, adamın söylenişleri anlamsız, boğuk bir gürültüye bürünüyordu. Koca eli ağzımı ve burnumu sertçe kapatmıştı. Nefes alamazken can havliyle tuttuğum kola gömülen tırnaklarım gittikçe daha derine giriyordu. Boğulduğumu hissediyordum. Kulağımdaki çınlama yavaşça dindi, adama tutunan ellerim gevşedi.

 

''Çocukluğunda çok nazik biriydin Altay.''

 

Önümdeki adam birden sese döndü. Çatık kaşları anında düzelmiş, hiç vakit kaybetmeden birden beni bırakıp kaçmaya başlamıştı. Diğeri de onun peşinden koşarken derin nefeslerle duvara tutunup öksürmeye başladım. Suyun altında kalmış gibi ciğerlerim yanıyordu. Yaklaşan adım seslerinin ardından, önümde biri durdu. Kim olduğuna bakmak için kafamı kaldırmamla dünkü katili görmem bir olmuştu. Bir belayı atlattım derken daha büyük bir bela bulmuştu beni. Siyah boğazlı kazağın kolları yarıya sıvanmış, ellerini yine siyah kot pantolonunun cebine sokmuştu. Birden koridor sessizliğe gömüldü. Ölüm sessizliği çökmüş gibiydi. Hatta o kadar sessizdi ki kolundaki gümüş renkli kol saatinin sesi duyuluyordu. Bir elini cebinden çıkarmasıyla irkilerek birkaç adım geriledim. Bir anlığına duraksayıp bana baktı, eğilip yere düşürdüğüm çantamı aldı ve tekrar doğrulup bana uzattı. Gittikçe kötü hissediyordum. Midem bulanıyor, vücudum karıncalanıyordu. Bir yardım eli ararcasına uzanmıştım ki görüşüm bulanıklaşmıştı, sendelemiştim. Başımdan aşağı buz gibi bir su dökülüyordu sanki. Ardından daha fazla dayanamayarak gözlerimi kapattım. Hatırladığım son şey kapüşonlunun bana bakışıydı.

 

Bilincim yerine geldiğinde, duyduğum birkaç tıkırtının ardından gözlerimi açtım yavaşça. Beyaz boyalı tavana birkaç saniye öylece bakmış, neler olduğunu düşünmüştüm. Başım hâlâ ağrıyor, midem bulanıyordu. Elimi başıma götürüp uzandığım yerden doğruldum sersemce. Doğrulmamla yatağın ucuna kıvrılmış yatan kedi de uyanmıştı. Esneyip yataktan atladığında etrafa baktım. Yatağın hemen yanında ikili bir koltuk, karşıda ise bir dolap vardı. Tekrar bir tıkırtı duyana kadar yanda duran katili fark etmemiştim bile. Çekmeceden bir ilaç çıkardı ve bardağa su doldurup komodinin üzerinden bana doğru hafifçe itti. Diğer elinde ise bir tablet vardı. Dikkatle bir şey okuyor, yüzüme dahi bakmıyordu. Ne yapacağımı bilemeden üzerimdeki örtüyü sıktım. Hiçbir şey yapmadan öylece ona baktığımı fark ettiğinde bana döndü:

 

''Ağrı kesici istemiyor musun?''

 

Komodinin üzerindeki ilaca ve suya baktım. Katilin ikramı ancak ölüm olurdu. Dikkatini kaybetmiş gibi elindeki tableti kapatıp yatağa attı ve alayla güldü. Ardından ciddi bir tavırla bana doğru eğildi. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp tehditkâr bakışlarını gözlerime dikti:

 

''Öldürmek için ilaç kullanmam.''

 

Açık bal sarısı gözleri kendinden emin görünüyordu. Dağınık siyah saçlar, biçimli yüz hatları ve burnuma çarpan güzel bir koku… Bir daha görmek istemediğim bu güzel yüze karşı kendi yüzümü çevirerek ilaca ve suya uzanmıştım. Sormak istediğim onca şeye rağmen ağzımı bıçak açmıyordu. Daha dün kanıma susamış bu adamın beni neden yanında barındırdığı tam bir muammaydı. Ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgideydim. Geri çekilip koltuğun üzerinde duran kâğıt poşeti gösterdi. "Üzerini değiştir."

 

Birden dün olanlar gözümün önünden film şeridi gibi geçmişti. Ürperirken üzerime baktım.

 

Kusmuk olan kıyafetlerimin üzerine siyah kapüşon geçirilmişti. Ne ara kusmuştum? Hatırlamıyordum bile. Üzerimdeki örtüyü itip ayağa kalktım. Katil müsaade etmeksizin yatağın önünde dikiliyordu. Poşeti almak için ona doğru yaklaşmama rağmen istifini bozmadan durmaya devam etti. Yutkunurken saçımı kulağımın arkasına atmış, önümden çekilmesi için hafifçe öksürmüştüm. Ama dikkatle bana bakmaya devam etti. Nihayet kaçamak bir bakış atınca birkaç adım yana kayıp yavaşça önümden çekildi. Kapüşonun içinde kaybolmuş elimi çıkarıp poşete uzandım. Poşeti almamla kaçarcasına ilerleyip gösterdiği odanın kapısını açtım. İçeri girdiğimde kapıyı kilitledim ve derince bir nefes alıp ellerimi suratıma koydum.

 

Önceden sıradan ve sıkıcı olan yaşantım iki günde alt üst olmuştu, bambaşka bir hayata ışınlanmıştım sanki. Kaderimin değiştiğinden çok şekillendiğini hissediyordum. Kapıya yaslanıp derin bir nefes aldım. Olanları düşünmek dahi istemiyor, yalnızca kaçıp gitmek, kimsenin beni bulamayacağı kadar uzaklara gitmek istiyordum. Midemde ani bir hareketlenme hissederek ağzımı tuttum. Öğürmelerim banyoda yankılanırken içimde olanı boşaltmış, biraz olsun rahatlamıştım. Çok yorgundum. Biraz olsun uyumak istiyordum. Kendimi toparladıktan sonra doğrulup ellerimi ve yüzümü yıkadım. Aynada mahvolmuş makyajıma bakarken yaşadığım dehşetin öyküsü suratımdan okunuyordu. Yüzümü temizledikten sonra hıza poşetten kıyafetleri ve içine atılmış telefonumu çıkardım. Açık kot pantolon, spor bir ayakkabı ve beyaz kazak klasiğine bakıp üzerime giymeye başladım. Ancak dizimdeki yaranın üzerindeki ipleri görünce kaşlarımı çatarak eğilmiş, dikişleri fark etmiştim. Bilincimi kaybettiğimde bana sahip çıkan, yaralarım için doktor çağıran biri nasıl katil olabilirdi? Aklım almıyordu. Kafamdan bin bir türlü düşünce geçiyor, sorular beni çığ gibi yutup boğuyordu. Hazırlandıktan sonra kapıyı kilidinden kurtarıp yavaşça dışarı çıktım. Adını bile bilmediğim katil, yapılı bedenini cama çevirmiş sigara içiyor, düşünceli gözlerle dışarı bakıyordu. Dudaklarından firar eden duman yavaşça odada dağıldı. Kapı sesini fark ederek yüzünü çevirdi ve bana bir göz attı. İlerleyip ona doğru yaklaştım. Elimde tuttuğum siyah kapüşonu ona doğru uzattığımda kapüşona kısa bir bakış atmış, cebindeki elini çıkartarak almıştı.

 

''Benimle gel.''

 

 

Sigarasını camdan aşağı fırlatıp geri döndü. Koltuğun koluna atılmış siyah kabanı alarak ilerlemeye başladığında ben de peşine takılarak geriden onu takip ettim. Bir yandan yürüyor, bir yandan da eline giydiği deri eldivenleri düzeltiyordu.

 

"Bir şey sorabilir miyim?"

 

Merakıma yenik düşerek, tüm cesaretimi toplayıp konuşmuştum. Birkaç saniye sessizlikten sonra konuştu:

 

"Sor."

 

Ses tonu oldukça soğuk ve mesafeliydi.

 

"Neden beni öldürmekle tehdit edip bana yardım ettin? Ayrıca bacağımda dikiş yoktu, yoksa doktor mu çağırdın? Dünkü adamlara ne oldu? Tek olsaydı hallederdim ama iki kişiydiler,” derken hıçkırıp devam ettim, “Dünden önceki gün o adamı…” sesimi alçaltarak “Neden bıçakladın? Neden beni evime kadar takip ettin? Beni öldürecek misin? Yoksa şimdi beni öldürmeye mi götürüyorsun!? Beni nasıl buldun? Neden buradasın? Beni mi takip ettin? Neden bu kadar ciddi ve korkunçsu-"

 

Farkında olmadan sıraladığım sorular karşısında kapüşonlu aniden durduğunda geniş sırtına çarpmış, nihayet susmayı başarmıştım. Tahammül edemeyerek bana döndü, hafifçe eğildi ve tek bir kelime söyledi:

 

"Sorma."

 

Tek kelime dilimi lâl etmeye yetmiş, gözlerimi onun gözlerine dikmiştim. Bütün sorular anında aklımdan uçarken, içine çekildiğim kahveye çalan bal sarısı gözleri yine tehditkâr bir hâle bürünmüştü. Aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını çatıp tekrar bana yaklaştı. Söylemek istedikleri var gibiydi. Ama vazgeçmiş olmalıydı ki ağzını dahi açmadı. Geri çekilip tekrar yürüdüğünde henüz iki adım atmamıştı ki takılıp düşmemle duraksayıp derin bir nefes aldı. Dizimin acısıyla inlediğimde başını yukarı kaldırıp sabır dilenircesine geri döndü. Dizimi tutup ayağa kalkmaya çalışırken eğildi.

 

"Sorunun vücut bulmuş hâlisin. Hep böyle misin?"

 

Çatık kaşları iyice gerilmiş, alaycı ses tonu beni aşağılamaya yetmişti.

 

''Hayır.'' deyip hıçkırdım.

 

Kalkmaya çalıştığım sırada belimde hissettiğim iki güçlü kol ile ayağa kalkmıştım.

 

"Yalancı, Küçük Yalancı."

 

Alayla söylenen bu cümle karşısında donup kalırken birden paniğe kapılmıştım.

 

"Hastalığımı nereden biliyorsun?"

 

Bana kısa bir bakış atıp cevap verdi:

 

"Hakkında çoğu şeyi biliyorum."

 

"Ne?"

 

"Bade Alatan, on sekiz yaşındasın, aileni üç yıl önce bir trafik kazasında kaybettin, yalnız yaşıyorsun, evin çok iyi olmayan bir sokakta, Biten Koleji'nde burslu olarak okuyorsun, okul çıkışları bir kafede çalışıyorsun, pek arkadaşın yok ve seni ömür boyu takip eden pinokyo sendromun var. Bir de, ah adı neydi?''

 

Hatırlamak istediği bir şey varmışçasına elini havaya kaldırdı:

 

''Ömer. Bayağı yakınsınız. Erkek arkadaşın mı?''

 

Her cümlesiyle kaskatı kesilirken gözlerim kocaman olmuştu. Hakkımda bir günde nasıl bu kadar bilgi toplayabildiğine fazlasıyla şaşırmıştım.

 

"Hayır."

 

Mırıltıma kulak veren kapüşonlu, tek kaşını kaldırıp bana baktı.

 

"Öyle mi?"

 

Kapüşonlunun söylediğine aldırmadan düşüncelere daldım:

 

"Bir dakika, sen, nasıl…"

 

"Nasıl mı?''

 

Tekrar durup bana döndü. Uzanıp saçımdan bir tutam tuttuğunda muzipçe güldü.

 

''İşimi her zaman sağlama alırım.''

 

Saçımı bırakıp çenemden tuttu ve kafamı kaldırdı.

 

''Benim için saatli bombadan başka bir şey değilsin. Yalan söyleyemediğin için vereceğin her ifade kesin olarak kayda geçer. Patlayacak olursan seni de beraberimde götürmem gerekecek. Yani, seni öylece bırakmamı bekleme.'' Yutkundum.

 

''O zaman neden beni ortadan kaldırmıyorsun?''

 

Cesaretli sözlerim karşısında bir süre duraksadı.

 

''Bir katilin dahi prensipleri olur.''

 

Konuşmanın daha fazla uzamasını istemeyerek bana arkasını dönmüş ve yürümeye devam etmişti. Bense bir süre söylediklerini düşünmüş, ardından onu takip etmeye devam etmiştim. Dışarı çıktığımızda derin bir nefes aldım. Serin hava midemi biraz olsun yatıştırmıştı. Dar bir kaldırımda önde kapüşonlu katil, arkada ben yürüyorduk. Kaldırımın kenarlarında kesilmiş kısa çalılıklar vardı ve sağ tarafında kalan büyük, boş alanı park edilmiş birkaç araba dolduruyordu. Sol tarafında ise başka bir kaldırım daha vardı. Yan kaldırımdan gelen bir adam kapüşonluyu görünce hareketleri ağırlaştı. Kafasını kaldırıp nefret dolu gözlerini önümde yürüyen katile dikmiş, suratına gıcık bir gülümseme yerleştirmişti. Gözlerini ayırmadan bakarken onu geçer geçmez kısa çalılıklardan atladı ve önümde durdu. Ben de durduğumda sarışın çocuk bu kez gözlerini bana dikti. Beni görür görmez gözlerine bir şaşkınlık ifadesi yayılmış, kaşları çatılmıştı. Ama bu durum fazla sürmeden kendisini toplayıp seslice güldü:

 

"Oo… Bakın burada kimler varmış."

 

Sözleriyle duraksayıp arkasını dönen kapüşonlu, aynı nefretle önümdeki adama bakıyordu.

 

"Ne zamandır böyle bebeklerle takılır oldun Akın?"

 

Adının Akın olduğunu öğrendiğim katil, hiçbir şey söylemeden ona bakmaya devam etti.

 

"Bu gözler, tanıdığım birinin gözlerine benziyor."

 

İstemeden birkaç adım gerilediğimde Akın geri dönüp benimle adamın arasına girdi.

 

''Ne zaman akıllanacaksın?''

 

Akın'ın sözleriyle gülen çocuk, cevabını muzip yüz ifadesiyle çoktan vermişti.

 

"İşte şimdi çok heyecanlandım. Bir taşla iki kuş." Yüzünde zafer dolu bir ifadeyle güldü.

 

“Tekrar karşılaşacağız…”

 

Bana bir göz atıp yoldan yavaşça çekildi. Önden yürümemi isteyen Akın ise bana yol açmıştı. Hızla yürümeye başladığımda arkama dahi bakmadım.

 

''Bu burada bitmedi Akın!''

 

Bir arabanın önünde duran Akın’ın, çocuğun söylenişini umursadığı söylenemezdi. Kapıyı açarak binmem için bir bakış atmasıyla, itiraz etmeden arabaya bindim. Kendisi de bindiğinde hiçbir şey söylemeden arabayı çalıştırmış, sürmeye başlamıştı.

 

"Bu neydi böyle?''

 

Şaşkınca söylensem de Akın cevap vermedi, gözlerini yoldan ayırmadı. Neyse ki radyoda çalan şarkı arabadaki sessizliği bozuyordu. Sabahın erken saatleri olduğundan gökyüzü biraz turuncu biraz pembeydi. Işık doğrudan üzerimize geliyor, aralanmış camdan içeri giren esinti saçlarımı dalgalandırıyordu. Hafifçe dönüp Akın'a baktığımda dikkatle yola baktığını gördüm. Her zaman bir şey düşünüyormuş gibi gergin bir yüz ifadesi vardı. Onun benim başıma bela olduğu gibi ben de onun başına bela olmuştum. Birbirimize aynı şeyleri hissettiğimiz açıktı. O da bana dönüp baktığında düşüncelerimden sıyrıldım. Çok uzun süre mi bakmıştım acaba?

 

''Nereye gideceksin?''

 

Sorusuna karşılık ''Biraz ileride insem olur.'' dedim. O ise yola bakmaya devam etti.

 

''Nerede inmek istediğini sormadım.''

 

Birkaç saniye sessizliğimi koruduktan sonra sinir bozucu cümlesine yanıt verdim.

 

''Okula uğramam gerek. Buraya yakın zaten, ileride insem de olur. Yürürüm.'' Sözlerimin ardından tekrar bana döndü.

 

''Bu bacakla mı?''

 

Alaycı ses tonuyla söylediklerinin ardından biraz daha bakmıştı bana. Söyleyecek bir şey bulamayınca önüme döndüm. Çok geçmeden okulumun önünde durmuştu.

 

"Teşekkür ederim..."

 

Ağzımdan birden çıkan cümleyle duraksayıp kendi kendimi azarladım. Ne diye teşekkür etmiştim şimdi? Öylece yüzüme baktığında kapıyı açtım. Bir bacağımı dışarı atıp kalkmaya çalıştığım sırada dizimdeki gerilen ipler sanki derimi yüzüyormuş gibi hissettiriyordu. Verdiği acıyla tekrar oturup inlediğimde Akın derin bir nefes almış, arabadan inerek benim bulunduğum tarafa gelmişti. İlk önce dikişli olan bacağımı yavaşça dışarı çıkardı. Diğer bacağımı da çıkardıktan sonra zayıf bedenimi kolayca kendine çekmiş, beni ayağa kaldırmıştı. O sırada koşarak yaklaşan Gülçin'in adımı haykırmasıyla Akın kafasını çevirerek çatık kaşlarla Gülçin, Melek ve Ayça'ya baktı. Tekrar bana döndüğünde beklemediğim bir tavsiyede bulundu:

 

"Bunlarla takılma."

 

Akın'a anlamsız bakışlar atarken Gülçin'in yanıma gelmesiyle ona döndüm.

 

"Akın, nasılsın?"

 

Cilveli, itici gülümsemesiyle ona baktığında, Akın cevap vermeden arabasına yöneldi.

 

Oldukça bozulan Gülçin bu kez bana baktı.

 

"Dün neredeydin? Ayrıca onu nereden tanıyorsun?"

 

Akın bu sözleri duymasıyla duraksadı. Ben cevaplamak için hazırlanırken, onun konuşmasıyla sözlerim ağzıma tıkanmıştı:

 

"Benimle birlikteydi."

 

Çatık kaşlarımla Akın'a döndüğümde Gülçin'in yüzü sinirden kırmızıya dönmüştü.

 

"Ne? Beceriksiz herifler!"

 

Kendini tutamayıp söylenmesiyle zihnimde bir şimşek çakmıştı. Dün akşam üzerime çullanan iki adam onun başının altından çıkmış olmalıydı. Nihayet olaya bir çözüm getirdiğimde öfkeyle ona yaklaştım:

 

"Nereden biliyorsun?"

 

"Ben… Ben hiçbir şey bilmiyorum!"

 

Üstü kapalı sözleri beynimde yankılanırken üstüne daha çok giderek itmiştim onu.

 

"Sendin değil mi? Sendin!"

 

Öğrenciler merakla hemen birikmeye başlamıştı. Melek ve Ayça ise geri çekilerek gelişen olayları izliyordu.

 

"Ben, sadece şaka için-"

 

Son sözleri beni deli etmeye yetmişti. Onun için küçük bir şaka olan olayın bende nasıl bir his uyandırdığından habersizdi. Yaşadığım korku ve dehşet, nereden çıktığı belirsiz o kara eller, ölüm korkusu...

 

"Ne demek şaka için!?"

 

Kelimeler boğazımda dizilmiş, içimdeki yangına esir düşmüştüm öylece. Dinmeyen öfkemle

 

Gülçin'e vurduğumda kalabalıktan yükselen uğuldamalar artmıştı. Saçından tutup sinirle Akın'ın gösterişli arabasına kafasını gömmemle herkes birkaç adım gerilemişti. Yardım çığlıkları atan Gülçin'e kimse yardım etmiyor, hatta öğrenciler pis sırıtışlarıyla izliyordu. Kolay kolay sinirlenmeyen, şiddetten ve kavgadan zerre anlamayan ben, ellerimdeki bu kızı parçalama isteğiyle dolup taşıyordum. O sırada kalabalığın içinden fırlayan Ömer, bana doğru koşarak beni tutmuştu.

 

"Bade!"

 

"Bırak beni!"

 

Sertçe belimi saran kolunu iterken, Ömer beni daha sıkı kavramış, diğer eliyle tuttuğu bileğimle Gülçin'i benden ayırmıştı.

 

''Sakin ol.''

