Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@msmarvi

 

Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba. 🙌🏻

Gerçekten uzun bir zaman oldu. Küçük Yalancı'yı kaleme aldığımdan bu yana dile kolay yedi yıl geçti. Yedi yıl boyunca kendimce bazı çalışmalar yapsam da yayına sunduğum bu çalışmadan gerçekten çok büyük umudum var. Tabi ki yedi yıl boyunca yeni çalışma yayınlamamın bir sebebi var. Bunlardan biri kendimi geliştirmeye çalışmamdandı. Gerçekten güzel bir kurgu ve sağlam bir kalemle sizlerin karşısına kendime güvenerek çıkmak için çok çalıştım. Biraz olsun gelişme kaydettiğini düşünüyorum. Bu kitap sayesinde de çok daha büyük gelişmeler yaşayacağımdan şüphem yok. Diğer bir sebep ise Küçük Yaşancı'nın beni gerçekten çok yormasıydı. Çünkü on beş yaşında daha önce eline kalem almadan yazılan bir kurgunun çok çok eksikleri ve yanlışları vardı. Yazılmış bir kurguyu bozmadan onları düzenlemeye çalışmak gerçekten çok ama çok zordu benim için. Yeri gelmişken Küçük Yalancı hakkında biraz bilgi vereyim size. Küçük Yalancı iki kitap şeklinde olacak. Tek kitap olması için uğraşsam da çok kalın bir kitap olacaktı. Dolayısıyla görüntü açısından hoş karşılanmayacaktı. O yüzden böyle bir karar verdim. İlk kitabı yayınevine teslim ettim. En kısa zamanda ilgileneceklerini söylediler. Gelişme oldukça Instagram hesabım @sinem.krg adresinden paylaşıyorum. Ayrıca Tablo'nun da yeni bölümlerinin ne zaman geleceğini bu adresten paylaşacağım. Yayınladığım ilk bölüm gerçekten çok uzun bir bölüm ve birkaç bölüme tekabül ediyor. Bölüm sayısını az tutmak istediğim için uzun yazıyorum. O yüzden bölümlerin gelmesi biraz zaman alabilir. Belki ileride değişikliğe gidip az yazıp sık sık bölüm paylaşabiliriz. Bu biraz okuyucuların isteğine ve kitabın okunmasına bağlı.

Diyeceğim o ki gerçekten çok büyük umutlar beslediğim bu kitabı yüceltecek olanlar sizlersiniz. Sizlerin emeğiniz ve benim kalemimle çok iyi yerlere geleceğine inanıyorum. Bu zamana kadar sizlere hep şükranlarımı ve mahcubiyetimi sundum, sunmaya da devam edeceğim. İyi ki varsınız, iyi ki kalemimi okuyorsunuz.

Sevgilerimle...

Keyifli okumalar.

 

"Zor olduğunu biliyorum."

'Yine başlıyoruz...' diye düşündü genç adam.

"Hele böyle bir anneyle gerçekten zor olduğunu biliyorum."

Ezbere bildiği bu cümleleri tekrar tekrar dinlemek onu artık sinirlendirmiyor sadece yoruyordu.

"Gerçekten çok çalışkansın, akıllısın, terbiyelisin. Annen için elinden geleni yapıyorsun. Ama mağazamız onu bünyesinde idare edemiyor. Belki ona daha uygun bir iş bulmalısın."

Yaşlı adam elindeki tükenmez kalemle oynarken döner koltuğuna yaslanıp karşısındaki genç adama baktı.

"Anlıyorum." dedi genç adam. Yavaşça ayağa kalktı, yaka kartını çıkarıp müdürün masasına bıraktı.
Ardından başıyla selam verip "Her şey için teşekkürler." diye ekleyerek adımlarını kapıya yöneltti.

"Yanlış anladın sanırım."

Müdürün sözleriyle genç adam duraksadı.

"Bunları annen için söyledim. Sen işine devam edebilirsin."

Tuttuğu kapı kolunu sıkıp "Teklifiniz için teşekkür ederim. Annemle birlikte bugün ayrılacağım." dedi ve dışarı çıktı. Kapının sağında kalan koridorun başındaki sandalyelere oturmuş annesini gördüğünde derin bir nefes aldı. Ellerini önünde birleştirmiş bileğindeki kırmızı bileklikle oynuyor endişeyle bacağını sallayarak kendi kendine sessizce bir şeyler söyleniyordu. Ona doğru ilerleyip yaklaştığında seslendi.

"Anne."

Annesi bacağını sallamayı bırakıp hızla ayağa kalktı ve ona baktı.

"Hadi gidiyoruz."

Oğlunun ses tonunu dikkatle dinledi. Yüz ifadesini çözememişti.

"Oğlum bana kızdı mı?"

Oğlu hafifçe gülümseyip annesinin iki kolundan tuttu.

"Kızmadım."

Birlikte boş koridorda yürümeye başladıklarında kadın "Anneye yalan söylemek yok." dedi.

"Yalan söylemiyorum."

"Yalan söylemek kötü."

Oğlunun sözlerinin ardından uyarıcı bir ses tonuyla bunları söylemişti.

"Sana hiç yalan söylemedim."

Onu hemen reddetti.

"Söyledin. On beş Kasım İki Bin Altı Çarşamba günü okula gideceğini söyleyip internet kafeye gitmiştin."

Genç adam güldü.

"Hâlâ unutmadın mı bunu? O zaman çocuktum."

Annesi yavaş adımlarla yanında ilerlerken cevap verdi.

"Çocuklar annelerine yalan söylememeli."

"Bunun için defalarca özür diledim. Tekrar özür dilerim."

Annesi oğlunun elinden tuttu.

"Annen yalan sevmiyor. İyi çocuk ol."

Genç adam ona bakıp gülümsedi ve başıyla onayladı.

"Üzerimizi değiştirelim."

Annesi de onu onayladığında kadın personel soyunma odasına girmişti. Genç adam da erkek personel soyunma odasına girdiğinde onun için ayrılan dolabına ilerleyip kapağını açtı. Üzerindeki personel kıyafetlerini sıyırıp kendi kıyafetlerini giydi ve dolabındaki kişisel eşyalarını sırt çantasına doldurmaya başladı. Bir yandan ne yapacağını düşünüyordu. Yine işsiz kalmış her şey başa sarmıştı. Yavaşça bu düzensiz hayata alışmaya başlasa da her zaman düzenli ve tekdüze bir hayat yaşamak istemişti. Ama özel bir anneyle bırak düzenli bir hayatı bir hayat yaşamak dahi kolay olmuyordu. Çantasını tek omzuna atıp dışarı çıktığında bir süre annesini bekledi. Annesi de üzerini değiştirip çıktığında personel kıyafetlerini teslim edip büyük alışveriş merkezinden ayrıldılar. Otobüs durağına ilerlerken güneş binaların arasından batmak üzereydi. Gözyüzü amansız bir kızıllığa boyanmış yaz rüzgarı tatlı bir esintiyle insanı rahatlatıyordu.

"Karnın acıktı mı?"

Annesinin sorusuyla ona döndü.

"Evet. Gitmeden bir şeyler yiyelim mi?"

Annesi başını iki yana salladı.

"Eve gittiğimizde annen sana yemek yapacak."

Otobüse bindiklerinde susmuşlardı. İki boş koltuk bulup yan yana oturdular. İkisi de yorgundu. Anne oğlunun omzuna başını koyup gözlerini kapattı. Genç adam ise camdan dışarı yolu izlemeye devam etti. Yolları uzundu. İkisi de bunu fırsat bilip dinlenmeye çalıştılar. Oğlan annesinin uyuduğunu fark ettiğinde çantasındaki ceketi çıkarıp bacaklarını örttü. Çünkü annesi uyurken hep bacaklarının üşüdüğünden şikayet ederdi. Yaz günü olmasına rağmen hep soğuktan yakınır kendisi üşüdüğü için oğlunun da üşüdüğünü düşünerek sürekli ne giymesi gerektiğine karışırdı. İnecekleri durağa geldiklerinde oğlan annesini uyandırdı. Durakta inip sokağın yokuşunda yürümeye başladılar. Hava çoktan kararmış sokaklar tenhalaşmıştı. Önlerinden geçen bir sokak kedisinin peşinden hızlanan annesi kediyi yakaladığında geri dönüp oğlunun yanına geldi.

"Çok sevimli değil mi?"

Tam bir kedi aşığıydı. Tuhaf bir şekilde kedileri de kendine çekmeyi başarır sevgisini göstermekten asla çekinmezdi. Genç adam kedinin başını okşadı. Ayakları havada kalan kedi miyavlayarak dönmeye çalışırken annesi gülüyordu.

"Buğra onu sever mi?"

Genç adam başını iki yana salladı.

"Kedilerden korktuğunu biliyorsun."

Kadın düşündü.

"Ama bu seferki farklı kedi."

Merdivenlerden çıkıp evin kapısına geldiklerinde oğlan kapıyı çaldı.

"Kedi kedidir. Buğra dünyadaki bütün kedilerden korkuyor."

Annesi şaşkındı.

"Dünyadaki bütün kedileri nasıl tanımış?"

Genç adam yorgunca derin bir nefes alıp güldüğü sırada kapı açıldı. Kapıyı açan Buğra şaşkınca ikisine baktı.

"Erkencisiniz."

Genç adam bir şey söylemeyerek eve girdi.

"Yine mi?"

Buğra'nın sorusuyla başını salladı hafifçe. Odasına doğru ilerlediğinde Buğra kediyi fark ederek kadını içeri almadı.

"O kediyi eve almayacağız Diloş."

Dilay kediyi daha sıkı sarıp Buğra'yı ikna etmeye çalıştı.

"Ama ne kadar tatlı bak."

Buğra korkuyla itiraz etti.

"Hayır hayır. O şey evime adım dahi atamaz. Merih sen de bir şey söyle."

Merih onu dinlemeden yürümeye devam ettiğinde Buğra tekrar bağırdı.

"Hey! Merih!"

Merih'in bu ufak sorunla dahi uğraşacak hali yoktu. Odaya girip çantasını köşeye bırakır bırakmaz kendini yatağa attı. Sırtüstü yatarken gözlerini tavana dikti. Ardından yavaşça kapattı. Dışarıdan hâlâ Buğra ve annesinin atışmalarının sesleri geliyordu. Atışmaları, kedinin fırsat bilip yere atlayarak sokağa kaçmasıyla son bulmuş Buğra, kedinin peşinden gidemeyeceğini söyleyerek Dilay'ı içeri girmeye ikna etmişti. Kapanan kapının ardından biraz sonra odaya annesi girdi.

"Annen üzerini değişecek. Gözlerini açma."

Merih kıpırdamadan gözlerini kapatmaya devam etti. Kulağına biraz hışırtı biraz da dolap kapağının gıcırtısı geldikten sonra annesinin ona yaklaştığını hissetti. Hemen ardından yanağına sıcacık bir buse kondu.

"Annen yemek hazırlayana kadar uyu."

Biraz da oğlunun saçlarını sevmiş ardından odadan çıkmıştı. Merih yavaşça gözlerini açıp ne yapacağını düşündü. Gittikçe her şey zorlaşmaya başlamıştı. O sırada kapı tekrar açıldı. Bu sefer odaya giren Buğra'ydı. Buğra derin bir nefes alıp onun yanına yaklaştı.

"Bu kez ne oldu?"

Merih göz ucuyla arkadaşına baktı.

"Mağazaya gelen müşteriye denediği kıyafetin ona yakışmadığını, babaanneme benzediğini söylemiş."

Buğra istemeden güldü.

"Ah be Diloş."

Yatağın kenarına oturup dirseklerini dizlerine dayadı.

"Bu ay kaçıncı kovuluşunuz oldu?"

Merih düşündü.

"Dört."

Buğra iç çekip başını iki yana salladı.

"Böyle olmayacak."

Merih bu cümlenin nereye varacağını tahmin ediyordu.

"Onu evde tek bırakamam Buğra."

Buğra ona döndü.

"Ama böyle nereye kadar gidecek?"

Merih "Ben işteyken nöbet geçirirse ne olacak?" dediğinde Buğra sustu. Kendisi de bir benzinlikte çalışıyordu. Bazen gece vardiyaya kaldığı günler oluyor eve ne zaman uğradığı belli olmuyordu.

"Gözümün önünde olması gerek."

Merih sözlerini söyleyerek Buğra'ya baktı. Buğra onun lise bitene dek en yakın arkadaşıydı. Her öğle arası ikisi Merihlerin evine gider Diloş'un hazırladığı enfes yemekleri yedikten sonra tekrar okula dönerlerdi. Ama lise bitince Buğra, İstanbul'a yerleşmiş aralarındaki bağ da yavaşça kopmuştu. Merih annesiyle birlikte üç ay önce buraya geldiğinde ise kalacak yer bulamayınca Buğra kutu gibi küçücük evini onlara açmıştı.

"Haklısın."

Buğra düşününce ona hak vermişti. Arkadaşının çok zorlandığının farkındaydı. Ama onun da elinden gelen sınırlıydı. Küçüklükten bu yana Diloş, Merih'e değil Merih, Diloş'a annelik etmişti. Alışkındı bu duruma. Küçükken sorgulasa da büyüdükçe kabullenmiş şikayet etmeyi de bırakmıştı. Şimdi tek varlığı annesiydi ve onun için çabalamaktan başka bir şey yapamıyordu hayatta. Buğra aklına gelenle duraksadı.

"Aslında..."dedi.

"Aslında benim bir arkadaşım bugün bir iş için aramıştı."

Merih onun sözünü kesmeden dinledi.

"Buraya biraz uzak, benim çalıştığım petrol ofisinin yakınlarında güzel, nezih bir restoranda personel eksikliği olduğunu çalışmak isteyip istemediğimi soran bir arkadaşım oldu. Ben zaten çalıştığımı söyledim. İstersen tekrar arayıp sorayım."

Merih yataktan destek alarak doğruldu.

"Olur mu dersin?"

Buğra arkadaşının moralini düzeltmek adında bacağına vurdu.

"Olmaz olur mu? Hem Diloş efsane yemekler yapar. Onu hemen mutfağa alırlar."

Merih gülümsedi ve başıyla onayladı. O sırada içeri giren Dilay yemeklerin hazır olduğunu söylemişti. Üçü de sofranın etrafına toplandıklarında Buğra açlığını bastıramayıp oturur oturmaz ilk lokmasını almıştı bile.

"Yine efsane olmuş Diloş."

Keyifle söylediği cümlesinin ardından Diloş, Buğra'nın elinden kaşık ve çatalları aldı.

"Oğlum bugün çok çalıştı. Önce o yesin."

Buğra bozularak "Şimdi de oğlunu mu kayırıyorsun?" diyerek çatal ve kaşığını geri almaya çalışmıştı. Merih gülerek ikisinin hallerini izlerken sofranın neşesi bugün olanları anında unutturmuştu.

