Yeni Üyelik
5.
Bölüm

KABULLENME

@msmarvi

 

 

5. BÖLÜM

 

 

KABULLENME

 

 

Perdenin arasından sızan akşam güneşi, odanın köşesinde duran boy aynasından yansıyordu. Toz taneleri ışığın içinde süzülerek kulaklığımda çalan şarkıda dans ediyorlardı sanki. Hâlâ sabah gördüğüm kâbusun etkisindeydim. Yaklaşık üç haftadır bu yatakta yatıyordum ve her Allah’ın günü aynı kâbusla uyanıyor, tekrar uyuyamıyordum. Ortalık yatıştıkça ve bedenimdeki kurşun yarasının acısı dindikçe zihnim yalnızca Esma ve Akın arasında mekik dokumaya başlamıştı. Bildiklerimden, gördüklerimden öyle çok korkuyordum ki tekrar hafızamı kaybetmek ve Bade olarak değil de tamamen yabancı biri olarak yeniden doğmak istiyordum.

 

 

Yattığım yataktan doğrulup etrafa bakındım. Kapağı açık küçük dolabın içindeki kıyafetler görünüyordu. Hemen yanındaki masanın üzerinde Ömer’in getirdiği solmuş papatyalar ve sandalyeye asılmış siyah bir kapüşonlu vardı. Gözüme hemen yanımdaki boş ve kirli tabak takıldığında durup düşündüm. Uzanıp tabaktaki bıçağı aldım, elimde evirip çevirerek tekrar yatağa uzandım ve elimi havaya kaldırıp bıçağa yansıyan yüzüme baktım. Bıçaktaki yansımam sabit durmuyordu. Gözlerim yavaşça titreyen ellerime kaydı. Korkuyor muydum? Endişeli miydim? Ne hissettiğimi dahi bilmezken neden titriyordum ki? Bir türlü anlam veremeyerek bıçağa bakmaya devam ettim. Ben bakmaya devam ettikçe yeni bir soru doğuyordu zihnimde. Ölürsem tüm bunlardan kurtulabilir miydim? Kurtuluşum kendi ellerimde miydi yoksa? Her şeyin çözümü bir yemek bıçağından mı ibaretti? Oldukça kolay ve kesin görünüyordu oysa.

 

 

Kapının açılmasıyla dikkatim dağılarak kapıya baktım. İçeri giren Akın önce bana bir göz attı. Ardından bir şey söylemeden yanıma yaklaştı ve elindeki bir kupa kahveyi bana uzattı.

 

 

Doğrulup kahveyi aldım.

 

 

“Teşekkürler.”

 

 

Başlarda sürekli başımda beklese de son bir haftadır neredeyse eve uğramıyor, kendisi yerine Ceyda’yı, Berke’yi ya da Emir’i başıma dikiyordu. Uğraştığı bir şey olmalıydı. Morali de oldukça bozuk görünüyordu. Esma hakkında gördüklerimden tek kelime dahi bahsedememiştim. Her cesaretlendiğimde olacaklardan korktuğum için dilim dönmüyordu hiçbir söze.

 

 

“Ağrın var mı?”

 

 

Başımı iki yana salladım.

 

 

“İyileşti sayılır.”

 

 

Uzanıp yanı başımda duran tabağı aldı. Ardından yatağa bıraktığım bıçağı da tabağa koyup

 

 

bana döndü.

 

 

“Yine de tam iyileşene kadar fazla hareket etme.”

 

 

Hafifçe başımı salladım. Sessizce odadan çıkışını izleyerek bir elimi geriye doğru koymuştum ki parmaklarıma çarpan kitaba dönüp baktım. Bu, Akın’ın bir hafta önce verdiği kitaptı. O an yeniden gözümde canlandı:

 

 

Güçsüz düşen bacaklarımı açmak için koridora çıkıp yavaş adımlarla yürümeye başlamıştım ki kendi odasından çıkan Akın beni görünce duraksamıştı.

 

 

“Neden ayaktasın?”

 

 

Korkuluklara tutunup ona baktım.

 

 

“Neredeyse yürümeyi unutacağım. Ayrıca çok sıkıldım.” Akın yaklaşıp önümde durdu ve bir kitap uzattı.

 

 

''Güzel Ve Çirkin - Gabrielle Suzanne Barbot de Villeneuve''

 

 

Bir masal kitabıydı. Uzanıp kitabı aldığımda yaklaşıp kolumdan tuttu ve yürümeme yardım etti.

 

 

''Yakışıklı bir prensken kibirli ve acımasız olursam çirkin bir canavara dönüşeceğimi söylerdi küçükken annem. Kitaptaki canavarın ben, bu evin ise şatom olduğunu büyüdükçe fark

 

 

ettim.''

 

 

Daha önce okumuştum bu kitabı. Kapağına bakarak sordum:

 

 

''Peki Güzel nerede?''

 

 

Akın duraksadı. Bana kısa bir bakış atıp cevap vermeyince merakla ona döndüm.

 

 

''Güzel gelmezse ölecek misin? Ya da gülün yaprakları döküldüğünde?'' Beni tekrar yatağıma oturttuğunda doğrulup bana baktı.

 

 

''Güzel gelip beni kurtaracaktır.''

 

 

Ardından bir şey söylememi beklemeden odadan çıkmıştı.

 

 

Defalarca okuduğum kitabı tekrar elime aldım ve kahvemden bir yudum alarak bir kez daha okumak için yatağın başlığına yaslandım.

 

 

Birkaç saat sonra susadığımı fark ederek kafamı kitaptan kaldırdım. Su şişesine uzandığımda içinin boş olduğunu fark ederek duraksadım. Ayağa kalkıp şişeyi de alarak aşağı indim. Artık az bir ağrıyla rahatlıkla yürüyebiliyordum. Her yerin ışıkları açık olsa da Akın ortalıkta görünmüyordu. Gerçi bu bir süredir öyleydi. Önceleri Akın gerekli olmadıkça ışıkları kapatıyordu ama benim neredeyse her gece gördüğüm kâbusla çığlık çığlığa uyandığımı fark edince korkumu azaltmak için artık ışıkları gece gündüz açık tutuyordu. Mutfağa girip şişeyi tezgâha bıraktım. Ama bir an ne yapacağımı unutarak öylece ortada dikili kalmıştım.

 

 

“Niye gelmiştim ben buraya?”

 

 

Hatırlamak isteyerek etrafa bakınırken masanın üzerinde bir kâse dolusu şeftali gördüm, yaklaşıp bir tanesini elime aldım. Emir her uğradığında bunları getirmeyi de eksik etmiyordu. Yüzümde oluşan ufak tebessümle şeftaliyi burnuma götürdüm ve kokladım. Ardından yıkayıp bölmek için bıçak aradım. Tezgâhın üzerinde duran bıçak setinin kabı yerinde olsa da bıçaklar yoktu. Çekmeceyi açtım, bıçaklar için ayrılan bölmenin de boş olduğunu görünce duraksadım. Hepsi kirli miydi? Bulaşık makinasının içine baktığımda oranın da boş olduğunu görerek kapağını kapattım ki Akın mutfağa girdi. Bana bir bakış attıktan sonra hemen yanımda durup elindeki kırmızı çiçekleri tezgâha bıraktı. Bu çiçekleri hatırlıyordum. İfademin alınacağını bahane ederek beni alıkoyduğu zaman bana verdiği çiçeklerdendi bunlar.

 

 

“Ne arıyorsun?”

 

 

Vazodaki kurumuş çiçekleri çıkarıp dibinde kalan suyu boşalttı.

 

 

“Bıçak arıyorum.”

 

 

Durdu, kafasını bana çevirdi.

 

 

“Neden?”

 

 

Elimdeki şeftaliyi gösterdim.

 

 

“Şeftaliyi bölmek için…”

 

 

Bana bakmaya devam edip cevap verdi:

 

 

“Dişlerin en güne duruyor? Berke’nin kulağını ikiye bölmek için mi?”

 

 

Hemen ardından tekrar önüne döndü. Birden nereden çıkmıştı bu huysuz tavırlar? Vazoya tekrar su doldururken şeftalimden bir ısırık aldım ve uzanıp çiçeklerden birini elime aldım. Rengi çok parlak ve güzeldi.

 

 

“Böyle bir çiçek görmemiştim hiç.”

 

 

Akın o gün yaptığı gibi tek tek çiçekleri vazoya koyarken konuştu:

 

 

“Zor şartlarda yetiştiği için nadirdir.”

 

 

Elimdeki çiçeği evirip çevirip baktım.

 

 

“O zaman sen nasıl buluyorsun?”

 

 

“Bir arkadaşım yetiştiriyor.”

 

 

“Senin başka arkadaşın var mıymış?”

 

 

Akın bu sözüme gülse de cevap vermedi.

 

 

“Bunları satıp para mı kazanıyor? Botanikçi mi?” Başını iki yana salladı.

 

 

“Bunlar Alçin için hatırası olan çiçekler sadece.”

 

 

Şaşkınlıkla ona baktım.

 

 

“Arkadaşın bir kadın mı?”

 

 

Kaşlarını kaldırıp bana baktı.

 

 

“Olamaz mı?”

 

 

Çiçeği bırakıp tezgâha yaslandım.

 

 

“Senden ürkmüyor mu?” Akın yeniden güldü.

 

 

“Daha çok o beni ürkütüyor.”

 

 

Şaşkınlığım daha da artmıştı.

 

 

“Seni ürkütebilecek bir kadın mı? Kesinlikle onunla tanışmam gerek.” Vazoyu yerine koydu.

 

 

“Belki bir gün...”

 

 

Uzanıp tişörtünün kolunu hafifçe yukarı sıyırdım ve omzuna baktım.

 

 

“Kolun nasıl peki? İyileşti mi?”

 

 

Akın başını bana çevirmiş ne yaptığıma bakıyordu.

 

 

“Daha değil.”

 

 

Her hafta kontrol için hastaneye gittiğimizde doktor kolunu fazla oynatmaması gerektiğini söylese de Akın yine bildiğini okuyordu. Son hafta ise kontrole dahi gitmemiş, beni de Arda götürmüştü. Bir şey hatırlamış gibi kol saatine baktı. “Hazırlan, Arslan seni görmek istediğini söylemişti.”

 

 

“Arslan mı?”

 

 

“Evet.”

 

 

“Neden?”

 

 

Cevap vermedi. Yalnızca şöyle bir göz atıp “Hazırlan.” demiş, ardından mutfaktan çıkmıştı. Muhtemelen geçen yarım kalan konuşmamız hakkında yine sorular soracaktı. Yukarı çıktım ve üzerimi değiştirdim. Evde oturmaktan da sıkılmıştım ayrıca. Akın’ı ikna edebilirsem belki sahile geçebilirdik. Ne zamandır canım közlenmiş mısır istiyordu. Sahilde mutlaka mısır satan biri olurdu. Odadan çıkıp aşağı indiğimde Akın’ın beni beklediğini fark ederek adımlarımı biraz daha hızlandırmıştım ki sızlayan yarayla tekrar yavaşladım.

 

 

“Acele etme.”

 

 

Bunu söylerken askıdaki montumu giydiren Akın kapıyı açtı ve önden benim çıkmamı bekledi. Dışarı çıkıp derin bir nefes aldım.

 

 

“Ah! Kafesten çıkmış bir kuş gibi hissediyorum.”

 

 

“Fazla uzaklaşma.”