 

Hemen geri çekilen Gülçin'e ulaşmak istercesine uzanırken havada kalan ellerimle, kendimi tutamayıp ağlamaya başlamıştım. Ömer beni sürükleyerek kalabalıktan sıyırmaya çalışıyordu. Sertçe Ömer'i de itip ellerinden kurtulduğumda sokakta yürümeye başladım. O kadar sinirlenmiştim ki peşimden gelmeye çalışan Ömer’e bağırmış, gelmemesi için uyarmıştım. Ardımdan seslenmeye devam ederken umursamadan yolun karşısına geçtim. Tüm okula rezil olduğum yetmezmiş gibi, Gülçin'den sinirimi de alamamıştım. Sadece şaka mı!? diye sayıklamaya başladım içimden. Onun için eğlenceden ibaret olan şey, benim için kâbus gibiydi. Düşündükçe daha çok sinirleniyordum. Bir süre hızlı hızlı, nereye gittiğimi dahi bilmeden yürüdüm. Öfkemden fark etmediğim dizim, yürüdükçe acımaya başlamıştı. Biraz daha yavaş adımlarla yürümeye devam ettiğimde gittikçe topallamaya başlamış, en sonunda adım dahi atamaz hâle gelmiştim. Yolun kenarındaki bir banka yavaşça kendimi bırakıp derin bir nefes aldım. İlk önce kafamı kaldırıp gri bulutlarla kaplı gökyüzüne, ardından karşımda dalgalanan denize bakmıştım. Daha kötü ne olabilir? diyordum ve oluyordu. Kabuğuma çekilip her şeyden uzaklaşmak, kaçmak istedim. Uzun bir tatile ihtiyacım vardı sanki. Yabancı bir şehirde, tek başıma, sessiz sakin bir tatil… Bir süre oturup kendimi olacaklara hazırlamak istedim. Yaşadıklarım yetmezmiş gibi bir de teyzem ve amcamın azarını işitecektim. Bu kargaşadan mutlaka haberleri olacaktı. Onlara ne diyeceğimi dahi bilemiyordum. Anlatmak sorun değildi ama yaşadığım bu zorbalığı öğrenirlerse beni yanlarına almak isteyeceklerdi. Yalan da söyleyemezdim. İki arada bir derede ellerimi saçlarıma daldırıp başımı tekrar gökyüzüne kaldırdım. Telefonumun titrediğini fark ederek ekrana baktım. Teyzem arıyordu. Cidden bu kadar erken mi öğrenmişti? Sıkıntıyla oflayıp oturduğum yerden kalktım ve eve doğru yürümeye başladım. Eninde sonunda onlarla yüzleşmek zorunda kalacaktım. Bunu da bir şekilde atlatmaktan başka çarem yoktu. Eve geldiğimde cebimde telefonumdan başka bir şey olmadığını, yedek anahtarı almak için okula gittiğimi hatırlamıştım. Çantam muhtemelen katilde kalmıştı. Cüzdanım, kimliğim, kartlarım... O sırada içeriden gelen sesleri fark ettim. Muhtemelen teyzem ve amcam olanları öğrendiği gibi buraya koşmuştu. Elimi kaldırıp zile uzandım. Bir anlığına tereddüt etsem de zile basıp bekledim. Çok geçmeden kuzenim Selin kapıyı açmış, endişeli gözlerle beni süzmüştü. Buruk bir gülümsemeyle içeri geçtiğimde teyzem ve amcamın aynı anda seslerini duymuştum.

 

"Bade!"

 

Bundan kaçışım yoktu. Derin bir nefes alıp yanlarına doğru yürüdüm. Nasıl açıklayacağımı düşünürken meraklı bakışlar üzerimde geziniyor, gerginliğim gittikçe artıyordu. Hepsine kısa bir bakış attıktan sonra tekli koltuğa oturdum ve teyzemin oğlu olan Arda'ya baktım. Bakışları meraklı olduğu kadar endişeliydi de. Amcamın kızı Selin ise oldukça üzgün ve en az benim kadar stresli görünüyordu. Sessizliği bozan amcam oldu:

 

"Bir açıklama yapacak mısın?"

 

Benim için endişelendiği açıktı ama yumuşak davranıp yüz vermek de istemiyordu. Hiçbir şey söylemeden gözlerimi kaçırdım. Yalan da söyleyemeyeceğime göre susmayı tercih etmiştim. Anlatmayacağımı anlayan amcam kafasını sallayıp iç geçirdi. Bu kez teyzem söze girdi:

 

"Neden kavga ettin?"

 

İkinci bir soruyla gözlerimi Arda'ya diktim yalvarırcasına. Arda ise kafasını sallayıp 'Ne yapabilirim?' demişti dudaklarını oynatarak. Selin de Arda'ya katılıp başını salladı. İkisine de sinirle bakarken tekrar suspus olmuş, önüme dönmüştüm. Didem teyzem ısrarla cevap vermemi bekliyordu. Yengem:

 

"Okuldan atılacağını söylediler." dedi.

 

Şaşkınca onlara baktım.

 

"Ne?"

 

Eniştem bana döndü.

 

"Disiplin kurulu toplanıp karar verecek senin için. Kararın ne olduğu bariz."

 

Diyecek hiçbir şey bulamamıştım. Bir anlığına dinen öfkem tekrar peyda oldu. Yüzümü ellerimin arasına alıp dirseklerimi bacaklarıma yasladım. Dönemin ortasında okuldan atılacaktım.

 

''Ne yapacağım şimdi ben?''

 

Kendi kendime mırıldanırken yengem tekrar konuştu:

 

"Yorma bizi Bade, neler oldu anlat hadi."

 

Nasıl anlatabilirdim ki? Sustum. Amcam sinirle ellerini ovuşturup geriye yaslandı. "Peki, sen bilirsin."

 

Hemen ardından dördü birden bağırdı:

 

"Bize geliyorsun!"

 

Amcam “Olmaz, bize gelecek.” diye söylenirken Didem teyzem anında karşı çıkmıştı.

 

“Hayır, bize gelecek!”

 

Başından beri dördü de evde tek yaşamamı istememişti. Bu da onlara fırsat olmuştu; beni yanlarına almak için can atmışlardı.

 

Amcam "Kardeşimin emaneti o benim!" dedi.

 

İçten içe şaşırarak cenk edişlerini izlerken, inatçı teyzem hiçbir zaman anlaşamadığı amcama çirkefçe söylendi:

 

"Benim de kardeşimin emaneti!"

 

Arda, gerginliği yatıştırmak istercesine araya girdi:

 

“Hey! Sakin olun.”

 

Böyle bir durumda itiraz edemezdim. Kavga edişlerine daha fazla şahit olmak istemeyerek ayağa kalktım ve odama çıktım. Yatağıma uzanarak sinirle oflarken, hemen ardımdan giren Selin gülerek konuştu:

 

"Ortalığı birbirine katıp köşeye çekildin. Aynı yengem gibisin."

 

Alay dolu gülüşüne karşılık yüzüne bakmakla yetinmiştim. Selin yatağa yaklaşıp oturdu ve elini karnımın üzerine koydu.

 

"Anlatmak ister misin?"

 

Daha önce birçok sırrımı anlatmıştım ona. İyi bir sır tutucuydu. Yatakta doğrulup tereddütle Selin'e baktım. Selin gülümseyip başını sallayınca sıkkınca anlatmaya başladım.

 

"İşten çıkıp eve doğru gidiyordum...''

 

Olup biteni bir çırpıda ortaya dökmüştüm. Yorgunca nefes alıp bıraktığımda, şaşkınlıkla beni dinleyen Selin her an bayılacak gibi duruyordu.

 

"Bunların hepsi iki günde mi oldu?"

 

Başımı salladığımda dudaklarını dişleyip bir süre etrafa bakındı.

 

"Adını falan biliyor musun?"

 

''Akın olduğunu biliyorum sadece.''

 

Selin duraksadı. Tam bir şey söyleyeceği sırada kapının açılmasıyla ikimiz de susup Arda'ya döndük.

 

"Kızlar bunun hesabını size soracağım. Canım çıktı ortalığı sakinleştirene kadar. Neyse Bade,” elini şaklatıp “bize geliyorsun." dedi.

 

Sıkkınca ayağa kalktım.

 

"Asıl ben size kızgınım. Beni kurtarabilirdiniz."

 

"En son evi yaktığında kurtarmıştık. Bu sefer kurtuluşun yok."

 

"O iki sene önceydi. Hadi o zaman, toplanmama yardım edin." Arda ellerini kaldırıp yatağa oturdu.

 

"Ben sadece valizleri taşırım."

 

Selin'in de yardımıyla toplanmaya başladım. Hazırlandıktan sonra Arda bütün valizleri arabaya taşırken ben Selin'le vedalaşıp arabaya binmiştim. Yol almaya başladığımızda teyzem birden elini havaya kaldırıp bağırdı:

 

"Hahayt! Meymenetsizi nasıl nakavt ettim ama!"

 

“Meymenetsiz” benim amcam oluyordu. Hiçbir zaman onunla anlaşamamıştı. Ondan hoşlanmadığını belli etmekten de hiç çekinmezdi. Sevimli kahkahası arabayı doldurup taşırdı. Diğerleri de gülmeye başladığında ben de ağlanacak hâlime gülmüştüm. Teyzem böyleydi, annemin aksine tam bir deli. Annem çok olgun, sakin ve asil bir kadındı. Sürekli müzikle uğraşır, pek sosyal aktivitelere katılmazdı. İki kardeşin nasıl bu kadar farklı olduğuna asla anlam veremesem de teyzem hiçbir zaman annemin yokluğunu hissettirmemişti.

 

Eve vardığımızda uzun zamandır buraya gelmediğimi fark ettim. Ev boyanmış, daha önce düzensiz olan bahçeye bir peyzaj mimarının eli değmiş gibiydi. İçeri girip en üst katta olan odama çıktım. Odam ağırlıklı olarak beyazdı. Yatağımın hemen üzerine annemin, babamın kardeşimin ve kendimin olduğu bir tablo asılmıştı. Aynı tablo kendi evimde de vardı. Teyzemin on yedinci yaş günü hediyesiydi. Yüzümde ufak bir tebessüm oluştu. Onları çok özlemiştim. O sırada Arda soluk soluğa içeri girdi.

 

"Kızım ne koydun bunun içine?" dedi çanta ve valizleri gösterirken. Gülerek yanına gittiğimde tekrar konuştu:

 

"Burası benim odamdı ama annem olanları duyduğu an beni kovdu ve bunları bir saate halletti. Sanki hep bu anı bekliyormuş gibi."

 

"Seni odandan ettim yani?"

 

"Evet, o yüzden bana borçlusun." diye yakındıktan sonra dışarı çıktı. Birkaç saat sonra odaya yerleşmiştim bile. Yatağa yatıp beyaz tavana öylece bakmaya başladım. Birkaç dakika geçmemişti ki kapı çaldı. Kafasını uzatıp içeri bakan teyzem beni görünce söylenerek odaya girdi.

 

“Merak etme aşkım ben ona sorarım kavga etmek neymiş!”

 

Koridordaki enişteme söylemişti bunları. Kapının ardından onu görebiliyordum. Kapıyı kapatan teyzem bana döndüğünde yüzündeki gergin ifade yumuşadı ve sessizce sordu. “Ağzını yüzünü kırdın dimi?” Güldüm.

 

“Başka ne yapacaktım?”

 

Genişçe sırıtarak ellerini yumruk yapıp havada savurdu.

 

“İşte benim kızım!”

 

Hiç bitmeyen enerjisiyle zıplaya zıplaya yanıma geldiğinde kendini öylece yatağa attı. Benimle birlikte tavana bakmaya başlamıştı. Derin bir nefes alarak gözlerini kapattı.

 

"Bade..."

 

Yumuşacık çıkan ses tonuyla içten içe irkilmiştim.

 

"Hıh?"

 

 

"Buraya geldiğin için çok mutluyum, iki erkeğin arasında canım çok sıkılıyordu." Yüzümü kaplayan içten gülümsemeyle ona doğru dönüp sımsıkı sarıldım.

 

''Ne olduğunu anlatacak mısın?''

 

Teyzemin merakı dinmemişti. Kendine hâkim olmaya çalışsa da ısrar etmeden duramıyordu.

 

''Peki...''

 

Yüzüne zafer edası yayılmıştı, heyecanla doğruldu.

 

''Sınıf arkadaşım Gülçin gelip sınavların bitişini kutlayacaklarını, gelmek isteyip istemediğimi sordu. Ömer'in de ısrarıyla kabul ettim ama Ömer beni ekti. Mekâna gittiğimizde başta her şey güzeldi. İtiraf etmeliyim ki eğlendim. Ama okul, iş derken yorgundum da. O yüzden fazla geç kalmamak için onlardan önce gitmek istedim. Gülçin arka kapıdan ana yola çıkabileceğimi söyleyince kestirmeden gitmek istedim. Tam seni arayıp beni almanı isteyecekken bir adama çarptım. Arkadaşıyla başıma bela oldular. Onlardan kurtulmaya çalışırken başka bir adam beni kurtardı. Çok korkmuştum. Bayılmışım. Uyandığımda beni kurtaran adamın başımda olduğunu gördüm. Bana temiz kıyafetler verip okula bırakmıştı ki başıma bela olan iki adamın Gülçin'in başının altından çıktığını öğrendim. Ben de kendimi tutamayıp hak ettiğini verdim. Ondan sonrası bildiğin gibi zaten.”

 

Teyzem biraz şaşkın çokça öfkeli görünüyordu. Gülçin'e bir küfür savurup dişlerini sıktı.

 

''Az bile yapmışsın. Bana haber verseydin uçarak gelir, anasından emdiği sütü burnundan getirirdim!''

 

Siniri bir anlığına kaybolarak hüzün dolu bir ifadeyle bana sarıldı.

 

''Bu zamanda kimseye güven olmuyor öyle değil mi?''

 

Ardından müthiş bir ruh hâli değişimiyle yüzüne muzip bir ifade yayıldı.

 

''Bu arada, bu seni kurtaran da kimdi?''

 

Anında kanım çekilmiş gibi bir ürperti sardı içimi.

 

''Ah, şey... Akın diye biri.''

 

Teyzem biraz daha yanıma sokuldu.

 

''Bir melek falan olmalı.''

 

''Eh, şeytan da bir melektir.'' diye mırıldandığımda kaşlarını çattı.

 

''Neden öyle diyorsun?''

 

''Hiç...''

 

Bir süre yüzüme baktı. Sormak istediği bir şey varmış gibiydi ama nasıl dile getireceğini bilmiyordu.

 

''Teyzem... Nasıl desem? Senden faydalanmak gibi bir amacı var mıydı? Aranızda bir şey geçti mi?''

 

Sorusuyla afalladım. İstemsizce olanları tekrar düşünmüştüm.

 

''Hayır.''

 

Üzerinde durmak istemeyerek kafasını salladı.

 

''Bildiğin tek şey adı mı? Soyadını falan bilmiyor musun? Kim olduğunu bilmiyor musun? Numarasını falan vermedi mi?''

 

Ardı ardına sıraladığı sorularla iyice gerilmiştim.

 

''Bilmiyorum hayır, hem ne yapacaksın?'' Teyzem gülümseyip ellerini birleştirdi.

 

''Teşekkür etmek için tabii ki de.''

 

Onu geçiştirip konuyu değiştirmeye çalıştım. ''Gerek yok. Şimdi okulu halletmem gerekecek.'' Teyzem o konuda rahat görünüyordu.

 

''Onu enişten halledecek merak etme.''

 

Minnetle ona baktım. Ardından doyumsuz bir sohbete dalmıştık. Başımdan geçen komik olayları anlatıyor, taklidini yapıyordum. Teyzem ise gülmekten karnını tutmaya başlamıştı. Bu kahkahaların sebebini merak eden Hakan eniştem içeri girip ikimize gülerek baktı.

 

"Hanımlar iyi misiniz? Sesiniz giriş kattan duyuluyor."

 

Teyzem gülmekten konuşamamıştı bile. Eniştem başını iki yana sallayıp tekrar konuştu:

 

"Bir tane deli vardı, iki tane oldu."

 

Kahkahalarımıza o da istemsizce gülerek odadan çıktı. Zar zor gülmeyi bırakan teyzem, kendini toparlamaya çalışarak derin bir nefes aldı. Sakinleşince bana döndü ve ellerini çırptı.

 

"Bu arada..."

 

Bir şey aklına yeni gelmiş olmalıydı.

 

"Yarın akşam bir davete katılacağız. Eniştenin işi için çok güzel bir fırsat olacak. Ayrıca Arda'nın kendi projesine sponsor bulması için de mükemmel bir ortam. Davet listesinde birkaç iş adamının isimleri vardı. Hiçbir şey olmasa bile adımızı duyurmuş olacağız."

 

Işıltılı gözlerle bana bakıyordu. Tam ağzımı açmıştım ki vereceğim cevabı beklemeden kulaklarını kapattı.

 

"La la la lalaaaa~"

 

Beni dinlemediğini gösteren bu çocukça davranışına gülerken, şarkısını yarıda kesip hızlıca söylendi:

 

"İtiraz kabul etmiyorum."

 

Derin bir nefes alıp ellerini kulaklarından çektim.

 

''Reddetmeyeceğim zaten. Orada seni tek bırakmaya niyetim yok.''

 

Gözleri dolmuştu. Bir kez daha sımsıkı sarıldı bana. O sırada Hakan eniştem tekrar kapıyı çalıp içeri girdi.

 

''Yemek hazır. Üstelik benim ellerimden.''

 

Uzun zamandır ev yemeği yememiştim. Teyzem elimden tuttu, koşturarak odadan çıktık.

 

“Sona kalan bulaşıkları yıkar!”

 

Yanından geçerken eniştemi odaya tıkmış, üzerine kapıyı da kapatarak zaman kazanmıştı. Gülerek aşağı indiğimizde hemen yerlerimizi aldık. Aç bir kurt gibi tıka basa karnımı doyururken, teyzem çiçekleri sulama bahanesiyle Arda'yı da alıp bahçeye çıktı. Gazetesini okuyan eniştem bana döndü.

 

''Düşünceli görünüyorsun.''

 

Ağzımdaki lokmayı yutup gülümsedim.

 

''Dalmışım.''

 

Gazetesini katlayarak masaya koydu.

 

"Hangi okula gideceğin daha belli değil ama amcan büyük bir ısrarla seni özel okula yazdırmak istiyor. İstediğin herhangi bir okul var mı?"

 

Utandım içten içe. Bu histen nefret ettiğim için tek kalmayı tercih ediyordum zaten. Onların yanında sürekli mahcup oluyordum. Amcamın ve eniştemin benim için çabaladıklarının farkındaydım. Üstelik okuldan atılmama rağmen fazla üstüme gelmemişlerdi.

 

"Devlet okuluna gitmeyi düşünüyorum."

 

"Bade.''

 

Sesi ciddi olsa da yumuşak çıkmıştı. Kollarını masaya yaslayıp yaklaştı.

 

''Sen bizim kızımızsın. Bir annen veya baban kadar olamayız biliyorum ama bunları atlattığını düşünüyorum. Utanıp sıkılacak hiçbir şey yok ortada. Tamam, okuldan atıldın ama önemli olan bundan ders çıkarman."

 

"Peki..."

 

"İstediğin bir okul yoksa amcanla eğitimi iyi olan bir okul araştırırız. Hadi sen de odana çık, uyu biraz. Yorgun görünüyorsun."

 

Aşağıda geçen kısa konuşmanın ardından odama çıkmıştım. Akşama doğru Arda yanıma uğramış, okula gitmemiz gerektiğini söylemişti. Hemen hazırlanıp eniştem ve teyzemle okula gittiğimizde sözlü ve yazılı olarak savunmam alınmıştı. Eniştem öğretmenlerle konuşup okula devam etmem için çabalarken teyzem “Nerede o yelloz?” , “Tenhada kıstırmayım kızım seni!” , “Çıkışa gel!” gibi şeyler söyleyerek her şeyi daha beter ediyordu.

 

“Hocam bir daha düşünün. Gerekirse aileler konuşup anlaşsın.”

 

Eniştem çabalamaya devam ederken müdür yardımcısı başını iki yana salladı.

 

“Hakan Bey, Gülçin şu an hastanede. Başından yaralandığı için dikiş atılmış.” derken teyzem gülmemek için dudaklarını büzüp bana döndü.

 

“Nasıl yaptın kız?”

 

Ona bakıp sessizce cevap verdim. “Kafasını araba kaputuna geçirdim.” Teyzem şaşkınca bana baktı.

 

“Helal kız!”

 

Bir yandan koluyla beni dürtüyordu. Fısır fısır konuşmalarımız eniştemin dikkatini çekince ters ters bize baktı. İkimize de çok sinirli görünüyordu. Teyzemle anında susup müdür yardımcısının sözlerini dinledik.