Ertesi sabah Merih üzerindeki yorganın hızla çekilmesiyle uyandı.

"Alo! Kime diyorum?"

Gözlerini açmaya çalışarak Buğra'ya baktı.

"Ne oldu sabah sabah?"

Buğra ellerini beline koydu bir anne edasıyla.

"Hadi işe gidiyorsunuz."

Gözlerini ovup esnedi.

"Ne işi?"

Buğra gözlerini devirip Merih'in kolundan çekiştirdi.

"Dün bahsettiğim arkadaşımla görüştüm. Hemen başlayabileceğinizi söyledi."

Merih ayağa kalkarken duyduklarıyla arkadaşına baktı. Ardından ona sıkıca sarıldı. Neye uğradığına şaşıran Buğra önce duraksadı. Ardından güldü.

"Teşekkür ederim."

"Hadi geç kalacağız."

Ayrıldıklarında Merih bir çırpıda elini yüzünü yıkamış üzerini değiştirmişti. Odadan çıktığında Diloş'un hazırladığı sofraya çoktan oturmuş Buğra ve annesinin tatlı atışmalarını görmüştü. Buğra yine yemek yemeye çalışıyor annesi ise ona izin vermeyip oğlunu beklemesini söylüyordu. Merih de sofraya oturduğunda hemen yemeye koyuldular.

"Siz ikiniz."

Buğra elinde zeytin batırılı çatalı ikisine doğru salladı.

"Bu işi de batırmak yok."

Merih ve annesi göz göze geldiklerinde Diloş kararlılıkla başını salladı.

"Tamamdır!"

Buğra "İşte böyle Diloş!" diyerek elini havaya kaldırdı. Bir beşlik çaktıklarında gülüşerek karınlarını doyurmuşlar ardından hazırlanıp evden çıkmışlardı. Buğra eski model mojito motoruna binip kaskını taktığında vedalaştılar. Merih ve annesi de ellerine tutuşturulmuş adresle durağa doğru yürümeye başlamışlardı.

"Bu kez elimden geleni yapacağım. Söz veriyorum."

Annesinin sözleriyle Merih ona dönüp gülümsedi.

"Sen her zaman elinden geleni yapıyorsun zaten."

Tek koluyla annesine sarılıp kendine doğru çekti.

"O yüzden söz vermene gerek yok."

Annesi gülümseyip kolunu oğlunun beline doğru attı ve kafasını kaldırıp ona baktı.

"Ne kadar uzadın sen."

Merih tepeden annesine bakarken "Hep öyle mi kalacaktım?" demişti.

"Küçücük bebektin. Ağlardın sürekli."

Merih güldü.

"Artık neredeyse otuz yaşına geldim."

Annesi yoldan geçen arabalara baktı.

"Evet seni büyütmek çok zordu."

Biraz ilerideki durakta duran otobüsü gördüklerinde yetişmek için el ele tutuşup koştular. Diloş çok eğlenmiş gülerek oğluna yetişmeye çalışmıştı. Otobüse yetişip bindiklerinde ise Diloş hâlâ gülüyordu. Merih annesine boş bir yer bulup oturturken kendisi de ayakta yanında durmuştu.

"Orada uslu bir çocuk ol tamam mı?"

Metih annesine bakıp gülümsedi.

"Annen çalışırken zorluk çıkarma."

Annesinin ciddiyetle söylediği sözlerini dinleyen Merih başıyla hafifçe onayladı. Daha fazla konuşmadılar. Annesi bileğindeki kırmızı bileklikle oynarken oğlu onun gerginliğini görebiliyordu. Bir şey söyleyip onu daha fazla germemek için yol boyu sustu. Şanslarına otobüs tam da restoranın biraz ilerisinde durmuştu. İkisi de inip önce restoranın gösterişli binasına baktılar. Buğra'nın söylediği kadar nezih bir yere benziyordu. İçeri girer girmez güvenlik onları karşıladı. İş için geldiklerini öğrenen güvenlik ikisine eşlik ederek başka bir adamın yanına götürdü. Ama Diloş gerginliğine hakim olamayıp adamın yanına varır varmaz heyecanla öne atılmıştı.

"Elimden geleni yapacağım! Her şey için teşekkürler."

Neye uğradığına şaşıran adam önce şaşkınca kadına baktı. Ardından keyifle güldü.

"Tam da böyle enerjik çalışanlara ihtiyacımız vardı."

Merih annesine bakıp gülümsedi. Dünden ötürü hâlâ kendini kötü hissediyor olmalıydı. Adam Merih'e döndü.

"Siz Buğra'nın bahsettikleri olmalısınız."

Merih başını sallayıp selamladığında adam ellerini çırpıp derin bir nefes aldı.

"Size nerede ne yapacağınızı bizzat ben anlatacağım. Ama önce üzerinizi değiştirin lütfen."

İkisine de birer dolap anahtarı uzattığında soyunma odasının yerini tarif edip olduğu yerde onları bekleyeceğini söylemişti. Heyecanlı anne oğlunu beklemeden hızla yürüdüğünde Merih koşaradımlarla onu takip etmişti. Annesine seslense de onu dinlemeden kadın soyunma odasına girdiğinde Merih adımlarını yavaşlatıp derin bir nefes aldı. Eğer onu sakinleştirmezse yine her şey başa saracaktı. Kendisi de soyunma odasına girip verilen kıyafetleri giydi. Siyah kumaş pantolon ve yine siyah çift düğmeli bir gömlekti giydiği. Gömleğin koyu kırmızı düğmeleri ve yakası biraz olsun renk katıyordu. Dışarı çıktığında annesinin biraz ileride yine hızlı hızlı yürüdüğünü görünce Merih koşup bu kez ona yetişti.

"Anne."

Annesi durup ona döndü.

"Merak etme bu kez her şey güzel olacak."

"Anne."

"Her şey güzel olacak."

"Anne."

"Çok çalışacağım."

Annesi onu dinlemeden gergince kendi kendine konuşuyordu. Merih annesinin iki kolundan tutup hafifçe sıktı.

"Anne."

Diloş nihayet susup oğluna baktı.

"Üç kere derin bir nefes almanı istiyorum."

Genç adam sabırla annesinin nefes alışverişlerini dinledi.

"Her şeyin güzel olmasını ya da çok çalışmanı istemiyorum. Sadece her zamanki gibi davranmanı istiyorum."

Annesi bir süre oğluna baktı. Ardından yavaşça başını salladı. Merih onu sakinleştirdiği için rahatladı. Böylesi daha iyiydi. Annesi kendi kolundaki bileklikle oynarken sordu.

"Annenin yaptığı bilekliği artık takmıyor musun?"

Merih gömleğinin kollarını büküp kırmızı bilekliği gösterdi.

"Tabii ki takıyorum."

Annesi gülümsedi.

"O zaman yanında ben yokken korkmana gerek yok. Sakın bilekliği çıkarma."

Merih da gülümseyerek başını salladı. İlkokula giderken annesini de yanında istediği için Diloş hem kendine hem de oğlunun bileğine bu bilekliği yapmıştı ve bilekliğin aralarında bir bağ olduğunu onu koruyup kollayacağını söylemişti. O gün bugündür takılan bileklik her yıprandığında annesi onarır ve tekrar takılırdı. Merih bir keresinde çıkarmayı denediğinde Diloş günlerce ona küsmüş geri takana dek onunla konuşmamıştı.

"Çıkarmam."

Birlikte adamın yanına döndüklerinde adam etrafındaki birkaç çalışanla konuşmayı kesip onlara döndü.

"Ben Kadir. Buranın sorumlu müdürü aynı zamanda da şefiyim."

Merih, müdürün uzattığı eli sıktı.

"Merih."

Müdür elini sıkan delikanlıya baktı. Uzun boyu ve kalıplı vücuduyla oldukça güçlü görünüyordu ki görünmekle kalmayıp sıktığı elinden de anlaşılıyordu.

"Ben Dilay. Merih'in annesi Dilay."

Sabredemeyip hemen adını söyleyen Dilay'a gülümseyen adam memnun olduğunu söylemişti.

"Kıyafetleriniz oldu mu?"

Dilay üstünü başını düzeltti.

"Tam oldu."

Kadir, Merih'e baktı. Kollarını sıkan gömlek biraz dar görünüyordu. Vücuduna tam otursa da hareketlerini zorlaştıracağı kesindi.

"Seninki sıkmış gibi biraz. Bugünlük idare et, yarın ayarlayayım."

Merih başını salladı.

"O zaman hadi beni takip edin."

Adam etrafta dolanıp ne yapmaları gerektiğini söylerken annesi elindeki küçük not defterine adamın söylediklerini yazıyor arada çok hızlı konuştuğunu söyleyerek söylediklerini tekrarlamasını istiyordu. Merih etrafa göz gezdirmeye başladı. Rastoran kalabalık değildi. Hatta sadece iki masa doluydu. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen içerisi karanlık ve basıktı. Nedense etraf gözüne tıkış tıkış gelmişti. Eski bina ve eşyalar oldukça köklü bir restoran olduğunu kanıtlıyordu. Duvarlarda büyük tablolar, masada altın renkli şamdanlar, tavandan aşağı sarkan taşlı büyük avizeler vardı. Duvarda asılı kocaman bir tablonun önünden geçerken Merih farkında olmadan duraksadı.

Sarı ışıklarla aydınlatılmış tablo ilk bakıldığında oldukça karışık görünüyordu


Sarı ışıklarla aydınlatılmış tablo ilk bakıldığında oldukça karışık görünüyordu. Restoranın aksine tablo oldukça kalabalıktı. Çıplak insanların bedenlerine dolanmış bez parçalarıyla on üçüncü yüzyıldan kalma bir atmosferi vardı. Yerde yatan ölülerden ziyade diğer insanların tutmaya çalıştığı kadınların gözleri yaşlı yüzleri perişan bir haldeydi. Ölülerin açık gözlerinde dehşet okunuyordu. Yere saçılmış çeşitli meyveler, arkada uzanan uzun ağaçlar dikkatli bakılmadıkça
fark edilmiyordu. Dikkat çeken tek şey soluk tabloyu patlatan kırmızı detaylardı. Tablonun çeşitli yerlerindeki parlak kırmızı rengi insanda saatlerce oraya bakma isteği doğuruyordu. Bunca detay ve renk ahenginin yanı sıra birbirinden bağımsız nesnelerin nasıl bu kadar uyum içinde olduğuna anlam verememişti. Tek tek bakıldığında mantıksız gelen nesneler tabloya genel olarak bakıldığında oldukça uyumlu görünüyordu. Ne kadar zaman almıştı acaba? Bu koca tabloyu hatasız ilmek ilmek işlemek nasıl bir sabrın eseriydi?

"Oldukça güzel değil mi?"

Ne zaman yanına geldiğini bilmediği Kadir beyin sözleriyle Merih ona döndü.

"Özür dilerim dalmışım."

Kadir gülümsedi.

"Merak etme. Tablolara bakacak bol bol vaktin olacak."

Merih başını salladığında tabloyu geride bırakıp tekrar yürümeye başladı. Uzun, detaylı bir bilgilendirmenin sonunda müdür "Kolay gelsin." diyerek yanlarından ayrılmış bir sorun olduğunda doğrudan ona gelebileceklerini söylemişti. Birkaç saat diğerlerine yardım ederek geçmişti bile. Kaşıkları silip parlatan Merih kafasını kaldırıp bir anlığına unutmuş annesini aradı. Başka bir kadına yeni yıkanmış masa örtülerini sermesine yardım ediyordu. Annesinin yüz ifadesini gördükten sonra omuzlarından bir yük kalktığını hissetmişti Merih. Çalışanlar onu iyi idare ediyordu. Sabahki gerginliği gitmiş rahat ve mutlu görünüyordu. Söz verdiği gibi elinden geleni yaptığı açıktı. Merih'in yanındaki çalışan güldü.

"Böyle bir yüz ifadesiyle müşterileri korkutursun."

Bir yandan çalışıp diğer yandan annesini sürekli kontrol etmek Merih'i iki kat zorluyordu. Sürekli bir sorun çıkacak endişesiyle diken üzerinde durmak ister istemez yüzüne yansıyordu. Ayrıca küçüklüğünden beri babasının ve eski mesleğinin getirdiği ciddiyete vücudu alışmıştı. Artık istese de yüz ifadesini değiştiremiyordu. Dışarıdan soğuk göründüğü için bu güne kadar pek arkadaşı olmamıştı zaten. Edindiği arkadaşları ise tanımadan önce genelde ondan korktuklarını itiraf ederlerdi. Merih iş arkadaşına döndü.

"Farkında olmuyorum."

İş arkadaşı başını salladı.

"Fark ettim."

Arka taraftaki çalışanları gösterdi.

"Diğer çalışanlar seni korkutucu bulduklarını söylediler. Yüzün sinirli, kaşların çatık, bakışların buz gibi. Sanki böyle her an kavga edecek gibi duruyorsun."

Bunları daha önce başkalarından da duyan Merih tepki vermeden dinledi. Arkadaşı devam etti.

"Neyse ki yakışıklısın. Bu yüz ifadesi sende çekici duruyor."

Merih arkadaşına bakıp güldü.

"İyiye yormak için bu kadar zorlamasaydın keşke."

Arkadaşı da güldü.

"Seni rahatlatmaya çalışıyorum."

Merih yavaşça gülümsemesini silip teşekkür etti. Tekrar annesini kontrol edip silmeyi bitirdiği kaşıkları arkaya götürdü. Sorun çıkmadan akşamı ettiklerinde restoran da hareketlenmiş biraz kalabalıklaşmıştı. Herkes bir tempoyla etrafta dolanırken Merih diğerlerine çaktırmadan etrafta göremediği annesini arıyordu. Hemen içini saran endişeyle tek tek insanların yüzüne bakmaya başladı. Çok sürmeden köşede ekindeki not defterini okuyup kendi kendine söylenen annesini görünce rahatladı. Müdürün söylediklerini unutmamak için defalarca tekrarlamıştı notlarını. Annesi onu fark ettiğinde keyifle gülümseyerek el salladı. Merih da gülümsediğinde birden dışarıdan koşturarak gelen çalışan bağırdı.

"Anka burada!"

Diğer çalışanlar birden duraksadı.

Biri "Anka mı?" diye sorarken biri "Haber vermedi mi?" diye sormuştu.

Birden tüm çalışanların temposu arttı.

"Toparlanın!"

Merih masadaki boşları almayı bırakıp duraksadı ve neler olduğunu anlamaya çalıştı.

"Kadir beye haber veren oldu mu?"

O sırada içeri Kadir bey girdi.

"Masa hazır mı?"

"Değil."

"Yirmi üçüncü masa hazırlansın."

Kadir bey hızlı hızlı yürürken tecrübesiyle etrafa ne yapmaları gerektiğini söyleyip herkesi organize ediyordu. Şansa bugün çalışan sayısı azdı ve restoran oldukça doluydu.

"Endişe değil acele edin."