 

 

Sözleriyle duraksadığımda kapıyı kilitleyen Akın hızla yanıma gelmiş, etrafa bakınmıştı. O günden sonra fazla tedbirliydi. Mümkün olsa beni cebine koyup öyle çıkacaktı dışarı. Aslında neredeyse öldüğümüz düşünüldüğünde, bu kadar tedbirli davranması da yerinde görünüyordu. Bir kolunu arkamdan uzatıp omzumdan tuttu ve yürümeye başladı. Arabanın kapısını açtı ve binmeme yardım etti. Kendisi de binip arabayı sürmeye başladı. Biraz yol almıştık ki telefonumun titremesiyle ekrana baktım. Teyzem arıyordu. Hastaneden çıktıktan sonra neredeyse her gün yanıma uğramış, eniştemin yaptığı yemekleri kendi yaptığını söyleyerek bize afiyetle yedirmişti. Ama o günlerde unutamayacağım başka bir şey de söylemişti. Başta umursamasam da gece yatağıma yatıp kendimle baş başa kaldığımda saatlerce düşünüp durmuştum:

 

 

Hastaneden çıktıktan sonraki gün öğlen beni ziyarete gelen teyzem, ısıttığı yemeği odama kadar çıkararak kendi elleriyle yedirmişti. Ama çenesi de ağzıma ardı ardına yemek tıkıştırdığı eli gibi bir türlü durmak bilmiyor, saatlerdir Akın hakkında konuşup duruyordu.

 

 

“Düşünceli çocuk bak, saçlarını yıkamana bile yardım etti.”

 

 

Sabah uyanıp Akın’a kendimi kirli hissettiğimi söylediğimde saçlarımı kendi elleriyle yıkamış, vücudumu da Ceyda ıslak bezle silmeme yardım etmişti. O sırada gelen teyzem de tüm bu olanlara şahit olunca akşama kadar başımın etini yiyip bitirmişti. Ona cevap vermeden baygın bakışlar attığımda sinirlenerek kolumu çimdikledi.

 

 

“Sana diyorum kız!”

 

 

Acıyla kolumu tutup “Aman teyze, neyse ne işte.” diyerek geçiştirmiştim ki duraksayıp uzun uzun bana baktı.

 

 

“Neden ona karşı bu kadar soğuksun?” Derin bir nefes alıp geriye yaslandım.

 

 

“Soğuk değilim, sadece…”

 

 

Duraksayınca teyzem üsteledi:

 

 

“Sadece ne?”

 

 

Bir süre sessizce ona baktığımda meraklı olsa da ciddiyetle beni dinlediğini fark etmiştim.

 

 

Çatlak ve uçarı teyze gibi değil de gayet olgun ve yaşının kadını bir teyze gibi dinliyordu beni.

 

 

“Düşündüğün kadar iyi biri değil teyze.”

 

 

“İyi biri olduğunu söylemedim zaten.”

 

 

Hazırcevaplıkla bunları söylediğinde şaşkınca ona baktım.

 

 

“O zaman neden ısrar ediyorsun?” Teyzem ilgiyle biraz daha yaklaştı.

 

 

“Sana doğrudan bir kötülüğü oldu mu?” Söyledikleri ilginçleşmeye başlamıştı.

 

 

“Olmaz olur mu? Başıma ne geldiyse onun yüzünden geldi.”

 

 

“Seni silahla yaralayanın o olduğunu mu söylüyorsun?”

 

 

“Hayır, ama sebebi oydu.”

 

 

“Sebep olduğu için kötü biri mi yani?”

 

 

“Evet. Buna sebep olduğu için neredeyse ölüyordum. Onun yaptığı hataların sonuçlarını bana yaşatması kötülük değil de ne?”

 

 

Sözlerimle teyzem hafifçe gülümsedi.

 

 

“Anlaman için acımasız olacağım Bade. Aileni kaybettiğin kazanın sebebini hatırlıyor musun?”

 

 

Birden içimden bir şeyler koptu sanki. Bunu atlatmak çok zor olmuşken yaşadığım korkunç günleri bana yeniden hatırlatması da ne demekti şimdi? Çünkü kazanın sebebi bendim. Arabanın arka koltuğunda babamla bir kavgaya tutuşmuştum. Sebebini hatırlamadığım kavgada ağza alınmayacak şeyler söylüyor, annemin tüm uyarılarına rağmen onu dinlemeden babama olan nefretimi kusuyordum. Babam da en az benim kadar sertti.

 

 

Susmam için sesini yükseltiyor, öfkeli bakışlarını aynadan bana yöneltiyordu. Annem bir yandan şaşkınca olup bitenleri izlerken bir yandan da ikimizi yatıştırmaya ve neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. En sonunda dayanamayıp elimdeki telefonu hızla fırlatmamla ön cam tuzla buz oldu. Arabanın kontrolünü kaybeden babam defalarca takla atmış, karşıdan gelen bir tıra vurarak durabilmişti. Bunları kazadan sonra arabanın kamera kaydını izleyen teyzemleri gizlice dikizleyerek, bizzat gözlerimle görmüştüm. Annemin, kardeşimin ve babamın çığlıklarını duymak, bana ölmeden cehennem azabı yaşatmıştı sanki. Aylarca, hatta yıllarca kendimi suçladım. Ama zaman geçtikçe bunu kabullenmekten başka çarem de olmamıştı. Annem, babam, küçük kardeşim… Hepsinin hayatına mal olan bendim ve yıllar boyu konusunu dahi açmayan teyzemin şimdi bunu yüzüme açık açık söylemesi aynı acıyı yeniden tattırmıştı bana.

 

 

“Bazen kendi yaptığımız hataların sonuçları başkalarını da etkiler. Niyetimiz kötülük olmasa da hiç istemesek de buna sebep olan biz oluruz. Şimdi bana senin kötü biri olduğunu mu söylüyorsun? Kendi ağzınla söylesen ve hıçkırmasan dahi buna inanmam ben.” Gözlerimi kaçırdım.

 

 

“Böyle söylemene gerek yoktu.”

 

 

Teyzem uzanıp elimi tuttu.

 

 

“Başka türlü söyleseydim bir kulağından girip ötekinden çıkardı.”

 

 

Sıcacık gülümsemesini eksik etmeden biraz daha yanıma sokulup başımı göğsüne yatırdı ve öptü.

 

 

“Senin kazaya sebep olmak istemediğin gibi, Akın da buna sebep olmak istemezdi. Onu en iyi senin anlaman lazım.”

 

 

Hiçbir şey söylemedim, devam etti:

 

 

“Şükürler olsun ki ikiniz de iyisiniz. En azından Akın sebep olduklarını telafi edebilmek için fırsat buldu. Elinden geleni de yaptığını bizzat görüyorum. Kötü biri olmasından da gayet memnunum.”

 

 

Hiçbir zaman bu kadını tam olarak anlamayacaktım.

 

 

“Nasıl yani?”

 

 

Şaşkınca kafamı kaldırıp ona bakarken o da sorduğum soruyla yüzüme baktı.

 

 

“Çünkü iyiler dünya için sevdiklerini feda ederken, kötüler sevdikleri için dünyayı feda ederler.”

 

 

Gülüp başımı iki yana salladım. Bazen sözlerine akıl sır ermiyordu. Ama bir bakıma doğruydu. Çünkü en büyük örneği her zaman gözlerimin önündeydi: Akın, Esma için kendi de dahil tüm dünyayı feda etmeye hazırdı.

 

 

Telefonun ekranına bakmayı kesip açtım.

 

 

“Efendim?”

 

 

“Nasılsın bebeğim?”

 

 

“İyiyim gayet. Sen nasılsın?”

 

 

“Ben de iyiyim. ‘Her gün gelme.’ diye beni azarladığın için bugün gelmedim.”

 

 

Sitemkâr sözlerine güldüm.

 

 

“Sadece ‘Ben artık iyiyim her gün gelmene gerek yok,’ dedim.”

 

 

“Hıh! Aynı şey.”

 

 

Derin bir nefes alıp “Teyze…” demiştim ki teyzem güldü.

 

 

“Şaka yaptım. İyi misin diye sormak için aradım sadece. Yarın yine ararım, kapatıyorum şimdi bankadayım, sıra bana geldi.”

 

 

“Tamamdır. Öptüm.”

 

 

“Beni değil Akın’ı öp salak.”

 

 

“Teyze!”

 

 

Sözlerinin hemen ardından telefonun sesini sonuna kadar kısmaya çalışsam da Akın çoktan duymuş olmalı ki bana bakıp güldü.

 

 

“Hayır demem.”

 

 

Gözlerimi devirirken sinirle telefonu teyzemin suratına kapattım.

 

 

“Bazen büyüklerin sözünü dinlemek lazım.”

 

 

Yine beni köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Bu kez geri adım atmayacaktım.

 

 

“Neden olmasın?”

 

 

Akın kaşlarını kaldırdı.

 

 

“Ne zaman?”

 

 

Gülümsedim.

 

 

“Ne zaman istersen.”

 

 

Araba ani bir frenle durduğunda camdan fırlamama engel olan kemere sarılıp dehşetle Akın’a döndüm. Direksiyonu bırakıp yüzünü iyice bana doğru yaklaştırdı. O yaklaştıkça ben de mümkün olduğunca geri çekiliyordum. Kıstığı gözlerini yüzümde gezdirip gözlerime diktiğinde güldü.

 

 

“Şimdi.”

 

 

Çok geçmeden arkada sıra olan arabalar korna çalarken Akın hiç oralı olmadan bana bakıyordu. Yüzümün kızardığını hissediyordum. Heyecanla tuttuğum nefesimin dahi farkına varmamıştım. Beni utandıran onun yaklaşması değil, onu öpme isteğimdi. Ama bunu yapacak cesaretim bu ani hareketiyle anında uçup gitmişti.

 

 

“Neyi bekliyorsun?”

 

 

Ne diyeceğimi bilememiştim.

 

 

“Ben, ben-“

 

 

Sözümü kesti.

 

 

“İstemediğini söylersen geri çekilirim.”

 

 

Yine ne yapıp edip beni köşeye sıkıştırmıştı.

 

 

“İstemiyorum…”

 

 

Neredeyse fısıltıyla çıkan sesimi duymak için biraz daha yaklaşmıştı Akın. Bir süre yüzüme bakıp birazcık geri çekilmişti ki hıçkırığım arabada yankılandı. Anında duraksayıp gözlerini tekrar gözlerime diktiğinde yerin dibine girmek istemiştim. Akın’ın gülümsemesi genişledi.

 

 

“Ah, yakalandın Küçük Yalancı.”

 

 

Gözlerini dudaklarıma dikip yavaşça yaklaştığında yutkundum. Dudaklarıma milimler kalmıştı ki birden hemen arkamdaki cama biri şiddetle vurdu. İrkilerek kafamı çevirdiğimde dışarıda bir adam yüksek sesle bir şeyler söylüyordu. Akın başını hafifçe kaldırıp adamın suratına baktı. Sinirle sıktığı çenesi kasılırken kapı kolundaki tuşa basıp camı indirmeye başladı. Eğilip arabanın içine bakan adam “Ne bekliyorsun kardeşim? Açsana yolu!” diye bağırmaya devam etmişti. Sakince adamın bağırışını dinleyen Akın cevap vermedi.

 

 

“Alo! Kime diyorum?!”