 

“Şikâyetçi olmamaları için zor ikna ettik. Normalde bu tür yaralama olaylarında disiplin kurulu olarak ilgili ilçe veya il Milli Eğitim Müdürlüğüne öğrenciyi örgün eğitim dışına çıkarma cezası teklif etmemiz gerekir. İlçe veya il Milli Eğitim Müdürü ise disiplin yönetmeliğine uygun olduğuna karar verirse cezayı onaylar. Bu durumda öğrenci yalnızca açıktan eğitimine devam edebilir. Ancak Bade’nin son senesi olduğu için disiplin kurulu olarak örgün eğitim dışına çıkarmanın bir alt cezası olan okul değiştirme cezası vermeye karar verdik. Bizim en fazla yapabileceğimiz bu.”

 

Eniştem bu sözlerin ardından ikna olmuşa benziyordu. Daha fazla ısrar da etmedi. Gerekli işlemlerin ardından okulda kalan eşyalarımı alıp eve tekrar dönmüştük. Yatağa girip biraz uyumak istedim. Onca olayın ardından saatler bir türlü ilerlemiyordu. Oysa birkaç gün geçmiş gibi dolu doluydu yaşadıklarım. Her şeye rağmen kendimi burada daha güvende hissediyordum. Telefonun zil sesini duymamla kapattığım gözlerimi açtım.

 

"Neredesin? Neden telefona cevap vermiyorsun?"

 

Ömer'in endişesi ses tonundan anlaşılıyordu. Okuldayken birkaç kez aramıştı ama açamamıştım. Daha sonra ise geri aramak aklımdan çıkmıştı.

 

"Okul değiştirme cezası aldım..."

 

Soğukça söylediğim sözlerle kısa süreli bir sessizlik oluştu.

 

"Ne?”

 

Sesimi çıkarmayınca Ömer tekrar konuştu.

 

''İstersen okulla konuşurum."

 

"Gerek yok. Teyzem ve amcam öğrendikleri gibi beni almaya geldiler. Şu an teyzemlerin evindeyim, bir süre burada kalacağım."

 

"İyi, güvendesin yani."

 

"Evet."

 

"Bak, okulla konuşursam-"

 

"Hayır, o okula adım dahi atmak istemiyorum." Ömer derin bir nefes aldı.

 

"İyi madem, en kısa zamanda ayrıntılı bir şekilde konuşacağız tamam mı?"

 

"Tamam."

 

"Dikkat et kendine."

 

"Sen de."

 

Telefonu komodine bırakıp tekrar uzandım. Saate baktım: 21.49.

 

''İşi kaçırdım. Harika.''

 

Niyetim kalkıp duş almaktı ama biraz daha uzanayım derken uykuma yenik

 

düşmüştüm. Yağmurun hiddetle cama vurmasıyla gözlerimi açtım. Kara bulutların arasından duruluğuyla yeryüzüne inen yağmur taneleri ne kadar soğuk olsa da kirlerinden arındırmıştı sokakları. Buharlanmış camdan öylece dışarıyı izledim bir süre. Ardından sonbahara yakışır bir şarkı mırıldanarak kalktım ve duşumu aldım. Aşağı indiğimde ise Arda'nın masadan bir şeyler yemeye çalıştığını ama teyzemin her seferinde eline vurup azarladığını görmüştüm. Aceleyle boş sandalyeye oturdum.

 

"Günaydın, neden uyandırmadınız? Çok beklettim mi?" Sorduğum soruyla teyzem gülümsedi.

 

"Günaydın canım, hayır beklemedik."

 

 

Annesinin cevabıyla göz deviren Arda, elindeki çatalı göstererek yakındı:

 

"İki saattir bir lokma aldırmadın anne."

 

Teyzem oğluna muzip bir öfkeyle bakarak tahta kaşığı kafasına vurdu.

 

"Sen sus!"

 

Kahvaltı boyunca ikisinin didişmesine gülerek karnımı doyurmuştum. Aile kavramının sıcaklığını uzun zaman sonra tekrar hissetmek güzeldi. Kahvaltıdan sonra hafta sonunun verdiği keyifle odama çıkmış, kendimle vakit geçirmek istemiştim. Ama teyzem buna fırsat vermeden odamın kapısını çalmış, bir kedi yavrusu gibi içeri süzülmüştü. Elinde tuttuğu birkaç fırça, maske, oje ve kutuyu yatağın üzerine attı.

 

''Hadi biraz bakım yapalım.''

 

Bu kadının yaşama sevincinden istiyordum. Küçük bir çocuğun babasını esir alıp kuaförcülük oynadığı gibi teyzem de beni esir almıştı. Önce bana sonra kendine yüz ve saç maskesi yapmıştı. Ardından birbirimize oje sürmüş, çeşitli krem ve losyonları vücudumuza boca etmiştik. Kapının arkasından Arda'nın sesi duyuldu.

 

''Bade?''

 

''Efendim.''

 

''Gelebilir miyim?''

 

''Gel.''

 

İçeri giren Arda hâlimizi görünce yüzünü buruşturdu.

 

''Annemin bu hâline alışkınım ama seni böyle görmeyi beklemiyordum. Nazım abi bunları getirdi. Senin istediğini söyledi anne.''

 

Nazım abi teyzemlerin çalışanıydı. Çalışandan çok, aileden biri gibiydi. Yaşına rağmen her işe koştururdu. Teyzem bunu bekliyormuş gibi yataktan atlayıp kutuları karıştırdı.

 

''İşte bu.''

 

Kutudan çıkardığı kırmızı elbiseye bakıp iç geçirdi.

 

''Ne yalan söyleyeyim içine girebilseydim ben giyecektim ama sana kısmetmiş.''

 

Uzun, kırmızı ve ip askılı saten elbise oldukça sade ve şıktı. Sırtı, dökümlü eteğine kadar bağlamalıydı ve sırt iplerinde ince parlak taş detayları vardı. Ben gülerken teyzem alelacele elbiseyi bırakıp Arda'nın koluna yapıştı.

 

''Sıra sende.''

 

Arda'yı yatağa oturtup tavşan kulaklı pembe bir tacı kafasına geçirdi.

 

''Anne başlama yine.''

 

''Şhh! Uzan şöyle.''

 

Arda kaçışının olmadığı fark edip sıkıntıyla derin bir nefes aldı ve uzandı. Teyzem hemen işe koyulmuş, Arda'nın yüzüne kil maskesi sürmeye başlamıştı.

 

''Akşamki davet senin için önemli, değil mi?''

 

Sorduğum soruyu onaylayan Arda gözlerini kapattı.

 

''Evet.''

 

''Çok güzel bir fırsat. Bunu değerlendir.''

 

"Tabii ki değerlendireceğim. Güzel kızları nasıl es geçebilirim?" Teyzem sinirle Arda'nın ağzına vurdu. ''Projenden bahsediyor aptal! Kızlardan değil.'' Arda güldü.

 

''Ah evet. O da var tabii.''

 

"Sırf o yüzden gidiyorsun değil mi?"

 

"Tabii kızım, yoksa neden gideyim?"

 

Sonunda Arda'yla uğraşmayı bitiren teyzem onunla birlikte odamdan çıkmıştı. Ben de elbisenin hakkını verebilmek için hazırlanmaya koyulmuştum. Elimden geldiğince özen gösterirken acele etmeden, keyif alarak hazırlandım. Aşağıdan bana seslenen Arda'yı duyunca odamdan çıkıp aşağı indiğimde, merdivenin başında bekleyen teyzemin gözleri beni fark etmesiyle kocaman olmuş, ellerini çenesinin altında birleştirmişti. Eniştem de gülümseyerek bana bakarken, Arda bir ıslık çaldı.

 

"Dedim sana bir tane de kız yapalım diye!"

 

Teyzemin sözleriyle eniştem başını iki yana sallarken, teyzem ellerimden tutup bir kez daha süzdü beni.

 

''Hep bir kızım olsun istemiştim.''

 

Arda annesine sinirli sinirli bakarken eniştemden topladığım iltifatlarla yola çıkmıştık.

 

Geldiğimiz otel küçük bir saray yavrusunu andırıyordu. Her yer fazlasıyla şıktı. Hayranlıkla etrafı süzerken Arda'nın koluna girip yürümeye başladım. Teyzem de kocasının koluna girmişti, önümüzden yürüyorlardı. Geniş kapıdan görünen kalabalıktan geç kaldığımızı anlamıştım.

 

"Beni bekleyin güzel kızlar."

 

Arda'nın sözlerine gülerek içeri girdik. İçerisi bir düğün salonundan farksızdı. Ortada geniş bir boş alan, iki yanda ise masalar vardı. Tavandan aşağı sarkan büyük taşlı avizenin etrafındaki beyaz spot lambalar, avizenin zayıf sarı ışığını bastırıyordu. Arda hayal kırıklığıyla tekrar konuştu:

 

"Ohoo! Kızım diğer kızlar senin yanında sönük kalıyorlar be."

 

Gülümsemem iyice genişlerken Arda göz kırpmıştı. Yarı yolda teyzemleri durduran bir adam büyük bir heyecanla eniştemin elini sıkmış, masaya kadar eşlik etmişti. Çenesi bayağı düşüktü ve sesi gürdü. Normal tonda konuşmasına rağmen dışarıdan kavga ediyormuş gibi görünüyordu. Neyse ki gülen yüzü bunu biraz olsun bastırıyordu. Yanında tıknaz ama şık bir kadın vardı ve o da gülümseyerek arada lafa karışıyordu. Susmak bilmeyen adama laf yetiştirmeye uğraşan eniştem ise oldukça gerilmiş görünüyordu. Neticede adam, eniştemin sakin ve nezih kişiliğiyle hiç uyuşmuyordu. Onu kurtaran, masaya gelen başka bir adam oldu. Bu dazlak, yaşlı adam oldukça uzun boylu ve zayıftı. En az susmak bilmeyen adam kadar konuşkandı ama sesi daha alçak ve yumuşaktı. Bazen sohbetin ucu bana dokunuyordu, elimden geldiğince kısa ve net cevaplarla geçiştirmeye çalışıyordum. İnsanlarla iletişim kurmak, özellikle tanımadığım insanlarla iletişim kurmak oldum olası beni germiş ve heyecanlandırmıştır. Bundan garip bir rahatsızlık duyuyordum, yanlış bir şeyler söyleme ihtimali bile beni fazlasıyla korkutuyordu. Nihayet susmayı başaran iki konuşkan adam masamızdan ayrılırken, gülümseyerek bana uzatılan elleri sıktım ve memnun olduğumu söyledim. Eniştem gidenlerin ardından bakarak derin bir nefes aldı.

 

''Yoğun bir akşam olacak.''

 

Teyzem de onayladığı sırada eniştem Arda'ya biraz daha girişken olması konusunda kızmış, tüm yükü omuzlarına attığını söylemişti. Arda ise ilk defa böyle bir şey yapacağı için gergin olduğunu söylüyordu. Onların konuşmasını dinlerken ileride kır saçları geriye taranmış yaşlı bir adam, keskin yüz hatlarıyla oldukça ciddi görünen orta yaşlı bir adam, adamın aksine oldukça yumuşak ve güler yüzlü bir kadın ve smokinli, uzun boylu, yüzü orta yaşlı birinin yüzünü andıran genç bir adamın bize yaklaştığını gördüm. Biraz dikkat kesildikten sonra, iyice yaklaşmalarıyla smokinli gencin Akın olduğunu fark ettim. Gözlerim yerinden fırlamıştı. Hızla çantamı suratıma tutup arkaya döndüm. Endişeyle ne yapacağımı düşünürken teyzem ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi bana baktı. Ardından aklına bir şey gelmiş gibi konuştu:

 

''Ah, yoksa o Akın?''

 

Susması için işaret edip bir adım attım ki teyzemin kolumdan yakalamasıyla kaçış planım alt üst olmuştu. Dudağımı dişleyerek bir süre bekledim. Anlaşılan kaderim hayatımı altüst etmekte kararlıydı. Çantamı yavaşça indirdim ve yüzümü onlara döndüm. Masaya geldiklerinde yaşlı adam eniştemin elini sıktı.

 

''Gelmene sevindim Hakan. Oğlum senden bahsetti. Ben Mesut Korel.''

 

''Memnun oldum. Davet için teşekkür ederiz.''

 

''Ne demek! Sizi de aramızda görmek bizi mutlu etti.''

 

Orta yaşlı adam da eniştemin elini sıktı ve Arda'ya bakıp konuştu:

 

''Genç girişimcilerimizin önünü açmalıyız, öyle değil mi?''

 

Görünüşünün aksine oldukça güler yüzlüydü. O sırada kadın teyzemle selamlaşmıştı.

 

''Nasılsın Didem? Uzun zaman oldu.'' Teyzem gülümsedi.

 

''Teşekkür ederim, iyiyim. Evet, uzun zaman oldu. Sen nasılsın?''

 

''Yoruldum biraz ama iyiyim.''

 

Ardından bana dönüp sevecen bir ifadeyle süzdü.

 

''Kızın olduğunu bilmiyordum.'' Teyzem güldü.

 

"Kızım sayılır. Benim vefat eden kardeşimin kızı, Bade."

 

Kadın teyzemin sözleriyle fazlasıyla şaşırmışa benziyordu.

 

"Gerçekten mi? En son gördüğümde küçücüktü. Çok güzelleşmiş, gözleri aynı annesi."

 

Gülümseyerek nazikçe kadını selamlamış, teşekkür etmiştim. Kadının yanındaki, Akın'a çok benzeyen adam da bana bakıp gülmüştü.

 

"Bu küçük Bade mi? Gerçekten çok değişmiş."

 

Tanımadığım bu insanların beni nereden bildiklerini merak etsem de hiçbir şey soramadan gülümsemekle yetinmiştim. Kadın aklımı okumuşçasına tekrar konuştu.

 

"Ben Esila. Eskiden annenin yakın bir arkadaşıydım. Bu da eşim Sami, o da babanın arkadaşıydı."

 

Mümkün olduğu kadar kısa kesmeye çalışarak başımı salladım. Şaşırmıştım ama bunu samimiyetle dışa vuracak cesaretim yoktu. Çünkü Akın'ın çekinmeyen keskin bakışları üzerimdeydi.

 

"Memnun oldum."

 

Dışarıdan her ne kadar gülümsüyor olsam da içim korkuyla titriyordu. Esila Hanım, konuşmaya dahil olmaya niyeti olmayan Akın'ın omuzlarından tuttu.

 

"Bu da oğlum Akın."

 

Ya teyze bu korkunç şeye nasıl dokunuyorsun!? içimden geçirdiklerim yalnız bundan ibaret değildi. Gittikçe kalbim hızlanıyordu. Yutkunup nihayet yüzümü Akın'a çevirdim. Anında gözlerimin içinde bulduğum gözleri koyulaşmış, hiçbir tepki vermeden öylece bana bakıyordu. Esila Hanım yüzünden eksik etmediği gülümsemesiyle devam etti:

 

"Biraz soğuktur kendisi."

 

Zoraki bir gülümsemeyle konuştum.

 

"Memnun oldum." deyip hıçkırdım.

 

Hıçkırmamla kaçırdım gözlerimi. Yalanımın ortaya çıkması beni oldukça utandırmıştı. Arda içten içe gülmeye başladığında teyzem ve eniştem bana dönmüş, yüzleri şaşkın bir ifadeyle kaplanmıştı. Tepki vermeyen tek kişi Akın'dı. Hiç bozuntuya vermeden elini uzattı.

 

"Ben de memnun oldum."

 

Kafamı kaldırıp bana uzatılan güçlü ele baktım. Elini kaplayan belirgin damarlar gömleğin altından kollarına kadar bir yol izliyordu. Yutkunarak yumruklarımı sıkarken istemeyerek de olsa buz kesilmiş elimi uzattım. Titreyen elim onun sıcak eline dokunduğu an, Akın avuçlarında minicik kalan elimi kavramış, yavaşça eğilip bir buse kondurmuştu. Bir kez daha yutkundum. Akın geri çekildiğinde ise yavaşça elimi çektim.

 

"Torunum Akın küçükken senin saçını yakmıştı hatırlıyor musun?"

 

Gözlerim açıldı şaşkınlıkla. Bu kez şaşkınlığımı gizleyememiştim ama bozuntuya vermeden güldüm.

 

"Ö-öyle mi? Hiç hatırlamıyorum." Yaşlı adam yüksek sesle güldü.

 

''Hatırlamaman normaldir gerçi. İki veya üç yaşında falandın. Annen saçlarını lüle lüle iki yandan bağlamıştı. Oyun oynarken Akın'ın silahını kırmıştın. O da senin saçını yakmış, sonra yanıyorsun diye havuza atmıştı. Ondan sonra Akın'la bir daha görüşmedin."

 

Şaşkınlıkla Akın'a döndüğümde Akın da bunu yeni duymuş olmalı ki hatırlamaya çalışır gibi kaşlarını çatarak dedesine baktı. Küçüklükten beri katil ruhlu olduğu belliymiş! diye içten içe söylenirken annesi güldü.

 

''Eh, çok zor bir çocuktu. Arsızlığının haddi hesabı yoktu.''

 

Akın gözlerini yaşlı adamdan çevirip umursamazca tekrar bana diktikten biraz sonra, elinde çantayla Nazım abi geldi. Kısa sürede konu işe gelmiş, Koreller Arda'nın çantadan çıkardığı bir dosyayı tek tek elden geçirmeye başlamışlardı.

 

"Lösemi hastaları için hazırlanan bu proje..." diyerek cümlesine başlayan Arda bir şey anlatıyor, yaşlı adam ve oğlu onu dinlediğini belirten bir ifadeyle başını sallayarak ara ara onaylıyorlardı. Akın ise dikkatini elindeki dosyaya vermişti. Gözleri satırları hızlı hızlı takip ederken bir yandan da Arda'yı dinliyordu. Arda sözlerini bitirdiğinde Mesut ve Sami Bey onu biraz övmüş ve tavsiye vermişlerdi. Ardından Akın konuştu:

 

''İleride değerlenecek bir proje. İlgilenmek isterdik ama yakın zamanda başka bir projeye daha sponsor olduk. Bununla birlikte sponsor olduğumuz beş proje şirketin bütçesini yeterince sarsacağından, başka bir sponsorluğumuz söz konusu olamaz.''

 

Uzun ve soluksuz cümleleri, ilgisinin bir göstergesiydi.

 

''Ama CV ve dosyanın bir kopyasını gönderirsen web sayfamızda yayınlayabiliriz. Eminim dikkat çekecektir.''

 

Son sözleri biraz umut olmuştu. Bu kez Sami Bey söze girdi.

 

''Herhangi bir projede fesih söz konusu olursa sizinle iletişime geçeriz.''

 

Eniştem ve Arda teşekkür ettikten sonra, klasik bir vedayla yanımızdan ayrılmışlardı. Gittikleri an derin bir nefes almış, bir an önce buradan ayrılmak için bahane aramaya başlamıştım. O sırada teyzem ve eniştem masadan ayrılıp selam verdikleri başka bir masaya gitmişlerdi. Arda ise bir süre yanımda durduktan sonra parmağını şıklatarak bana döndü.

 

"Kuzen, şu kızı kestim, ben kaçar."

 

Masada tek başıma kaldığımda etrafa sıkıntıyla bakındım. Gözlerim teyzemleri arasa da az önce gittikleri masada görünmüyorlardı. Annesini kaybetmiş bir çocuk gibi içimi endişe sararken Akın'ın bana doğru hızla yaklaştığını görmemle irkildim. Ne yapacağımı bilemeyerek tekrar teyzemleri aradım. Üstelik Arda'yı da gözümden kaçırmıştım. Akın oldukça öfkeli görünüyordu. Benim onu gördüğüme memnun olmadığım gibi o da beni gördüğüne memnun değildi. Birkaç adım gerileyip hızla masadan ayrıldım ve koşar adımlarla davetlilerin arkasına doğru yürümeye başladım. Dönüp arkama baktığımda Akın'ın daha da hızlandığını fark etmemle koridorda koşup ilerideki döner kapıyı hedef aldım. Tam kapıdan geçmiştim ki sıkışan eteğimle duraksayıp çekiştirmeye başladım. Ama koridorda bana doğru ilerleyen Akın iyice bana yaklaşmıştı. Endişeyle elbiseyi sertçe çektim. O anda kulaklarıma tiz bir yırtılma sesi ilişti. Umursamaya fırsat bulamadan adımımı atmıştım ki yırtılan yerden firar eden bacağımla öylece kaldım. O an Akın'ın sert sesini duydum:

 

"İçeri!"

 

İçeride yankılanan sesle dışarıda pinekleyen çalışanlar hızla içeri geçtiler. Ben de tekrar koşmaya başlamış, etrafıma bakınıp yardım dileyecek birini aramıştım. Aradığım yardımı bulamayınca koca bahçenin tam ortasındaki süs havuzuna doğru koştum bu kez. Çeşmeye ramak kala kapıdaki korumaları gördüm. Tam seslenecektim ki ağzımın kapanmasıyla sözlerimi yutmuştum. Kurtulmak için çabalarken Akın beni bedenine yaslamış, süs havuzunun arkasına çekmişti. Havuzun içinden yukarı fışkıran sulardan dolayı birinin bizi fark etmesi zordu.