Çalışanları körükleyen Kadir beyin sözleri sert olsa da korkutucu değildi.

"Halıya gerek var mı?"

Bir çalışanın sorusuna başka çalışan cevap verdi.

"Gerek yok. Gözleri kuşaklı."

Kadir bey tekrar araya girdi.

"Yerde bir şey kalmadı değil mi?"

Birkaç çalışan köşelerde duran birer metre uzunluğundaki direkleri getirip yirmi üçüncü masaya doğru bir yol yapmışlardı. Kim içindi bu kadar telaş ve uğraş? Merih yanındaki çalışana dönüp sordu.

"Neler oluyor?"

Çalışan sıkıntıyla boşları toplamaya devam etti.

"Buradaki kimsenin istemeyeceği bir şey."

Merih hâlâ anlam verememişti.

"Neyden bahsediyorsun?"

Çalışan gözlerini girişe diktiğinde hareketleri önce yavaşlamış ardından durmuştu. Başıyla işaret etti. Merih dönüp çalışanın baktığı yere baktı. Girişte beliren bir kadını gördüğünde dikkatle bakmaya başladı.

"İlk günden bu cadıyla karşılacak kadar şanssızsın."

Çalışanın sözleriyle Merih ona bakıp tekrar kadına döndü. Kadının uzunca bir boyu vardı. O kadar zayıftı ki üzerindeki ayak bileklerine kadar uzanan bol kırmızı elbisesi olmasa kemikleri sayılırdı. Siyaha çalan düz koyu kahverengi saçları beline kadar uzanırken soluk teniyle yürüyen bir hayaleti andırıyordu. Ama garip olan başka bir şey vardı. Kadının gözlerini örten ince kırmızı bir kuşak kafasının arkasında bağlanmıştı. Kuşağın iki ucu saçlarının sonuna kadar uzanıyordu. Girişte durduğunda biraz arkasında yürüyen kız da durmuştu. Restoran bir an sessizleşti. Yalnızca kadının gözlerine bağladığı kuşağın ucundaki zil benzeri süsleri ve iki bileğindeki bileklikler rüzgar estikçe şıngırdıyordu. Kafasını önce sola çevirdi. Daha sonra yavaşça sağa çevirmiş biraz beklemişti. Önüne döndüğünde yürümeye başladı.

"Bu kim?"

Merih çalışana dönüp sormuştu. Çalışan ona doğru yaklaştı.

"Atilla Anka'yı tanıyor musun?"

Merih bir süre düşündü.

"Tanımıyorum."

Çalışan sesini biraz daha alçalttı.

"Ünlü bir Türk ressam. Uzun süre kariyerin zirvesini Japonya'da yaşadıktan sonra geri Türkiye'ye döndü."

Merih bırak sanat gündemini kendi gündemini dahi takip edemiyordu.

"Sanatla pek aram yok."

Çalışan, kadına bakıp devam etti.

"Bu cadı da Atilla Anka'nın ortanca kızı Alçin Anka. O da babası gibi dünyaca ünlü bir ressam. Babasının yeteneğini almış. Ayrıca annesi de çok ünlü bir Japon yazar."

Merih kadına baktı.

"Gözlerini neden bağlıyor?"

Çalışan derin bir nefes aldı.

"Çünkü göremiyor."

Merih kaşlarını çatıp çalışana baktı. Kafası karışmış anlam verememişti.

"Onun kör bir ressam olduğunu mu söylüyorsun?"

Çalışan tekrar masaya dönüp işine devam etti.

"Onun babasını dahi geride bırakan dünyaca ünlü kör bir ressam olduğunu söylüyorum."

İnanmak istemezcesine güldü.

"İmkansız."

Çalışan ise yüzünde alaycı bir gülümsemeyle Merih'e bir göz atmış işine devam ederek ona cevap vermişti.

"Duvardaki tabloların kimin eseri olduğunu sanıyorsun?"

Merih'in çatık kaşları düzeldi. Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Kafasını kaldırıp şaşkınca kadına döndü. Ayağındaki topuklu ayakkabılara rağmen kendinden emin adımlarla yürüyen kadına kimse müdahale etmiyordu. Aksine sessizce onun arkasına sığınmış bir halleri vardı. Gerçekten görmediğine inanmak güçtü. Tam Kadir beyin yanından geçerken durdu.

"Hoş geldiniz Alçin hanım."

Kadir beyin sıcak ve saygı dolu sesiyle kadın kafasını yavaşça ona doğru çevirdi ve soğuk bir ses tonuyla "Burası benim masam değil." dedi.

Kadir bey endişeyle cevap verdi.

"Locanızdaki tadilat henüz bitmediği için bu masayı hazırladık."

O sırada girişte başka bir adam belirdi. İçeri koşaradımlarla ilerlerken gülerek herkese selam veriyordu.

"Kolay gelsin millet!"

Gözündeki güneş gözlüğünü çıkarıp blazer ceketinin göğsündeki cebe taktı. Elindeki telefonu da cebine attığında ellerini çırpıp bağırdı.

"Ah! Ne güzel bir gün."

Sözleri gergin ortamı biraz olsun yumuşatmıştı. Hızlı adımlarla Alçin'in yanına geçerken Kadir beyi gördüğünde keyifle gülümseyip kollarını iki yana açtı.

"Gittikçe gençleşiyorsun."

Kadir gülümseyerek adamın elini sıktı.

"Her zamanki gibi keyfin yerinde Oğuz."

Oğuz başını salladı ardından bir yanında dikilen Alçin'e bir de Kadir'e baktı.

"Bir sorun yok değil mi?"

Kadir bey yumuşakbaşlılıkla konuştu.

"Alçin hanımın locası tadilatta olduğu için bu masayı hazırlattık."

Adam memnun olmuşçasına ona baktı.

"Harika düşünmüşünüz. İşinizdeki tecrübenizi konuşturmuşunuz yine Kadir bey-"

Sözlerini kesen Alçin oldu.

"Yemeğimi kendi masamda yiyeceğim."

Aksini kabul edecek gibi durmuyordu.

"Orası şuan oldukça dağınık. Sorun olmayacağından emin misiniz?"

Kadir bey iyi niyetlilikle bunları sormuştu. Birkaç saniye sessiz kalan Alçin cevap verdi.

"Eğer o dağınıklığı görebilseydim sorun olabilirdi. Masamı hazırlayın lütfen."

Herkes sustu. Oğuz parmağını şıklatıp çalışanlara döndü.

"Alçin hanımı duydunuz. Yemeğini masasında yiyecek."

Birkaç çalışan başıyla onaylayıp geri döndüklerinde Oğuz, Alçin'in kolundan tuttu.

"Masa hazırlanana kadar terasa çıkalım hadi."

Onlar terasa çıkarken Merih olup biteni izlemişti. Bu kadar inat etmesinin manası neydi? Fazla kafa yormadan önüne döndü. Umursayacağı bir konu değildi. Ardından işine devam edip boşları mutfağa götürdü. Yemek yemeye dahi fırsatı olmamıştı. Yorulmuştu da. Ama bu, huzursuzluktan daha iyiydi tabi. Bedeni her şekilde dinlenirdi. Annesinin keyfi de yerinde görünüyordu. Daha ne isteyebilirdi ki?

"Merih."

Ona seslenen çalışana döndüğünde merdivenleri hızlıca çıkıp yanına gitti.

"Şunları taşımama yardım eder misin?"

Elindeki tabak, çatal ve bıçak olan bir tepsiyi ona uzattığında merih aldı. Tepsidekiler normalde kullanılan tabak, çatal ve bıçaktan farklıydı. Şekilli parlak beyaz porselen tabağın etrafında çeşitli kırmızı kuş desenleri vardı. Çatal ve bıçağın da saplarında aynı desenler vardı. Gerçekten güzel görünüyordu. Diğer tepsiyi alan çalışan yürümeye başladığında Merih onu takip etti. Restoranın köşesinde ayrılmış alana geldiklerinde Merih tavana kadar uzanan kirişe baktı. Bu kiriş sayesinde içerideki masa diğerlerinden ayrılmış ayrı bir alan oluşturmuştu. Kirişten duvarlara uzanan sürgülü ahşap kapıların ince tahtalarla işlenmiş baklava dilimli bir deseni vardı ve içerideki masa deliklerden biraz görünüyordu. Üst kısımları ise eski kadife bir perde ile çevriliydi. Kapıyı sürüp içeri giren çalışanla birlikte Merih de içeri girdi. İçerideki başka çalışandan birkaçı hızlıca etrafı temizlemeye çalışıyordu. Diğerleri ise yarısı boyanmış duvarın dibinde duran kutu boyaları köşeye çekmeye çalışıyordu. Silinen ve örtü serilen masaya tepsidekiler yerleştirildiğinde başlarına fazladan iş çıktığı için çalışanlar bir yandan söyleniyordu.

"Geçen sefer geldiğinde yaptığı eziyeti hatırlıyor musun?"

"Hatırlamaz mıyım cehennem etmişti günümüzü."

"Geçmişte yaşasaydı bu kadını cadı ilan edip diri diri yakarlardı."

Çalışanın bu sözleriyle diğerleri keyifle güldü.

"Babası ressam annesi yazar. İkisi de dünyaca ünlü. Paraya para demiyorlar. Şımarık zengin kızı işte. Dünyanın kendi etrafında döndüğünü zannediyor. Kadın sorun çıkarmak için doğmuş resmen."

"Ne fark edecek ha bu masa ha şu masa. Zaten kör."

Diğerleri de ona hak veriyor söylenip duruyorlardı. Ama bilmedikleri ve asla bilemeyecekleri bir şey vardı. O da görememenin verdiği güven korkusuydu. Bilindik ve tanınan ortamlarda insan kendini daha rahat hissederdi. Bu yüzden bilindik birinin kokusu daha güven dolu bilindik bir şarkının melodisi daha huzurlu gelirdi kulağa. Her nerede olursa olsun bir an önce eve gitmek isterdi insan. Çünkü ev denen şey aslında bilinen huzur ve güvenden başka bir şey değildir. İşte bu yüzden bazı insanların evi dört duvarlı bir oda iken bazılarınki ise sadece bir bedenden ibarettir.

Merih onlara karışmadan işini halledip locadan çıktığında istemsizce gözleri yine annesini aramıştı. Hâlâ elinde not defteriyle hızlı hızlı ona işi öğretmeye çalışan kadının peşinden yürüyordu. Sorduğu en saçma sorulara daha sabırla yanıt veren yaşlı kadın Dilay'ı çok sevmiş olmalı ki sürekli ona bakıp gülümsüyordu. Merih hızla işine döndüğünde oradan oraya koşturmaya başlamıştı. Sabah tek tük insan olan restoran şimdi dolup taşıyordu. Eksik çalışan yüzünden herkesin omzuna daha ağır bir yük binmişti. Herkes önüne gelen işi hallediyor gittikçe esnaf lokantasına dönüyordu ortam. Bunu çalışanlar dışında fark eden olmamıştı. Müşteriler kendi zevkleri peşinde amansızca kahkahalar atıyor tıka basa yemek yiyorlardı. Bu durum çalışanların işini biraz daha kolaylaştırıyordu.

"Merih, locaya bu şarabı götürebilir misin? Alçin hanım istedi."

Çalışanın acelesi var gibi görünüyordu. Merih başını sallayıp şarabı aldığında locaya doğru yürüdü. İçeriden bir klasik müzik sesi yükseliyordu;

Ludwig Beethoven - Moonlight Sonata (3rd Movement)

Çalışanların kadın hakkında söyledikleri aklına geldiğinde bir an içeri girip girmemekle tereddüt etti. Kapının ardından kadını görebiliyordu. Ellerinde çatal bıçakla önündeki az pişmiş bonfile etini yiyordu sakince. Gözleri bağlı olduğu halde düzgünce kestiği eti yavaşça ağzına doğru götürdü. Önce koklayıp ardından ağzına attığında bir süre çiğnedi. Merih, şeflerin, hazırlanan bu dördüncü tabağı beğenip beğenmeceği konusunda endişelerini duymuştu mutfakta.

"Ne iğrenç bir tat."

Kadın kendi kendine söylendiğinde içerideki çalışan buz kesmişti.

"Başka bir şey yemek ister misiniz?"

Çalışanın tedirgin sorusuyla kadın yalnızca "Kalsın." demiş yemeye devam etmişti. Bir süre sonra ise duraksadı.

"Çık dışarı. Nefes alışın sinirimi bozuyor."

Çalışan şaşkınca kadına baktı.

"Nefesini tut demedim dışarı çık dedim."

Nefesini tuttuğunu dahi onun sözleriyle fark eden çalışan "Nasıl isterseniz." diyerek dışarı çıktığında kapıda dikilen Merih ile karşılaşmıştı.

"Yemeyeceğim. Bunları masadan kaldırın."

İçeriden gelen kadının sesini aldırmayan çalışanın saçlarından alnına soğuk terler dökülüyordu. Yüzü bembeyaz olmuştu. Kadının varlığı dahi onu rahatsız etmeye yetiyor gibiydi. Çalışan hiçbir şey söylemeden hızlıca uzaklaştığında Merih içeri girdi. Onu rahattsız etmek istemeyerek sessizce masaya yaklaşıp yavaşça şarabı açtı. Tam bardağa doğru şişeyi eğmişti ki yüzünü ona çevirmiş kadını fark etmesiyle Merih irkildi. Gözleri bağlı birinin ona doğruca bakması ürkünçtü. Sanki onu görüyor da vücudunun her parçasını inceliyor gibi uzunca öyle kaldı kadın. Ağzından tek kelime çıkmıyor yalnızca yüzü ona dönük hatta boyuna oranla kaldırdığı kafasıyla doğruca Merih'in yüzüne bakıyor gibiydi. Bembeyaz soluk teni yakından daha damarlı ve mor görünüyordu. Zayıflığı ise tahmin ettiğinden daha korkunçtu. Bu bedeni renklendiren tek şey kırmızı elbisesi ve göz bağıydı. Merih gözlerini odan çekip bardağa yavaşça şarabı doldurdu.
Şarabın sesi odayı doldururken Merih bir süredir annesini ortada görmediğini fark etti. İçini saran huzursuzlukla şarap şişesini masaya bıraktı. Ardından hızlıca masadakileri toplamaya başladı. Bir an önce dışarı çıkıp annesine bir göz atmalıydı. Çünkü bir kere aniden ortadan kaybolmuş iki gün sonra şehrin diğer ucunda bulunmuştu. Bazen sokakları birbirine benzetiyor gideceği yolu karıştırıyordu. Yine böyle bir şey olmasından korkuyordu. O kaybın dehşet verici korkusunu da çok iyi hatırlıyordu. Birden o anki dikkatsizliğiyle elinde tiz bir acı hissetti. Dönüp baktığında öylece avuçladığı bıçağı fark etti elinde. Keskin bıçağın açtığı yaradan akan kandan birkaç damla bardağın içindeki şaraba birkaç damla ise tabağa damladığında Merih avuçlarını sıktı.