 

 

Bakışlarım bir Akın bir de adam arasında gidip geliyordu. Adam öfkeden deliye dönmüş gibi bağırmaya devam ederken, Akın birden camdan uzanıp adamın yakasına yapıştı ve içeri doğru çekti. Korkuyla hemen yanımda beliren kafaya bakarken Akın’ın birden patlayan öfkesi gözlerinden okunuyordu. Neye uğradığını şaşıran adamda öfkeden eser kalmadı. Geri çekilmeye çalıştığında bir süre sıkı sıkı tuttuğu yakayı bırakmayan Akın, torpidonun altına doğru uzanıp çıkardığı bir bıçağı adamın çenesinin altına dayadı.

 

 

“Kaybol!”

 

 

Adamın yutkunuşunu duymuştum âdeta. İrice açtığım gözlerle olanları izliyordum. Şoktan dolayı ne sesim çıkmış ne de hareket edebilmiştim. Akın yakasını sertçe bırakınca hemen geri çekilen adam, arkasına bakmadan arabasına koştu. Öfkeli bakışlarıyla bana döndüğünde mümkünmüş gibi kemere daha sıkı tutunup hemen burnumun dibinde parlayan bıçağa baktım.

 

 

“Nerede kalmıştık?”

 

 

Uzanıp parmaklarımla bıçağı hafifçe aşağı doğru ittim.

 

 

“Burada kalmadığımız kesin.”

 

 

Sözlerimle gülen Akın bıçağı indirdi.

 

 

“Doğru, biraz erken davrandım.”

 

 

Yapmacık bir gülümsemeyle güldüm.

 

 

“Hehe, şakacı şey seni.”

 

 

Benimle birlikte gülerken birden ciddileşip hızla yaklaştı.

 

 

“Şimdi hatırladım.”

 

 

Sessizce bunu söylediğinde anında gülmeyi kesmiştim. Uzanıp nazik bir öpücük bıraktı dudaklarıma. Ne uzun ne kısa; saf bir öpücüktü bu. Kalbim yeniden deli gibi atmaya başladığında onun dudaklarına teslim olan heyecanım da gittikçe artıyordu. Geri çekildiğinde gözlerini açıp bana baktı. Bir dakika önceye kadar öfke dolu olan bakışlardan eser kalmamıştı. Yüzü gevşemiş, bakışları dinginleşmişti.

 

 

“Şeftali.”

 

 

Sözlerini anlayamayarak “Ne?” dediğimde dudaklarını yaladı. Ama yetmemiş olmalı ki birden hızla yaklaşıp benim dudaklarımı da yalamış, gülerek geri çekilmişti.

 

 

“Evde yediğin şeftalinin tadını alıyorum.”

 

 

Hızla ellerimi ağzıma kapadığımda Akın gülmeye devam etti.

 

 

“Yıkamadın mı ağzını sen?” Ters ters ona baktım.

 

 

“Sen yıkadın ya biraz önce.”

 

 

Akın kaşlarını kaldırdı. Başını iki yana sallarken dudaklarını ısırarak arabayı tekrar çalıştırdı.

 

 

“Tatlıymış.”

 

 

Bir elimle ağzımı kapatmaya devam ederken öteki elimin işaret parmağını ona doğrulttum.

 

 

“Az önce yaptığın çok arsızcaydı!”

 

 

Yandan bir bakış atıp gülmeye devam etti.

 

 

“Tadı damağımda kaldı. Ne yapsak? Eve mi dönsek?” Şaşkınca ona baktım.

 

 

“Ne?”

 

 

Cevap vermeden arabayı tekrar sürmeye başladığında “Kendi evime dönsem iyi olur artık.” demiştim sessizce.

 

 

“Olur, bana nerede olduğu fark etmez.”

 

 

“Akın!”

 

 

Sinirle ona bağırdığımda Akın şaşkınca bana döndü. Beni utandırıp durması sinirimi bozmuştu. Ama sanırım biraz fazla sesimi yükseltmiştim. Bakışları hâlâ alaycıydı. Daha fazla üzerime gelmeden kendince eğlenmeye devam etti. Ben de sesimi çıkarmadan yalnızca yolu izleyerek sinirimi yatıştırmaya çalışmıştım. Bir süre sonra sinyal verip sağdaki toprak yola sapan arabayla düşüncelerimden sıyrılıp etrafa bakındım. Burası köprüye giden yoldu.

 

 

“Burası…”

 

 

Akın sözlerimle bana bir bakış attı.

 

 

“Arslan’ın evi köprüyü geçtikten sonraki köyün girişinde.” Şaşırmıştım.

 

 

“Bir klinik için şehirden fazla uzak değil mi?”

 

 

“Kliniğe gidiyoruz demedim zaten. Kendi evine gidiyoruz.”

 

 

“Kendi evi bile olsa bu civarlarda neredeyse kimse yok.”

 

 

“Arslan öyle görünmese de gürültü ve karmaşadan nefret eder. Ona göre her şeyden önce sessizlik geldiği için şehirden uzak, sakin bir yerde yaşamayı tercih ediyor. Huzurunu bozacağını düşündüğü için bu zamana kadar hiç kız arkadaşı bile olmadı.” Bir süre dediklerini düşündüm.

 

 

“Yine de burada öldürülse Allah bilir cesedi ne zaman bulunur? Hiç korkmuyor mu bundan?” Akın yola bakmaya devam ederken hafifçe gülümsedi.

 

 

“Göründüğünden daha zeki. Belayı zekâsıyla kendinden uzak tutuyor.” Başımı yana doğru eğip kaşlarımı çattım.

 

 

“Nasıl?”

 

 

Akın bana döndü.

 

 

“Çünkü bütün müşterileri benim gibilerinden ibaret.”

 

 

Benim gibilerinden kastettiğini çok iyi anlamıştım. Bunun altında yatan başka gerçekleri öğrenmek beni tedirgin etmişti. Devam etti:

 

 

“Benim gibilerin hayatı, geçmişi ve yaşadıkları düşmanları için çok değerlidir. Bu çok büyük bir tehdit olabilir. Arslan tahmin edemeyeceğin kişilerin dahi hayatlarını kendi kulaklarıyla dinlediği için onu koruyanlar da düşmanı kadar çok hâliyle.”

 

 

Bundan daha fazlası olduğu açıktı. Çok karmaşık bir sistemi var gibi görünüyordu. Akın’ın da hepsini açıklamaya pek niyeti yok gibiydi. Ama şu an düşüneceğim en son şey Arslan’ın yaşantısıydı. Çünkü yolda ilerledikçe içim cayır cayır yanmaya başlamış, yine müthiş bir korku zerk edilmişti damarlarıma. Hatta öyle ki Akın’ın anlattıkları bile doğru düzgün kafama girmemişti. Uzaktan görünmeye başlayan köprüyle yutkundum. Zaman geçtikçe atlattığımı düşündüğüm görüntüler yeniden gözümün önüne gelmişti sanki. O an aslında atlatamadığımı, yalnızca kaçtığımı fark etmiştim. Bacağımda hissettiğim elle irkildim.

 

 

“Neyin var?”

 

 

Vücudum yine kontrolsüz bir sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titremeye başlamıştı. Akın’a döndüğümde kaşları iyice çatıldı.

 

 

“Burada tek kalman seni bu kadar etkiledi mi?”

 

 

Yüzünde pişmanlık izleri vardı. Kendini hâlâ suçlu hissediyordu belli ki.

 

 

“Ben… Ben…”

 

 

Bir şeyler söylemeye çalıştım ama zihnim bomboştu. Nasıl konuşulduğunu unuttuğumu sanmıştım bir an.

 

 

Uzanıp elimi tuttu ve gülümsedi.

 

 

“Korkma, ne olursa olsun bu kez seni bırakmaya niyetim yok.”

 

 

İşte o an her şeyin darmaduman olduğunu hissettim. Bu sıcacık, güven dolu gülümseme beni öldürmeye yetmişti sanki. Tam olarak ne olduğunu bilmesem de burada yaşananları Akın’a anlatamadığım için kendimi suçlu hissediyordum. Her şeyden habersizce benim için endişelenen Akın’ın gülümseyen yüzüne doğrudan bakmak bile beni mahvetmeye yetiyordu.

 

 

Ya onun ölümüne bizzat tanık olduysam? Ya benim için kendini feda ettiyse? En kötüsü ise ya onu öldüren bensem? Her sorunun arkasından daha kötü bir soru doğuyordu. Bu ihtimalleri düşünmek dahi büyük bir yara açıyordu zihnimde. Ama bundan sonsuza kadar kaçamayacağımın da farkındaydım. Ya Akın’ın yüzünü her gördüğümde tekrar hatırlayacak ve mahvolacaktım ya da her şeyi göze alıp olanları anlatacaktım. Çünkü onun her şeyden habersiz yüzüme gülümsemesine yüreğim katlanamıyordu.

 

 

"Köprüde biraz durabilir miyiz?"

 

 

Fısıltıyla söylenişime cevap vermemişti önce. Kafamı kaldırıp ona baktığımda ise sordu. "Neden?"

 

 

Yutkundum.

 

 

“Beni orada bıraktığında bir şeyler hatırladım.”

 

 

Akın yavaşça arabayı durdurduğunda kafamı tekrar eğip sustum. Gözlerimden akan yaşlar Akın’ın eline damladığında dudaklarımı birbirine bastırdım sesimin çıkmaması için. Ağzımı açamadan dakikalarca öyle kalınca Akın uzanarak çenemden tutmuş, yavaşça başımı kaldırmıştı.

 

 

"Ailenle alakalı mı?"

 

 

Kafamı iki yana salladım. Çokça sorusu var gibi görünüyordu. Anlam verememişti.

 

 

"Hatırladım derken…”

 

 

Sorusunun devamını getiremeden duraksadı ama ben ne demek istediğini anlamıştım.

 

 

“Ailemle geçirdiğim kaza sonrası kalıcı hafıza kaybı yaşadım. Ama bazı anılar hatırıma geri gelebiliyor.”

 

 

Akın hafifçe geri çekildi.

“Anıları zaman, koku ve yer gibi doğrudan bağıntısı olan şeyler hatırlatır. Daha önce burada bulunduğunu mu söylüyorsun?” Ona baktım korkuyla.

 

 

“Sanırım…”

 

 

O da merak etmiş görünüyordu. Yeniden sürmeye başlayıp köprüye geldiğimizde yavaşlayarak durdu. Elim kapının koluna gitse de dışarı çıkmaya cesaret edememiştim. Akın müdahale etmeden beni beklemişti. Düşünmemem gerekiyordu. Çünkü düşünürsem yine her zaman olduğu gibi korkuma yenik düşecektim. Derin bir nefes alıp dışarı çıktığımda Akın da benim peşimden çıkmıştı. Ama benim aceleci ve endişeli tavırlarım yerine oldukça sakindi ve yavaş hareketlerle beni gözlemliyordu. Köprüde dolanıp etrafı izlerken acele etmeden, sakin kalmaya çalışarak, hatırlamaktan çok hissetmeye çalıştım. Hatıralarıma güvenemiyordum çünkü. Burada gerçekten daha önce bulunmuş muydum, hatırlamaktan çok hissetmem gerekiyordu. İlerleyip köprünün demirlerinden tutundum. Ayaklarımın altından akıp giden suları izlerken derin bir nefes aldım. Sakin olduğumu düşünsem de iliklerime kadar korktuğum gerçekti. Öyle ki titremem bir türlü geçmek bilmiyordu. Akın yanıma gelmeden, yalnızca uzaktan izledi beni. Bu benim için daha iyiydi. Çünkü hemen yanı başımda olması beni strese sokardı. Bunu kendisi de bildiği için yalnızca burada olduğunu hatırlatan bir cesaret veriyordu. Uzunca baktığım nehrin soğuk esintisi saçlarımı geriye uçuştururken, azgın sular beni kucaklamak için bekliyordu sanki. Belki eski bir tanıdık misali beni selamlıyor belki de kendine katmak istiyordu. Kafamı çevirip arabaya baktım. Gözlerim Akın’ı aramıştı. Arabanın önünde dikilmiş bana bakıyordu. Gözlerimi alan araba farıyla ellerimi kamaşan gözlerime siper ederek arkasından vuran ışıkla yalnız bir siluetten ibaret olan Akın’a bakarken, bir an o gün gördüğüm benzer görüntüyü hatırlayarak irkilmiştim.