 

"Sana soracaklarım var."

 

Yutkunup ağzımdaki eli tutmayı bıraktım. Akın beni bıraktığında ona dönmeden bekledim.

 

"Neden sürekli karşıma çıkıyorsun?"

 

Her zamanki soğuk sözleriyle kalbim delice çarpmaya başladı. Ama bu suçlayıcı sözleri beni sinirlendirmişti. Ona dönüp sertçe söylendim.

 

"İnan seni görmek isteyen en son kişi benim."

 

Akın bu sert sözlerime karşılık geri adım atmadı, aksine daha çok yaklaştı. Koca sema, diz çöktü gözlerine. Ay, parlak teninin yanında soluk kaldı, yıldızlar selam verdi kanlı ellere. Kalplere sis çöktü, güller boyun büktü üzerinden çıkmayan kan kokusuna. Ve dinledi toprak sözlerini:

 

"Birine bir şey anlattın mı?"

 

Zihnimde yankılanan soruyla nefesim kesilmişti âdeta. Tüm kaçış yolları anında kapandı, minik bir serçe misali sıkıştım köşeye. Yüzleştiğim gerçeklerle, karşımda tüm görkemiyle bana bakan, kana susamış gözlere baktım.

 

''Hayır."

 

Bir süre yalanımın ortaya çıkmasını bekledi. Çaresiz bir umutla söylemiştim bunu. Çünkü suskunluk ikna edemezdi onu. Kulakları aradığı hıçkırığı duyamayınca yavaşça geri çekildi. Yutkunarak sert yüzüne baktığımda geri dönüp ilerlemeye başlamıştı ki ağzımdan bir hıçkırık koptu. Anında ellerimi ağzıma kenetlerken, irice açtığım gözlerimle duraksayan bedenine baktım. Yerinden çıkarcasına çırpınan yüreğim bedenime kan yerine korku pompalıyordu sanki. Akın önce yavaşça geri döndü, yüzüme baktı soğukça. Ardından adımlarını tekrar bana yöneltti. Bense korkudan sımsıkı kapadığım gözlerimle, kollarımı kendime siper etmiştim. Ve önce kokusunu, ardından sesini duydum:

 

"Gözlerini aç."

 

Gözlerim alev alev yanan gözlerle buluştuğunda yıldızlar birer birer sönüp kaybolmuştu sanki gökyüzünde. Bana doğru umursamazca bir adım attı ki dehşetle ellerimi göğsüne koyup durdurdum onu.

 

''Lütfen..." dedim.

 

'Lütfen...' Tek bir kelime ne çok şey anlatıyordu: korkumu, nefretimi, endişemi, öfkemi, çığlıklarımı... Başıma ağrı girmişti yine. Bir anlığına ellerimi tutan o kara ellerin gölgesini gördüm, ellerimi hızla, tiksinerek çektim ondan. Endişeyle birkaç adım gerileyerek ellerimi çırpmıştım. O ise çattığı kaşlarının altından acımasızca bakıyordu bana. Kendi içinde verdiği bir savaş vardı sanki. Kararsız görünüyordu. Sürekli karşısına çıkan bu yalancı kız sinirlerini altüst ediyordu anlaşılan. Uzunca bakmıştı gözlerime. Ne bir şey söylüyor ne de bir şey yapıyordu. Çok geçmeden arkasına döndü ve büyük bahçede ilerlemeye başladı. Sızlayan şakaklarımla çöktüm çeşmenin yanına. Bacaklarım bedenimi taşımıyordu. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım. Hiçbir şey söylemeden çekip gidişi, beni rahatlatmaktan ziyade huzursuz etmişti. Ne geçiyordu aklından? Olanları başka birinin öğrenmesi onun için sorun değil miydi? Sessizce çekip gitmesinin sebebi neydi? Daha birçok soruyu kendime sorup duruyor, ne yapacağımı bilemeyerek akan suyun sesini dinliyordum. Uzun süre oturdum tek başıma. Elimden bir şey gelmiyordu. Burada daha fazla kalırsam her şeyden önce stres beni öldürecekti. Biraz olsun kendime geldiğimde, bir an önce eve dönmek için ayaklanıp içeri girdim. Masaya varır varmaz teyzem bana döndü.

 

"Suratın bembeyaz olmuş, nereden geliyorsun böyle?"

 

Gülümseyerek her şeyin yolunda olduğunu ifade etmek istedim ve kısa bir cevap verdim.

 

"Dışarıdan..."

 

Uzun bir cümle kursam hıçkırabilirdim ve hıçkırırsam teyzemin üsteleyerek soracağından emindim. Teyzem cevabımdan tatmin olmamıştı. Ama sorun çıkarmak da istemedi. Bir süre yüzüme bakıp önüne döndüğünde titreyen ellerimle bir bardak su içtim. Neyse ki Arda’nın yanıma gelip elindeki kâğıdı sallamasıyla biraz olsun kafam dağılmıştı.

 

"Kızım, kimse kuzeninin cazibesine dayanamıyor. Bak, telefon numarasını kaptım."

 

Arda eline şeker verilmiş bir çocuk kadar mutlu görünüyordu. “Ne zaman büyüyeceksin?” diyerek başımı iki yana salladığımda “Kıskanma.” demiş, beni kışkırtmaya çalışmıştı. Ona alayla gülüp bakışlarımı diğer masalara çevirdim. Gözlerim eceline susamış gibi hemen Akın’ı bulmuştu yine. Yanında iki arkadaşıyla konuşuyordu. Diğer ikisi bir şeyler anlatıyor, oldukça sıcakkanlı ve sempatik gülüşleriyle birbirlerinin omuzuna vuruyorlardı. Akın'ın ise mimikleri soğuk ve sertti. Anlatılanları dinliyor, bazen belli belirsiz bir gülümseme yayılıyordu dudaklarına. Böyle birinin nasıl arkadaşları olabiliyordu? Acaba gerçek yüzünü biliyorlar mıydı? Yoksa şu ana dek ailesi de dahil herkesi kandırmış mıydı? Fark etmeden daldığım düşüncelerle onları süzerken aralarından biriyle göz göze gelmemle kendime gelmiştim. Bana gülümseyerek elindeki bardağı havaya kaldırdığında gözlerimi hemen kaçırdım.

 

''Ne zaman gideceğiz?''

 

Sabırsızca sorduğum soruyla teyzem saate baktı.

 

''Bilmiyorum.''

 

Ardından bana döndü.

 

''Sıkıldın mı?''

 

''Evet.'' dedim. Yüz ifadesi sorgulayıcıydı. Huzursuzluğumu anlamıştı anlaşılan.

 

''Biraz daha sabret.''

 

Can sıkıcı slow müzik durdu. İnsanların belli belirsiz duyulan sohbetleri netleşti. Üç masa ötede siyah saçları permalı, uzunca bir kadının haddini aşan kahkahalarıyla herkes kendi sohbetinden koparak dönüp kadına bakıyordu. Kadın ise geç olsa da insanların bakışlarını fark edip sesini alçaltıyor, tek eliyle kahkahasını engellemek istercesine ağzını kapatıyordu. Birkaç dakika sonra bir tanıdık bir vals müziği ilişti kulağıma: Eugen Doga - Gramofon Waltz.

 

Yavaş yavaş pisti dolduran çiftler gösterişli elbiseleriyle dans etmeye başladıklarında keyifle onları izlemeye koyuldum. Böyle bir şey beklemiyordum. Ama oldukça hoş bir görüntü olmuştu. Teyzem, küçükken zorla Arda'yı dans kursuna yazdırmış, Arda tek gitmek istemeyince beni de yanında gitmem için ikna etmişti. O zamana kadar dans etmeyi sevdiğimden habersizdim.

 

Çiftlerin arkasındaki masada ufak bir hareketlilik hissetmemle dikkatimi oraya çevirdim. Esila Hanım oğlunu itiyor, bir şeyler söylüyordu. Ama zavallı kadın, ittiği kaslı bedeni yerinden dahi oynatamıyordu. Bir süre uğraşsa da onu ikna edemedi. Onları izleyen yaşlı adam olaya el attığında Akın'a yaklaşıp bir şeyler söyledi. Akın sinirle bir nefes alarak boğazını sıkan papyonu sertçe çekip çıkardı ve gömleğinin düğmelerini göğüslerine kadar açarak hızla ilerlemeye başladı. Merakla onları izlerken Akın'ın bana doğru ilerlediğini fark etmemle yeniden telaşa kapılmıştım. Elim ayağıma dolaşmış, tam gitmek için adımımı atmıştım ki teyzemin beni yakalamasıyla duraksadım.

 

"Nereye gidiyorsun Badeciğim? Bak, seni bekleyen biri var."

 

Dişlerinin arasından fırlayan sözlerle yavaşça önüme döndüm. Akın'ın delici bakışları kısa süreliğine üzerimde gezindi ve elini bana doğru uzattı.

 

"Bu dansı lütfeder misiniz?"

 

Seğiren gözlerimle uzatılan ele baktım. Yutkunarak boğazımı temizledim ve reddetmek istedim.

 

"Hay-"

 

Hayır derken teyzem ve eniştemin dirseklerini iki yandan geçirmesiyle sözlerim boğazıma dizilmişti. Arda sessizce gülmeye başladığında gülümsemeye çalıştım ve ileride dikkatle buraya bakan Akın'ın ailesine baktım.

 

"Hay hay, elbette..." diyerek hıçkırdım.

 

Buz kesilmiş elimi ürkekçe onun eline koydum. Teyzem ve eniştem memnun olmuşçasına gülerken, Akın'ın adımlarını takip etmeye başladım. Ortaya geldiğimizde büyük bir alkış tufanı kopmuştu. Rahatsızca etrafıma bakınırken korkuma karışan utançla ne yapacağımı bilemedim. Akın ise her zamanki çatık kaşlarıyla sinsice gülen arkadaşlarına bakıyordu. Sağ elimi sol eliyle tutup diğer elini belime doladı nazikçe. Her an kaçıp gidecekmişim gibi ondan uzak dururken Akın bunu fark etmiş, beni kendine çekerek biraz daha sıkı kavramıştı belimi. Kaçıp gidersem dillerden düşmeyeceği aşikârdı ve onun böyle bir rezilliği yaşamaya niyeti yoktu. Beni saran sıkı elle daha da ürkerken boşta kalan elimi geniş omzuna koydum.

 

"Araban için üzgünüm."

 

Akın bir süre ne demek istediğimi anlamak istercesine baktı. Anladığında ise cevap verdi:

 

''Seni okuluna şikâyet etmeliyim.''

 

''Şikâyet edebileceğin bir okulum yok artık.'' Devam etmemi bekledi.

 

''Okulumu değiştireceğim.''

 

Kaşlarını kaldırıp bana baktı.

 

“Ceza aldın yani?”

 

Cevap vermeden ona baktığımda tekrar konuştu:

 

“Başına bela açmak gibi bir huyun var.”

 

“Pişman değilim.”

 

Hâlâ Gülçin'e sinirliydim. Ona biraz yaklaştım. Bir şey söyleyeceğimi anlayarak hafifçe bana doğru eğilmişti.

 

“Para karşılığında onu öldürür müsün?'”

 

Sözlerimle Akın gülerek geri çekildi. Onun gülümsemesine karşılık benim yüzüm ciddiydi. Bir süre bana baktı.

 

“Sen ciddisin.”

 

Hırslanarak sert ve net bir cevap verdim.

 

“Elbette.”

 

Akın'ın gülümsemesi tepkimle daha da genişledi. Başını iki yana sallayarak ufak bir kahkaha attı. Akın'ın kahkahasını duyan ailesi ve arkadaşları duraksayıp bize döndüklerinde hepsi oldukça şaşkın görünüyordu. Hatta kalabalığa bir uğultu çökmüştü.

 

“Kiralık katil gibi mi görünüyorum?”

 

“Hayrına mı yapıyorsun?”

 

Akın duraksadı. Yüzündeki gülümseme kaybolmuş gözlerini boşluğa dikmişti.

 

“Sayılır.”

 

Üstü kapalı cevabının ardından bir süreliğine ikimiz de sessizliğe gömüldük. Etrafa bakınırken bazı kızların kıskanç bakışlarıyla karşılaşmıştım. Diğer yandan annesinin bakışları da üzerimizdeydi. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Bakışlardan kaçarcasına önüme döndüğümde Akın da bana dönmüştü.

 

“Kızlar... Ve annen, neden öyle bakıyor?”

 

Sözlerimle Akın nihayet gözlerini benden çekmiş, etrafına bakınmıştı. Annesine bir süre bakmayı sürdürüp muzip bir ifadeyle tekrar bana döndüğünde aniden beni yere doğru eğdi ve kendinden emin bakışlarla iyice yaklaştı. Bense bu ani hareketle dengemi sağlamak için geniş omuzlara sıkıca sarılmış sol bacağımı hafifçe kaldırmıştım.

 

“Bilmem.”

 

Yırtılan yerden fırlayan bacağımda hissettiğim elle nefesim kesildi. Tek kelime dahi edemeden salonda yankılanan ıslık ve alkışlarla irkilirken, Akın bir süre daha gözlerime inatla bakmış, çok sürmeden doğrulmuştu. Alaylı bakışları yavaşça yerini ciddiyete bırakırken gözünü dahi kırpmadan bana bakmayı sürdürdü. Meydan okuyordu sanki bana. Düşünceliydi ama ne düşündüğünü tahmin etmek olanaksızdı, bir perde vardı sanki gözlerinde. Bal sarısı gözlere endişeyle bakarken yavaşça boşlukta sürüklenmeye başlamıştım. Görebildiğim tek şey sevgiden habersiz bu acımasız gözlerin sadece kin ve nefret dolu olduğuydu.

 

“İlk miydi?”

 

Meraklı sorularıma karşı sabırla cevap verse de çoğu beni geçiştirmek içindi. Cinayetinden bahsettiğimi anlayarak yine güldü. İlk olmadığı ortadaydı.

 

“Belki bir sonraki sen olursun.” diyerek sertçe belimi sıkmıştı.

 

Beni tehdit etmek istiyordu fakat ben aksine gıdıklanmıştım. Kendimi tutmaya çalışsam da birden gülmeye başladım. Kahkaha atarken hâkim olamadığım tükürüklere maruz kalan Akın gözlerini kapatırken anında gülmeyi kesmiş, şaşkınlıkla elimle Akın'ın yüzünü silmeye çalışmıştım.

 

“A-affedersin… Sen birden öyle yapınca, yani belimi sıkınca, yani belimde tikim var.”

 

Akın yüzüne dokunan elle gözlerini açtığında dişlerini sıktı. Sinirli yüzüne bakıp elimi çektim hemen. Rezil olduğum yetmezmiş gibi onu sinirlendirmiştim.

 

“Dua et ki davetliler ve ailen var.”

 

Her bir sözcüğüyle gözlerimi kırpıştırdım. Derin bir nefes alıp gözlerini tekrar kapadı.

 

“Hâlâ var.”

 

“Hı?”

 

“Yanağımda tükürüğün var.”

 

“Ah…”

 

Tekrar uzanıp hafifçe çenesinden tutarak başparmağımla yanağına dokunduğumda gözlerini açtı. Endişeyle dudağımı ısırırken taviz vermediği bakışlarını üzerimde gezdiriyordu. Elimi yanağından aceleyle çektim. Görünüşünün aksine teni oldukça yumuşaktı. Akın tam bir şey söyleyecekti ki müzik kesildi. Fırsat bulan bense Akın’ı âdeta iterken son olarak birlikte insanları selamlamış, ikimiz de masalarımıza ayrılmıştık. Teyzem gözlerinde ışıltıyla ellerini çırptı.

 

“Harikaydı! Sizi dans kursuna göndermekle iyi etmişim.” Ardından kafasını kaşıyarak elbisemin eteğine baktı.

 

“Elbisenin yırtmacı olduğunu bilmiyordum.”

 

Sadece gülümsemekle yetindim. Çünkü ona “Hediye ettiğin elbiseyi yırttım.” diyemezdim.

 

Hâlâ ellerim titriyordu. Biraz olsun hava almak için adımlarımı dışarı yönelttiğimde Arda sordu.

 

“Nereye?”

 

“Dışarı çıkacağım. Çok bunaldım.”

 

Arda da sıkılmış olacak ki peşimden geldi. Birlikte bahçeye çıktığımızda kimsenin olmamasını fırsat bilen Arda çimlere boylu boyunca uzandı. Ben de ayaklarımı sıkan ayakkabılarımı çıkarıp yanına oturdum. O da doğrulunca ona bakıp sebepsizce kahkaha atmaya başladım. Sinirlerim iyice bozulmuş tüm dengem altüst olmuştu. Komik olan neydi bilmiyordum ama içimde bastıramadığım bir gülme dürtüsü doğuyordu. Arda da istemsizce gülmeye başladığında kahkaham yavaşça dinerken birden ağlamaya başladım. Gittikçe kafayı yiyordum galiba. Şaşkınca gülmeyi kesen Arda bir süre, çocuk gibi dizlerini karnına çekmiş içli içli ağlayan bana baktı. Ardından hiçbir şey sormadan ayaklandı.

 

“Burada bekle geliyorum.”

 

Birkaç dakika sonra elinde bir şarap şişesi ve iki bardakla gelmişti.

 

“Biraz kafa dağıtalım.”

 

Fena fikir değildi. Arda’ya biraz daha yaklaşıp şişeyi açmasını bekledim.

 

“Her şeyi içinde yaşıyorsun.”

 

Arda üzerime gelmek istemese de sitemkâr sözlerini söylemeden edemedi. Çoğu şeyi içime attığım doğruydu. Bu belki birinin beni anlayacağını düşünmediğimden, belki de utangaçlığımdandı.

 

“Bu da geçecek, öyle ya da böyle.” diyerek elimde çalkaladığım kadehi içtim.

 

“Ya geçmezse?”

 

Arda vereceğim cevabı bekledi.

 

“O zaman alışacağım. İnsanoğlu her şeye alışır.”

 

Kaç bardak içtiğimden habersizce sarhoş olmuştum. Arda da bir o kadar sarhoştu. İki kuzen koyu bir sohbete dalmış, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Kendi kendime konuşurken çimlere uzanmış Arda’ya döndüğümde gözlerinin kapalı olduğunu gördüm. Uyumuş bile olabilirdi. Ayakkabılarımı alarak ayaklanırken hafifçe dönen başımla biraz sendelesem de bahçeden çıkıp hemen ilerideki kumsala yönelttim adımlarımı. Denizin kıyısına gelince orada bulunan büyük ve yüksek kayalara tırmandım. Bir elimde topuklu ayakkabılarım diğerinde kadeh, kollarımı iki yana açarak derin bir nefes aldım.

 

“Ah… Deniz kokusunu seviyorum.”

 

Yüzüme çarpan soğuk nemli hava tüm bedenimi ürpertmişti. Eğilip elimdekileri yere koymaya çalışırken bardak devrilerek içindeki şarap kayanın oluklarından denize döküldü. Bardağı kurtarmak isterken ayakkabıları da denize düşürmüştüm. Son anda yakaladığım bardağın dibinde kalan birkaç damla şarabı da içip bardağı denize fırlattığımda olduğum yere öylece uzandım.

 

“Hayattan fazla bir şey istemiyorum.”

 

Kendi kendime söylenmeye başlamıştım yine.

 

“Ben sadece birazcık huzur istiyorum...”

 

“Biraz da para olsa fena olmaz.”

 

“Korkunç bir katille başa çıkmayı değil!”

 

“Ama ondan korkmuyorum!” dediğim an hıçkırdım.

 

Hıçkırığımla ağzıma vurdum. O sırada arkamda bir ses duydu.

 

“Sanırım benden bahsediyorsun Küçük Yalancı?”

 

Başımı geriye itip sesin geldiği yöne baktım. Elleri cebinde, öylece dikilen takım elbiseli adamın yüzünü seçmeye çalıştım. Onu tanımam fazla uzun sürmemişti. Gecenin koyu karanlığına müthiş uyum sağlayan Akın'a baktım.

 

“Yine mi sen? Her yerde sen; sokakta yürüyorum sen, eğlenmeye gidiyorum sen, davete geliyorum sen.”

 

Akın biraz daha yaklaştı.

 

“Ben de seni görmekten memnun değilim. Bir klişe dahi olsa hayat karşılaşmamızı istiyorsa bir yolunu buluyor.”

 

Ardından göz ucuyla bana baktı.

 

“Kaderden kaçılmaz.”