 Keskin bıçağın açtığı yaradan akan kandan birkaç damla bardağın içindeki şaraba birkaç damla ise tabağa damladığında Merih avuçlarını sıktı

"Kan çok değerlidir

"Kan çok değerlidir."

Kadının sözleriyle Merih şaşkınca ona baktı. 'Bu kadının göremediği falan hikaye.' diye düşünmüştü. Eli kesildiğinde inlememişti dahi. Nasıl anlayabilirdi? Neden herkesin ondan ürktüğünü şimdi çok daha iyi anlıyordu. Her şeyi görebilen bir körden kim korkmazdı? Hiçbir şey söylemeyen Merih içine kan damlayan şarabı değiştirmek için uzanmıştı ki kadın tekrar konuştu.

"Kalsın."

Yavaşça geri çekilen Merih'le kadın kadehe doğru uzanıp eline aldı. Uzun kırmızı ojeli parmakları şarapla uyum içinde bardağı sarmıştı. Şarap, kadehin yerinden kaldırılmasıyla yuvarlak camlarına bir deniz dalgası misali çarparken kemikli elleri ve ince bileğiyle kadehi yüzüne doğru yaklaştırdı. Hafifçe eliyle havada bir daire çizmiş şarabı iyice karıştırmıştı. Yavaşça burnuna götürüp kokladığında kısa bir süre öyle kaldı, ardından ağzına doğru götürdü. Şaşkınlıkla kadını izleyen Merih şarabı içeceğine imkan vermiyordu. Ama kadının dudaklarına değen şarapla kendi kendine girdiği iddiayı kaybetmiş yutkunduğunu duyduğunda ise tamamıyla dehşete düşmüştü.
Merih anlam veremiyordu. Nasıl bir manyaktı bu kadın? Kadının yavaşça ayağa kalkmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Ne diyeceğini bilemeden öylece ona yaklaşmasını izledi. Ne bir geri adım atıyor ne de bir şey söylüyordu. Muhtemelen ona bağırıp çağıracak herkese rezil edecekti. İstemsizce kendini buna hazırlayan Merih birkaç adım ötesinde duran kadına çatık kaşlarıyla bakıyor şimdiden içine ona karşı nefret tohumlarını serpiştiriyordu.

Kadın tek kelime etmeden elini kafasının arkasına götürdü. Şıngırdayan bileklikleriyle birlikte gözündeki bağı çözdüğünde yüzünden omuzlarına düşen bağın ucundaki süsler de hafifçe şıngırdamıştı. Merih'in gördüğü çekik kahverengi gözler doğruca ona dikildiğinde ise farkı o an anlamıştı. Daha önce gördüğü gözlerden farklıydı bu gözler. O kadar soluk o kadar cansız ve boştu ki yalnızca süs niyetine konmuş birer boncuğa benziyordu. Doğruca ona baksa da bakışları anlamsızdı. Gözlerini süsleyen yalnızca uzun kirpikleri ve mor göz altlarıydı. Büyük bir hastalığı vardı sanki. Sabaha kadar uyuyamamış gibi yorgundu göz bebekleri. Olsa da olmasa da sanki fark edilmeyecek kadar güçsüz ve küçük görünüyordu. Kadın kafasını yavaşça eğdi ve Merih'in elini ellerine aldı. Elleriyle yoklayarak yumruk olan parmaklarını açtığında Merih'in avucundaki kan birikintisine dokundu. Gözlerini diktiği kana bakıyor gibiydi. Uzunca baktı ele. Hatta uzunca bir süre dokundu.

"Ne güzel bir ton."

Merih bu sözlerin ardından rahatsız olarak elini çekmek istedi. Ama kadın buna izin vermemiş sıkıca elini tutmaya devam etmişti. Neyden bahsediyordu? Merih gittikçe huzursuzlanmaya başlamıştı. İçinde kötü bir his vardı ve genelde bu his boşa çıkmazdı.

"Ne yaptığını sanıyorsun sen?"

Sinirle Alçin'e bakarken onun bu ani çıkışıyla duraksayan kadın cevap verdi.

"Ne mi yapıyorum?" dedi soğukça. Ardından devam etti.

"Yardım ediyorum."

Kadın göz bağını yavaşça Merih'in eline sarmaya başladığında Merih anlam veremeyerek ona baktı. Nasıl biriydi bu? Her hareketi nasıl insanı bu kadar huzursuz edebilirdi? Ne yapacağı belli olmuyordu. Belirsizlik ise Merih'in en nefret ettiği şeylerden biriydi. Merih'e göre her şey düzenli ve önceden planlanmış olmalıydı. Ani gelişen olaylar kadar onu rahatsız eden bir şey yoktu. Kadının sarmayı bitirip sıkıca bir düğüm atmasıyla acıyla irkilen Merih onun yüzüne baktı. Gözleri olduğu gibi boşluğa dikiliydi. Merih bir soru soracak gibi oldu. Aslında sormak istediği çok şey vardı. Ama vazgeçti. Öğrense ne olacaktı ki? O sırada dışarıda birden bir bağırış yükseldi. Anında tüm düşüncelerinden sıyrılan Merih duraksadı.

"Anne." diyerek dışarı fırladığında etrafa bakındı. Bağırışların geldiği yöne döndüğünde ise annesini gördü. Oturduğu yerden konuşan kadın bir müşteriye annesi elindeki not defterini gösterip bir şeyler söylüyordu.

"Kural yirmi üç, kural yirmi üç diyor ki her müşteriye bir çatal, bir kaşık, bir bıçak ver."

Kadın anlamayarak ona baktı.

"Ne kuralı? Neyden bahsediyorsun sen? Çocuğuma da bıçak getir işte."

Dilay küçük adımlarla sağa sola gidip endişeyle düşündü.

"Getiremem..." diye sıkıntıyla söylenirken kadın birden ayağa kalktı ve Dilay'ın yakasına yapıştı.

"Dalga mı geçiyorsun sen? Ne demek getiremem!?"

Dilay endişeyle kekeledi.

"Çocuklar için bıçak çok tehlikeli. Merih, Merih k-küçükken elini kesmişti."

Hızla bunları söyledikten sonra ince bir mırıltıyla inleyerek "Çok ağladı. Evet çok ağladı. Çok kanamıştı. Çok kanamıştı."diye söylenmeye devam etmişti. Merih hızla koşarak annesinin yakasına yapışmış kadının kolundan tuttuğunda sertçe uyardı.

"Bırak onu."

Eğer Dilay'ın daha fazla üzerine gidilirse kriz geçirebilirdi. Merih bundan korkuyordu. Kadın sinirle güldü.

"Asıl sen beni bırak!"

Merih sinirle kadının kolunu sıktı. Bir kadını incitmek gibi niyeti yoktu ama annesine yapılan muameleye sessiz kalacak da değildi.

"Bırak dedim!"

Merih'in bir anda bağırmasıyla tüm restoran adeta inlemişti. Hızla aldığı soluklardan öfkesi okunuyordu. Herkes korkuyla irkildiğinde kadın korksa da çirkefliğinden ödün vermedi.

"Kim sizin patronunuz!? Müşteriye nasıl böyle muamele yapabilirsiniz!?"

Hemen ardından Dilay'a tepeden bakıp 'Hıh!' diye büyüklenmiş bağırmaya devam etmişti.

"Köklü ve elit mekanlar ne diye böylelerini işe alıyorsa!? Devlet bakmıyor mu zaten size-"

Kadın birden saçında hissettiği elle bir çığlık kopardı.

"Aaah!"

Merih ne olduğunu anlamayarak kadının saçına yapışan Alçin'e döndüğünde herkes irkilerek birkaç adım gerilemiş dehşetle olanları izlemeye başlamıştı.

"Ne bağırıyorsun iki saattir ciyak ciyak?"

Alçin kadının saçını daha sert çekerken bunları söylemişti. Kadının kocası oturduğu yerden kalkarak "Hey neler oluyor!?" dedi. Kadınsa acıyan canının derdine düşmüş Dilay'ı bırakıp ellerini saçlarına götürmüştü.

"Ne yapıyorsun sen!? Bırak saçımı!"

Alçin'in sesi yüksek olmasa da sertti ve her zamanki gibi soğuktu.

"Neden bırakayım? Onlar sana bırak dediğinde sen bıraktın mı?"

Kadın kurtulmaya çalıştıkça Alçin saçı daha sıkı tutuyor ara sıra hafifçe çekiştiriyordu. Terastan koşturarak gelen Oğuz daha yolun başındayken bağırmaya başlamıştı.

"Alçin! Alçin ne yapıyorsun!?"

Koşarken ayağının kaymasıyla takım elbisesiyle öylece yerde süründüğünde burnunu sertçe yere çarptı. Kanayan burnunu tutarak onu kaldıran çalışanların elinden kurtuldu ve doğruca Alçin'in yanına koştu.

"Bırak kadının saçını. Basına düşerse hayatın biter. Alçin. Aliçin dinle beni."

Sessizce bunları söylerken Alçin'in onu umursadığı yoktu.

"Huzurlu huzurlu yediğim akşam yemeğimin içine ettin!"

Sakince başladığı cümlenin sonuna doğru gittikçe sesini yükseltmişti. Oldum olası Alçin yüksek seslerden nefret ederdi. Kulağını tırmalayan bu kadının sesine de tahammül edememiş sinirlenmişti.

"Alçin yalvarırım bırak kadını."

Oğuz hâlâ sessizce onu vazgeçirmeye çalışıyordu ki o sırada kadının kocası daha fazla sabredemeyerek sandalyesini iterek Alçin'e doğru ilerledi. Yere düşen sandalye büyük bir gürültü çıkarırken adam birden Alçin'e vurmak için elini kaldırmıştı ki refleksle fırlayan Merih adamın bileğini tuttuğu gibi geriye kıvırmış ensesinden tutarak sertçe masaya yatırmıştı. Adam acıyla bağırırken daha da sinirlenen Alçin diğer elini masada gezdirerek bir bıçak buldu. Vakit kaybetmeden havaya kaldırdığı bıçaklı elini sertçe adama doğru indirdiğinde Merih elinin tersiyle Alçin'in eline vurdu. Alçin'in elinden fırlayan bıçak doğruca duvarda asılı tabloya saplandığında herkes nefesini tutmuştu. Merih sinirle Alçin'e döndü. Ve defalarca dediği şeyi yine tekrarladı içinden.

'Manyak bu kadın.'

Gözünü dahi kırpmadan birini yaralamaya yeltelenmişti. Üstelik bunu herkesin önünde umursamadan yapmıştı. Alçin elinin altında ciyaklayan kadını bırakıp Merih'e döndüğünde doğruca ona baktı. Bu onu görebileceğinden değildi ama ona karşı bir eylemde bulunan bu adam dikkatini çekmişti. Onu hissedebiliyordu. Etrafındaki, hatta bu restorandaki herkesi hissedebiliyor ve ayırt edebiliyordu. Çünkü beş parmağın beşinin de farklı olduğu gibi insanların kokuları, hareketleri, nefes alıp verişleri, çıkardığı sesler de farklıydı. Bunu ayırt etmek Alçin için zor değildi artık. Herkesin ona baktığını hatta bakışlarında ki o korkuyu dahi hissedebiliyordu.

Diğer çalışanlarla birlikte Kadir de geldiğinde Merih'i sakinleştirmeye çalışıp adamı bırakmasını söylediler. Zorluk çıkarmayan Merih ise geri çekilip Alçin'e ters bir bakış atmış hızla önünden geçip annesinin yanına çökmüştü. Başını ellerinin arasına almış Dilay o kadar korkmuştu ki gözlerini sımsıkı kapatmış kulaklarını da var gücüyle tıkamıştı. Ağlayarak inlerken sesinin çıkmaması için kolunu ısırıyordu. Canı acısa da bunu fark edemeyecek kadar kendinden geçmişti. Hiçbir şey duymuyor hiçbir şey görmüyordu. Tek düşündüğü oğluna zarar geleceğiydi. Onu korumak istiyordu ama çok korkuyordu. Diğer annelerden farklı olduğunu biliyordu. Hatta diğer annelerden eksik görüyordu kendini. Oğlunu diğer anneler gibi koruyup kollayamıyordu. Bu zamana kadar paylaşamadığı acısından kimse haberdar değildi. Farkındaydı. Her şeyin farkındaydı ama fark etmek bazen fark etmiyordu.

"Anne."

Merih'in sesini duysa da tepki veremedi. Kilitlenmişti sanki. Oğlu karşısında olmasına rağmen hâlâ ona zarar geleceğinden korkuyordu.

"Anne, ısırma kendini."

Merih çaresizce annesine seslenirken etraftakilerin meraklı bakışları onu sinirlendiriyordu. O sinirle annesini sertçe sarstığında Dilay daha çok gerilmiş ağlaması daha çok artmıştı. Diğer yandan kendini susturmaya çalıştıkça dişlerini etine daha çok gömüyordu. Merih önce kendi sakinleşmeye çalıştı. Bir an ne yapacağını bilememiş yer şeyi koyvermek istemişti. Bir şeyleri toplayıp düzeltmekten bıkmıştı artık. Biraz da o dağıtmak istiyordu. Kimin toplayacağını düşünmeden dağıtmak, her şeyi boşvermek, çok uzaklara gitmek, yarını düşünmeden tembellik etmek istiyordu artık. Sıktığı yumruklarıyla sinirini dindirdi. Yavaşça annesinin saçını okşayıp sarıldı.

"Ağlamıyorum Vedat. Sesim çıkmıyor. Çıkmıyor. Sustum."

Merih annesinin ağzından babasının adını duymasıyla buz kesti. Birden küçüklük anıları canlandı gözünde. Annesi hıçkırıklara ağlarken babasının eline geçen eşyaları kırarak ona susması için defalarca bağırdığını hatırladı.

"Kes sesini!"

"Sus artık kadın!"

"Ağlama!"

Bazı şeyler unutulmuyordu. Merih'in hatıraları annesinin kabusları bir türlü unutulmuyordu. Ne kadar uzağa gitseler de hatıralar peşlerinden birer gölge gibi takip ediyordu onları. Aydınlık bir yere gitseler, ışığın olduğu yerde gölgeler de olurdu. Karanlık bir yere gitseler, bu kez karanlığın tümü bir gölgeden ibaretti. Kurtuluş yoktu. Unutmak mümkün değildi ama belki hatırlamamak mümkündü.

"Babam burada değil. İstediğin kadar ağlayabilirsin."