 

 

Bade kaç!

 

 

Hemen ardından duyduğum sesle kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Düşmemek için demirlerden sıkıca tutunurken çınlayan kulaklarımla iki büklüm oldum. Ne ara yanıma geldiğini dahi fark etmediğim Akın’ın bir bulanıklaşıp bir netleşen sesiyle ona tutunurken o da benimle birlikte yere çökmüştü. Kafamı kaldırıp köprüye inatla baktığımda yine aynı görüntüyü gördüm. Yüzü bulanık bir kız, beş erkekle başa çıkmaya çalışıyor, yardım çığlıkları atarken bir yandan benim adımı haykırıyordu:

 

 

Bade kaç!

 

 

Diğer yandan beynimde babamın sesi yankılanmıştı:

 

 

"Özür dilerim..."

 

 

Zihnimde kime ait olduğunu dahi bilmediğim sesler ve cümleler yankılanıp duruyordu. O kadar kalabalık ve gürültülüydü ki kulaklarımın patlayacağını sanmıştım. Ama tam karşımda bana bakan Esma’yla zihnime çöken acı tüm vücuduma dağılmaya başlamıştı. Sesler gittikçe uzaklaştı ve yalnızca Esma’nın dehşet dolu gözleriyle baş başa kaldım. O gün gördüğümden daha netti yüzü. Her görüşümde gözlerindeki dehşet daha çok artıyordu sanki. Aynı şekilde benim acım da onu gördükçe daha da katlanıyordu. Tanımadığım beş adam bir şeyler söylerken, birden koşarak araya giren biriyle ikinci bir şok geçirmiştim.

 

 

Bu Yağız’ın ta kendisiydi.

 

 

"Onları rahat bırakın!"

 

 

Okul formalarıyla araya giren Yağız’ı tutan adamların “Bu da nereden çıktı şimdi!?” diyerek onu dövmeye başladıkları sırada Esma’ya doğru koşarak elinden tutmuştum. İşte o an, avuçlarımın arasındaki korkuyla titreyen ellerini unutacağım hiç aklıma gelmezdi.

 

 

"Çabuk gidin buradan!"

 

 

Yağız avazı çıktığı kadar bize bağırırken ölümüne dayak yediği hâlde başına çullanan adamları tutmaya çalışıyordu. İkimiz de tereddütle Yağız’a baktığımızda tekrar bağırdı:

 

 

“Kaçın!”

 

 

Söylediği sözlerle koşmaya başlamıştık ki “Kaçmalarına izin vermeyin sakın!” diye bağıran adamla üç kişi anında bize yetişerek etrafımızı sardı. Esma’yla birbirimize sarılırken çaresizce etrafa bakınmıştık.

 

 

“Kimse yok mu!? Yalvarırım yardım edin!”

 

 

Çığlıklarımın kimseye faydası yoktu. Bu uçsuz bucaksız yerde Azrail’den başka kimse duymazdı bizi. Yağız’ın da gücü tükenmişti; yerde diğerlerinin tekmelerini yemekten başka bir şey yapamadan yatıyor, kılını dahi kıpırdatamıyordu. Onu tekmeleyenlerden biri, yüzü kana bulanmış Yağız’ın yakasından tutup sürükleyerek köprünün demirlerine götürdü. Başı öne düşen Yağız baygın görünüyordu. Onu hızla iten adamla sırtı demirlere çarpınca ayılarak inledi. Başka bir adam arabadan getirdiği iple Yağız’ı demire bağlamaya başladığında ayakta duran adam acımasızca Yağız’ın yüzüne bir tekme attı.

 

 

"Bak sen şu işe. Abini öldüren Akın’ın sümüklü kardeşine âşıksın hâlâ."

 

 

Yağız şaşkınlık içinde kalırken bize yaklaşıp ayırmaya çalışan adamın yüzünden tuttum. Sertçe tırnaklarımı geçirdiğimde sıyrılıp gelen derisi tırnaklarımın altına dolmuş, parmaklarıma kanlar bulaşmıştı. Adam küfrederek saçımdan yakaladı, diğer eliyle de çenemden tutup sıktı. Gördüğüm simsiyah gözler her an beni öldürecek gibiydi.

 

 

"Ne istiyorsunuz bizden?"

 

 

Esma’yı mümkünmüş gibi arkama saklamaya çalıştım. O ise adamın koluna yapışıp beni kurtarmaya çalışıyordu.

 

 

"Bırakın onları!"

 

 

Yağız bağırmaya devam etti. Hemen önünde duran adam yanındaki adama işaret ettiğinde diğeri eğilip onun çenesini tuttu.

 

 

“Yapmayın lütfen! Yağız!”

 

 

Esma’nın çırpınışlarını umursayan olmadı. Ayaktaki adam elleri ceplerinde tepeden ona bakarken, ayağını Yağız’ın hafifçe açılan ağzına sertçe tıktı, başını demire çarpan Yağız’ın gözlerinden yaşlar akmıştı.

 

 

“Neden yalvarmak yerine emir veriyorsun?”

 

 

Hafifçe öne doğru eğilip “Yalvar!” dedi acımasızca.

 

 

“Yalvarırsan belki onları bırakırım.”

 

 

Yağız öksürmeye çalışsa da yapamadı. Şişip moraran gözlerinden biri kapanmak üzereydi.

 

 

Ona rağmen inatla adamın suratına baktı.

 

 

“Ne dersin? Ha?”

 

 

Yağız bir süre bakmaya devam etti. Elinden bir şey gelmiyordu. Bir şeyler söylemeye çalıştı ama anlaşılmadı. Adam ayağını biraz daha itip bağırdı.

 

 

“Ne dedin? Duyamadım!”

 

 

Yağız’ın gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu.

 

 

“Ah… Affedersin bir an daldım.”

 

 

Adam bunları söyledikten sonra ayağını çekip birkaç adım geriledi.

 

 

“Şimdi söyle.”

 

 

Başı öne düşen Yağız ağlayarak “Yalvarırım bırakın onları…” diyebilmişti sessizce.

 

 

“Yüksek sesle!” diye bağıran adamın hemen ardından hızla başını kaldıran Yağız şiddetle öne doğru atılsa da bağlı olan ipler onu engelledi.

 

 

“Bırakın! Yalvarırım bırakın onları! Yalvarırım!”

 

 

Yağız’ın yalvarışlarını duyan Esma daha çok ağlamaya başlayarak yüzünü çevirdi. Adam önce yavaşça gülümsedi, ardından alayla haykırarak kahkaha atmaya başlayıp uzun süre gülmeye devam etti.

 

 

“Buna gerçekten inandın mı aptal? Sevdiğinin karşısında korkakça yalvaracak kadar düştün mü he? Nasıl erkeksin sen? Şimdi senden nefret edecek.”

 

 

Diğerleri de adamla birlikte gülmeye başladıklarında daha fazla buna katlanamayan Esma bağırdı:

 

 

“İnsanların hayatları bu kadar basit mi!? Sevgileri, hayalleri, yaşantıları bu kadar komik mi aşağılık adamlar!?”

 

 

Hepsi ona dönerken Esma devam etti:

 

 

“Siz yalnızca başkalarının kapısına bağladığı hayatsız köpeklerken birinin aşkı için yalvarmasına gülecek haysiyeti de nereden buluyorsunuz!?”

 

 

Ardından Yağız’a döndü.

 

 

“Seni her zaman sevdim, sonsuza dek de seveceğim Yağız!”

 

 

Yağız şaşkınca Esma’ya bakarken birden tüm acısı dinmiş gibi bir tebessüm belirdi dudaklarında. Aşkına bulduğu karşılık tüm yaralarını sarmıştı sanki. Gözleri huzur bulmuş, yüzünden mutluluk okunmuştu. Ama mutluluğu fazla sürmedi. Esma’nın sözlerine sinirlenen adam öfkeyle onu ittiğinde dengesini kaybederek demirlere çarpan Esma çığlıklarla nehre doğru düşerken, birden bulduğum güçle beni tutan adamı ittim ve hızla köprünün demirlerinden sarkıp Esma’nın bileğini kavradım.

 

 

"Esma!"

 

 

Yağız’la aynı anda bağırırken sıkıca kavradığım bilekle Esma’ya baktım. Kafasını kaldırmış, korku dolu gözlerini gözlerime dikmişti. Vücudu aşağıda şiddetle akıp giden nehrin üzerinde savruluyordu. Elimden kaymaya başladığında tutabildiğim kadar sıkı tuttum onu.

 

 

“Bade…”

 

 

Çaresiz sözleriyle bileğimi tutan Esma bir aşağıda akıp giden korkunç nehre bir de bana bakıyordu.

 

 

“Bade yalvarırım onu yukarı çek!”

 

 

Yağız’ın çırpınışlarıyla birlikte sesi de duyulmuştu.

 

 

“Korkma, korkma seni çekeceğim.”

 

 

Onu çekmeye çalışsam da milim dahi kıpırdayamamış, hatta kendi bedenim Esma’ya doğru kaymaya başlamıştı. Bu gidişle ben de onunla birlikte aşağı düşecektim.

 

 

“Bade! Dayan!!!”

 

 

Yağız’ın sesi artık bağırmaktan kısılmıştı.

 

 

“Bade.”

 

 

Bana seslenen Esma’yı duymadan dayanmaya çalıştım. Ama onu her çekmeye çalıştığımda ellerimle birlikte vücudum demirlerden biraz daha aşağı kayıyordu.

 

 

“Bade!”

 

 

Esma bana bağırdığında ona baktım. Yüzündeki korku ve dehşetten eser yoktu artık. Hüzün, sadece hüzün vardı gözlerinde.

 

 

“Bırak beni.”

 

 

Sözleri yeni bir korku doğurmuştu içime. Ardından Yağız’ın sesi bir kez daha duyuldu:

 

 

“Hayır! Hayır! Hayır Esma!”

 

 

Omzumda hissettiğim acıyla dişlerimi sıktım. Bağlarımın koptuğunu hissediyordum yavaşça. İtiraz ettim hemen.

 

 

“Asla! Seni yukarı çekeceğim sabret.”

 

 

Bir kez daha denedim tüm gücümle ama omzumda hissettiğim büyük bir acıyla bağırarak dişlerimi sıktım. O an kontrolümü kaybederek tam nehre düşecektim ki son anda uzanıp yanımdaki köprünün yeni boyanmış demirinden tutundum.

 

 

“Bade lütfen…”

 

 

Esma’nın ağlamaklı sesini duyduğumda kapattığım gözlerimi açtım.

 

 

“Eğer onu bırakırsan seni asla affetmem Bade!”

 

 

Kendi çaresizliğim yetmiyormuş gibi Yağız’ın her cümlesi içime oturuyordu sanki.

 

 

“Yapamam… Seni bırakamam…”

 

 

Çaresizce ağlamaya başlarken omzumun dayanılmaz acısı boynuma ve sırtıma da yayılmaya başlamıştı. “Sen de düşeceksin!”