 

Sol kolumu gökyüzüne serpilmiş, canla parıldayan yıldızlara uzatıp iç çektim ve hayranlıkla onlara baktım. Bu kadar güzel olmalarına anlam veremiyordum.

 

“Teyzenler nerede?”

 

Ellerimi iki yana açtım.

 

“Bilmem.”

 

Cebinden telefonu çıkardı.

 

“Akın...”

 

Ona seslenişimle dikkatini bana vermişti.

 

“Beni öldürür müsün?” Devam ettim.

 

“O kadar çok acı çekiyorum ki... Bazen keşke o gün beni öldürseydin diyorum.” Sesim bitkin hislerim durgundu. Sarhoşluğun verdiği cesaret vardı dilimde.

 

“Ölüm acıya çare olsaydı, ben burada olmazdım.” Akın'ın sözleriyle duraksayıp ona baktım.

 

“Sen de acı çekiyorsun.” Akın cevap verdi.

 

“Herkes acı çeker.”

 

Ardından çalan telefonu açtı.

 

“Küçük bir balık yakaladım, gelip alır mısın yoksa pişirip yiyeyim mi?” Telefondan gelen belirsiz konuşmaları anlamıyordum.

 

“Balık mı? Ben de yemek istiyorum.”

 

Daha fazla konuşma geçmeden telefonu kapattı.

 

“Sana kalırsa yersin.”

 

Yanıma çöküp eteğimi hafifçe itti ve dizime baktı.

 

“Bir hafta sonra dikişlerini aldır. Tabii bunları hatırlarsan.”

 

Kafasını eğip görmeye çalıştı. Görememiş olmalı ki telefonun flaşını açtı. Bacağıma uzandığı sırada hafifçe geri çekildiğimde duraksadı, gözlerini bana çevirdi ve sordu:

 

“Dokunabilir miyim?”

 

Bir katilin böyle bir soru sormasını aklım almadı. Şaşkınca yüzüne bakarken cevap verememiştim.

 

“Pansumanı açmam gerek.”

 

Dirseklerimden destek alarak doğruldum. Onayladığımda uzanıp gazlı bezi yapışkan banttan kurtarıp açtı. Dizimi tutup bir süre inceledi.

 

“Böyle hareket etmeye devam edersen iyileşmesi uzun sürecek. Bir hafta değil, on gün sonra aldır dikişleri.”

 

Bir şey söylemeden ona baktım. Beni öldürmekle tehdit edenle yaralarımı saran aynı adam mıydı?

 

“Pansumanı da her üç günde bir değiştir.” Daha fazla tahammül edemedim.

 

“Ne yapmaya çalışıyorsun?”

 

Sözlerimi umursamadan gazlı bezi tekrar yapıştırıp geri çekildi ve doğruldu. Beklediğim cevabı alamamıştım. Birden aklıma gelenle ayağa kalktım.

 

“Ayakkabılarım!”

 

Akın'a tutunarak, indiğimi bile fark etmeden bir hışımla denize girdim. Bir an bile tereddüt etmeden karanlık denizin içine doğru koşarken hediye edilen ayakkabıyı kaybetmek istemiyordum. Çaresiz ilerleyişimle bacağımda hafif bir yanma hissetmeme rağmen dişlerimi sıkarak karanlığa boyanmış suyun içinde gezinerek umutla kaybettiğim ayakkabılarımı aradım. Bulamayınca gözlerim hafifçe dolmuştu. Pes etmeden ellerimi suya daldırdım ki dakikalar sonra omzumda bir el hissettim. Gözlerimi silerek geri döndüğümde Ömer'i gördüm. Şaşkınlıkla ona baktım.

 

“Ayakkabılarımı kaybettim Ömer.”

 

Kulağındaki telefonu indirerek sözlerime gülmüştü Ömer. Daha önce üzerine çıktığım kayaya bakarak hafifçe başını salladığında, dönüp kayanın üzerine baktım. Akın da telefonu kulağından indirmiş, geri dönerek kısa sürede gözden kaybolmuştu.

 

“Ayakkabılarını bulacağım, söz veriyorum. Hadi çıkalım. Yarın sabah gelir buluruz tamam mı?”

 

Bir süre inat etsem de Ömer beni ikna edip sudan çıkarmış, sakinleşmem için kumsala oturtmuştu. Bacağımın acısını geçirmek için üflerken, Ömer'in sorusuyla kafamı kaldırdım. “Bade, anlatmayacak mısın?”

 

“Neyi?”

 

“Seni bu hâle getiren ne?”

 

Kaldırdığı kaşlarla merakla bana bakarken kafamı iki yana sallayarak konuştum.

 

“Ömer şimdi bunun sırası değil.”

 

Verdiğim cevap onu sinirlendirmiş olacak ki farkında olmadan sesini yükseltti.

 

“Şu hâline bak Bade! Yaşayan bir ölüden farksızsın. Etrafına neşe saçan Bade nerede?” Böyle ani bir çıkış beklemiyordum.

 

“Susma! Konuş! Anlat sana ne oldu?”

 

Denizin öfkeli dalgalarıyla uyum sağlayan Ömer'e kaşlarımı çatarak döndüm ve ayağa fırladım. Gitmek istiyordum. Ama Ömer bunun sebebini öğrenmekte ısrarcıydı. O da kalktı ayağa. Peşimden gelip kolumu tuttu.

 

“Sana bunu yapan kim diye sordum?!”

 

“Ben.”

 

O anda duyulan sesle ikimiz de duraksadık. Ömer, elinde tuttuğu ayakkabılarımı kumsala bırakıp tekrar doğrulan Akın'a baktı şaşkınlıkla.

 

“Ne?”

 

Sesi alçalmış, bir an inanmak istememişti.

 

“Doğru mu söylüyor?”

 

Ne diyeceğimi bilemiyordum. İki taraflı bir çıkmazın içinde sıkışmıştım.

 

“Akın'ın dediği doğru mu Bade!?”

 

Akın'ı tanıması zihnimi daha çok bulanıklaştırdı. Hızla gelişen olayları çakırkeyif aklım takip edememişti. Ömer'in bağırmasıyla irkilip birkaç adım geriledim. Akın'ın üstüne yürümesiyle önüne geçtim ve kollarından tuttum. “Bunun yüzünden okuldan atıldın Bade!” Sinirle Ömer'e baktım.

 

“Onun yüzünden okuldan atılmadım!”

 

Sözlerimle bir an duraksadı. Devam ettim.

 

“Gülçin yüzünden okuldan atıldım.”

 

“Gülçin mi?”

 

“Evet, onun yüzünden başıma gelmeyen kalmadı. Eğer Akın gelmeseydi kim bilir neler olacaktı!”

 

Bu kez Ömer susmuştu. Anlaşılan olayı yanlış biliyordu. Sinirle ayakkabılarımı alıp son sözlerimi söyledim.

 

“Daha fazla bir şey sorma artık.”

 

O sinirle güç bela bir taksi tutmuş eve gelmiştim. Kapıyı yardımcılardan birisi açtığında, şaşkınlıkla üstü başı çamur olan bana baktı.

 

“Bade iyi misin? Didem Hanım, Bade geldi!”

 

İçeri girdiğimde teyzem koşarak yanıma geldi.

 

“Neredesin sen!?”

 

“Teyze lütfen bir şey sorma. Kapıda taksi bekliyor, çantamı unutmuşum.” Didem teyzem derin bir nefes aldı.

 

“Şükürler olsun iyisin.”

 

Koluma girdi ve merdivenlerden çıkmama yardım etti. Kafamı dağıtmak için saçma sapan şarkılar mırıldanıyordum.

 

“Dırırımdıırırıımm!”

 

Yukarı çıkarken Arda ve babasının büyük savaşına şahit olmuştum.

 

"Bade, babama bir şey söyle! Ben panda istiyorum."

 

Hakan eniştem bir yandan gülerken bir yandan da onu oturtmaya çalışıyordu.

 

"Ben de hastayım o ponçik ayılara ya." dedim.

 

Arda safça gülerken başını iki yana salladı.

 

"Cık. Onlar ayı değil, panda."

 

Tam bir şey daha söyleyecekken eniştem susturdu:

 

"Şhh! Arda yat artık, Bade çık sen de odana. Sabah soracağım ben size."

 

Sinirle kafamı kaşıyıp enişteme baktım.

 

“Ne söyleyeceğimi unuttum.”

 

Teyzem itekleyerek beni odama çıkarmıştı. Üzerimi değiştirmeme yardım ederken fırsattan yararlanarak konuştu:

 

“Bade...”

 

“Efendim teyziş.”

 

“Sevgilin var mı?”

 

“Hahaha. Güzel şakaydı.”

 

“Peki. Neredeydin bu akşam?”

 

“Imm. Kayaya tırmandım, ayakkabılarımı denize düşürdüm, siyah kapüşonluyla konuştum, sonra siz aklıma geldiniz, tam size geliyordum,” elimi başıma vurup devam ettim,

 

“Ayakkabılar aklıma geldi. Koştum denize. Aradım ama bulamadım.”

 

Nihayet üzerimi değiştirdiğimde yatağıma uzandım. Meraklı teyzem heyecanla sordu:

 

“Ee, sonra?”

 

“Sonra, Ömer geldi. Konuşurken bizim siyah kapüşonlu elinde ayakkabılarla gelmesin mi?”

 

“Bak sen… Kimmiş bu siyah kapüşonlu?”

 

“Ah, siyah kapüşonlu...”

***

 

Ertesi sabah beni uyandıran, dışarıdan gelen bir gürültüydü. Biraz daha uyumak isteyerek yatağımda dönüp dursam da gürültü beni rahatsız ediyordu. O yetmezmiş gibi bir de başım ağrıyordu. Başımı tutarak doğrulup camdan dışarı baktım. Yandaki boş eve yeni birileri taşınıyordu. Kısa boylu orta yaşlı bir adam ev eşyalarını taşıyan delikanlılara bir şeyler tarif ediyor, yanındaki kadın da bahçede iki yaşlarında bir çocukla ilgileniyordu. Yeni yeni yürüyen çocuk, bir ördek yavrusu gibi paytak adımlarla bahçede yürürken ara sıra düşüyordu ama ona rağmen hemen ayağa kalkıp sokakta dolaşan bir kedinin peşinden gitmeye çalışıyordu. Onları izlemeyi kesip saate baktım. Öğleni çoktan geçmişti. O kadar uyumuş muydum? Daha fazla vakit kaybetmeden duşa girdim, çıktığımda gözlerimin önüne dün geceye dair birkaç görüntü geldi. İlk gördüğüm, Akın'dan tutunarak kayalıktan indiğimdi. Ardından teyzemin soruları... Hemen odamdan dışarı fırladım.

 

“Teyze!”

 

Aşağı indiğimde Arda'nın da babasına bir şeyler söylediğini görmüştüm.

 

“Baba ne anlattım sana? Ha? Babacığım, söyler misin?”

 

Eniştem okuduğu dergiden kafasını kaldırıp Arda'ya baktı.

 

“Hayır.”

 

Kısa bir itirazın ardından tekrar dergisine döndü. Bense koşarak teyzemin yanına gitmiştim.

 

“Teyzelerin en güzel prensesi-“ derken teyzemin “Hiç uğraşma Bade, hiçbir şey anlatmayacağım. Üstelik sana çok kızgınım.” demesiyle gözlerimi iri iri açtım. Büyük ihtimalle bütün olayı anlatmıştım. Bitmişçesine yere çöküp ellerimi dizlerime vurdum.

 

“Hakkınızı helal edin, yaşamak güzeldi...”

 

Arda dönüp bana bakarak başını iki yana salladı.

 

“Bunun durumu daha vahim.”

 

Sabahtan beri teyzemin başından ayrılmamıştım ama inatçı bir çocuk gibi bir türlü ne anlattığımı söylemiyordu. Bu durum beni daha çok gererken teyzem dayanamayarak kahkaha atmaya başladığında heyecanla yanına yaklaştım. Bütün olup biteni anlatınca kafamdaki anılar canlanmaya başladı.

 

"Sana siyah kapüşonlu kim diye sorduğumda..."

 

Korkumu bastıramadan ayağa kalktım.

 

"Ne… Ne dedim?''

 

Teyzem aniden gülmeyi kestiğinde bana kızgın bir bakış attı.

 

"Uyudun!"

 

Rahatlamışçasına tekrar yerime çöktüğümde teyzemin bu sinirli hâline bakıp kıkırdadım.

 

"Kimdi o siyah kapüşonlu?"

 

Meraklı gözleri üzerimde gezinirken kaşlarımı kaldırıp alaycı bakışlar attım.

 

"Cevap vermemi beklemiyorsun değil mi?"

 

Teyzem gözlerini devirerek arkasına yaslanırken yüzüne muzip bir gülümseme yerleştirerek bana baktığında, hiç oralı olmadan çayımdan bir yudum almıştım. O sırada eniştem bahçeye girince teyzemle birlikte ona döndük.

 

"Bade. Amcan aradı şimdi. Okul kaydını ayarladık, haftaya okulun var."

 

"Okul mu? Haftaya? Hangi okul?"

 

"Evet, Arda'yla Selin'in gittiği Korel Koleji'ne gideceksin."

 

''Korel Koleji mi?''

 

''Evet, dün akşam Koreller ile konuşurken Mesut Bey okuldan atıldığını duyunca üzülmüştü. Okulla ilgilenen Akın sağ olsun sicil kaydını göz önünde bulundurmayacağını söyleyerek kaydını okula yaptırabileceğini teklif etti. Sabah amcanla konuştum, aklına yatmış olacak ki gidip kaydını yaptırmış.''

 

Beynimden vurulmuşa dönerken hızla ayağa kalktım. Tepki veremezdim.

 

''T-teşekkür ederim.''

 

Üstünkörü bir teşekkürle içeri kaçtım. Teyzem ve eniştem arkamdan bakakalmıştı.

***

 

Günler hızla geçmiş, pazartesi günü gelip çatmıştı. Günlerdir aramalarını göz ardı ettiğim patronumu arayıp işe devam edemeyeceğimi söylediğimde garson eksikliğinden dolayı uğradığı zararı bahane ederek çalıştığım son haftanın yevmiyesini vermeyeceğini söylemişti. Tüm gece yeni okula başlamanın huzursuzluğuyla kafamda türlü senaryolar kurmuş, hiç uyuyamamıştım. Akın'dan kaçmak istedikçe geri ona çekiliyor, merkezkaç etkisiyle etrafında dönüyormuş gibi hissediyordum. Derin bir nefes alıp yatağımda doğruldum. Saat çoktan sabahın altısı olmuştu. Uykusuzluğun verdiği sersemlikle öylece boşluğa bakarken odamın kapısı çaldı. Girmesine izin verdiğimde Arda elindeki formaları tekli koltuğa bıraktı.

 

“Okul formaların. Acele et, geç kalmayalım.”

 

“Tamam, teşekkür ederim.”

 

Arda dışarı çıktığında hemen hazırlanıp kahvaltı masasına oturmuştum. Erken bir saat olmasına rağmen teyzem hiç bitmeyen enerjisiyle bir şeyler anlatıyor, kendi anlattığına kahkahalarla gülüyordu. Eniştem ise bir yandan sabah rutini olan gazetesini okumaya çalışıyor, bir yandan teyzemin anlattıklarına ara ara laf atıyordu. Kahvaltıyı bitirip okul yolunu tutarken peşimden yetişen Arda hâlâ ağzına bir şeyler tıkıştırıyordu. Yol boyu Arda da teyzem gibi susmak bilmeyen çenesiyle sürekli bir şeyler anlatmıştı. Ne dediğini dinlesem de odaklanamıyor, söylediği çoğu şeyi kaçırıyordum. Neyse ki Arda bunu fark etmeden konuşmaya devam ediyordu. Çok geçmeden okulun girişinde öylece durduğumda Arda sıkıntıyla geri dönüp söylendi:

 

“Neyi bekliyorsun? Davetiye mi bastıralım?”

 

Çok huzursuzdum ama en azından Arda ve Selin yanımda olacaktı. Okula girip Arda'yla birlikte yürümeye başladığımda öğrencilerin tanımadık yüzlerini merakla süzüyordum; onlar da bana aynı bakışla karşılık veriyordu. Arda'ya seslenen bir grupla ikimiz de duraksadığımızda konuştum: “Sen git, sınıfımı bulurum ben.” Arda sözlerimle bana döndü.

 

“Olmaz, annem başımın etini yedi sabah.”

 

“Bakma sen teyzeme, hallederim ben.”

 

Kaşlarını kaldırıp “Emin misin?” dedi. Başımı salladığımda “İyi madem. Sonra görüşürüz.” diyerek dönüp arkadaşlarının arasına katıldı. Müdür yardımcısı odasını kısa sürede bulup sınıfımı öğrenmiştim. Elimde kâğıtla bir yukarı çıkıp bir aşağı inerken emin olmak istercesine kâğıda bir kez daha baktım. Köşeyi döndüğüm sırada bir saksıya çarpmamla düşmem bir oldu. Koca saksıyı nasıl görmediğimi düşünerek sinirle saksıya vurdum. Vurmamla saksı üzerime devrilmiş, toprak olduğu gibi suratıma sıçramıştı. Ağzımda dağılan toprak kokusuyla, tükürerek etrafa bakındım.

 

“Üzerime toprak atın derken bundan bahsetmemiştim.”

 

İlerden bir kahkaha sesi duyduğumda hızla kafamı çevirip bana doğru yaklaşan çocuğa baktım. Çok sevimli bir yüzü vardı ama sözleri aklımdaki o tabloyu yok etmişti hemen.

 

“Bu, sakarlığın bir üst seviyesi sanırım.”

 

“Yardım eder misin? Canım çıkacak!”

 

Çocuk ellerini bağlayarak kaşlarını kaldırdı ve muzipçe konuştu:

 

“Bir öpücük verirsen neden olmasın?”

 

Küstahlığı karşısında sinirle gülüp güçsüzce saksıyı itekledim. Bir süre beni izleyen çocuk nihayet sırıtmayı kesip eğildi ve saksıyı kaldırdı. Ayağa kalkarak üzerimi çırptım. Ağzımda hâlâ toprak tadı vardı. Ben saçımı silkelerken çocuk ödülünü almak isteyerek yanağını yaklaştırdığında yavaşça yaklaştım ve birden kulağını ısırdım. Acıyla bağırırken hızla arkamı dönüp kaçmaya başladım. Kaçarken sınıfımı da tesadüfen bulmuştum. Hızla kapıyı tıklatıp içeri girince bütün gözler bana çevrildi. Nefes nefese bir süre sessizlik çöken sınıfa baktım.

 

“Sen yeni kayıt olmalısın. Boş bir yere geç.”

 

Öğretmenin sözleriyle başımı sallayıp en arkada boş olan sıraya geçtim. Kafamı çevirmemle bana el sallayan Selin'i gördüm, içim rahatlamıştı. Ders bittiğinde ise Selin her şeyini toplayıp yanıma yerleşmişti.

 

“Aynı sınıftayız.”

 

Gülerek başımı sallayıp sabahki olayı anlattığımda sınıfı Selin'in tatlı kahkahası doldurmuştu. Aniden aklıma gelmiş gibi gülmeyi kesip sordum:

 

“Arda hangi sınıfta?”

 

“12-C. Hadi gidelim.”

 

Sınıftan çıktığımda tedirgince etrafıma bakındım. Bunu fark eden Selin merakla bana döndü.

 

“Bir şey mi oldu?”

 

“Şey, Akın hiç geliyor mu buraya?” Selin kaşlarını çattı.

 

“Sen Akın'ı nereden… Bir dakika, hayır, yoksa o Akın bu Akın mı!?”

 

Hafifçe başımı salladığımda Selin çığlık atmamak için elini ağzına kapadı. Gözleri kocaman olmuş, tek kelime edememişti.

 

“Senin şansına ben... Neyse ki sık gelmez, hatta nadirdir.”

 

“Gerçekten mi?”

 

Rahat bir nefes alarak ona bakarken kafasıyla onaylayınca ilerlemeye başladım. Ama köşeyi döner dönmez karşıma sabahki çocuğun çıkmasıyla duraksadım.

 

Selin de duraksayıp döndü.

 

“Bu kez ne oldu?”

 

“Selin, ısırdığım kulağın sahibi bu!”

 

Çocuk beni fark ettiğinde yediği çikolatasını yarım bıraktı ve parmağıyla beni göstererek bağırdı: “Sen!”

 

Anında kaçmaya başladığımda beni takip eden Selin arkamdan bağırmıştı:

 

“Kızım gittin okulun popisini mi ısırdın!?”

 

“Ne biliyim ben onun popi topi olduğunu?”

 

Arkamızdan hızla koşan çocuk iyice yaklaşmıştı ki ne yapacağımı bilemeyerek Arda'nın sınıfına daldım.

 

“Arda!”