Merih onu susturmak istemedi. Çünkü bu kadın daha önce defalarca susturulmuştu. Şimdi ise hiç susmasın istiyordu. İstediği kadar ağlasın, istediği kadar gülsün, istediği kadar konuşsun istiyordu. Sakince ağlamasını dinlendi. Ona sarılmayı ihmal etmiyor saçlarını okşamaya devam ediyordu. Belki saatler geçmişti ama Merih yerinden kıpırdamadan annesinin sakinleşmesini bekledi. Sessizce, saatlerce bekledi. Dilay ise önce ağlamayı kesmiş bir süre öylece kaldıktan sonra nihayet kafasını kaldırıp oğluna bakmıştı. Karşısında gördüğü güler yüzle oğlunun ona sinirli olmadığını anlayarak hemen rahatlamıştı. Annesinin omuzlarından tutup hafifçe sıktı.

"İyi hissediyor musun?"

Annesi hafifçe başını salladığında ise ellerinden tutarak ayağa kaldırdı. Ayağa kalkan Dilay üzerini başını çırparken oğlu onun yüzünü ellerinin arasına almış gözyaşlarını siliyordu. Uzun zamandır böyle ağlamamıştı. Kahverengi gözleri kızarmış, şişmişti. Akan burnunu çekerek oğlunun elini öptü. Özür dilemek istese de eğer dilerse oğlunun ona kızacağını çok iyi biliyordu. O yüzden sözlerle değil beden diliyle dilemişti özrünü.

"Merih."

Onlara yaklaşan bir çalışanın seslenmesiyle ikisi de ona döndü.

"Kadir bey seni odasında bekliyor."

Merih sıkıntıyla çalışana baktı. Derdi onunla değildi ama bir anlığına ona yakınmıştı sanki. Buradaki işi de kaybedecekleri barizdi. Hafifçe başını salladığında annesiyle birlikte Kadir beyin odasının önünde durmuşlardı. İçeriden konuşmak sesleri geliyordu. Anlaşılan yalnız değildi. Merih annesine dönüp gülümsedi.

"Sen burada bekle."

Annesinin gözleri endişeliydi. Biraz da eline yüzüne bulaştırdığı bu iş için de suçluluk duyuyordu.

"Ben-"

Söze başlar başlamaz Merih onu susturdu.

"Sonra konuşuruz."

Annesi başını salladığında duvara doğru yaklaşıp yere çömeldi.

"Burada bekleyeceğim."

Merih onu yalnız bırakmak istemese de içeride konuşulanları duyarsa canını daha çok sıkacağını biliyordu. En iyisi burada sessizce onu beklemesiydi. Merih kendini hazırlama gereği duymadan içeri girdi. Çünkü bu anı defalarca yaşamış az çok söylenecekleri tahmin edebiliyordu. İçeride Kadir bey kendi koltuğunda oturuyordu. Ama Merih'in beklemediği bir şey vardı. Alçin ve Oğuz da odadaydı. Alçin zayıf bedeniyle koltukların birine oturmuştu.

Alçin içeri birinin girdiğini fark ederek başını kaldırdı hafifçe

Alçin içeri birinin girdiğini fark ederek başını kaldırdı hafifçe. Adım seslerini dikkatle dinledi. Çünkü kulakları, kaybettiği görme yetisinden sonra onun gözleri olmuştu adeta. Yürüyüşüne bakılırsa içeri giren bir erkekti. Az daha yürüse boyu ve kilosu hakkında doğru tahminlerde dahi bulunabilirdi. Birinin nefes alıp verişlerinden, ses tonundan, yürüyüşünden cinsiyetini, yaşını, kilosunu, boyunu ve pek çok şeyi tahmin edebilirdi. Zaman geçtikçe isteyerek veya merak ederek değil de bunu farkında olmadan yaptığını fark ettiğinde gerçekten körlüğün ne demek olduğunu iyi kavramıştı. Odaya çöken sessizliği fırsat bilip bir süre daha dinledi. Kan kokusunu hâlâ alabiliyordu. Bu o garson çocuk olmalıydı.

Camın önünde dışarı bakan Oğuz içeri girenle kafasını kapıya çevirdiğinde Merih'i gördü. Kavgada gözü dönmüş öfkeli bir aslandan farkı olmayan delikanlı sakinleştikçe omuzlarına bir ağırlık çökmüş, olgunlaşmıştı. İçeri girip başıyla selamladı herkesi. Merih kadını görür görmez içini kaplayan huzursuzlukla gözlerini ondan çekti. Kadir bey elindeki kağıtları masasına bırakıp burnunun ucuna taktığı gözlükleri çıkardı.

"Ne talihsiz bir gün değil mi Merih?"

Gerçekten de öyleydi. Gerçi diğer günlerin de pek bir farkı yoktu ama bugün olanlar talihsizliğin de ötesindeydi. Merih cevap vermedi. Bunu saygızlık yapmak için değil kafası dolu olduğu için farkında olmadan yapmıştı. Fark ettiğinde ise konuştu.

"Olanlar için üzgünüm. Annem..." diyerek sustu. Ne diyeceğini bilememişti. Birine aynı şeyleri anlatmaktan da yorulmuştu. Kadir bey sözünü tamamlamasını beklemedi.

"Evet biliyorum. Kurallara bu kadar sert sınırlar koyacağını düşünemedim. Sanırım biraz benim de hatam var. Ona anlayacağı bir şekilde anlatamadım belki."

Merih bir şey söylemedi. Tam olarak bunları söylemesini beklemiyordu. Biraz şaşırmıştı doğrusu.

"Çalışmaya devam edebileceğimiz anlamına mı geliyor bu?"

Merih'in sözleriyle Kadir derin bir nefes aldı.

"Pek sayılmaz."

Bir an içi umut dolan Merih bu sözlerle tekrar umutsuzluk denizine sürüklenmişti. Kadir devam etti.

"Ama bu annen yüzünden veya çıkan kargaşadan dolayı değil Merih."

Anlam veremedi. Kavgadan ya da annesinden dolayı değilse ne olmuş olabilirdi? İşi yeterince iyi yapamamış mıydı yoksa? Tabak toplayıp çatal bıçak silmenin nesini becerememiş olabilirdi?

"Çalışan eksikliğinden dolayı dosyana bakmadan hemen işe aldım seni ama şimdi sicilini incelediğimde..."

Duraksadı. Merih bu sözlerin nereye varacağını tahmin ederek çatılan kaşları yavaşça düzeldi. Kafasındaki soru işaretleri de anında uçuşup yok olmuştu.

"Sicilinde iki yıl hapis cezası yattığın yazıyor."

Tekrar taktığı gözlükleriyle kaşlarını kaldırarak Merih'e baktı.

"Üstelik kasten adam öldürme, yani cinayetten dolayı."

Kadirle ilk kez karşılaştığında gördüğü bakışlardan farklıydı bakışaları. Soğuk, ve şüpheci bakışlarını tekrar kağıda dikti.

"Dört ay önce ise delil yetersizliğinden dolayı tahliye edilmişsin."

Kağıtları masaya bırakan Kadir gözlüğünü de tekrar çıkarmıştı. Oğuz biraz şaşırmış olsa da belli etmedi. Alçin ise duyduklarına rağmen mimik dahi oynatmamış öylece söylenenleri dinlemişti. Kadir merakına yenik düşüp sordu.

"Bir mesleğin var mıydı?"

Merih daha önce bu nedenle başvurduğu çoğu iş yerinden red cevabı almıştı. Buna da alışmış sayılırdı. Geçmiş önemli olmasa da bıraktığı izler bugüne kadar uzanıyordu. Koca bir dağ gibi Merih tırmanmak istese de tırmanamıyor etrafından da dolanamıyordu. Önünce kocaman bir engelden başka bir şey değildi ve her seferinde bu soğuk ve keskin engele çarpmak onu daha çok yıpratıyordu. Kadir beyin sorusuyla gözlerini ona dikti.

"Özel harekat polisiydim."

Verdiği cevapla herkes şaşırmıştı. Kadir karşısında duran delikanlıya bir daha baktı. Yapılı vücudunu bir an üniforma içinde düşündüğünde üzerinde ne kadar asilce taşıyacağını hayal edebiliyordu. İster istemez üzülmüştü Merih'e. Daha otuzlarına yeni merdiven dayamış bu gencin omuzlarında taşıdığı acı geçmişin izlerini görebiliyordu. Böyle bir sicilin ardından bırak kendi mesleğine geri dönmek toplum içinde kolay kolay yer dahi alamazdı. Ona yardım etmek istedi ama kavgada hırpalanan kadın ve kocası bu işin peşini bırakmayıp bunu öğrenirlerse hem işletme hem de Merih zarar görecekti. İnsanî duygularını bastırması ve işletmenin bekasını düşünmeliydi.

"Anlıyorum." dedi ne diyeceğim bilemeyerek. Daha fazla soru da sormamıştı. Geçmişini sorgulamanın ona düşeceğini düşünmüyordu. Ama düşünmeden de edemedi. Böylesine efendi, ağırbaşlı, çalışkan bir delikanlının birini öldüreceği aklının ucundan dahi geçmezdi. İnkar da etmemiş sadece sessiz kalmıştı bu duruma.

"Kıyafetleri teslim ettikten sonra çıkarız."

Merih daha fazla vakit kaybetmeden bunları söyleyip tekrar selam verdi.

"İyi günler."

"İyi günler."

Kadir'in sözleriyle geriye dönüp odadan çıktı. Odada kalanlar kısa bir süre sessizliğe gömüldüğünde Alçin ayağa kalktı.

"Gidelim Oğuz."

Oğuz hareketlenip onu tekrar oturttu.

"Bekle, bekle. Kapıda birkaç gazeteci var hâlâ. Onları oyalaması için Fulya'yı gönderdim."

Alçin umursmadan konuştu.

"Onlar gitmiyorsa sen kov. Sabaha kadar gitmelerini bekleyecek değilim."

Oğuz çıkardığı ceketi koltuğa bıraktı.

"Nasıl yapayım? Öylece çıkıp defolun şuradan dersem bu kez benim hakkımda haber yaparlar; Alçin Anka'nın menejeri Oğuz Alkan gazetecileri kovdu! Aman ne güzel başlık."

Alçin onun bu hareketli tavırlanırını umursamdan ayağa kalkmaya çalıştı.

"Sen yapmıyorsan ben yaparım."

Oğuz onu durdurup yine koltuğa oturttu.

"Sen yapsan da ben yapsam da ucu her türlü sana dokunacak. Halledeceğim diyorum. Azıcık sabret."

Alçin nihayet susup yerine oturdu. Oğuz onun sesini çıkarmadığını görünce içi rahatlamıştı. Eğer istemezse onu kimse burada tutamazdı. Belanın kendisini beladan uzak tutmak Oğuz için zor olsa da ondan başka kimse Alçin'i çekip çeviremezdi de.

"Sen burada bekle. Hemen döneceğim, biraz işim var."

Oğuz'un aceleci tavırları en başından beri bir şeye niyetlendiğini gösteriyordu. Alçin az çok tahmin etse de sormadı. Koşar adımlarla dışarı çıktığını dinlemişti.

Merih kapının yanında onu bekleyen annesini alıp soyunma odasına götürdüğünde ikisi de üzerini değiştirmişti. Koridorda birlikte yürürken annesi kendini tutamadı.

"Ben, ben elimden geleni yaptım."

Merih de bunu bekliyordu.

"Evet gördüm."

Annesi şaşkınca ona baktı.

"Gördün mü?"

"Evet. Tüm gün seni izileyip durdum."

Merih bunları söylerken kolunu annesinin omzuna atmıştı.

"Beni izleyeceğine güzel kızları izle de kendine bir eş bul. Otuz yaşındasın artık."

Dilay'ın bu sözlerine şaşıran Merih güldü.

"Neydi şimdi bu?"

Dilay oğlunu dinlemeden söylendi.

"Güzel olsun. Saçları sarı, gözleri mavi olsun. İyi yemek yapsın ki aç kalma. Titiz de olması gerek, sen pis ve dağınık sevmezsin. Avukat olabilir mesela. Nazik olsun, hanım hanımcık ve benim gibi tatlı da olmalı."

Kendi kendine söylenirken Merih gülerek onu dinliyordu ki arkadan birinin seslendiğini duydu.

"Hey! Hey bekle azıcık!"

Onları durdurmak için ıslık dahi çalmıştı. Merih ve Dilay duraksayıp geriye döndüklerinde Oğuz'un koşarak onlara doğru geldiğini görmüşlerdi. En fazla otuş beşlerinde olan adam yaşına rağmen oldukça hareketliydi. Geriye taranmış koyu saçları, esmer teni, yapılı dişleri ve top sakalı vardı. Onları bekletmek istemeyerek daha da hızlanmıştı. Merih'in karşısına geçtiğinde genişçe gülümsedi.

"Çok affedersiniz. Ben Alçin hanımın menejeri Oğuz Alkan."

Uzatılan ele bakan Merih adamın elini sıktı ve kısaca "Merih." dedi.

Merih'in soğuk tavırları Oğuz'un tüylerini ürpertmişti. Dışarıdan verdiği soğuk ve ürkünç halleri ona Alçin'i hatırlatsa da Merih'in duruşu dahi ondan uzak durma isteği uyandırıyordu insanda.

"İşinizi kaybettiğiniz için üzgün olmalısınız ama buna hiç gerek yok çünkü harika bir teklifim var."

Adamın neşeli sözlerini dinleyen Merih devam etmesini bekledi.

"Aslında bu aralar Alçin hanım içeride olduğu gibi birkaç kez saldırıya uğradı."

Merih "O insanlara saldırırsa insanların da ona saldırması normal." dediğinde Oğuz zoraki bir gülümsemeyle güldü.

"Ee... O yüzden yanında birkaç koruma olursa iyi olacağını düşündüm. Sen de-"

Oğuz'un sözlerinin nereye varacağı bariz belliydi.

"Benden onun koruması olmamı mı istiyorsun?"

Merih'in doğruca sorduğu soruyla Oğuz durdu.

"Evet. Yani, maaş konusunda endişen olmasın-"

Merih kaşlarını kaldırdı.

"Harika bir teklif derken, bu cadıya bakıcılık yapmak mıydı?"

Oğuz, genç adamın cesur sözleriyle sert kayaya çarptığını anlamıştı.

"Tamam harika olmasa da iyi bir teklif diyebiliriz."

Ardından cebinden çıkardığı bir kartın üzerine kalemle bir şeyler yazdı ve Merih'e verdi; '10.000$'

Merih karta göz attığında düşündü. Kartın üzerinde Oğuz'un adı, telefon numarası ve bir adres yazılıydı. Oğuz içten içe gülüyordu. Kimse böyle bir rakama hayır diyemezdi ne de olsa.

"Hayır, teşekkürler."

Aldığı cevapla şoka uğrayan Oğuz'un yüz ifadesi taş bir surata dönmüştü adeta. Geriye dönüp annesiyle birlikte tekrar yürüyen Merih ayağına gelen bir fırsatı teptiğinin farkındaydı. Teklifi kadının cadılığından ya da manyaklığından dolayı reddetmemişti. Annesini düşünmeliydi. Her gittiği yerde onu da peşinde gezdiremezdi. Evde tek de bırakamazdı. Mecburen reddetmeliydi.