 

 

Başımı iki yana salladım.

 

 

“Umurumda değil.”

 

 

“Bade yalvarırım kurtar onu!”

 

 

Yağız’ın ağlamaklı yakarışları kulaklarımda yankılanıyordu. Deniyordum. Gücümün yettiğince deniyordum zaten.

 

 

“Beni dinle Bade.”

 

 

Esma’nın sakin sesini duydukça içim parçalanıyordu. Gözleri her şeyi kabullenmiş görünüyordu.

 

 

“Sanırım bu savaşı kaybettim.” Başımı iki yana salladım.

 

 

“Kaybetmedin, kaybetmedik. Ben varım yanında.” Esma’nın yüzünde bir gülümseme belirdi.

 

 

“Sen her zaman yanımda oldun. Her şey için teşekkür ederim.” Öfkeyle azarladım onu.

 

 

“Seni yukarı çektiğimde teşekkür edersin!”

 

 

Ama bana umutsuz gözleriyle bakmaya devam ediyordu.

 

 

“Senden son bir şey isteyeceğim.”

 

 

İnkâr ettim deli gibi. Başımı iki yana sallayıp duruyor, hiçbir sözünü kabul etmek istemiyordum.

 

 

“Hayır, hayır, hayır!”

 

 

“Lütfen gözlerime bak…”

 

 

Pürüzsüz çıkan sesiyle duraksadım.

 

 

“Sana hoşça kal diyebildiğim için çok mutluyum ama bunu diyemediğim biri var.”

 

 

Titreyen dudaklarımı ısırdım hıçkırmamak için. Öyle çaresiz, öyle yorgundum ki onu dinlemekten başka bir şey de gelmiyordu elimden.

 

 

“Benim yerime abime hoşça kal diyebilir misin?” Tüm bedenim uyuşmaya başladı o an.

 

 

“Onu çok sevdiğimi, beni bağışlamasını dilediğimi ve hoşça kal dediğimi söyle…”

 

 

Ardından gevşettiğini elini bırakır bırakmaz ellerimden kayarak yavaşça aşağı düşmeye başladı. Gözünden akan yaşlar havaya karışırken buruk ve acı dolu yüzüyle yavaşça geriye doğru süzüldü. Bana uzanan eli ve uçuşan saçlarıyla azgın sulara gömüldüğünde acıyla bağırdım:

 

 

“Esma!!!”

 

 

Sularla birlikte sürüklenmeye başladığında çaresizce ardından bakmıştım.

 

 

“Hayır!!”

 

 

Bağırarak hıçkırıklarla ağlamaya başlayan Yağız öfkeyle iplerden kurtulmaya çalışırken, ben her şeyden vazgeçmiştim. Böyle bir acıyı taşıyacak bir yüreğim yoktu. İçimdeki yangını yalnızca bu azgın sular söndürebilirdi. Kapattığım gözlerimle demirleri sıktığım ellerimi gevşeterek kendimi nehre bıraktım. Ama iki adamın beni tutup köprüden uzaklaştırmasıyla sinirle ikisini de ittim.

 

 

“Bırakın beni! Böyle yaşayamam!”

 

 

Ama beni bırakmaya niyetleri yoktu.

 

 

“Ölmek istiyorum!”

 

 

Haykırışlarımı dinlemeden beni zapt etmeye çalışıyorlardı ki dengemi kaybederek yere düşerken başımı köprünün demirlerine çarptım. Anında görüşüm kararırken yavaşça bilincimi kaybetmiştim.

 

 

“Bırakın öleyim… Lütfen…”

 

 

Akın’ın beni sarsmasıyla derin nefesler alarak gözlerine baktım korkuyla.

 

 

"İyi misin? Kendine gel."

 

 

Onu dinleyemedim bile. Düşündüğüm tek şey Esma’nın hayatının ellerimin arasından kayıp gittiğiydi. Amansız bir çabayla sıkı sıkı tutmuştum oysa elini. Kendi hayatımı dahi hiçe sayıp kurtarmaya çalışmıştım.

 

 

“Ölmeyi dilerdim…”

 

 

Fısıltıyla dudaklarımdan dökülen sözleri duyan Akın duraksadı.

 

 

“Keşke ölseydim…”

 

 

Gözlerimden akan yaşlar yüreğimdeki yangını dindirmeye yetmiyordu. O kadar acı veriyordu ki defalarca o gün ölmeyi diledim. Sözlerimin ardından Akın biraz öfkelenerek beni susturup göğsüne bastırdı başımı.

 

 

“Sana bu kadar acı veriyorsa hatırlamak zorunda değilsin.”

 

 

Bir an ellerimin kanlı olduğunu hissettim. Onu kurtaramamak beni de bir katil yapmaz mıydı? Onunla birlikte orada ölmemek bencillikten başka bir şey değil miydi? Ya tüm bunları unutmak? Tüm bunları unutmak Esma’ya yapılacak en büyük ihanet değil miydi? O öylece mezarda yatarken ben bu zamana kadar nasıl hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmiştim? Kim bilir ne kadar üşümüş, ne kadar çabalamıştı akıntının içinde. Hiçbir şey yapamasam bile ona sarılabilirdim belki. O zaman üşümüş bedenini ısıtır, en azından sıcacık bir kalple birlikte mezara girebilirdik.

 

 

“Şhh! Geçti tamam.”

 

 

Bana sarılan Akın’ın kokusu ciğerlerimi dağlıyordu sanki. Kardeşini ölüme terk eden bu kızı avutmak için sıkı sıkı sarılıyordu habersizce. Olanları bilse diri diri toprağa gömeceği beni yaşatmak için çabalamıştı bunca zamandır. Ona veda edişini, o son sözlerini nasıl söyleyecektim ben? Gördüklerimi nasıl anlatacaktım? Ona bu acıyı tekrar nasıl yaşatacaktım? Aldığım derin nefeslerle Akın’ın kollarından uzaklaştım yavaşça. Dokunduğu her yerim cayır cayır yanıyordu acıyla. Kardeşini ölüme terk eden bensem şayet, onun kollarında avutulmayı bekleyemezdim. Akın şaşkınca bana bakarken ona duyduğum derin suçlulukla ayağa kalkmaya çalıştım. Köprünün demirlerinden tutunarak doğrulduğumda hıçkırıklarımla ağlamaya başladım nehre bakarak. Acımasız cadı Esma ve Yağız’ın aşkını kıskanmış mıydı yoksa?

 

 

Onu öldüren sensin!

 

 

Zihnimin içinde yankılanıp duran sözler beni öldürmekten beter ediyordu.

 

 

Eğer onu biraz daha sıkı tutabilseydin yaşayabilirdi!

 

 

Boğuştuğum düşüncelerin ardı arkası kesilmedi.

 

 

Hayır, ben elimden geleni yaptım!

 

 

Onu kurtarabilirdin!

 

 

Kurtaramazdım!

 

 

En azından onunla birlikte ölebilirdin!

 

 

Son düşüncem sırtıma bir hançer misali saplandı. Katlanamıyordum. Katlanamazdım.

 

 

Birden köprünün demirine basıp kendimi atmaya çalıştım ama hızla belimden kavrayan Akın buna izin vermeden beni geri çekti.

 

 

“Bırak beni!”

 

 

Akın şaşkınlıktan tek bir kelime dahi söyleyememişti.

 

 

“Böyle yaşayamam bırak!”

 

 

Arkamdan sıkı sıkı sarılan Akın beni tutup köprünün demirlerinden uzaklaştırdı.

 

 

“Sakin ol Bade!”

 

 

Çırpınışlarım fayda etmedi.

 

 

“Bırak beni!”

 

 

Ağlayarak belimi saran kollarını itmeye çalıştım ama nafileydi.

 

 

“Bırak…”

 

 

Hıçkırıklarım köprüde yankılanırken gücüm tükenmişti, hareket etmeyi kestim. Akın’ın kollarını tutan ellerim gevşeyip iki yana düştüğünde Akın’la birlikte yere çöktüm. Yavaşça ona dönüp yüzünü ellerimin arasına aldım.

 

 

“Yalvarırım öldür beni Akın…”

 

 

Akın’ın çatık kaşları düzeldi. Şaşkındı, anlamıyordu ama hiçbir şey de soramıyordu.

 

 

“Ne saçmalıyorsun sen?”

 

 

Sesi titremişti. Benim acı dolu gözlerime baktı uzunca. Şaka değildi bu sözlerim.

 

 

“Ölmek istiyorum…”

 

 

Sözlerimin ardından bir süre bekledi. Hıçkırmamı bekliyordu. Ama ben ciddiydim. Böyle bir acının ardından ölüp kurtulmak istemiştim. Akın öğrendiğinde er geç ölecektim zaten. Hem ne kadar çabaladığımı anlatsam bana inanır mıydı ki? İnanmazdı. Kardeşini benim öldürdüğümü düşünecek, benden nefret edecek ve yeniden beni öldürmek isteyecekti. Şimdi bunu kabullenmişken, ölüme hazırken beni öldürmesi en iyisiydi.

 

 

“Sus!” dedi sertçe, ardından ekledi: “Ne dediğini bilmiyorsun!”

 

 

Beni kucaklayarak arabaya yöneldiğinde “Bir daha asla buraya gelmeyeceksin.” demişti kararlılıkla.

 

 

"Akın..."

 

 

Boğazımda oluşan yumruyla ona bakarken konuşamayacağımı anlayarak ağlamaya devam ettim.

 

 

"Bir şey söylemene gerek yok."

 

 

Yutkunarak ona bakarken sordum:

 

 

“Konu Esma olsa bile mi?”

 

 

Anında duraksadı. Başını eğip gözlerime baktı. Şimdi çok daha düşünceli görünüyordu.

 

 

Gözlerinin alev aldığını görmüştüm sanki bir an. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama durdu. Yutkunup uzunca baktı gözlerimden akan yaşlara.

 

 

“Konu Esma olsa bile.”

 

 

Tüm tüylerimin ürperdiğini hissettim. Bunu beklemiyordum. Ardı ardına soracağı sorularla beni zorla konuşturup en sonunda beni şuracıkta öldürür diye düşünmüştüm.

 

 

“Hadi eve gidelim.”

 

 

Bunları söyledikten sonra bakışlarını benden çekip tekrar yürümeye başlamıştı ki daha çok ağlamaya başlayarak kollarımı sımsıkı boyuna doladım. Yüzümü göğsüne gömdüğümde onu kaybetmekten ne kadar korktuğumu fark etmiştim. Daha düne kadar ondan kurtulmak için elimden geleni yaparken şimdi ne olmuştu böyle?

 

 

Akın beni arabaya bindirip eve doğru sürmeye başladı. Bense tek kelime etmeden yolu izliyor, yaşadığım şokun üstesinden gelmeye çalışıyordum. Daha geçenlerde adını öğrendiğim Yağız’ın geçmişte bizi kurtarmaya çalıştığını bilmek dahi beni perişan etmeye yetiyordu. Gözlerinin önünde aşkını kaybetmişti. Tüm bu yaptıkları aslında Akın yüzünden değil de benden intikam almak için miydi?

 

 

Eğer onu bırakırsan seni asla affetmem Bade!

 

 

Yağız’ın sözleri zihnimde yankılanırken hıçkırıklarımı tutamıyordum. Gerçekten affetmemişti beni. Öyle ki kaç kez öldürmeye çalışmıştı. Keşke bunları hatırlamadan önce öldürmüş olsaydı beni. O zaman huzur içinde uyuyabilirdim belki. Şimdi bunları bilerek ölmek beni rahat yatıracak mıydı o soğuk mezarda?