 

Arda beni durdurarak çatık kaşlarla sordu:

 

“Ne yaptın yine?”

 

Kapıda soluyan çocuğu gösterdim ve gülümsedim. Arda kafasını iki yana sallayıp “Anneme çekmişsin.” dedi ve kapıdaki çocuğun yanına gitti. Bunun ardından tüm hafta normal ve olaysız geçmiş, huzursuzluğum yavaş yavaş kaybolmuştu. Eski hayatıma dönmüş gibiydim. Tek fark, Selin ve Arda sayesinde daha fazla arkadaş edinmeye başlamıştım. Eski okuluma göre öğrenciler daha sıcak, öğretmenleri ilgili ve iyi eğitimlilerdi. Sınıfımdakiler de hemen benimle kaynaşarak ellerinden geldiğince yardımcı olmuşlardı. Tüm hafta ne Akın'ı ne de kulağını ısırdığım çocuğu görmüştüm. Sanırım her şey düzelmeye başlıyordu. Bir de ısırdığım kulağın sahibinin adının Berke olduğunu öğrenmiştim. Okula girdiğimde kapıda beni bekleyen Selin'i görüp yanına gittim.

 

“Günaydın.”

 

“Günaydın Bade.”

 

O sırada topluluk hâlinde bir kız grubu okuldan fırlayarak kapıya yöneldi. Ne olduğuna anlam veremeyerek gittikleri yöne döndüğümde, hızlı adımlarla okula giren Akın'ı görüp korkuyla geri çekildim. Onu görür görmez içimi bir ürperti sarmıştı.

 

“Hayır ya.”

 

Hemen okulun arkasına doğru ilerleyip bodruma açılan arka kapıdan içeri girdim. Hızla ikinci kata çıkıp sınıfıma ilerlerken bir yandan da arkama bakıyordum. Sanki peşimden geliyormuş gibiydi. Yine sert bir şeye çarpmamla yeri boyladım.

 

“Hay, ben bu sak-sı-yı!”

 

Kendi kendime söylenirken karşımda Akın'ı bulmuştum. Korkuyla irkilirken irice açtığım gözlerimi yakışıklı katile çevirdim.

 

“Akın...”

 

Çarpmamla tüm öğrenciler duraksamıştı.

 

“Ben de seni arıyordum.”

 

Öğrencilerden uğultular yükseldiğinde yutkundum.

 

“Neden?”

 

Akın bana yaklaşıp eğildi ve kulağıma fısıldadı:

 

“Polis seni arıyor.”

 

Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki. Kalbim delice çarpmaya başladı. Akın geri çekilmeden sinirli yüzünü bana çevirdi. Tek bir bakışı dahi nefesimi kesmeye yetmişti.

 

“B-ben değildim.”

 

Akın yüzünde mimik oynamadan geri çekildi.

 

“Göreceğiz. Benimle gel.”

 

Birkaç adım attığında ben hâlâ olduğum yerde dikiliyordum. Ölümüme kendi ayaklarımla gitmemi istiyordu. Kafamı kaldırıp etrafa bakındım. Öğrencilerin yüzleri bana daha da yabancılaşmıştı. Gözüm Arda ve Selin'i ararken Akın sabırsızca dönüp bana doğru ilerlemeye başladı. Kaçmak için adımımı atmıştım ki Akın ensemden sanki minik bir kediymişim gibi yakalayıp kendisine çevirdi. Hızla beni omzuna aldığında neye uğradığımı şaşırmıştım. Tüm okul bize bakarken Akın yürümeye başladı.

 

“Bırak beni!”

 

“Düzgünce yürümeyi reddeden sensin.”

 

“Tabi ki reddedeceğim! Kim ölümüne kendi ayaklarıyla gitmek ister?”

 

Akın umursamadan yürümeye devam etse de susmadan okuldan yardım istedim:

 

“Yardım edin! Beni kaçırıyor!”

 

O sırada bir kız iç çekerek cevap verdi:

 

“Keşke beni de kaçırsa.”

 

Şaşkınca kıza baktığımda çırpındım.

 

“Selin! Arda!”

 

Sesimi duyan yoktu sanki. Tüm yüzler bir duvardan farksızdı, kimse karşı çıkmaya cesaret edemiyordu.

 

“Akın indir beni!”

 

Sözlerime daha fazla dayanamayan Akın konuştu.

 

“Susmazsan ben susturacağım.”

 

Beni bir arabaya bindirdiğinde sertçe ceketini çıkarıp sürücü koltuğuna bindi. Saniyeler sonra arkaya başka biri daha binmişti. Merakla arkaya binene baktığımda Berke’yi görmemle gözlerim kocaman oldu. Berke de beni gördüğüne oldukça şaşırmıştı. Arka koltuğa korkuyla yapışıp beni gösterdi ve arabanın içinde bağırdı.

 

“Yamyam!”

 

“Isırık kulak!”

 

Birbirimize garip lakaplarla hitap etmemizle Akın bize dönüp anlamak istercesine baktı.

 

“Akın, anlattığım yamyam bu işte! Kulağımı yedi bu kız.” Berke'nin sözleriyle homurdandım:

 

“Sen adam akıllı yardım etseydin kulağını ısırmazdım!”

 

Akın derin bir nefes alıp arabayı çalıştırdı.

 

“Kısacası daha önceden tanışıyorsunuz yani.”

 

Önüme döndüğümde arabanın harekete geçmesiyle hızla tekrar Akın'a döndüm.

 

“Bir dakika beni nereye götürüyorsun?”

 

Akın sol aynayı kontrol ederek yan şeride geçti.

 

“Polisin seni bulamayacağı bir yere.”

 

İyice telaşlanırken yutkunarak konuşmaya başladım.

 

“Ben kimseye bir şey anlatmadım.” der demez hıçkırdım.

 

Berke arkadan kafasını uzatıp beni inceledi.

 

“Anlattıklarına inanmamıştım ama gerçekten yalan söylediğinde hıçkırıyorsun.” Dudaklarımı ısırıp gözlerimi yumdum.

 

“Yani polise ben gitmedim.”

 

Akın hiç oralı olmadı. Berke'ye döndüğümde ise aradığım yardımı bulamadım.

 

“Bu sefer kurtuluşun yok.”

 

Berke'den aldığım cevapla Akın'a döndüm.

 

“Ne yani beni öldürecek misin?”

 

Cevap vermeden yola bakmaya devam edince bir süre ne diyeceğimi düşünüp tekrar Berke'ye döndüm.

 

“Berke bir şey söylesene! Beni öldürecek bu manyak… Aman, şey yani, Akın!”

 

Berke dudağını ısırıp Sen bittin. bakışları attığında işaret parmağını dudağını koyup susmam için işaret etti. O sırada telefonum çalınca eteğimin lastiğine sıkıştırdığım telefonu çıkardım. Ekranda kocaman Teyzoş yazısını görünce Akın'a döndüm.

 

“Akın vazgeçtim. Öldür beni!”

 

Akın bir süre bana bakıp telefonu elimden aldı ve açtı. “Alo...”

 

Bana döndüğünde teyzemin adını sorduğu belliydi.

 

“Didem...”

 

Akın toparlayıp konuştu.

 

“Alo Didem Hanım, ben Akın Korel. Nasılsınız?”

 

Teyzemin şaşkınlıkla dolu, neşeli sesi duyuldu bir süre. Ardından Akın’ın “Evet yanımda. Hiç bir sorun yok. Sadece biraz vakit geçirmek istedik.” demesiyle şaşkınca bağırdım: “Ne!?”

 

Teyzem bir şeyler daha geveledikten sonra Akın “Merak etmeyin. Size numaramı göndereceğim, Bade'ye ulaşamadığınız zaman arayabilirsiniz. Görüşmek üzere.” diyerek telefonu tekrar bana uzattı. Hemen alıp sinirle konuştum.

 

“Teyze!”

 

Teyzem gülerek konuştu:

 

“Ben sözümü aldım hayatım. Aile dostumuzdur. Ha bak sakın Akın'ın yanından ayrılma, sana bir şey olursa gebertirim seni!”

 

Arkadan eniştemin sesi gelirken teyzem devam etti:

 

“Neyse görüşürüz. İyi eğlencelerrrr!”

 

“A-alo teyze! Teyze bekle!”

 

Akın'a döndüğümde sinirle bağırmaya başladım:

 

“Ne demek bu!? Artık iyice saçmalamaya başladın! Seni tanımıyorum bile, durdur arabayı ineceğim!”

 

Aniden alev alan Akın, sesini yükseltti.

 

“Eğer ağzını kapalı tutsaydın şu an evinde olurdun!”

 

“Ne hakla? Resmen bir mağara adamı tarafından kaçırılıyorum! Kaçıncı yüzyıldayız?!"

 

Hemen ardından polisi aramak için telefonumu tuşlamıştım ki arkadan hızla uzanan Berke gülerek telefonu elimden kaptı.

 

“Polis mi? Denemeye değer.”

 

Şaşkınlıkla onlara bakarken iyice korkmaya başlamıştım. Söyleyecek sözüm dahi kalmamıştı.

 

“Harika!”

 

Sinirle söylenirken torpidoya vurdum. Dinmeyen öfkemle kafamı dışarı çevirdiğimde karnımda ufak bir hareketlenme hissettim. Stresten miydi? Yoksa korktuğumdan mı? İstemsizce elim karnıma gidince aklıma gelen korkunç düşünceyle bugünün tarihini düşündüm.

 

“Okuldan çantamı almam gerek.”

 

“Olmaz.”

 

“Ama eşyalarıma ihtiyacım var.”

 

“Gideceğimiz yere kadar sabret.”

 

“O eşyalar bana lazım. Onlar olmazsa olmaz.”

 

“Yolda ne gerekliyse alırsın. Yol uzun, geri dönemem.”

 

Regl sancım artmaya başlayınca elimi karnıma koyup yüzümü buruşturdum. Eğer ağrı kesici içmezsem ağrısı daha da artacaktı. Çaresizce düşünürken telefonum çalmaya başladı. Berke ekrana şöyle bir göz atıp bana uzattı.

 

“Efendim Selin.”

 

“Bade sen ne yaptığının farkında mısın?! Nasıl gidersin onunla!? Sen gerçekten delirmişsin! Çabuk neredeysen çık gel!”

 

Nefes almadan ardı ardına sıraladığı cümleleri telefonu kulağımdan uzaklaştırıp dinledim. Kime ne anlatacağımı şaşırmıştım.

 

“Ben seni sonra arayacağım.”

 

“Bekle!”

 

Onu dinlemeden telefonu kapatıp geriye yaslandım. Tam her şey düzeldi derken bela yine gelip bulmuştu beni. Polisin bundan nasıl haberi olmuştu ki? Yoksa Selin mi gidip her şeyi anlatmıştı? Yine aklımda dönüp duran sorularla başa çıkmaya çalışırken Akın’ın elinden nasıl kurtulacağımı düşünmeye çalıştım. Aradan birkaç saat geçmişti; sancım arttıkça artıyor, dayanılmaz olmaya başlıyordu. Tırnaklarımı koltuklara geçirmekten ve terlemekten başka bir şey yapamıyordum. En sonunda ileride bir dinlenme tesisi görünce Akın'a döndüm.

 

“Biraz durabilir miyiz? Lavaboya girmem lazım.”

 

Dinlenme tesisine girip arabayı durdurdu. Hepimiz dışarı çıktık, Akın sigarasını yakarak ilerlerken bana döndü.

 

“Acele et.”

 

Karnımı tutarak lavaboya girdiğimde çaresizce dolanırken içeri genç bir bayan girdi. Bir an tereddüt etsem de kadına olan biteni anlattım. Kadın da hoşgörü ile karşılayıp elinden geldiğince yardım etmişti bana. Berke ve Akın'ın yanına gittiğimde Berke tam arkaya binecekken konuştum.

 

“Arkaya ben binsem? Biraz uzanmak istiyorum.”

 

Başını sallayarak öne geçti. Ben arkaya uzanırken tekrar ilerlemeye başladık. Ağrım iyice artmıştı. Arka koltuğa uzanmış, koltuğu tırmalamaktan kırılan tırnaklarımla acı içinde kıvranıyordum. Dişlerimi inlememek için birbirine bastırırken dizlerimi karnıma çektim. Berke arkasına dönünce şaşkınlıkla bakakaldı.

 

“Yamyam, iyi misin?”

 

Sorusuna cevap vermek istesem de veremedim. Berke elindeki çikolatayı koyup bedenini arkaya döndürdü.

 

“Akın, yamyamımız iyi gözükmüyor.”

 

Akın aynadan göz ucuyla bana baktı.

 

“Sorun ne?”

 

“Sorun yok, iyiyim.” deyip hıçkırdım.

 

Hıçkırınca karnım daha da ağrımıştı. İnleyerek gözlerimi kapadığımda Akın arabayı sağa çekip arkasına döndü. Bu hâlime fazlasıyla şaşırmışa benziyordu.

 

“Sabah hiçbir şeyin yoktu.”

 

Berke: “Bence rol yapıyor.”

 

“Rol falan yapmıyorum!”

 

Sinirle bağırıp koltukları tırmalamaya devam ettim. Berke bir süre bekledi.

 

“Hıçkırmadı, yalan söylemiyor.”

 

Akın tekrar bana bakıp bir süre inceledi.

 

“Ne oldu?”

 

“Karnım ağrıyor.”

 

“Neresi ağrıyor?”

 

Cevap vermeden kasıklarımı tuttuğumda Akın uzanıp elleriyle karnıma bastırmıştı.

 

“Neden ağrıdığını biliyor musun?” “Hayır.” demiş, yine hıçkırmıştım.

 

Hıçkırınca gözlerimi kapattım. Berke yine tüm mantıksızlığıyla konuştu:

 

“Ölümcül bir hastalığı olmasın?”

 

Daha fazla dayanamayarak bağırdım:

 

“Çabuk bana bir ağrı kesici bulun!”

 

Birkaç saat sonra ağrım biraz olsun hafiflemişti. Doğrulup camdan baktığımda nerede olduğumuzu anlamaya çalıştım. Yolun iki yanına dizilmiş geniş bahçeli, kutu gibi evler vardı. Köprü gibi uzanan büyük meşe ağaçlarının dallarını budayan adam, ona selam veren kadını görmezden gelerek işine devam etti. Kaldırımda bulldog cinsi köpeğini yürüyüşe çıkarmış kambur, yaşlı adamı yavaşça geçerken önümde iştahla çikolata yiyen Berke'ye baktım.

 

“Berke, çikolata verir misin?”

 

Berke sırıtarak yanağını işaret etmişti.

 

“Öpücük verirsen çikolata senindir.”

 

Sözleriyle kaşlarım istemsizce çatıldı.

 

“Diğer kulağını da ısırmamı istemiyorsan çikolatanı paylaş.” Berke gözlerini kısıp çikolatasını benden uzaklaştırdı.

 

“Vermeyeceğim.”

 

“Tamam, öpeceğim.”

 

“İnanmıyorum.”

 

“Yalan söylemiyorum. Söylesem hıçkırırdım.” deyince arkasını döndü ve yanağını uzattı. Yavaşça eğildiğimde tam öpecekken aniden geri çekildim.

 

“Vazgeçtim, Akın çikolata uzatır mısın?”

 

Berke "Vicdansız!" diyerek önüne dönerken hafifçe gülmüştüm. İyi birine benziyordu. Akın çikolatayı bana uzatırken eş zamanlı olarak yavaşlayıp yol kenarında durdu. Arabadan indiklerinde ben de inmiş, etrafa bakınmıştım. Ellerini havaya kaldırıp esneyen Berke, derin bir nefes aldı.

 

“Belim tutulmuş!”

 

“Bade?” diye bir ses duyunca arkamı döndüm. Karşımda çocukken hoşlandığım ama şehirden ayrıldığında kolayca unuttuğum çocuğu gördüm. Benden üç dönem büyük olduğu için yapamadığım sorularda yardımcı olurdu. Doğal olarak ona karşı masum bir duygu beslemiştim.

 

“Can...” diyebildim sadece. Yanıma gelip tam karşımda durdu.

 

“Üç senede ne kadar değişmişsin? Seni tanımakta zorlandım.”

 

“Ah... Şey, evet ama senin ne işin var burada?”

 

Eliyle yan evi gösterip ekledi: “Burası benim evim. Peki, senin ne işin var?”

 

Karşımda duran evi gösterdim: “Biraz burada kalacağım.”

 

“Çok güzel, vaktin olursa seni misafir edeyim, bir çay içelim.”

 

“Neden olmasın? Teşekkür ederim.”

 

O sırada evin kapısında bir süre bekleyen ama sabredemeyen Akın'ın bana seslenişiyle döndüm.

 

“Bade.”

 

Tekrar Can'a dönüp gülümsedim.

 

“Gitmem gerek. Hoşça kal.”

 

“Görüşürüz.”

 

Akın'ın ardından ben de eve girdim. Gayet düzenli ve sade olan ev, biraz eskiye benziyordu.

 

Ortada koca bir toz bulutunu andıran grimsi rahat koltuklar, hemen karşıda siyah çerçeveli bir televizyon, merdivenin altında büyük ve beyaz bir piyano, sol köşede ise tozlu bir şömine vardı. Üst kata çıkan Akın'ı takip ederken Berke yorgunlukla kendini koltuklara atmış, televizyonun kumandasını eline almıştı. Akın koridorun sonundaki odanın önünde durarak kapıyı açtı ve içeri girmem için eliyle işaret etti. İçeri birkaç adım atıp ona döndüm. Bir kolunu kapı pervazına yaslamış, benimle birlikte odayı incelemişti.

 

“Burayı kullanabilirsin. Üzerini değiştirmek istersen dolapta kıyafetler var. Bir şeye ihtiyacın olursa seslenirsin.”

 

Cevap vermeden ona baktığımda kapıyı örtüp dışarı çıktı. Odaya birçok renk hâkimdi. Salona göre daha sıcaktı, eşyalar daha özenli seçilmişti. Daha çok bir genç kız odasına benziyordu. Odayı incelemeyi bırakıp yatağın karşısındaki büyük beyaz dolabı açtım. İçinde çeşitli kıyafetler vardı. Dolabı kapadıktan sonra köşedeki kapıyı açtığımda beni küçük bir banyo karşılamıştı. Ellerimi ve yüzümü yıkayıp tekrar dolabın önüne geçtim. Üzerime rahat bir şeyler giysem iyi olacaktı. Formalarımı bir çırpıda çıkarıp rahat bir eşofman, üzerine ise beyaz, bol bir tişört giydim. Hemen ardından yatağa öylece uzanıp tavana baktım.

 

Neredeydim? Ne yapıyordum? Kaçmalı mıydım? Polisler beni neden arıyordu? Düşüncelerimden sıyrılmaya çalışarak tekrar doğruldum ve camdan dışarı baktım. Biraz ileride bir ilkokul mu ortaokul mu olduğunu tahmin edemediğim bir okul vardı. Küçük çocuklar okulun geniş bahçesinde koşuşturarak kısacık teneffüslerini oyunla değerlendirmeye çalışıyorlardı. İki öğretmen ise ellerinde bardaklarla bahçedeki banklardan birine oturmuş sohbet ediyorlardı. Çok sürmeden zil çaldığında etrafa çil yavrusu gibi dağılan öğrencileri toparlamak için iki öğretmen de ayağa kalkmıştı. Gözlerimi koşturarak içeri giren öğrencilerden çekip gökyüzüne baktım. Hava gittikçe bulanmaya başlamıştı. Sanırım yağmur yağacaktı. Bir süre öylece boş boş dışarıyı izledikten sonra yataktan kalkıp kapıya yöneldim. Aşağıda neler olup bittiğinden haberim yoktu. Odadan çıkıp aşağıya bir göz attığımda hemen beni fark eden Berke, saatine bakıp konuştu:

 

“Tam zamanında!”

 

Akın ortalıkta gözükmüyordu. Bunu fırsat bilerek aşağı indim. Aklıma takılan soruları sormam için iyi bir zamandı. Yavaşça Berke’ye yaklaştığımda Berke de toparlanarak bana döndü. Ama o sırada yukarıdaki diğer odadan Akın ile birlikte çıkan kızın sorularını duymamla kendi soracağım soruları unutmuştum.

 

“Akın söylesene, güzel mi? Tatlı mı? Nasıl biri?”

 

Akın'ın geniş omuzlarından tutunmuştu, irice açtığı gözleri ve sabırsız hareketleriyle meraklı sorularının ardı arkası kesilmiyordu.

 

“Tam karşında duruyor kendisi.” diyerek sorulardan kurtulmaya çalışan Akın beni işaret etti. Kız bana döndüğünde gözlerinde bir ışıltı oluşmuştu. Kocaman gülümsemesiyle bana doğru koşmaya başladı.