"Ne? Nasıl!? Dur bekle!"

Arkada tekrar koşturarak gelen Oğuz hızla Merih'in önüne atladı.

"Haklısın. Benim hatam. Alçin'i heseba katmadım. Yirmi yapalım biz onu. Yirmi."

Yine sırıtarak Merih'e bakmıştı.

"İlgilenmiyorum. İyi günler."

Tekrar red cevabı almasıyla olduğu yerde çivi gibi çakılı kalmıştı. Yanlarından geçip giden genç ve annesini bir daha durduramadı dahi.

"Aman aman. O kadar da aç gözlü biri gibi durmuyordu oysa."

Kendi kendine sessizce söylenen Oğuz reddi kabullenerek geri döndü. Alçin'in yanında hiçbir çalışan barınamıyordu ki. Hepsi en fazla bir hafta dayanıp daha sonra kaçıp gidiyorlardı. Oğuz yeni birilerini bulamıyordu artık. Para da belli bir noktadan sonra çözüm yolu olmuyordu.

"Ah Alçin ah!"

Birazcık anlayışlı birazcık yumuşakbaşlı olsa her şey yolunda giderdi. Kadir'in odasına tekrar girdiğinde Alçin'in hâlâ oturduğunu gördü. Kapıyı kapatıp yürüdüğünde ise Alçin sordu.

"Kabul etti mi?"

Oğuz'u tanıyordu neticede. Neden koştura koştura odadan çıktığını çok iyi biliyordu. Oğuz da buna şaşırmadı. Çünkü onu Alçin'den başka iyi tanıyan biri yoktu. Sıkıntıyla nefesini dışarı verdi.

"Etmedi."

Alçin yüzündeki muzip gülümsemeyle "Gelecek. Paşa paşa gelecek." dediğinde Oğuz kaşlarını çattı.

"Nasıl?"

Alçin avucundaki kırmızı bilekliği sıktı.

"Çünkü insanlar değer verip kaybettikleri şeylerin peşinden koşarlar."

Oğuz anlamamıştı. Ama sorgulamadı da. Bu kadının kafasında dönen tilkilerin haddi hesabı yoktu. Kim bilir ne düşünmüştü.

Eve dönen Merih doğruca duşa girmiş hemen ardından kendini yatağa atmıştı. Bugün de dünün aynısıydı. Yine aynı yastığa başını koymuş yine aynı 'Şimdi ne yapacağım?' diye düşüncelere dalmıştı. Neyi denediyse olmadı. Başka bir çare gelmiyordu aklına. Buğra eve döndüğünde ikisini de güzelce paylayacaktı. Neyse ki bu akşam gelmeyecekti. 'Ona ne diyeceğimi sabah düşünürüm.' diye geçirdi içinden Merih. Işığı dahi açmadan karanlık odada kim bilir ne kadardır bir başına öylece yatmıştı. Saat kaç olmuştu acaba? Kolunu kaldırıp saate baktı; 22.23

Geç olmuştu. Yemek de yememişti. Karnı bir hayli açtı. Hafifçe avucunu açıp kapatarak kesiğe baktı. Durmuş kanaması duş alınca tekrar kanamaya başlamıştı. Duştan sonra dolapta bulduğu gazlı bezle sarsa da pek sağlıklı görünmüyordu. Eve geldiğinde çıkarıp yatağın üstüne attığı kırmızı kuşağı tekrar eline aldı. Sırtüstü yatarken havaya kaldırdığı eliyle kuşağın ucundaki boncuklar hafifçe şıngırdayarak Merih'in yüzüne doğru düşmüştü. Ama birden fark ettiğiyle kaşları çatıldı. Dikkatlice bileğine bakıp hızla doğruldu. Annesinin verdiği bileklik kolunda yoktu. Endişeyle diğer koluna baktı. Onda da yoktu. Ayağa kalkıp doğruca banyoya girdi. Lavaboya, klozete, duşakabine, kirli sepetinin içine dahi baktı. Tekrar odaya girdi. Ceketinin ceplerini yokladı, çantasının tüm gözlerini aradı hatta sabredemeyip çantayı ters çevirerek içinde ne var ne yoksa yere döktü. Yatağa baktı; yorganı çekip iyice silkeledi, yastıkları kaldırdı. Eğilip yatağın altına baktı. Hiçbir yerde yoktu.

"Kahretsin..."

Kendi kendine söylenip bir kez daha baktığı yerleri aradı. Acaba iş yerinde arbede sırasında mı düşürmüştü? En son ne zaman kolunda gördüğünü hatırlayamadı. Yolda düşmüş de olabilirdi. Annesi öğrenirse haftalarca ona küseceğinden emindi. Diloş'un hafızası çok güçlüydü. Bir tarih arşivi gibi yapılan, yaşanan hiçbir şeyi asla unutmuyor güçlü hafızası inatçılığıyla birleşince kendi oğluna dahi kinlenebiliyordu. Derin bir nefes alan Merih ne yapacağını düşünürken odanın kapısı açılmasıyla sanki gizli bir iş çeviren çocuk gibi irkilmiş hızla kapıya dönmüştü. Kapının önünde duran Dilay oğluna baktı.

"Annenden korkma."

Merih kollarını arkasına sakladığında ne diyeceğini bilemedi.

"Yemek hazırladım."

"Geliyorum!"

Merih'in hızlı cevabıyla Dilay oğluna baktı. Çok acıkmış olmalı ki böyle söylemişti. Gülümsedi. Odadan çıktığında Merih derin bir nefes aldı. Hızla ceketini giyip kollarını, bileklerini kapatacak şekilde iyice sündürdü. Bu şimdilik bir çözüm yolu olurdu. Ne yapacağını daha sonra düşünecekti. Odadan çıkıp içeri geçtiğinde masaya oturdu. Annesi önüne bir tabak koyduğunda çaktırmamaya çalışarak karnını tuttu.

"Kurt gibi acıktım."

Dilay yemesine izin vermeden oğlunun eline uzandığında Merih refleksle kolunu hızlıca geri çekti. Anlamış mıydı yoksa? Dilay şaşkınca ona baktığında konuştu.

"Elindeki yaraya bakacağım."

Elindeki kesiği tamamen unutmuştu. Çektiği kolunu yavaşça geri uzattığında annesi sargı bezini açıp yaraya baktı.

"Dikkat etmelisin."

Ardından sandalyelerden birini alıp mutfak dolabının önüne koydu. Üzerine çıkıp dolapların en üstünden küçük bir kutu çıkardı. İnip tekrar oğlunun yanına geldi ve kutuyu açtı. Kutunun içinde çeşitli ilaçlar vardı. Küçüklüğünden beri bu kutuyu hatırlıyordu Merih. Bisikletten düştüğünde, parmağını kapıya sıkıştırdığında, kavga ettiğinde annesi bu kutuyu çıkarır oğlunun yaralarını sarardı. Bir an çocukluğuna inen Merih annesinin kutudan bir yarabandı çıkarmasıyla kendine geldi. Dilay açtığı yarabandını dikkatlice oğlunun avucunun içine yapıştırdığında Merih örümcek adam desenli yarabandına baktı. Bunlar küçükken en sevdiği bantlardı. Hâlâ durması onu biraz şaşırtmıştı. Dilay kutuyu tekrar yerine kaldırırken Merih konuştu.

"Neden kolay ulaşabileceğin bir yere koymuyorsun?"

Dilay ona dönmeden cevap verdi.

"Olmaz. İçinde ilaçlar var. İlaçların üzerinde çocukların uzanamayacağı bir yere koyun yazıyor."

"Burada çocuk yok ki."

"Sen benim çocuğumsun."

Bunları söyleyerek sandalyeyi yerine koyan Dilay oğlunun karşısına geçip oturdu. Merih ise cevabına ister istemez gülmüş onun gözünde hiçbir zaman büyümeyeceğini anlamıştı. Ama onun sandalye koyup ulaştığı yere Merih'in ulaşması için ayağa kalkması yeterliydi.

"Acıktın mı?"

Annesinin sorusuyla çoktan tabağına gömülmüş Merih başını salladı.

"Hem de nasıl..."

Merih'in sözleriyle Diloş bir kendi tabağına bir de oğluna baktı. Yavaşça tabağı onun önüne iterken konuştu.

"Benimkini de yiyebilirsin."

Her ne olursa olsun anneydi sonuçta. Yemeyip yedirir, giymeyip giydirdi. Merih güldü ve tabağı geri itti.

"Hepsini yiyemem. Ye sen yemeğini."

Dilay tereddütle oğluna baktı. İçi rahat etmemişti. En sonunda tabağındaki köftelerin birazını oğlunun tabağına koydu. Merih kafasını kaldırıp ona baktığında ise hemen üste çıktı.

"Bol bol yiyip büyümelisin."

Gözlerini ondan kaçırırken Merih itiraz edeceği sırada Dilay oğlunun ağzına bir köfte tıktı.

"Yemek yerken konuşulmaz."

Tartışmaya tamamen kapalı tavırları itiraz kabul etmiyordu. Merih de onunla uğraşmamış yemeğini yemeye devam etmişti. Karnını doyurduktan sonra ise doğruca odaya kaçmıştı. Yarın sabah restorana uğrayıp bilekliği orada arayacaktı. O yüzden erkenden uyumaya karar verdi. Ama bir türlü uyuyamıyordu. Sürekli bilekliğin nerede olabileceğini düşünüyor yatakta dönüp duruyordu. Üstelik yazın ortasında giyip yattığı ceket onu bunaltmıştı. Ceketi çıkarıp yatamazdı çünkü annesi gece boyu onu kontrol etmeye gelirdi. Bilekliğin olmadığını görürse kıyameti koparırdı. Tüm gece boyunca öylece yatakta dolanıp durduğunda nihayet sabaha karşı uykuya dalmıştı. Birkaç saat sonra ise Buğra eve dönmüş odaya girerken açtığı kapının sesiyle Merih tekrar uyanmıştı. Uykuyla inatlaşmayı bırakıp doğruldu.

"Uyandırdım mı?"

Buğra'nın sorusuna itiraz etti.

"Uyumamıştım zaten."

Ellerini yüzüne sürüp derin bir nefes alarak üzerindeki örtüyü bir çırpıda itti.

"Bu kez ne oldu?"

Buğra bu soruyu sormaktan Merih ise bu soruya cevap vermekten yorulmuştu. Olanları üstünkörü anlattığında Buğra kendini yatağa bıraktı.

"Bir yolunu bulacağız, sabret."

Merih arkadaşına baktı bir süre.

"Neden bunu yapıyorsun?"

Buğra tavana bakmaya devam edip "Neyi?" diye sorduğunda Merih cevap verdi.

"Bizimle birlikte eziyet çekiyorsun."

Buğra yüzünü ona çevirdi.

"Ben halimden memnunum. Şikayet edip duran sensin."

Merih güldü. Ayağa kalkıp perdeyi açtığında sokağa bakan pencerenin önünde durup dışarı baktı. Esnaflar birer birer dükkanlarını açıyordu. Elindeki tabureyi kapısının önüne koyan bakkal simidini ısırarak çayından bir yudum almış bisiklet sürerek önünden geçen yaşlı adamın peşinden bir süre bakmıştı.

"Annem öldükten sonra Diloş bana çok annelik yaptı. Sen de kardeşim oldun. Okulda bana yapılan zorbalıkları hatırlıyor musun?"

Merih ona dönüp söylediklerini dinledi.

"Hatırlamam mı? Dayak yiyip duruyordun."

Buğra güldü.

"En sonunda bana zorbalık yapan çocukları bir güzel pataklamıştın."

Merih de onunla birlikte güldü.

"O zaman tanıştık zaten, ezik."

"Eve gidince Vedat amca da seni iyi benzetmişti ama, ezik."

Merih bu eski anıyı hatırlayınca yüzündeki tebessüm gittikçe artmıştı. Çocukluk ve gençliği çok yaman geçmiş ele avuca sığmamıştı.

"Uzun zaman geçti ha serseri Merih."

Buğra doğrulurken bunları söylemişti. Merih başını salladı.

"Uzun zaman oldu."

Gençliğinin aksine büyüdükçe durgunlaşmıştı Merih. Hayatın gerçekleri ve zorluklarıyla yüzleştiğinde her şeyi daha net kavramıştı. Serserilik yapacak zamanı da olmamıştı daha sonra. Hiç hissetmese de omzuna binen yükler onu yavaş yavaş olgunlaştırmıştı. Banyoya girip elini yüzünü yıkadı.

"Nereye?"

Merih arkasını döndü.

"Kahvaltı hazırlayacağım."

Buğra elini havaya kaldırıp yatağa sokuldu.

"Aferin, çalış köle. Öyle beleşe ev yok."

Merih gülüp odadan çıktığında salondaki yer yatağında uyuyan annesinin üzerini örttükten sonra mutfağa geçti. Yavaş yavaş kahvaltı hazırlamaya başladığında bir yandan telefonundan iş ilanlarına bakıyordu. Gözüne çarpan onlara uygun hiçbir iş yoktu. Tuş kilidini kapattığı telefonu sinirle masaya koydu. Ne yapacağını düşünürken ocakta unuttuğu birkaç pankeki de yakmıştı. Küfrederek pankekleri almaya çalışırken birden kafasına yediği terklikle şaşkınca geriye döndü.

"Kötü söz yok! Ağzına acı biber sürerim!"

Diloş sinirle ona baktığında Merih kafasını tutup ovdu.

"Ne ara uyandın?"

Annesi tavırla yanından geçip Merih'in spatulayla alamadığı pankekleri eliyle almış tabağa koymuştu.

"Bu kadar gürültü yaparsan tabi uyanırım."

Merih şaşkınca annesinin ellerine baktı. Annelerin eli hiç yanmaz mıydı? Küçüklüğünden beri buna akıl sır erdiremiyordu. Bir süre sessizce annesine yardım edip masayı hazırladı. Biraz sonra ise Buğra da onlara katılmıştı. Buğra, Diloş ile uğraşırken Merih ekmeğin olmadığını fark ederek evden dışarı çıktı. Karşıdaki bakkala doğru ilerlerken birinin seslenmesiyle adımlarını yavaşlattı.

"Merih?"

Dönüp baktığında sarışın bir kadının arabadan inip ona yaklaştığını gördü.

"Sen misin gerçekten?"

Merih tanıyamadığı kadına döndüğünde hemen önünde duran kadın genişçe gülümsedi.

"Ben liseden Özlem. Aynı sınıftaydık hatırlıyorsan."

Merih şimdi onu hatırlamıştı. Ona selam verdi.

"Hatırladım."

Özlem yıllar sonra tanıdık bir sima gördüğüne çok sevinmişti.

"Dünya ne kadar küçük. Ne yapıyorsun burada?"

"Üç ay önce buraya taşındım. Sen ne yapıyorsun?"

Özlem elindeki dosyaları salladı.

"Burada bir avukatlık bürosu açtım."