 

 

Eve gelene dek hiçbir şey sormadı Akın. Dönüp yüzüme dahi bakmadan süratle araba kullanmıştı. Onu da anlayabiliyordum. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bana ölümü dahi kabullendiren gerçekleri o da merak ediyordu ama şu an bunları açıklamaya gücümün olmadığını da çok iyi biliyordu. Sabretmek zorundaydı. Arabayı durdurur durdurmaz indiğimde Akın da aceleyle inmiş, koşar adımlarla yanıma gelmişti. Ne yaptığımın ya da ne düşündüğümün farkında değildim. Ezbere bir düzenle eve girmiş, içeride her zamanki gibi gülüşüp şakalaşan Emir, Berke ve Ceyda’yı görmüştüm. Gülüşleri kulaklarımda yankılanıyordu. Ortada öylece dikilirken bizi görünce sevinçle yanıma gelen Emir saçlarımı karıştırarak "Selam güzellik," demiş, sesi gittikçe boğuklaşmıştı. Ev dönmeye, gözlerim ise bozuk bir televizyona bakar gibi karıncalanmaya başladığı sırada yavaşça görüşüm bulanıklaşmış, dizlerim tutmamıştı. Ne olduğunu anlamadan son anda beni düşmekten kurtaran Emir hemen beni kucaklayarak seslense de gözlerim yavaşça kapandı.

 

 

Kendime geldiğimde kendimi Akın’ın yatağında bulmuştum. Yanı başımda oturan Ceyda kafasını koltuğa dayamış, gözleri boşluğa bakıyordu. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Uyanır uyanmaz içimi saran o korkunç his beni kıskaçlarının arasına almıştı yine. Göğsüm öyle daralıyordu ki nefes alamadım. Üşüyordum. Sanki kuzey kutbunun ortasında kalmış gibi, o kadar çok üşüyordum ki engel olamayarak titremeye başladım. O an beni uyandıranın kalbim olduğunu fark ettim. Kalbimin çarpıntısıyla uyanmamıştım hiç bu zamana dek. Bir anlığına her şeyi unutmuş, sanki ölüyormuş gibi can havliyle nefes almaya çalışmıştım. Olanları bir bir hatırladıkça her şey daha da karmaşıklaştı. Ne hissettiğimi dahi fark etmeyecek kadar yoğun ve karmaşık bir hâl almıştı. Bunlar yetmezmiş gibi bir de baş ve mide ağrısı eklenmişti.

 

 

Ceyda uyandığımı fark ettiğinde bana döndü.

 

 

"Bade? İyi misin?"

 

 

Hızla yanıma gelip bana baktı. Cevap verecek durumda değildim. Kapıya doğru bakıp bağırdı:

 

 

"Akın!"

 

 

Çok geçmeden içeri giren Akın, Berke ve Emir hemen yanıma geldiklerinde Akın elini alnıma, yanaklarıma ve boynuma koydu. Hemen ardından yorganı üzerimden bir çırpıda çekti. Deli gibi titriyordum hâlâ. Engel olmaya çalıştıkça daha çok artıyordu.

 

 

"Ateşi var. Hem de çok."

 

 

Emir endişeyle elimi ellerinin arasına aldı.

 

 

"Bembeyaz olmuş. Ambulans mı çağırsak?"

 

 

Ceyda endişeyle etrafta dolanırken Akın göz bebeklerime baktı bir süre.

 

 

"Emir çabuk küveti ılık suyla doldur. Ceyda aşağıdan su ve havlu getir." İkisi de aceleyle çıkarken Akın Berke’ye döndü.

 

 

"Berke kıyafetlerini çıkar."

 

 

Berke gömleğinin düğmelerini açmaya başladığı sırada Akın tersçe ona bakmıştı.

 

 

"Bade’nin kıyafetlerini, senin değil aptal!"

 

 

"Abi telaştan yanlış anladım," diyerek kendini savunmaya çalışırken bir yandan da üzerimdekileri çıkarmaya çalışıyordu. Sadece iç çamaşırımla kaldığımda Akın hızla beni kucağına alarak dışarı çıktı. Ilık küvete bıraktığı an gözlerim irice açıldığında çırpınarak Akın’a tutunsam da zorla beni suyun içine bıraktı. Titremem devam ediyordu. Çıkmak için bilinçsizce çabaladıkça diğerleri bana engel oluyordu. Bir süre öylece küvetin içinde kaldıktan sonra sık sık ateşimi ölçen Akın derecenin ekranına baktı. Titremem zamanla geçmiş, sadece ara ara irkilmeye başlamıştım. Beni havluya sarıp tekrar odaya getirdiklerinde yatağa yatırdılar. Ceyda üzerimi, Akın ise saçlarımı kuruluyordu. Onların endişeli konuşmalarını dinlerken gözlerim tekrar yavaşça kapandı.

***

 

 

Kimseyle konuşmadan yalnızca sessizliğe sarıldım. Konuşmayı unutmuştum sanki. Ağzımı açtığım an deli gibi ağlamaya başlıyor, tek kelime dahi edemiyordum. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi, nasıl başlayacağımı bilmiyordum. Sürekli dudağımı dişlemekten dudaklarım yara içinde kalmıştı. Yemek yiyemiyor, tükürüğümü bile yutmakta zorlanıyordum. Kafayı yiyecek gibiydim sanki. Günlerdir yaptığım tek şey ölümü bekler gibi bu yatakta yattığımdı.

 

 

Açılan kapıdan biri girdiğinde avuçlarımdaki yorganı sıktım tedirginlikle. Sırtım dönük olduğu için kim olduğunu göremesem de büyük bir ihtimalle Akın’dı bu. Yatakta hissettiğim hareketlenmeyle oturduğunu anladığımda her zamanki gibi sessizce bekledim.

 

 

“Yemeğini yemedin mi yine?”

 

 

Gözlerim komodinin üzerinde duran soğumuş yemeğe kaydı. Ne zamandır oradaydı o yemek? Farkında dahi değildim.

 

 

"Bu kadar stresin sebebi ne?"

 

 

Anında gözlerime hücum eden yaşlarla gözlerimi sımsıkı kapattığımda Akın devam etti:

 

 

"Yemek yemiyorsun, saçların dökülüyor, titriyorsun, ateşleniyorsun, sürekli ağlıyorsun… O köprüde ne gördün Bade? Canına kıymaya kalkacak kadar ne gördün?"

 

 

Yutkundum zorla. Ben de anlatıp kurtulmak istiyordum bundan. Ama yapamazdım. O gün hazır olsam da gün geçtikçe deli gibi ölümden korkmaya başlamıştım. Eğer bunları öğrenirse beni gözünü kırpmadan öldürürdü. Bu zamana kadar sakladığımı düşünecekti. Onu öldüren sen miydin? diye sorarsa ne diyecektim? Hayır deyip hıçkırırsam ne olacaktı?

 

 

“Eve gitmek istiyorum…”

 

 

Yüzümü ona dönmeden, ağlayarak yalnızca bunu söylemiştim. Beklediğim cevap gelmedi.

 

 

Yatakta tekrar hissettiğim hareketlilikle ayağa kalktığını düşünmüştüm ki yorganın altından belime dolanan elle gözlerimi tekrar açtım. Yanıma uzanan Akın nazikçe beni kendine doğru çektiğinde saçlarımın arasından derin bir nefes aldı.

 

 

“Sen iyi olduğunda beraber gideriz.”

 

 

Belime sarılan eli benim elimi bulduğunda sıkıca tuttu.

 

 

“Her şey için özür dilerim.”

 

 

Sözleri içimdeki yangını daha çok harlamıştı. Özür dilemesi gereken benken o mu diliyordu?

 

 

“Nasıl özür dilenir pek bilen biri değilim…” dedi ve duraksadı. Ardından “Ama sarılmayı bilen biriyim.” diye ekledi.

 

 

Sessizce döktüğüm gözyaşlarıyla yumruklarımı sıktım.

 

 

“Sarılınca geçeceğini söylemiştin değil mi?” Sesi denizler gibi dingin ve berraktı.

 

 

“Bırakmayacağım seni. Geçene kadar sarılacağım.”

 

 

Hareket edecek gücüm yoktu. Ama kokusu burnuma çarpar çarpmaz tüm bedenim gevşemişti. Üşümüyordum da artık. Çünkü sıcacıktı bedeni. Direnmeden bedenimi yavaşça ona doğru çevirdim. Bir süre gözlerine bakıp başımı göğsüne yaslayıp sıkıca sarıldım ona.

 

 

“Bana biraz zaman ver.”

 

 

Her şeyi anlatacaktım ama ilk önce kendimi toparlamam gerekiyordu. Olanları bir şekilde kabullenmem ve güç toplamam gerekiyordu.

 

 

“Acelemiz yok.”

 

 

Gerçekten anlatmam için zorlamayacak mıydı? Bu katil ne zamandan beri böyle ince birine dönüşmüştü? Tuttuğum tişörtünü avuçlarımın içinde sıktım ve konuşmaya çalıştım:

 

 

“Esma…”

 

 

Ama devamını getirememiştim yine. Boğazım düğümleniyor, olanları hatırladıkça perişan oluyordum.

 

 

“Sorun değil Bade,” dedi, “Neredeyse üç yıl bekledim, biraz daha bekleyebilirim.”

 

 

İstesem de konuşamıyordum zaten. Cevap veremedim. Ama onun için sorun değildi sanırım. Bir cevap beklemiyordu. Yalnızca tek başıma atlatmaya çalıştıklarım arasında yalnız olmadığımı göstermek istiyordu. Teşekkür ettim içimden. Defalarca özür dilemek istediğim adama yalnızca teşekkür edebilmekle yetinmiştim.

 

 

Uyandığımda Akın yanımda yoktu. Ne kadardır uyuyordum hiçbir fikrim yoktu. Doğrulup bardaktaki yarım kalan suyu içtim. Başım çatlayacak gibi ağrıyor, mide bulantım günlerdir devam ediyordu. Ölümün eşiğindeki bir yaşlıdan farkım yoktu sanki. Bacaklarım tutmuyor, nefes alamıyor, yaşadığımı hissetmiyordum. Ayaklanıp, düşmemek için duvardan tutuna tutuna banyoya girdiğimde kendime gelmek için yüzümü soğuk suyla yıkadım. Başımı hareket ettirdikçe ağrım dayanılmaz oluyordu sanki. Dişlerimi sıkarak kafamı kaldırdım. Aynada yüzüme bakarken tanıyamamıştım kendimi. Yorgun bir yabancıyı andırıyordu gözlerim. Birkaç gün içinde nasıl bu kadar çöktüğümü fark edince kendime üzülmeye başladım. Esma için ne kadar üzülsem de bir faydası yoktu. Çünkü ölüler arkalarında bıraktıklarının ne kadar acı çektiğini asla bilemeyecekti. Üzerine örttükleri toprak duvar olup çığlıklarımızı duymayacak, bırakılan çiçekler gözlerinde bir bağ olup acımızı göremeyeceklerdi. Gitmek kolaydı, zor olan geride kalanlar içindi. Aynaya bakmayı kesip banyodan çıktıktan sonra koridora ilerledim ve seslendim:

 

 

“Akın?”