 

“Ayy çok tatlı! Gözlere bak!”

 

Ellerimden tutarak etrafımda dönmeye başladı.

 

“En sevdiğim tişörtümü giymişsin! Ama sana daha güzel olmuş.” dedi gülerek. Uzun siyah saçları ve siyah gözleri ile çok güzel bir kız duruyordu karşımda. İnci gibi sıralı beyaz dişleriyle gülümseyip bana sıcacık gözlerle bakıyordu. Utanarak gülümsedim.

 

“Senin miydi? Affedersin izin almam gerekirdi.”

 

“Hayır hayır! Öyle şeyleri dert etmem.”

 

Hemen ardından yine o sıcak gülümsemesini yerleştirmişti yüzüne.

 

“Birkaç kıyafetini ve eşyanı kullandım.”

 

“Hiç sorun değil. Bu arada ben Ceyda. Akın ve Berke'nin yakın arkadaşıyım.” dedi gülerek. Yüzümde muzip bir ifadeyle göz ucuyla Akın'a baktım.

 

“Ben de Bade. Buraya zorla getirildim.”

 

Ufak bir kahkaha atan Ceyda tam konuşacakken arkadan bizi süzen bir çocuk yaklaştı. Yüzünde çapkın bir gülüş vardı.

 

“Hm... Bade. Güzelmiş. Ben Emir.”

 

Elini uzattığında benden oldukça uzun olduğu için kafamı kaldırıp ona baktım. Ceyda Emir'in eline vurup azarladı.

 

“Yaşıtlarınla uğraş. Kızı rahat bırak.”

 

,

 

“Yemek yesek iyi olacak. Bana yardım eder misin?”

 

Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sıcak ve samimiydi. Biraz garip gelse de içimi ısıtmıştı.

 

“Tabii...”

 

Birlikte mutfağa girdiğimizde Ceyda hemen işe koyulmuş, dolaptan türlü sebzeler çıkarmaya başlamıştı. Tezgâha koyduğu domateslerden biri yere düştüğünde yuvarlanarak ayağıma kadar geldi. Eğilip domatesi elime aldım. Ben öylece soğuk domatese bakarken Ceyda tezgâha çıkardığı sebzeler yetmezmiş gibi kucağına doldurduğu poşetlerle geri çekilerek, bir ayağıyla buzdolabının kapağını kapattı.

 

“Düşünceli görünüyorsun.” Sözleriyle ona döndüm.

 

“Biraz şaşkınım.”

 

“Neden?”

 

Yıkadığı sebzeleri ayırarak bir tahta ve bıçak çıkarıp önüme itti.

 

“Böyle birinin, arkadaşları olacağını düşünmezdim.” Ceyda hafifçe güldü.

 

''Haklısın, dışarıdan öyle gözüküyordur eminim. Ama biz bir arkadaştan daha fazlasıyız. Aileyiz diyebilirim.''

 

Ben sebzeleri minik minik doğrarken Ceyda etleri doğruyordu. Şaşkınlığımı gizleyemedim. “Nasıl, nasıl ailem diyebiliyorsun? Yarın seni öldürmeyeceğinin garantisini verebilir misin?” Sorumla duraksamış, bıçağa öylece bakmıştı.

 

“Akın durduk yere kimseye zarar vermez.” deyince kafamı kaldırıp ona baktım. Hatta kendimi tutamamış ve alayla gülmüştüm.

 

“Çok iç açıcı oldu.”

 

Tepkim hoşuna gitmiş olacak ki kibarca güldü.

 

“Kısaca, yaptıklarını bildiğiniz hâlde hâlâ onun yanındasınız.”

 

Ceyda yutkundu. Bir şeyler söylemek istiyordu ama kendini tutuyordu.

 

“Senin anlamayacağın, benim de anlatamayacağım çok şey var.”

 

Kafamda uçuşan sorulara bir de bu eklenmişti. O anki dalgınlıkla elimi kestiğimde bıçağı bırakıp parmağıma baktım. Küçük bir kesikti ama kan hemen küçük yarayı doldurup taşmıştı bile. Ceyda'nın birden çığlık atmasıyla bir kez daha irkildim.

 

“Elin kanıyor! Sakın bana elini gösterme!” dedi ve elleriyle gözlerini kapadı. Ne yapacağımı bilemeyerek ona doğru adım attım ki tek eliyle beni durdurdu.

 

“Sakın yaklaşma! Abi! Emir! Berke!”

 

Ceyda'nın feryadıyla mutfağa girdiler hemen. Emir, Berke ve Akın bana aldırmayarak hızla önümden geçerken titreyen Ceyda'nın yanına koştular. Hiçbiri ne olduğunu anlayamamıştı. Akın sertçe bana döndüğünde tüylerim ürperdi. Üçü birden bana cephe almıştı, sorgulayıcı bakışları altında ezilmiştim âdeta. Açıklama gereği duyarak kekeledim:

 

“B-ben elimi kesince, birden bağırmaya başladı.”

 

Panikle onlara bakarken hafifçe geri gitmiştim. Emir Ceyda'yı dışarı çıkardığında, Berke eliyle omzuma vurup güldü.

 

“Ceyda'yı kan tutar. Sorun yok.”

 

Mutfaktan çıktığında bir nebze olsun rahatlamıştım. Bir elimi suçluluk duygusuyla hâlâ yaprak gibi titreyen kalbime koyduğumda Akın yaklaştı ve en üst çekmeceden bir yara bandı çıkardı. Arkama sakladığım kesilen elime uzanarak ellerinin arasına aldı. Kısa bir bakış atıp yara bandını parmağıma sarmaya başladı. Onun sıcak elleri arasında kaybolan küçük ellerim karıncalanırken, kaçamak bir bakışla Akın'a baktım. Yakışıklı yüzü parmağıma odaklanmış, dikkatle yara bandını sarıyordu. İşini bitirdiği an ellerini elimden çekti ve hiçbir şey söylemeden arkasına dönüp mutfaktan çıktı. Arkasından ben de çıkarak mutfak kapısının önünde merakla bakmaya başladım. Yanına gitsem yine aynı olur mu? diye düşünürken Ceyda beni görünce gülümseyip ayağa kalktı ve bana doğru ilerledi. Hemen ellerimi arkaya bağladım.

 

“Sorun yok, sadece kan görünce aşırı tepki veriyorum ve mide bulandırıcı oluyor.” Kafamı kaldırıp ona baktım ve özür diledim.

 

“Bilmiyordum, özür dilerim.”

 

Ceyda gizlemediği hayranlığıyla gözlerime baktı.

 

“Ben özür dilerim, seni korkuttum.”

 

Gülümsemeye çalıştığımda tekrar mutfağa girdik. Konu tamamen kapanmıştı, beni biraz olsun rahatlatmak için başka şeylere dikkat çekmek istiyordu. Çok heyecanlı ve mutlu görünüyordu. Her zaman böyle miydi yoksa bugüne özel miydi anlam verememişti.

 

“Çok heyecanlı görünüyorsun.”

 

Sözlerimle bana dönen Ceyda, yeni fark etmiş gibi durgunlaştı ve gülerek cevap verdi:

 

“Ah… Pek misafirimiz olmaz normalde. Sanırım o yüzden heyecanlandım.”

 

“Pek misafir sayılmam ama öyle olsun.”

 

Ceyda manalı sözlerime karşı başını salladı.

 

“Benim için misafirsin.”

 

Ardından içeridekilere seslendi.

 

“Yemek hazır!”

 

Sanki kendi çocuklarını çağırıyordu. Berke, Emir ve Akın sırayla mutfağa girerek yardım etmiş, masa eksiksiz hazır olmuştu. Berke gözlerini büyütüp ilk iltifatı sundu bize:

 

“Döktürmüş bu iki güzellik.”

 

Ceyda ilk beni oturtup önüme dolu bir tabak koydu. Diğerleri de kendi tabaklarını alır almaz oturdular. Emir ve Berke'nin ara sıra şakalaşmaları dışında kimse konuşmuyordu. Onlar da sustuğunda sadece çatal bıçak sesleri yankılanır oldu. O sırada Ceyda içimi okumuş gibi sordu:

 

“Kaç gün buradayız?”

 

Akın lokmasını yutup geriye yaslandı. ”Karakol ifade emrini geri çekene dek.” Duraksayıp ona baktım.

 

''İfade emri mi?''

 

Akın cevap vermedi. Tekrar sordum:

 

''Bundan senin haberin nasıl oldu?''

 

Kaşlarını kaldırıp bana baktı. Yine cevap vermemişti. Üstelik oldukça soğukkanlı görünüyordu.

 

''Beni bulamadıklarında teyzemlere ya da amcamlara gidecekler. O zaman her şey daha kötü olacak.''

 

Akın kendinden emin bir tavırla bana döndü.

 

''Bu olmadan halledeceğim.''

 

''Her şeyi geçtim, telefonumun konumundan beni yine bulacaklar. Kaçmamız mantıksız.''

 

''Kaçmıyoruz zaten, sadece zaman kazanıyoruz.'' Akın'ın sözlerinin ardından Emir ekledi:

 

''Ortadan tamamen kaybolursan ellerini daha çabuk tutacaklar. Ama sana yazılı veya sözlü beyan gelmeden kısa bir tatile çıkman sorun teşkil etmez.'' Emir'e döndüm.

 

''Kısacası eğer ifade emri iptal edilmezse beni susturmak için yanınızda tutuyorsunuz. Ne de olsa yalan söylemem söz konusu değil.'' Emir güldü.

 

''Kibar olmaya çalıştım sadece.'' Tekrar Akın'a döndüm.

 

''Ben kimseye bir şey söylemedim.'' deyince hıçkırdım.

 

Hıçkırığımla herkes duraksadığında Berke şaşkınlığını gizleyemeyip ağzına götürdüğü bir kaşık çorbayı geri boşaltmıştı.

 

''Yani polise giden ben değildim.''

 

Akın aldırmayarak yemeye devam etti.

 

''Biliyorum.''

 

Kaşlarım çatıldı. İstemsizce sinirlemiş, hafifçe öne eğilmiştim.

 

''O zaman kim...''

 

Cümlenin devamını getiremesem de Akın ne söylemek istediğimi anlamıştı.

 

''O gece çaldığın kapıyı hatırlıyor musun?''

 

Bir süre düşündüm. O an gözümün önünden film şeridi gibi geçmişti. Can havliyle çaldığım kapının ardından duyduğum kilit sesi tekrar yankılandı kulağımda.

 

''Ama nasıl?''

 

Akın yemeğini bitirerek tekrar geri yaslandı ve bana baktı.

 

''Kapıyı kilitlese de polisi arayacak kadar vicdanı varmış.''

 

Şaşkınlığımı gizleyemeden öylece ona bakmıştım. Hiçbir şey söyleyemezken Akın ''Ellerinize sağlık.'' diyerek yanımızdan ayrıldı.

 

Yemekten sonra Emir, Berke ve Akın işleri olduğunu söyleyip dışarı çıkmışlardı. Ben de içerdeki koltuklardan birine uzanmış, uyuyakalmıştım. Gözlerimi açtığımda etraf hâlâ karanlıktı. Üzerime örtülmüş ince pikeyi itip doğruldum. Tam yukarı çıkacaktım ki bahçeden gülüşme sesleri ilişti kulağıma. Yukarı çıkmaktan vazgeçip bahçeye çıktım. Emirler gelmiş, yerdeki puflara oturmuş, gülerek sohbet ediyorlardı. Beni fark eden Ceyda yanındaki pufu göstererek konuştu:

 

"Uyandırdık mı seni? Gel otur."

 

Yanına oturup bir süre sohbeti dinlemeye başladım. Ceyda'nın söylediğine göre hiçbiri biyolojik olarak kardeş değildi. Ama birbirlerine öyle güzel sahip çıkmışlardı ki karındaşlıktan öte bir hâle bürünmüştü sevgi ve sadakatleri. Birlikte çok mutlu görünüyorlardı. Akın diğerleri gibi kahkahalarla gülmese bile ara sıra gülümsüyor, onlara karşı olan sevgi ve şefkati gözlerinden okunuyordu. Berke'nin bana bakıp kulağını göstermesiyle düşüncelerimden yavaşça sıyrıldım.

 

"İşte şaheserin sahibi."

 

Dişlerimi göstererek güldüm. Emir gülerek Berke'nin kulağına baktı.

 

"Nasıl oldu bu?"

 

Berke kaşlarını çatarak bana baktığı sırada dış kapıdan bahçeye giren Can yanımıza geldi.

 

"Selam."

 

Hemen ardından elindeki kutuyu göstererek devam etti:

 

“Biraz ekler getirdim.”

 

Emir, Berke ve Akın, Can'ı baştan aşağı süzerek birbirlerine baktılar. Konuşmadan, sadece bakışarak anlaşabiliyorlardı sanki. Ceyda her zamanki sıcakkanlılığıyla hemen onu davet etti.

 

''Çok teşekkür ederiz, otur lütfen.''

 

Can başını sallayıp yanımıza oturduğunda elindeki kutuyu açıp ortaya koydu. Kutunun içinde oldukça lezzetli görünen eklerler vardı.

 

''Zahmet etmeseydin.''

 

Ceyda'nın sözleriyle Can gülümsedi.

 

''Tek başıma yemekten iyidir. Bu arada ben Can, Bade'nin liseden arkadaşıydım." Diğerleriyle tanıştıktan sonra Berke devam etti:

 

"Nerede kalmıştım? Hah! Zil çaldı, tam sınıfa çıkıyordum. Bir çığlık sesi duydum. Sese doğru gittiğimde bu yamyam nasıl olduysa koca çiçek saksısını üzerine devirmiş. Bu kaldır şunu üzerimden deyince ben de ödül olarak öpücük isteyip saksıyı kaldırdım. Tam yanağımı uzattım ki birden kulağımı ısırıp kaçmaya başladı. Bir kızın bu kadar hızlı koşabildiğini hiç görmemiştim, acı tarafı ise ne kadar kovalasam da yakalayamadım..."

 

Ceyda, Can ve Emir gülerken Akın telefonuyla uğraşıyor, gülmeye dahi tenezzül etmiyordu. Gecenin geri kalanı da buna benzer hikâyelerle geçmişti. Herkes kendince yaşadığı komik olayları ardı ardına sıralamaya ve gülmeye devam etmişti. Susmak bilmeyen Berke ise kimseye fırsat vermeden sürekli bir şey anlatıyor, daha doğrusu kendi anlattığına gülmekten anlatamıyordu. Birkaç saat, çoğu boş ama hoş olan bir sohbetle geçmişti. Can herkese iyi geceler dileyerek gittiği sırada ona kapıya kadar eşlik etmiş, ardından gittikçe soğumaya başlayan havayla eve girmiştim. Bugün biraz erken uyusam iyi olacaktı. Çünkü uyanık kaldıkça neden burada olduğumu hatırlıyor ve kaçıp gitme isteğiyle dolup taşıyordum. Kaçsam bile nerede olduğumu dahi bilmeden nereye gidebilirdim ki? Boş ve manasız bir çaba olurdu sadece. Şimdilik en iyisi olanları izlemekti. Yukarı çıkarken gözüme çarpan piyanoyla duraksadım. Yaklaşıp ellerimi üzerinde gezdirdim. Uzun süredir dokunulmamışa hatta çoktan unutulmuşa benziyordu ki üzeri kalın bir tozla kaplanmıştı. Hayal meyal anımsadığım anılarla annemin piyano çaldığını, hatta bana da az buçuk öğrettiğini hatırlıyordum. Sakince parmaklarıma dokunan o sıcak ellerini unutmak mümkün değildi. Her hatırımda canlandığında aynı sıcaklığı hissediyordum. O sırada Akın'ın mutfakta bir şeyle uğraştığını fark ederek ona baktım. Dolunayın ışığı tam karşısındaki camdan yüzüne ve tezgâhtaki çiçeklere vuruyordu. Önünde bir vazo, elinde ise bir sürahi dolusu su vardı. Suyu vazoya boşalttıktan sonra tezgâhtaki çiçekleri tek tek vazoya doldurmaya başladı. Yavaşça geri çekildiğimde bahçeden eve giren Ceyda yanıma esneyerek geldi.

 

''Geç oldu. Sen de yorgunsundur, hadi uyuyalım.''

 

Onayladığımda koluma girip yukarı çıkmaya başladı. Odaya girdiğimizde masanın üzerindeki katlanmış kıyafetleri gösterip gülümsedi.

 

"Bu gecelikleri giyebilirsin."

 

Kafamı sallayıp elime kıyafetleri aldım. Banyoya girip küçük şeftali desenli pijamaları giydim ve dışarı çıktım. Ceyda da çoktan pijamalarını giymiş, yatmak için hazırlanıyordu. Yanında yer açıp eliyle yat işareti yaptığında yatağa uzandım. Bir süre öylece gözlerimi kapatsam da düşüncelerim ve tanımadığım yerde olmanın gerginliği beni bir türlü uyutmuyordu. Sıkıntıyla Ceyda'ya döndüğümde, uyumuş olduğunu düzenli nefes alıp verişinden anlamıştım.

 

Yaklaşık iki saattir uyumaya çalışıyordum ama içimdeki endişe buna izin vermiyordu. Pes ederek yataktan kalktım. Sessizce odadan çıkarak aşağı, mutfağa girdim. Etrafı gözetlerken bir yandan buzdolabını açıp karıştırıyordum. Bu yaptığım ne kadar ayıp olsa da atıştırmalık bir şey yemek benim için iyi olacaktı. Birkaç şeftali bulduğumda yüzüme genişçe bir gülümseme yerleşti. İçinden iki tanesini yıkayıp mutfaktan çıktım. Kocaman bir ısırık aldığımda tatlı ve sulu lezzetiyle keyfim yerine gelmişti. Sessiz sevincimle yukarı çıkarken açık olan bahçenin kapısından içeriye akın eden soğuk hava üşümeme neden oldu.

 

Anlaşılan soğuk bir gece geçirecektik. Kapıyı kapatmak için bahçenin önüne geldiğimde Akın'ın bahçede olduğunu gördüm. Ses çıkarmamaya özen göstererek arkadan geniş omuzlarına ve rüzgârla dalgalanan saçlarına baktım. Yavaşça yanına ilerlediğimde Akın birden dönüp bileğimden kavradı. Ne olduğunu anlamadan bileğimi sırtıma doğru bükünce acıyla bağırdım.

 

"Aah! Akın ne yapıyorsun!?"

 

Kolumu bırakırken geri çekildi.

 

"Bir daha sessizce yaklaşma."

 

Yüzümü buruşturarak kolumu ovuşturdum ve yere düşen şeftalilerimi aldım. Akın'ın yanına yaklaşınca kafasını bana çevirdi. Yedek olarak aldığım şeftaliyi üfleyip geceliğime sildim ve Akın’a uzattım. Öylece bana bakmasıyla gülümsedim.

 

"İstemiyor musun?"

 

Akın bir şeftaliye bir bana tereddütle bakarken kaşlarımı kaldırıp tekrar konuştum:

 

"Şeftalimi kolay kolay kimseyle paylaşmam."

 

Bir süre daha baktıktan sonra şeftaliyi elimden aldı ve kocaman bir ısırık aldı. Akın'ın bir ısırığı benim üç ısırığıma bedeldi. Şaşkınlıkla ona bakarken Akın bunu fark edip kafasını "Ne?" der gibi sallayarak kaşlarını yukarı kaldırdı. Omzumu silkip ben de onun gibi kocaman bir ısırık aldım.

 

Isırdığım şeftaliyi daha ağzımda döndüremezken bir süre çiğnemeye çalıştım. Yanaklarımın ikisi de balon gibi şişmişti, irice açtığım gözlerle Akın'a baktım. Akın ise beklenmedik bir şekilde yavaşça işaret parmağını kaldırmış ve yanağıma bastırmıştı. Şaşkınlıkla birden hıçkırınca boğazıma kaçan şeftali parçasıyla öksürmeye başladığımda Akın alayla bana baktı.

 

"Hafifçe eğil ve öksür."

 

Dediğini yaptığım hâlde boğazıma duran parça hâlâ çıkmamıştı. Elimle sırtıma vur işaret yaptığımda Akın arkama geçerek ellerini midemin altında birleştirdi ve hafif ama hızla sıkınca boğazımda duran şeftali parçası çıktı.

 

"Anam! Ölüyordum…" diyerek kızaran gözlerimden akan gözyaşlarımı sildim. Derin nefesler alırken Akın alaycı tavrından ödün vermeyerek konuştu:

 

"Ölmek için elinden geleni yapıyorsun."

 

Yüzümü buruşturup şeftalimi yemeye devam ettim. Bir süre öylece karşıdaki ağaçları izlerken Akın'a soru sormak için ağzımı açtığımda tehdit ettiği anlar aklıma gelmiş, sözleri daha söyleyemeden yutmama sebep olmuştu. Akın kafasını bana çevirdi.