Merih bu çalışkan kızı az çok hatıralarında hatırlıyordu. Çok konuşmaz kendi halinde takılırdı. Oldukça çekingendi ayrıca ailesi oldukça varlıklıydı.

"Ne güzel."

Kadın etrafa bakındı.

"Nerede kalıyorsun?"

Merih çıktığı daireyi gösterirken kadın eksik etmediği gülümsemesiyle "Komşu sayılırız. Ben de şurada kalıyorum." demiş ve biraz ileride kalan gökdeleni göstermişti.

"Buğra da buralarda kalıyor sanırım. Bazen görüyorum."

Merih onayladı.

"Onunla birlikte kalıyorum."

"Aa, ne güzel."

Ardından bileğindeki saate baktı.

"Şimdi gitmem gerek. Bir duruşmam var. Mutlaka görüşelim olur mu?"

Merih başını salladı.

"Görüşürüz."

"Görüşürüz."

El sallayıp hızlı adımlarla geri dönen Özlem arabasına binip uzaklaşırken tekrar Merih'e el sallamıştı. Merih ise bakkaldan ekmek alıp tekrar eve döndü. Kahvaltı sofrası o gelene kadar hazırlanmıştı. Hatta zevkle izlediği çizgi filme dalan Diloş'u fırsat bilen Buğra ise çoktan karnını doyurmaya koyulmuştu bile. Merih de sofraya oturduğunda annesine bakıp sordu.

"Ne izliyorsun?"

Ama annesi dikkatini öyle televizyona vermişti ki elini kaldırıp salladı.

"Şhh! Sessiz ol."

Bir şey izlerken rahatsız edilmekten nefret ediyordu. Özellikle de konuşulmasından. Eğer izediği çizgi filmden tek bir kelime dahi kaçırırsa en başından açıyor bazen defalarca tekrar tekrar izliyordu. Buğra, Merih'i dürtüp susması için işaret etti. Aksi takdirde Diloş çok sinirleniyordu. Sessizlikten anlaşılacağı üzere Merih ekmek almaya gittiğinde Diloş, Buğra'yı güzelce paylamıştı. Ara sıra izlediği çizgi filme gülen Diloş'un dışında kimse ses çıkartmadan kahvaltısını yapmıştı. Bir süre sofrada öylece Diloş'u beklediklerinde ise Merih en sonunda ayağa kalkıp kumandaya uzandı.

"Yeter bu kadar."

Annesi hızla kumandayı oğlunun elinden kapıp tişörtünün içine sakladı ve kolundaki saati gösterdi.

"9.30, saat 9.30'da izlemeyi bırakacağım. Daha üç dakikam var."

Merih ısrar etmeyip geri çekildi ve üç dakika daha bekledi. Tam üç dakika sonra çizgi film bitmiş hemen ardından gelen müziğe eşlik etmeye başlayan Diloş ellerini sevinçle çırparak oturduğu yerden ayağa kalkmıştı.

"Bitti, bitti. Yarın tekrar izleyeceğim. Tekrar izleyeceğim."

Kendi kendine söylenerek kahvaltı masasını toplamaya başladığında Merih de annesine yardım etmeye koyulmuştu. Buğra da onlara yardım etmek için sokulmuştu ki Dilay onu itti.

"Sen yapma. Her şeyi kırıyorsun."

Buğra şaşkınca duraksadı. Elinin pek ayarı yoktu ama birden yüzüne söylenince kendini kötü hissetmişti.

"Sen de benim kalbimi kırıyorsun Diloş."

Dilay, Buğra'nın göğsüne vurdu birkaç kez. Ardından kulağını yaslamış bir süre dinlemişti.

"Hayır kırılmamış. Çalışıyor."

Geri çekilip şarkı söylemeye devam ettiğinde öğle saatleri yaklaştıkça basan sıcakla Merih camı açtı.

"Bu sıcakta ne diye giyiyorsun bunu?"

Buğra arkadaşına dönüp ceketi işaret etmişti. Merih cevap vermedi. Ama Buğra gereksiz bir ısrarla Merih'in ceketine yapıştı.

"Seni gördükçe bana sıcak basıyor. Çıkarsana şunu."

Merih geri çekildi.

"O senin sorunun. Ben böyle iyiyim."

Buğra bir süre arkadaşına baktı. Bir şey gizliyor olmalıydı. Uzanıp Merih'in karnını mıncıklamaya başladı.

"Ne o? Yoksa o güzelim kasların göbüş mü oldu? Onu mu saklıyorsun?"

Merih, Buğra'nın eline vurdu. Ne diye ısrar edesi tutmuştu? Sinirle ona baktığında Buğra güldü.

"Haha! Bildim değil mi? Değil mi?"

Merih onu umursamadan önüne döndüğünde Buğra tezgahdaki tahta kaşığı alıp bir silah misali arkadaşına doğrulttu.

"Ne diye o lanet Alman paltosunu giyiyorsun ha!?"

Merih kendini tutumayıp güldü. Birden nereden gelmişti o sahne aklına? Merih ellerini iki yana kaldırdı ve "Üşüyorum." diyerek arkadaşuna ayak uydurdu. İkisi de gülerken Buğra bundan oldukça keyif almış elini havaya kaldırmıştı.

"Bana beni böyle anlayacak adamlar lazım."

Merih, Buğra'nın eline vurup tuttuğu sırada onları izleyen Dilay ellerini telaşla yıkayıp kuruladı ve hızla oğlunun yanına gitti.

"Üşüyor musun?"

Uzanıp Merih'in alnına elini koydu. Ardından yanaklarına ve boynuna dokunmuştu.

"Hasta mı olacaksın yoksa?"

Merih ve Buğra şaşkınca Dilay'a bakarken şimdi bunu nasıl açıklayacaklarını düşünüyorlardı. Buğra yaklaşıp güldü.

"Şaka yaptı sadece."

Dilay ona baktı.

"Hastalığın şakası olmaz."

Buğra ellerini iki yana kaldırdı.

"Hayır, hayır. Film repliğiydi."

Dilay onu dinlemeden Merih'i saldalyeye oturttu.

"Gece üzerini mi açtın? Ama ben sürekli örtüyorum üzerini. Dondurma mı yedin yoksa?"

Merih annesini durdurmaya çalıştı.

"Anne hasta değilim."

Dilay onu da dinlemedi.

"Nane limon iyi gelecektir."

Hızla buzdolabına yöneldiğinde Merih, Buğra'ya baktı.

"Dinlemeyecek. Biraz ayak uydur."

Buğra'nın sözleriyle derin bir nefes aldı. Kısa sürede hazırladığı nane limonu bir kupaya doldurup oğlunun eline verdi.

"Sıcak sıcak iç."

Tekrar uzanıp Merih'in alnına dokunurken endişeli bakışlarıyla söylendi.

"Ateş ölçerimiz yok. Nasıl bileceğim ateşini?"

Merih annesinin ellerinden tuttu ve sakince konuştu.

"Beni dinle."

Dilay endişeli gözlerini oğlunun gözlerine dikti. Tüm dikkatini ona verdiğini gören Merih ise devam etti.

"Ben iyiyim. Hiçbir şeyim yok."

Dilay emin olamıyordu.

"O zaman neden ceket giyiyorsun?"

Merih ne diyeceğini bilemeden duraksadı.

"B-bir sebebi yok."

Dilay bir süre daha oğlunun gözlerine baktı.

"Bir şey saklıyorsun."

Sözleriyle birden taş kesilmişti Merih.

"Ne saklayacağım?"

İnandırıcı olması için gülerek bunları söylemişti.

"Ben senin annenim. Seni tanıyorum."

Dilay ısrarcıydı. Devam etti.

"Kavga edip yaralandın mı yoksa?"

Aklına türlü türlü şeyler geliyordu.

"Hayır, etmedim."

"Uyuşturucu mu kullanmaya başladın o zaman?"

"Ne uyuşturucusu anne?"

"O zaman ceketini çıkar."

Merih annesine baktı. Eğer onu ikna edemezse her şey daha da kötü olacaktı. Ayağa kalkıp ceketini çıkardı.

"Tişörtünü de çıkar, bakacağım."

Sıkıntıyla tişörtünü de üzerinden sıyırdığında annesi yaklaşıp oğluna bakmaya başladı. Etrafında dönüyor, dokunuyor dikkatle bir yara veya çürük arıyordu. Merih etrafında dönen annesine bakıp konuştu.

"Görün mü?"

Annesi onu dinlemeden kollarına bakmaya başladı. Merih gittikçe geriliyor bilekliğin yokluğunu fark etmemesi için dua ediyordu. Kollarını bırakıp geri çekilen Dilay konuştu.

"Ceket giyme. Terleyip hasta olursun."

Neyse ki fark etmemişti. Rahatlayan Merih derin bir nefes aldı. Annesine gülümseyip hızla odaya yürüdüğünde Dilay'ın sözleriyle olduğu yere çakıldı.

"Bilekliğin yok..."

Sesi o kadar alçak o kadar üzgündü ki küçük bir kız çocuğunu andırıyordu sanki. Merih bir süre dönemedi geri. Annesinin yüzünü üzgün görmeye dayanmazdı çünkü. Yavaşça dönüp ona baktığında annesinin dolu dolu gözlerini gördü. Buğra her şeyi yeni anlayarak dudaklarını ısırdı.

"Oğlum artık beni sevmiyor mu?"

Bir elini koluna götürüp sıkmıştı korkuyla. Çok üzgün hissediyordu. Oysa sıkı sıkı tembihlemişti bilekliğini çıkarmaması konusunda.

"O ne demek öyle?"

Merih endişeyle annesine doğru birkaç adım attığında Dilay geri çekildi.

"Onu takmaya utanıyor musun yoksa?"

Uzun zamandır bu kadar üzülmemişti.

"Annenden utanıyor musun hâlâ?"

Merih'in gözleri seğirdi. Çok küçükken söylediği o sözleri hâlâ hatırlıyor muydu yoksa? Nasıl bu kadar derin düşünebilirdi? Nasıl söylenen hiçbir şeyi unutmuyordu?

"Anne senden hiçbir zaman utanmadım."

Henüz çocukken annesinin farklı olduğunu fark eden Merih istemeden de olsa çocukluk cehaletiyle annesinden utandığını söylemişti. Dilay dikkatle oğluna baktı. İnanmak istiyordu ama çok önceden ondan utandığını söylemişti bir kere.

"Aa! Merih ben onu banyoda bulduğumu söyledim ya sabah sana."

Ortalığı yatıştırmaya çalışan Buğra her zamanki alaycı ses tonuyla bunları söylemişti. Dilay bu kez Buğra'ya döndü. Bir süre sessizlik hakim oldu hepsine.

"Anne."

Merih annesine birkaç adım atarak ellerinden tuttu.

"Banyo yaparken çıkardım. Takmayı unutmuşum sadece."

Onu dinleyen Dilay dikkatle oğlunun yüzüne baktı. Önce dudaklarına baktı. Dudakları hafifçe titriyordu. Ardından gözlerine baktı. Gözleri büyümüştü ve tıpkı dudakları gibi titriyordu. Ellerini oğlunun ellerinden kurtarıp geri çekildi.

"Yalan söylüyorsun."

Oğlunun söylediği yalanları hemen fark ediyordu. Hızla odaya doğru yürüyüp serçe kapıyı kapattığında Merih ellerini yüzüne sürüp sıkıntıyla ofladı.

"Off!"

Buğra da sıkıntıyla iç geçirdiğinde sordu.

"Kaybettin değil mi?"

Merih koltuğa kendini bırakıp ona döndü.

"Bilmiyorum."

Buğra etrafa bakınmaya başladı.

"Eve geldiğinde kolunda mıydı?"

Merih yine aynı cevabı verdi.

"Bilmiyorum, restoranda kolumdaydı ama eve geldiğimde var mıydı yok muydu hatırlamıyorum."

Buğra yere yatıp koltukların altına baktı.

"Dur bakalım çıkar bir yerden."

Merih de onunla birlikte armaya başladığında akıllarına gelen her yere baksalar da hiçbir yerde bulamamışlardı. En sonunda ikisi de pes ederek tekrar koltuklara çökmüşlerdi.

"Aynısından yaptırsak?"

Buğra sessizce bunları söylediğinde Merih başını iki yana salladı.

"Her şekilde anlar."

Buğra onayladı.

"Doğru valla. Zehir gibi kadın bazen şaşıp kalıyorum."

Merih ayaklanıp odaya doğru ilerledi. Kapının önüne gelip durduğunda derin bir nefes alıp kapıyı tıklattı.

"Anne?"

Ses gelmedi. Merih tekrar konuştu.

"İçeri geliyorum."

Annesi yine cevap vermediğinde Merih kapının kolunu kıvrarttı ama kapı açılmamıştı. Kilitlemişti anlaşılan. Merih üzerine gitmek istemeyerek çekildi ve tişörtünü giyerek tekrar koltuğa oturdu.

"Zorlama biraz sinirleri yatışsın."

Buğra bunları söyleyerek esnedi. Ardından eline televizyonun kumandasını alıp kanalları dolaşmaya başlamıştı. Merih'in gözleri televizyonda olsa da aklı başka yerlerdeydi. Önce işi sonra bilekliği kaybetmişti. Şimdi bir de annesiyle uğraşacaktı. Bilekliği bir şekilde bulmalıydı yoksa annesinin ne zaman barışacağı belli olmazdı. Hatta çok üzülürse nöbet bile geçirebilirdi. Bir komedi programını izleyerek gülen Buğra arkadaşına döndüğünde canının çok sıkkın olduğunu gördü. Onu görünce kendi keyfi de kaçmış gülmeyi keserek elindeki kumandayla çocuk kanallarını gezmeye başlamıştı. Bir çizgi film bulduğunda sesini sonuna dek açarak bağırdı.

"Aa! Şirinler değil mi bu? Yeni başlıyor hem de yeni bölüm!"

Dilay'ın en sevdiği çizgi film Şirinler'di. Onun ardından Tom ve Jerry geliyordu. Bu iki çizgi filme asla dayanamazdı. Ama Buğra'nın beklediği gibi olmadı. Dilay odadan çıkmamıştı ki bu ne kadar üzüldüğünü gösteriyordu. Buğra sıkıntıyla bir nefes alıp ayaklandı. Kapıya doğru yaklaşıp tıklattı.

"Markete gidip bebe bisküvisi alalım mı? Yanına da muzlu süt. En sevdiğinden hem de."

Her ne kadar Dilay'ın hayır demeyeceği şeyleri sıralasa da onu bir türlü ikna edememişti.

"Tamam o zaman eve kedi getirmene izin verebilirim."

Dilay yine sesini çıkarmadı. Çok cazip teklifler sunulsa da oğluna çok kızgındı. Ne olursa olsun bu odadan çıkmayacaktı.

"Kedi istiyorum..." diye kendi kendine mırıldanırken hemen ardından "Muzlu süt de istiyorum." demişti sessizce. Kapının diğer tarafındaki Buğra onu tatlı dille ikna edemeyeceğini anlayınca bir süre düşündü.