 

 

Ama evden hiç ses gelmiyordu. Koridorda ilerlemeye devam edip korkuluklardan aşağı baktığımda ise koltukta uyuyup kalan Berke’yi görmüştüm. Başka kimse ortalıkta görünmüyordu. Yavaş adımlarla aşağı inip mutfağa girdim. Dolapları karıştırıp başımın ağrısını biraz olsun dindirecek bir ilaç bulmaya çalıştım. Masanın üzerinde bir ilaç kutusu görüp ne ilacı olduğuna baktım. Ağrı kesiciydi. Hemen bir bardak suyla içerek sandalyelerden birini çekip oturdum. Yukarıdan buraya gelmek bile nefes nefese bırakmıştı beni. Yemek yemediğim için mental gücüm gibi fiziksel gücümü de kaybetmiştim. Masanın üzerinde duran açık paket bisküviden birkaç tane yemeye çalıştım zorla. Boş gözlerle etrafa bakarken birden Esma’nın bu evde büyüdüğünü hatırladığımda gözlerim yeniden dolmaya başladı. O da benim gibi bu sandalyeye oturmuş, bahçede dolaşmış, yattığım yatakta uyumuştu belki. Benim buna gerçekten hakkım var mıydı? Onu ölüme terk edip yaşamaya devam eden ben, nasıl utanmadan hâlâ burada kalabiliyordum? Utançla yüzümü ellerimin arasına saklarken gözlerimi kapadım sıkıca. Esma’nın geçmişte bu eve bıraktığı izler bir şekilde bana dokunuyordu. Varlığı hâlâ buradaydı. Belki de beni izliyordu. Daha fazla dayanamayarak ayağa kalktım. Hızla yukarı çıktığımda cüzdanımdan biraz para, anahtar ve telefonumu alıp tekrar aşağı indim. Berke uyumaya devam ediyordu. Onu uyandırmamaya dikkat ederek montumu üzerime geçirdim ve evden çıktım. Burada kalmak bile bana acı vermeye yetiyordu. Hızla caddede yürüyerek ana yola çıktım. Hava her zamanki gibi soğuktu. Ama evden uzaklaştıkça rahatlıyordum sanki. Eğer bu acı benim peşimi bırakacaksa dünyanın öbür ucuna dahi gitmeye hazırdım. Taksi durağına koşar adımlarla ilerleyip kapıda çayını ve sigarasını içen yaşlı adama taksiye ihtiyacım olduğunu söyledim. Boş birini ayarladığında üşüyerek hemen taksiye bindim. Verdiğim adresle arabayı çalıştıran adam kendince bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Ne dediğini anlayacak akıl sağlığım yoktu şu anda. Yalnızca camdan dışarıyı izleyerek yolun bitmesini bekledim. Eve geldiğimde taksiciye parasını ödeyip arabadan indim. Evimin önünde durup derin bir nefes aldığımda bir an her şeyden kurtulmuşum gibi bir his, daha doğrusu hissizlik çöktü üzerime. Eve girip kapıyı kapattığım an kendimi güvende hissetmiştim. Sanki kimse bana burada ulaşamazdı. Ama unuttuğum bir şey vardı ki nereye gidersem gideyim, yüreğim bedenimden ayrılmadığı müddetçe bu acı da benimle birlikte gelecekti. Bir anlığına hissettiğim huzur ve güven, zaman geçtikçe avuçlarımın içinden buharlaşıp yok olmuştu sanki. Yine o vicdan azabı zehirli bir sarmaşık gibi tüm vücudumu sarmalamış, yine aynı acıyı duymaya başlamıştım. Üzerimdeki montu çıkarıp attım öylesine. Elimi yumruk yapıp göğsüme vurmaya başladım sertçe.

 

 

“Dur artık! Dinsin bu acı. Dur, dur, dur!”

 

 

Ömür boyu bu acı beni rahat bırakmayacak mıydı? Nasıl yaşayacaktım böyle bir yürekle?

 

 

Nereye kadar dayanabilirdim? Yine duvardan tutuna tutuna koridorda yürümeye başladım. Biraz ilerideki odanın kapısına elimi dayadığım an, açık olduğunu fark etmediğim kapıyla dengemi kaybederek içeri yuvarlandım. Düşerken kapının hemen yanındaki rafa örtülmüş örtüyü refleks olarak tuttuğumda örtünün üzerinde duran ne varsa öylece üzerime düşmüş, benimle birlikte yere yuvarlanmıştı. Yerde öylece sırtüstü yatarken tavana diktim gözlerimi. Neredeydim ben? Nereye gidiyordum? Ne olmuştu böyle? Kendi evimde olduğumu dahi unutmuştum birden. Duvarda annem, babam, annemin kucağındaki küçük kardeşim ve benim olduğum fotoğrafı gördüğümde annemlerin odasında olduğumu hatırlamıştım. Çerçeve sola doğru kaymış, sallanıyordu. Raftan bir şeyler çarpmış olmalıydı. Bir saat sarkacı misali, bir sağa bir sola sallanan çerçeve de gürültüyle yere düştüğünde gözüm çerçevenin izi çıkan duvardaydı hâlâ. Burnumdan akan sıcaklıkla parmaklarımı burnuma götürdüm. Burnum kanıyordu. Düşerken bir yere mi çarpmıştım acaba? Bu kez gözüm yavaşça boş rafa kaydı. Oraya özenle anne babamın ve kardeşimin birkaç eşyasını dizmiştim; annemin birkaç takısı, babamın alyansı ve kutusu, kardeşimin birkaç oyuncağı… Bir de hepsinin ayrı ayrı fotoğrafı. Hepsi şimdi benimle birlikte yerle bir olmuştu. Babamın alyansı hemen başımın dibine yuvarlanarak kendi etrafında daireler çizmeye başladı. Onun şıngırtısını bir süre dinledikten sonra tamamen durduğunda doğruldum. Elimin tersiyle burnumu silip etrafa bakındım. Yerde annemin, babamın ve kardeşimin mutlulukla gülümsediği fotoğraflar doğruca bana bakıyordu. Onlar öyle gülebilirken kendi hâlim içler acısıydı. Acaba bu hâlimi görseler ne düşünürlerdi? Annem ellerimden tutup ayağa kaldırır, babam beni koruyup kollar mıydı? Onları çok özlemiştim.

 

 

“Keşke sizin yerinize ben ölseydim…”

 

 

Gözlerimdeki yaşları silmeye çalışarak ayağa kalkacağım sırada elime çarpan kutuyla duraksadım. Bu, babamın hep bizden gözü gibi sakladığı şifreli kutusuydu. İçinde ne olduğunu hiçbir zaman bilmemiştik. Bir gün çocukluk merakıyla kurcalamak istediğimde ise bana iyi bir azar çekmişti. O günden sonra dokunmamıştım bu kutuya. Zaten şifreliydi. İstesem de açamazdım. Uzanıp kutuyu elime aldığımda yere düşen birkaç parçayla kutunun çevresini yokladım. Kilidi kırılmıştı. Tereddütle elimi kutunun kapağına koydum. Her an babam bir yerden çıkıp beni azarlayacak gibime geliyordu. Ama çocukluğumdan bu yana hep merak ettiğim bu kutu artık ellerimdeydi. Merakıma yenik düşerek kutuyu açtım ve içinde ne varsa yere boşalttım. Yere birkaç fotoğraf ve kâğıt saçıldı. Merakla fotoğraflardan birini elime aldım. Tanımadığım bir kıza aitti bu fotoğraf. Habersizce çekilmişti. Uzanıp diğer fotoğraflara baktım. Hepsi çeşit çeşit genç kızlara ait fotoğraflardı. Anlam vermeye çalışarak fotoğrafları karıştırırken bir fotoğrafın denk gelmesiyle duraksadım. Bu, Esma ve benim fotoğrafımdı. Onu görmenin hüznüyle içim yine acıyla kaplanırken kaşlarım çatıldı. Burada düzinelerce fotoğraf vardı ve birkaç tanesinin bize ait olması tüylerimi ürpertmişti. Esma’yla yan yana gülerken, yürürken, otururken habersiz çekilmiş boy boy fotoğrafımız vardı. Ellerim titremeye başladığında yanlışlıkla bir fotoğrafı düşürmüştüm ki ters dönen fotoğrafın ardında bir yazı olduğunu fark ettim:

 

 

Bu yaptıklarını eninde sonunda biri öğrenecek...

 

 

Kalbim hızlanırken fotoğrafları bırakıp kâğıtlara bakmaya başladım. Bazı anlam veremediğim numaralar, tarihler, çekler, senetler, banka hesapları, imzalı belgeler, babamın kimlik fotokopisi, fotoğrafında babamın olduğu ama adı ve kimlik numarası farklı olan bir kimlik, yine aynı şekilde birkaç pasaport… Bunlar da neydi böyle? Pasaportları bırakıp dörde katlanmış bir kâğıdı açtım hızla. Bu el yazısıyla yazılmış bir mektuptu. Mürekkep dağılmış olsa da yazı okunaklıydı.

 

 

Değerli arkadaşım Bade,

 

 

İlk üç kelimeyi okumamla nefesim kesildi. Bana mı yazılmıştı bu mektup? Ne zaman yazılmıştı? Bu kutuda ne işi vardı? Hemen okumaya devam ettim.

 

 

Değerli Arkadaşım Bade,

 

 

Şu ana kadar tanıdığım en iyi ve en temiz kalpli insansın belki de. Hıçkırığının verdiği masumluk kimsede yoktur eminim. Gülümsediğinde bana verdiğin güvenle hemen ısınmıştım sana. En yakın arkadaşım, sırdaşım oldun. Her şeyimi ailemden önce seninle paylaştım. Ama bu kez sana bile anlatamadığım bir şey var. İçimi yiyip bitiren bu korkuya, bu utanca artık katlanamıyorum. Çok düşündüm. Günlerce, hatta aylarca sana anlatıp anlatmamak arasında düşünüp durdum. En sonunda bunu bilmenin en doğrusu olduğuna karar verdim. Çünkü senin de benim yaşadıklarımı yaşamanı istemiyorum. Ama ben yaşadığım müddetçe senin için hep savaşacağımı, seni hep koruyacağımı bilmeni istiyorum. Bilmediğim tek şey varsa o da sözlerime nasıl başlayacağım. Son zamanlarda tehdit mesajları almaya başladım.