 

"Sor ne soracaksan."

 

Heyecanımı belli etmemeye çalışarak ilk sorumu sordum:

 

"Kaç yaşındasın?"

 

"Yirmi iki."

 

"Yirmi iki yaşında olduğuna göre üniversiteye gidiyor musun?"

 

"Hayır."

 

Soruyu düzelterek:

 

"Gittin mi peki?"

 

"Evet."

 

"Hangi bölüm?"

 

"Tıp fakültesi."

 

Şaşkınlıkla bir süre sustum. Ellerimi yanaklarıma koyarak bir süre ona baktım ama aklıma gelip de hayatıma hiç uğramayan hayallerime üzülüp önüme döndüm.

 

"Ne oldu?"

 

Sıkıntıyla iç geçirerek anlatmaya başladım:

 

"En büyük hayalim doktor olmak, ama..." deyip şeftalimden bir ısırık daha aldım. Akın'ın ilgisini çekmişe benziyordu.

 

"Ama ne?"

 

"Ben doktor olamam."

 

Akın bütün vücudunu bana çevirerek kaşlarını çattı.

 

"Nedenmiş o?"

 

Söylediği sözlerine karşılık konuştum:

 

"Olamam çünkü…” yüzümü ekşitip devam ettim, “Ben daha ölü tavuğu parçalayamıyorum. Midem çok bulanıyor ve bir türlü kesemiyorum... Fazla kasıldığım için hareket dahi edemiyorum. Ölü tavuğu bile parçalayamazken yaşayan bir insanın hayatını nasıl kurtarırım ki?"

 

Alnımdan yanağıma doğru süzülen soğuk teri hissettiğimde gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştım. Akın’ın çatık olan kaşları daha da çatılmış, elini yüzüme getirmişti yavaşça. Eğilerek terime dokundu. Düşüncesi dahi midemi bulandırıyordu. Gözlerimi açtım.

 

"Düşünürken bile kasılıyorum."

 

Akın'ın birden kolumdan tutup içeriye doğru sürüklemeye başlamasıyla elimdeki şeftali yine yere düşmüştü. Ne olduğunu anlamadan mutfağa girdirdiğimizde Akın beni bırakıp ellerini cebine koydu.

 

"Acıktık değil mi? Yemek hazırlayalım."

 

"Bu vakitte?"

 

"Evet."

 

"Gece gece ne yapabiliriz?"

 

Bir süre anlamsızca ona baksam da aynı, hissiyattan yoksun bakışlarla karşılık vermişti. Derin bir nefes alıp buzdolabını açtım.

 

"Sandviç?"

 

Hayır anlamında kafasını sallayınca dolabı karıştırmaya başladım.

 

"Tost ister misin?"

 

"Hayır."

 

"Yumurta?"

 

"Hayır."

 

"Krep ve diğer hepsi?"

 

"Hayır."

 

Sertçe dolabı kapatıp "Akın aklından geçeni tahmin ediyorum ama imkânı yok yapamam." dedim kaşlarımı çatıp. Akın ellerini ceplerinden çıkarıp sert olmayan bir tavırla uyardı:

 

"Bana bağırma."

 

"Bağırmıyorum!" der demez hıçkırdım.

 

Kaşlarını kaldırınca gözlerimi devirdim.

 

"Ne yemek istiyorsun?"

 

Kollarını bağlayıp hafifçe eğildi ve tek kelimeyle cevap verdi:

 

"Tavuk."

 

"Hayır."

 

Tüylerim ürpertmişti. Akın'ın kararlı bakışları vazgeçecek gibi durmuyordu ama.

 

"Evet, küçük küçük doğranmış tavuk." dedi. Ben sinirle ellerimi kaldırıp ona baktım.

 

"Ahah! Çok açsan kendin yap. İyi geceler."

 

Mutfaktan ayrılmak için adımımı atmıştım ki Akın önüme geçti.

 

"Kaçmanın faydası olmayacağını çoktan öğrenmen gerekirdi." Bir adım daha ona yaklaştım.

 

"Bir şey kesebilseydim o sen olurdun."

 

Bu sözlerim hoşuna gitmiş gibi güldü.

 

"Ben bunu yapabildiğim için katilim, sen yapamadığın için kurban."

 

Sinirle diktim gözlerimi gözlerine. Ardından tezgâhta duran bir bıçağı kaptığım gibi ona doğru bir hamle yaptım. O ise kaçmak yerine bıçağı çıplak eliyle tutmuştu. Elinden bileğine süzülen kanın koyu kırmızı rengi benim öfkemle karıştığında sırtıma batan sivri bir varlıkla irkildim. Ben öfkeme yenik düşerken Akın'ın bir eli çoktan sırtıma uzanmıştı. O el ancak bıçak tutardı.

 

"Öldürmek istiyorsan, ölmeyi de göze alacaksın."

 

Benim aksime oldukça sakin ve durgundu gözleri. Ama sırtıma dayadığı bıçağın soğuk tarafıydı bakışları. Kanlı elini elime kaydırıp bıçağı aldı nazikçe. Ardından sırtıma uzanan elini indirdi. Bıçak yerine bir çiçek tutuyordu eli. Öfkem yerini tamamen şaşkınlığa bıraktı. Akşam yatmadan önce mutfaktaki tezgâhın üzerinde duran bir vazo dolusu kırmızı çiçeğe su verdiğini görmüştüm Akın'ın. Daha önce hiç görmemiştim böyle bir çiçeği.

 

"Higanbana çiçeği..."

 

Sözleriyle birlikte ona baktım. O ise gözlerini çiçeğe dikmişti.

 

"Değişim... Ölüm... Yeniden doğuş... Ve ölmüş ruhların ardından açan çiçek."

 

Bir bilmece gibi söylediği sözler derin bir yarasını açmış gibi soluklaştı teni. Ve ateş kırmızısı bir renge büründü gözlerindeki çiçeğin yansıması. Kanlı elinde bir bıçak, diğer elinde ise bir çiçek. Ancak bu kadar uyumlu olabilirdi ölüm ve yaşamın çizgisi. Gözlerini bana çevirip çiçeği uzattı.

 

"Bir katilin verebileceği tek hediye bu olsa gerek."

 

Kaskatı kesilmiş bedenim ne bir tepki veriyor ne tutulan dilim birkaç kelam ediyordu. Tuttuğu şey bir çiçekten fazlasıydı. Derin bir yas vardı ellerinde. Akın uzanıp elime tutuşturdu çiçeği. Bir süre daha baktı gözlerime. Ardından arkasını dönüp mutfaktan çıkmıştı. Elimdeki güzel çiçeğe baktım. Bir hüzün vardı sanki tohumlarında. Kederli yaprakları, pişmanlık dolu bir rengi vardı. Kimin mezarından kopup gelmişti bu çiçek? Ya da hangi ölmüş ruhun ardından açmıştı yas dolu yapraklarını?

 

Yukarı çıkıp sessizce girdim yatağa. Başucuma koyduğum çiçeğe öylece bakarken uyumuş kalmıştım. Sabah gözlerimi açtığımda Berke karşımda duruyordu. Etrafa baktığımda Ceyda'nın olmadığını fark ettim. Berke, yüzünde çözemediğim donuk bir ifadeyle yanı başımda duran çiçeğe bakıyordu. Uyandığımı fark edince yüzündeki ifadeyi silip gülümsedi.

 

"Günaydın."

 

"Günaydın."

 

Perdeleri açıp dışarı baktığı sırada odayı dolduran ışık gözlerimi kamaştırmış, huzursuzca doğrulmuştum.

 

"Bugün dönüyoruz."

 

Verdiği bu haberle içim rahatlamıştı, derin bir nefes almıştım.

 

"İfade emri geri mi çekildi?"

 

Berke yüzünü bana döndü ve kapıya doğru ilerledi.

 

"Evet. Hazırlan bir an önce."

 

Gülümseyip çıktıktan sonra elimi yüzümü yıkayıp giyindim. Aşağı indiğimde Ceyda kahvaltıyı çoktan hazırlamış, masada oturuyordu. Yüzü Berke'ninki kadar donuk görünüyordu. Derin düşüncelere dalmış, geldiğimi dahi fark etmemişti. Berke ise zeytin dolu bir tabağı masaya koyduktan sonra Ceyda'nın koluna dokunmuş, onu kendine getirmişti. Ceyda beni gülünce gülümsedi.

 

"Günaydın."

 

"Günaydın."

 

Yanındaki sandalyeyi gösterdiğinde yanına oturdum.

 

"Diğerleri yok mu?"

 

Karşımıza oturan Berke cevap verdi:

 

"Burada biraz işleri vardı. Erken çıktılar."

 

Ardından klasik ama sıcak bir sohbet sarmıştı bizi. Berke'nin şapşallıkları bizi güldürüyor, Ceyda'nın heyecanla ve zevkle anlattığı Emir'in çapkınlıkları ve üstü kapalı hayat hikâyeleri üçümüzün yüzünde tatlı bir tebessüm oluşturuyordu. Kahvaltıyı bitirdikten sonra çaylarımızın son yudumlarını alırken içeri Akın ve Emir girmişti.

 

"Beni mi çekiştiriyorsunuz siz? Kulağım çınlıyor."

 

Emir kulağını tutarak gülmüştü. Biz de güldüğümüzde dönüp Akın'a baktım. Kesilen, sargılı eliyle tuttuğu birkaç kâğıda bakıyordu. Ceyda, Akın'a döndü. "Bitti mi işiniz?"

 

Akın kafasını kaldırmadan yalnızca "Hı-hı" demekle yetinmişti. Ardından ekledi:

 

"Bu kadar tatil yeter. Toplanın, gidiyoruz." Emir hemen masayı toplamaya koyuldu.

 

"Hadi hanımlar siz hazırlanın. Burayı biz hallederiz."

 

Ceyda keyifle Emir'in yanağına bir öpücük kondurduktan sonra benim de elimden tutup mutfaktan çıktı. Yukarı çıktıktan bir süre sonra hazırlanmıştık. Merdivenlerden inerken Ceyda'nın numarasını alıp kaydediyordum ki telefonum çalınca ekranda yazan 'Yakışıklı Emir' yazısını görünce kaşlarım çatıldı.

 

"Efendim?"

 

"Güzelim telefonunu ortalık yere koymamalısın." diyerek kulağında telefonla Emir girdi. Telefonu kapatıp "Nereden buldun sen benim numaramı?" dedim huysuzca.

 

"Dediğim gibi telefonunu ortalık yere koymamalıydın."

 

"Telefonumu mu karıştırdın?"

 

Göz kırpıp dışarı çıktı. Küstahlığına sinirle gülerken telefonuma kaydettiği ismi değiştirip 'Uyuz Emir' yaptım. Ceyda gülerek dışarı çıktı. Ben de arkasından çıkıp arabaya ilerledim.

 

Can'ın koşarak geldiğini görünce ona döndüm.

 

"Gidiyor musun?"

 

"Evet."

 

"Yakınlarda ben de geleceğim okula."

 

"Şeyy... Ben o okuldan ayrıldım."

 

"Ne? Neden?"

 

"Uzun hikâye, boş ver." diyerek gülümsedim. Üstelemeden başını salladı ve bana sarıldı. Dostane bir karşılık verdikten sonra geri çekildim.

 

"Görüşürüz."

 

"Dikkat et kendine."

 

Kapımı açan Emir çapkın bir nezaketle oturmamı işaret ettiğinde ister istemez gülümseyerek oturmuştum.

 

"Teşekkür ederim."

 

O sırada çoktan yerleşmiş olan Berke bir süre bana bakıp arabadan indi.

 

"Ben Emirlerle gideceğim. Bade bütün çikolatalarımı yiyor."

 

Kucağında sıkı sıkı sarıldığı poşeti saklarken diğerleri gülmüştü, bense gözlerimi devirmekle yetinmiştim. Yola çıktığımızda Ceyda'dan ödünç aldığım çantayı karıştırıp, içine koyduğum birkaç atıştırmalık içinden bir şeftali çıkardım. Gece ağız tadıyla yiyememiştim. Kocaman bir ısırık alıp dışarı baktım. İnce ince yağmur yağmaya başlamıştı. Dünkü ‘neler olacak’ endişesi, sabah Berke’nin verdiği haberle uçup gitmişti sanki. Bir nebze olsun rahatlamıştım.

 

Çünkü garip bir şekilde polislerle uğraşmayı ben de en az Akın kadar istemiyordum. Dönüp Akın’a kısa bir bakış attım. İçimi karartan hava yetmezmiş gibi Akın'ın sessizliği de beni geriyordu. Gerginliğimi anlamış gibi bana dönüp torpidoyu işaret etti.

 

"Cüzdanın torpidoda."

 

Torpidoyu açtığımda cüzdanımı gördüm. Aklımdan tamamen çıkmıştı. Akın sordu:

 

"Eksik bir şey var mı?"

 

Cüzdanı alıp kontrol ettiğimde eksik bir şey olmadığını gördüm.

 

"Yok."

 

Cüzdanı çantaya atıp geriye yaslandım. Bir süre daha süren sessizlikle şeftalimden son ısırığımı aldım. Çekirdeğini camı açıp dışarı atmıştım ki yan arabanın içine girip sürücünün kafasına çarptı. Adam şaşkınlıkla bağırmaya başlamıştı. Bir yandan camı kapatmaya çalışırken bir yandan da koltuktan aşağı kayarak saklanmayı denedim. Emniyet kemeriyle pek mümkün olmasa da… Akın bana bakıp kafasını iki yana salladı ve güldü.

 

"Şans her zamanki gibi senden yana."

 

Doğrulup camdan dışarı baktım. Araba çoktan arkada kalmıştı.

 

"Elbette öyle, kimse bir katille seyahat etme şansı yakalayamaz değil mi?"

 

Akın muzip bir gülümsemeyle gözlerini yola çevirdi. Ben de geriye yaslanmış, tekrar dışarıyı izlemeye koyulmuştum.

 

"Bade."

 

Akın'ın seslenmesiyle uyanıp etrafa bakındım. Okulun önünde durmuştuk. Gözlerimi ovuşturup esnedim. Ne kadardır uyuyordum acaba? Akın ceketini sırtına geçirip dışarı çıktığında ben de arabadan inmiş, diğerlerinin yanına gitmiştim. Hepsi okula yürümeye başlayınca Emir yanıma gelip elini omzuma attı.

 

"Ne oldu?"

 

Emir'in sorusuyla ona baktım.

 

"Okula geleceğinizi düşünmemiştim. Neden buradasınız?"

 

Yanımızda yürüyen Akın bana döndü.

 

"Halletmem gereken şeyler var."

 

Her zamanki gibi üstü kapalı bir cevapla geçiştirmişti. Umursamayarak önüme döndüğümde Berke elinde çikolatayla yanımdan geçerken çikolatayı hızla kaptım. Emir sesli bir şekilde kahkaha atarken Berke şokla bana döndü.

 

"Yamyam!"

 

Gülüp çikolatadan bir ısırık aldım.

 

"Bundan sonra daha fazla düşmanın var dikkat et."

 

İki omzumdan tutup kulağıma eğilen Emir bunları söyledikten sonra geri çekildi. Etrafta bize bakan öğrenciler Emir'in bu sözlerini doğruluyordu. Derin bir nefes aldım.

 

"Neyse ki benim tarafımdasın değil mi?" Emir gülerek onayladı. "Elbette."

 

Onlarla vedalaştıktan sonra yanlarından ayrıldım. Sınıfa girdiğimde Selin hızla yanıma geldi.

 

İlk önce beni evirip çevirdi. Sağımı solumu yokladı.

 

"Hâlâ tek parçasın."

 

Ardından koluma girip beni sınıftan çıkardı. Köşedeki camın kenarına geçtiğimizde sinirle bana baktı.

 

"Aklından ne geçiyordu senin? Deli misin?"

 

Kaşları çatılmış, dudakları gerilmiş, teni soluklaşmıştı. İri gözlerinde biraz öfke, çokça endişe vardı. Ardı ardına birçok şey söylese de dinlememiş, yalnızca öfkesini kusmasını izlemiştim. Kendini tutamayıp birkaç tane yapıştırmıştı üstelik.

 

"Daha sonra her şeyi anlatacağım Selin."

 

Duraksayıp bana baktı.

 

"Söz mü?"

 

"Söz."

 

Nihayet ikna olmuştu, sınıfa doğru yürüyorduk.

 

"Dün derste ne işlediniz?"

 

"Tuttuğum notları veririm çıkışta."

 

Bizim ardımızdan giren öğretmen vakit kaybetmeden ders işlemeye başlamıştı bile. Ama ne anlattığına dair hiçbir fikrim yoktu. Dönüp sınıfı kontrol ettiğimde neredeyse herkesin benimle aynı durumda olduğunu görünce biraz rahatlamıştım. Günün geri kalanı da sadece teneffüs zilinin çalacağı dakikaları saymakla geçmişti. Okul çıkışı ise Selin ile birlikte teyzemlerin yolunu tutmuştuk. Kapıyı çaldığım an içeriden teyzemin neşeli sesi duyuldu:

 

“Ben açarım!”

 

Çok geçmeden kapı açıldığında teyzem kocaman gülümsemesiyle baktı bana.

 

“Ben de tam seni arayacaktım. Hoş geldiniz!”

 

İkimizi de sıcacık bir kucaklamayla içeri aldıktan sonra aç olup olmadığımızı sordu. Merak dolu gözleri üzerimde geziniyordu. Ama yanımda Selin olduğu için hiçbir şey soramıyordu.

 

Odaya çıktığımızda Selin kendini yatağa attı.

 

“Anlat bakalım.”

 

Derin bir nefes alıp üzerimi çıkarmaya başladım. Bir yandan olayları anlatmaya koyulmuştum. Sesini çıkarmadan dinleyen Selin ara sıra sinirli bakışlar atıyor, kendi kendine söyleniyordu. Her şeyi anlattıktan sonra bir süre öylece boşluğa baktı.

 

"İçimden bir ses her şeyin çok daha beter olacağını söylüyor."

 

Bu bir his olmaktan çıkmış, yavaş yavaş gerçeğe bürünüyordu. Yılgınlığımı gören Selin başka bir yorum yapmadan konuyu değiştirdi. Ben yokken okulda olanlardan bahsetmiş, biraz da amcam ve yengemin küçük kavgasını anlatarak sözlerini “Çocuk gibiler işte.” diyerek noktalamıştı. Birkaç saat sonra, teyzemin ısrarlarına rağmen yemeğe kalmayan Selin evden ayrıldığında teyzem hemen odama damlamıştı.

 

"Ne oldu? Kimler vardı? Tek ikiniz miydiniz yoksa!? Ne yaptınız? Anlat Bade!" Sorularını cevaplamadan rahat vermeyecekti anlaşılan bana.

 

"Bir şey yapmadık, arkadaşlarıyla tanıştım sadece."

 

Teyzem ergen bir kız edasıyla yastığa kafasını gömüp çığlık attı. Şaşkınca onu izlerken doğrulup "Seni arkadaşlarıyla tanıştırdı ha!" dedikten sonra tekrar kafasını gömdü. Hemen ardından yüz üstü uzanıp ellerini çenesinin altına koydu.

 

"Cidden anlamadın mı?"

 

Ben öylece ona bakarken devam etti:

 

"Telefonda seninle takılmak istediğini söyledi. Üstelik arkadaşlarıyla tanıştırmış, sana vurulmuş işte!"

 

Başımı yatağın başlığına dayayıp "Yaa, ne demezsin." diye mırıldandım.

 

"Neden bu kadar ön yargılısın?"

 

"Ön yargılı değilim, sadece..." duraksadım. Derin bir nefes alıp toparlamaya çalıştım.

 

"Düşündüğün gibi değil teyze. Onun yüzünü dahi görmek istemiyorum, adını duymak istemiyorum. Ben uzaklaşmaya çalıştıkça burnumun dibinde bitiyor bir şekilde." Teyzem bir süre yüzüme baktı.

 

"Neyse üstelemeyeceğim. Yorgun görünüyorsun."

 

Doğrulup ayağa kalktı. Tam kapıdan çıkacağı sırada duraksayıp yüzünü bana dönmeden konuştu:

 

“Ama şu bir gerçek: Seni çeken bir şeyden kaçmaya çalışırsan, kendini o şeyin etrafında dönerken bulursun."

 

Çocuksu hareketleri kaybolmuş bir yetişkin edasıyla söylemişti bunları. Bir şey söylememi beklemeden çıktığında yavaşça kapıyı kapattı. Bense sıkıntıyla bir nefes almış yatağa iyice sokularak içimde tarif edemediğim iğrenç histen kurtulmaya çalıştım.

 

 

 

 

Loading...
0%