 

 

Beni öldüreceğini söyleyen gerçek tehdit mesajları. Sanırım zamanım gittikçe tükeniyor. Ölmeden önce elimden ne geliyorsa yapmak zorundayım. Çok geç olmadan bunun önüne geçmem, seni ve diğerlerini bu tehlikeden çekip almam gerek. Bu mektubu ise olur da yüzüne söyleyemeden ölürsem diye yazıyorum. Sana mesaj atmak daha kolay olurdu elbet, ama olur da babanın eline geçer diye korktuğum için en iyisinin kendi ellerimle yazdığım bir mektup olacağını düşündüm. Her sırrımı paylaştığım sana tehdit mesajları aldığımı söylemedim evet. Çünkü biliyorum bu işin ardını kurcalayıp kafa tutacağını. Kızma bana, seni bu beladan uzak tutmalıyım. Aileme de söylemedim zaten. Babamın, abimin bir delilik yapmasından korktum. Bunu kendi başıma halletmem gerek. Merak etme, bana bu tehdit mesajlarını gönderen kişinin kim olduğunu çok iyi biliyorum. Sen de çok yakından tanıyorsun zaten. Çok ümitli değilim ama mektup eline geçerse tek istediğim babandan uzak durman. Bana güveniyorsan, beni biraz olsun seviyorsan beni dinle. Sana yalvarıyorum ondan uzak dur. Tecavüze uğradığımı sana, aileme nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Utanıyorum, korkuyorum, âdeta her gün ölüyorum ama ne yapacağımı, senin o temiz yüzüne babanın bana zorla sahip olduğunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Keşke sadece bununla kalsaydı ama biraz işin ardını kurcaladıktan sonra yalnız olmadığımı öğrendim Bade. Yalnız ben değil, benim gibi onlarca genç kız… Ama en büyük korkum sensin. Ya sen yıllarca bu acıyla tek başına başa çıkmaya çalıştıysan? Yıllarca o adamla aynı evde büyümek… Burada asıl acı çeken sendin Bade, ben değildim. Bunu bilmek beni öldürmekten beter ediyor. Tek başıma onunla savaşmaktan yoruldum artık. Gücüm yetmiyor, elimden bir şey gelmiyor. Bir şekilde diğerlerini susturmayı başarıyor. Beni de öldüreceğini söyleyip susturmaya çalışıyor ama vazgeçmeyeceğim. Beni susturamayacak. Sonunda ölüm olduğunu bilsem dahi savaşacağım. Seni ve diğerlerini bu pislikten kurtaracağım. Eğer ölürsem sakın kendini suçlama. O güzel yüreğini de üzme, çünkü bu senin elinde olan bir şey değil. Yaşarsam asla üzülmene izin vermeyeceğim zaten. Ama ne yalan söyleyeyim, çok umudum yok yaşamaya dair. Hissediyorum sanırım. Bir şekilde yakında öleceğimi biliyorum ve… Abime son kez sarılmadan ölmek istemiyorum.

 

 

Bunları sana anlatmam doğru muydu bilmiyorum ama tek dileğim seni o adamdan korumak. Umarım ölmeden önce abime seni o adamdan korumasını istediğimi söyleyebilirim. Çünkü güvenebileceğim bir tek o var. Seni canı pahasına koruyup kollayacak bir tek o var. Sözlerim yavaşça tükeniyor artık. Güzel yüreğinden öpüyorum. Seni izliyor olacağım, üzüldüğünü görürsem ben daha çok üzüleceğim...

                                                                          

 

 

Sevgilerle

 

 

Esma Korel

 

 

 

Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken tüm bedenim uyuşmuştu âdeta. Cayır cayır yanan göğsüme elim giderken nefes alamamaya başlamıştım. Kâğıdın birkaç yerinde dağılmış mürekkebe baktım uzunca. Ağlamıştı bu mektubu yazarken Esma. O güzel gözlerinden dökmüştü birkaç damla yaşı kâğıda. Kim bilir ne kadar acı çekmişti tek başına? Ne kadar çabalamış, ne kadar yorulmuştu? Bunların hepsinin kötü bir rüya olmasını diledim. Daha Esma’yı kurtaramamanın verdiği acıyla baş edemezken, bununla nasıl baş edecektim? Unuttuğum her şey, o kirli geçmiş bir anda sarıp sarmalamıştı beni. Bunca yıl baba diye sayıkladığım kimdi? Yıllardır yasını tuttuğum, özlediğim, sığındığım kimdi? Annemin aşkla sarıldığı, kardeşimin baba diye ağladığı, benim güvendiğim adam kimdi? Bunca zaman ölüsünün ardından ettiğim duaları, mezarının başında döktüğüm gözyaşlarını hak eden adam bu muydu? Hiç utanmamış mıydı anneme sarılırken? Hiç vicdanı sızlamamış mıydı benim yüzüme bakarken? Birden aklıma gelenle buz gibi kesildim.

 

 

O adamın ellerinde büyürken ya ben de onlar gibi acılar çektiysem?

 

 

Hatırlayamadığım geçmişim daha ne kadar kirli olabilirdi? Çocukluğum, gençliğim neredeydi? Neler yaşamıştım? Bunu bilememek beni deli etmeye yetmişti. Dehşetle kalktım ayağa. Başımı ellerimin arasına aldım. Ya kendi öz babam bana… Devamını getiremeden bağırarak çöktüm yere. Kollarımla sardım bedenimi. Hatırlamıyordum… Hiçbir şey hatırlamıyordum. Bu beni perişan ediyordu. Onu tanımıyordum. Hatıralarımdan uzaktı. Yapmaz diyebilecek kadar tanımıyordum onu. Tüm vücudumdan, benliğimden tiksindim birden. İnanılmaz bir mide bulantısıyla önce öğürmüş, ardında kusmuştum yere. Bu zamana kadar onu sevdiğimi hatırladım. Her şeyden habersiz, tertemiz duygularla baba diye sevip saymıştım. Farkına vardığım her düşünceyle daha çok dehşete düşüyordum. Boş mideme rağmen kusmak için öğürmeye devam ederken şah damarım patlayacak gibiydi sanki.

 

 

Bedenim sızlıyor, babamın bana dokunduğunu düşünmek daha çok kusma isteği uyandırıyordu. Kudurgan bir köpek gibi ağzımdan akan salyaları elimin tersiyle silip yere saçılmış fotoğraflara baktım uzunca. İçimdeki korku yavaşça öfkeye, ardından nefrete dönüştü. Aniden bulduğum güçle hızla ayağa kalktım. Gözümün döndüğünü hissediyordum. Onu mezarından çıkarmak, defalarca parçalara ayırmak istiyordum. Koşarak mutfaktan kaptığım bir bıçağı, kapının girişinde asılı tablodaki babamın yüzüne ardı ardına indirmeye başladım.

 

 

“Ölüp kurtulabileceğini mi sandın pislik!?”

 

 

Bir yandan çığlık çığlığa bağırırken diğer yandan onun olduğu her fotoğrafa bıçak darbeleri indiriyordum. Delirmiş gibiydim. İntikam ateşiyle dolup taşıyor, onu diriltip tekrar öldürmek için çıldırıyordum. Yüzünü gördükçe ölümün eşiğinde "Özür dilerim..." deyişi beynimde yankılanıyordu. Demek bu yüzden özür dilemişti benden. Onca yaptıklarından sonra sadece özür dilemekle yetinmiş, bir de affetmemi beklemişti. Sesinden dahi tiksinirken sanki varmış gibi tüm kemikleri kırılmıştı kalbimin.

 

 

“Dileme!”

 

 

“Özür dileme aşağılık adam!”

 

 

Evde oradan oraya koşturarak tüm fotoğraflarına bıçak darbeleri indiriyor, yerlere fırlatıyor, ayaklarımın altında ezerek içimde öldürmeye çalışıyordum onu.

 

 

"Ne yaptın sen!?"

 

 

Titreyen sesim güçsüz ve yorgundu. Ama içimde yeniden harlanan öfkeyle birden haykırdım:

 

 

"Senden nefret ediyorum!"

 

 

Dizlerimin üzerine çöküp iki elimle tuttuğum bıçağı yerde duran fotoğrafa defalarca, defalarca ve defalarca sapladım. Her saplayışımda bağırdım:

 

 

“Senden tiksiniyorum!”

 

 

“Tiksiniyorum!”

 

 

“Tiksiniyorum!”

 

 

“Geber!”

 

 

“Geber!”

 

 

“Geber!”

 

 

“Nasıl yaparsın!?”

 

 

“Bunu nasıl yaparsın!?”

 

 

“Nasıl? Nasıl? Nasıl?!”

 

 

Birden gözümün önüne kanlı ellerimle ona bağırdığım an gelmişti. Şimdi daha net hatırlıyordum. Köprüde kafamı çarptığım sabah babama her şeyi anlatmama rağmen bana inanmamış, başımı çarptığım için saçmaladığımı söylemişti. Köprüye gitmek ve polisi aramak istediğimde ise beni odama kilitleyip annemle kavga ettiğini hatırlamıştım. Saç uçlarıma kadar yayılmıştı kinim. Sonunda gücüm tükenmişti, deli gibi aldığım soluklarla yere çöktüm yavaşça. Başımı kaldırıp acıyla haykırarak ağlıyordum, yüreğimdeki acı dinmiyordu. Tüm vücudum cehennem ateşine düşmüş gibi yanıp kavruluyordu. Bu nasıl bir acıydı böyle? Bunu kaldıramazdım. Titreyen ellerimle bıçağı çenemin altına dayadım. Döktüğüm gözyaşlarıyla yutkunarak gözlerimi kapadım cesaret toplamak istercesine. Böyle bir utançla, böyle bir acıyla yaşayamazdım. Kimsenin yüzüne bakamazdım. Bakacağım tek yüz kara toprak olurdu ancak. Gözlerimi yavaşça açtığımda karşımda gördüğümle buz kesildim. Elinde Esma’nın mektubu, gözünde yaşlarla doğruca bana bakıyordu Akın. Acı doluydu gözleri. Nefretle çatılmıştı kaşları. Öfkeyle sıktığı yumruklarının arasında buruşmuştu Esma’nın sözleri. Bir türlü acısını dindiremediği kardeşinin katilini aslında yıllardır tanımanın verdiği dayanılmaz bir dehşetin içerisindeydi. Hafifçe kaldırdı başını ve bana tepeden kinle baktı. İntikam istiyordu. Kana açtı sanki bedeni. Sözlere gerek yoktu. Gözleri beni öldüreceğini söylüyordu.

 

 

Durup düşündüm her şeyi. Yaşamım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçmişti âdeta.

 

 

İnkâr: Deliler gibi inkâr etmiştim önce. Kabul etmeden, gerçekliğine ihtimal dahi vermeden inkâr etmiştim.

 

 

Öfke: İçim kime, neden duyduğumu dahi bilmediğim bir öfkeyle dolup taşmıştı. Kendime miydi? Akın’a mıydı? Esma’ya mıydı? Babama mıydı? Yağız’a mıydı? Düşündüğümde hepsine bir pay çıkıyordu.

 

 

Pazarlık: Ne olduğunu dahi anlamadan kendimle bir pazarlığa girişmiştim ardından. Dinen öfkem, yerini derin bir pazarlığa bırakmıştı. Suçlu hissetmemek için sebepler buldum kendimce. Ayağa kalkmak için kendimi kandırdım belki de.

 

 

Depresyon: Ardından derin bir sessizlik çöktü üzerime. Sorguladım, düşündüm, üzüldüm.

 

 

Hissettiğim tek şey derin bir acıdan ibaret oldu.

 

 

Ve kabullenme: En sonunda kabullendim olanları. Bana bahşedilen hayatı, yaşananları, acımı kabullendim. Başka çarem yoktu çünkü. Yüreğimdeki bu acıdan kaçsam kaçamazdım, sussam susturamazdım, ölsem öldüremezdim.

 

 

Bitmişti belki de her şey. Böylesine acı dolu bir geçmişle, acıyla, nefretle, öfkeyle, intikam ateşiyle yazılmıştı bu satırlar. Bunun ardından devam edebilir miydi hikâyem? Yeniden hayat bulabilir miydi ruhum bu dünyada? Yeniden sevebilir, yeniden hayal kurabilir, yeniden gülebilir miydim?

 

 

Yeniden…

 

 

Şüphesiz yeniden bir şekilde başlanırdı. Ama bunun için umuda gerek vardı. Benim umudum değil, yalnızca karamsarlığım vardı. Ayağa kalkmak için güce ihtiyacım vardı. Benim gücüm değil, yalnızca yorgunluğum vardı. Başımı kaldırmak için gurura ihtiyacım vardı. Benim gururum değil, yalnızca utancım vardı. Tekrar yaşamak için ise cesarete ihtiyacım vardı. Benimse cesaretim yerine yalnızca korkum vardı…

 

 

 

Devam edecek…

Loading...
0%