"Aman be! Suç sende Merih. Ne diye kaybediyorsun bilekliği ha!? Şimdi seni döveyim de gör!"

Yalandan bir öfkeyle yüksek sesle bunları söylediğinde Diloş kafası da dahil üzerine örttüğü örtüyü endişeyle itti.

"Dövme..."

Oğlunun canı yansın istemiyordu. O sırada eline yastık alan Buğra, Merih'e vurarak bağırmaya devam ediyordu.

"Bir daha kaybedecek misin ha!? Al sana! Al!"

Daha fazla sabredemeyen Diloş yataktan fırladığı gibi kapıyı açtı ve koşarak içeri girdi.

"Vurma! Oğluma vurma!"

Sıkıca Merih'e sarılarak kendini siper ettiğinde Buğra vurmayı kesti.

"Bırak da cezasını ödeteyim Diloş!"

Dilay bir eliyle Buğra'yı itti.

"Hayır canı acır, git."

Merih gülerek annesine sarıldığında Buğra sahte sinirini yatıştırıp koltuğa oturdu.

"Seni hep üzüyor! Beni de hep sinirlendiriyor! İyi bir dayak şart buna!"

Girdiği role kendini fazla kaplanmış görünüyordu öyle ki birden eline yastık alan Diloş bu kez Buğra'ya vurmaya başladı.

"Oğlumu rahat bırak!"

Kendine korumaya çalışarak kollarını siper etse de Diloş onu yastıkla bir süre dövmeye devam etmişti. Biraz olsun yumuşayan ortamla Merih ikisine bir süre doya doya güldü.

Ertesi sabah erkenden uyanan Merih, Buğra'nın evde olmasından faydalanarak annesini ona bırakmış kendisi ise hem bilekliği aramak hem de yeni iş bulmak için evden ayrılmıştı. İlk işi çalıştığı restorana gitmek oldu. Önce Kadir bey ile görüştü ama ondan sonuç alamadı. Soyunma odasına, ona verilen dolaba, mutfağa, bahçeye, terasa her yere baktı. En sonunda birkaç çalışana sormaya karar verdi.

"Emirhan."

Zar zor hatırladığı isimle biraz ileride yürüyen çalışana seslendiğinde biraz çekinmişti. Çünkü ismini doğru hatırladığından emin değildi. Adam durup geri döndüğünde Merih'i görünce gülümsedi.

"Hoş geldin Merih."

Koşaradımlarla çalışanın yanına giden Merih başıyla selam verdi.

"Hoş buldum."

Çalışan Merih'i süzdü.

"Neden giyinmedin hâlâ?"

Anlaşılan işten ayrıldığında haberi yoktu.

"Ben dün işten ayrıldım."

Şaşırmışa benziyordu ama olanları düşününce burada barınması zor bir ihtimaldi. Anlatmak istemeyeceğini düşünerek sebebini sormadı. Yalnızca "Anladım." demekle yetinmişti. Merih cümlesini toparladı.

"Buralarda hiç kırmızı bir bileklik gördün mü?"

Çalışanın kaşları çatıldı.

"Bileklik mi?"

Merih onayladı.

"Evet."

"Görmedim."

İçindeki umut bir bir sönerken başını salladı.

"Tamamdır."

Tam geri döneceği sırada çalışan konuştu.

"Bir dakika. Kırmızı mı demiştin?"

Merih geri döndü.

"Evet."

Çalışan bir süre kendi kendine mırıldandı. "Acaba olabilir mi?" Ardından konuştu.

"Aklıma bir şey geliyor ama..."

Merih merakla onu dinliyordu.

"Anka'yı hatırlıyor musun?"

Merih anlam veremedi.

"İşte o kadın burada birkaç kez hırsızlık yaptı."

Oldukça şaşırmıştı. O kadar ün ve paraya rağmen hırsızlık mı yapıyordu?

"Nasıl yani?"

Çalışan biraz daha yaklaştı.

"Bilmiyorum çok garip bir kadın. Bu bazen bir düğme bazen bir bıçak hatta bir oyuncak dahi olabiliyor. Bir keresinde başka bir müşterinin bebeğinin çıngırağını çaldığını hatırlıyorum."

Ardından devam etti.

"Özellikle nasıl oluyor bilmiyorum ama bir şekilde kırmızı olanları tercih ediyor. Bir böcek dahi olsa eğer kırmızıysa ve hoşuna gittiyse onu alıyor."

Bu anlattıklarında gerçekten ciddi miydi? Ama asıl noktayı koyan son cümlesi oldu.

"O gün buradan çıkarken bileğinde kırmızı ipe benzer bir bileklik vardı."

Merih'in içinde bir sinir peyda oldu. Onun bilekliği olabilir miydi?

"Anladım. Teşekkür ederim."

Öfkesini belli etmeden söylediği cümlenin ardından çalışan rica etmişti.

"Bu arada..." dediğinde Merih duraksadı.

"Adım Emir."

Merih biraz utansa da gülümsedi. İsim hafızası her zaman berbat olmuştu. Ona alayla gülen çalışan el salladı.

"Hoşça kal."

"Sen de."

Restorandan çıktığında derin bir nefes aldı. O gün kadınla o kadar uğraştığı yetmezmiş gibi bir de bilekliğini mi çalmıştı? Düşündükçe küplere biniyordu. Öfkeyle ellerini saçlarına daldırıp ardından yüzüne sürdü.

"Of! Nasıl bulacağım şimdi ben bu kadını?"

Çaresizce düşünürken birden aklına ona iş teklifi sunan menejeri aklına geldi. Ceplerini yokladı ve menejerin verdiği kartı çıkardı. Kartın üzerindeki numarayı aradığında açan olmadı. Birkaç kez daha inatla arasa da kimse cevap vermedi. Gittikçe daha çok sinirlenmeye başlamıştı. Bu kez kartın üzerindeki adrese baktı. Buraya henüz yabancı olduğu için adresi kestirememişti. Telefonundaki haritalardan baktığında ise buraya en az iki saat uzaklıkta olduğunu öğrenince telefonu fırlatmamak için kendini zor tutmuştu. Ama vakit kaybetmeden nasıl gideceğini öğrenerek iki otobüs bir tramvay ve bir dolmuş değiştirmiş nihayet adresin yakınlarına varmıştı. Burası şehirden oldukça uzaktı. Ormanlarla kaplı bir dağ yolunda dolmuşçu onu indirmiş hemen sağa ayrılan yolu takip etmesini söylemişti. Merih sıkıntıyla etrafa bakındı. Yolun aşağısında deniz yukarısında ise gökyüzünü yaran büyük çam ağaçları vardı. Yanlış geldiğini düşünerek tekrar telefonuna baktı. Navigasyon adresin ormanın içinde olduğunu gösteriyordu. Dolmuşçunun tarif ettiği dik yolda yürümeye başladığında bir süre sonra oldukça yorulmuş nefes nefese kalmıştı.

"Hamlamışım."

En son, aldığı eğitimlerde böyle yorulduğunu hatırlıyordu. Eskiden olsa bu bayırı koşarak çıksa dahi gıkı çıkmazdı. O sırada bir düdük sesiyle başını çevirdi. Hemen yanında bir araç durduğunda sürücü camı indirip delikanlıya baktı.

"Gideceğin yere bırakayım atla."

Merih sürücüye baktı. Orta yaşlı oldukça modern bir kadın doğruca ona bakıyordu. Merih sonu dahi görünmeyen yola baktı. Burayı yürüyerek çıkmak kim bilir ne kadar sürerdi. Teşekkür ederek arabaya bindi. Kadın arabayı tekrar sürmeye başladığında iki parmağının arasındaki kahverengi kaplı ince purosunu dudaklarına götürüp içine çektiğinde sigaranın ucu harlı bir köz gibi kızarmıştı. Başında üzerindeki takımına uygun mor bir şapkı vardı. Kahverengi saçları ensesinde toplanmış taşlı büyük küpeleri neredeyse omuzlarına dek uzanmıştı.

"Nereye gidiyorsun?"

Yine mor ojeyle kaplı tırnaklarını radyodaki ritme uydurarak direksiyona vuruyordu.

"Alçin Anka'yı tanıyor musun?"

Merih'in sorusuyla kadın ona döndü.

"Ah o cadı kadından mı bahsediyorsun? Tanımamak ne mümkün?"

"Onun evine gitmem gerek."

Kadın bir süre Merih'e baktı.

"Garip oradan kaçanı gördüm de oraya gitmek isteyeni ilk defa görüyorum."

Merih cevap vermedi. Yalnızca gülmekle yetinmişti. Artık haline üzülmüyor yalnızca sinirle gülüyordu. O kadını bir kaşık suda boğmak için deli oluyordu. Ardından iki yabancı ne konuşabilirse onları konuşmuşlardı. Merih dikkatli ve tedbirli olsa da kadın hiç oralı değildi. Rahatça istediği gibi konuşuyordu. Biraz sonra araba yavaşlayıp durdu. Açık camdan sigarasını yola fırlatıp başıyla işaret etti.

"Aradığın ev burası."

Merih arabadan inip teşekkür ettiğinde kadın rica etmiş tekrar arabasıyla yoluna devam etmişti. Arabanın arkasından bakmayı kesip geri dönen Merih karşısında duran ihtişamlı eve baktı. Ağırlıklı olarak beyaz renge hakim olan ev ormanın içinde bir kasrı andırıyordu adeta. Büyük duvarlarla çevrili evin bahçesi dışarıdan görünmüyordu. Yine beyaz olan işlemeli büyük dış kapıya yaklaştığında öylece önünde durup etrafa bakındı. Bir an ne yapacağını bilememişti. Etrafta kimse görünmemisine rağmen her yerde kameralar vardı. Kapıya vurduğunda tok bir ses yankılandı etrafta. Bir süre bekledi ama açan olmamıştı. Tekrar vurmak için elini kaldırdı ki kapıdan birkaç sürgü sesi geldi. Koca kapı gürültüyle açıldığında içeriden takım elbiseli bir adam belirdi. Kel kafası güneşte parlıyor güneş gözlüklerinin ardındaki gözleri görünmüyordu. Gür bıyıkları ve kalın bir boynu vardı. En az Merih kadar da uzundu. Adam ilk Merih'in konuşmasını bekleyerek doğruca yüzüne baktı. Merih elindeki kartı uzatıp selam verdi.

"Oğuz bey ve Alçin hanım burada mı?"

Adam kartı eline alıp baktı.

"İş görüşmesi için mi geldin?"

Merih kısa bir süre düşündü. Bu hiç aklına gelmemişti ama içeri girmek için iyi bir fırsat olabilirdi çünkü anlaşılan burası elini kolunu sallayarak girebileceği bir yer değildi.

"Evet. Dün Oğuz beyle görüşmüştük."

Adam "Adın ne?" diye sorduğunda ona cevap verdi.

"Merih Avcı."

"Burada bekle." diyerek kapıyı tekrar kapattı. Biraz sonra kapı tekrar açıldı ve adam onu içeri davet etti. Ama bu kez yalnız değil yanında oldukça yaşlı bir adam vardı. Üzerinde takım elbiseye benzer resmi bir kıyafet sırtında ise belirgin bir kamburu vardı. Oldukça kısık bakan gözleri sanki kapalıymış gibiydi. Yaşlılığın getirdiği bir zayıflıkla sanki ayakta zor duruyordu.

"Hoş geldiniz. Bu taraftan."

Yaşlı adam güler yüzüyle onu karşılayıp tekrar yürümeye başladı. İçeri giren Merih'in ilk işi etrafı gözetlemek oldu. Tam karşısında duran evi artık daha net görebiliyordu. Büyük beyaz sütunlar üzerindeki ince işlemeli detaylarla sanki Roma döneminden kalmış gibiydi. Geniş yemyeşil bahçe kısa ve bakımlı çimlerle kaplıydı. Çimlerin tam ortasında taş kaplı uzun ince bir patika eve kadar uzanıyordu. Duvarların köşelerine ve evin önüne dikilmiş rengarenk çiçekler cennetten kopup gelmiş gibi muhteşem bir koku yayıyordu etrafa. Evin yakınlarında büyük bir süs havuzu vardı. Mermer havuzun ortasında bir kanatlı bir aslan figürünün ağzından su fışkırıyordu. Figürün başının üzerinde iki kumru öterden diğer ikisi suyun içinde yıkanıyordu.

 Figürün başının üzerinde iki kumru öterden diğer ikisi suyun içinde yıkanıyordu

Evin mimarisinde ve bahçesinde çokça heykel kullanılmıştı. Ayrıca işçilikleri göz önüne alındığında sağlam sanatçıların elinden çıktığı anlaşılıyordu. Ama heykellerin bir ortak noktası vardı. Neredeyse hepsi kanatlı bir kadın figürüydü.

Merih heykellere öyle odaklanmıştı ki neredeyse yürüdüğü yol aklından çıkmıştı

Merih heykellere öyle odaklanmıştı ki neredeyse yürüdüğü yol aklından çıkmıştı. Ezbere bir yol yürürmüş gibi yalnızca önündeki yaşlı adamı takip ediyordu. Bazı heykeller öyle çok eskiydi ki sarmaşıklar taş vücutları sarmıştı bir hüzün misali.

mezarlık, dış mekan, heykel, mezar içeren bir resimAçıklama otomatik olarak oluşturuldu

dış mekan, heykel, bina, kaya içeren bir resimAçıklama otomatik olarak oluşturuldu

Sanki asırlardır burada birilerini bekliyormuş gibi bir halleri vardı

Sanki asırlardır burada birilerini bekliyormuş gibi bir halleri vardı. Öyle yalnız, öyle kederliydi ki bakışları sanki gerçek bir insanmış da beklemekten taşlaşmış gibilerdi. Belki de umutlarının filizleriydi bu sarmaşıklar. Bedenleri taş olsa da canlı bir umut barındıyorlardı. Evin önüne geldiklerinde nihayet gözlerini bahçeden çekebildi Merih. Ama bu kez de evin dış mimarisine kapılmıştı amansızca.

Evin önündeki merdivenlerden çıkıp içeri girdiklerinde de durum farklı değildi

Evin önündeki merdivenlerden çıkıp içeri girdiklerinde de durum farklı değildi. İstemsizce Merih'in adımları yavaşladı ve farkında olmadan evin girişinde öylece duraksadı. Çünkü burası bir müzeden farksızdı. Evin duvarları tablolar ve heykellerle kaplıydı. Merih yavaşça başını kaldırarak tavana baktığında tavanın da duvarlardan farksız olduğunu gördü.

 Merih yavaşça başını kaldırarak tavana baktığında tavanın da duvarlardan farksız olduğunu gördü

sanat, heykel, iç mekan, müze içeren bir resimAçıklama otomatik olarak oluşturuldu

Evin iç mimarisi de dışı gibi oldukça eski görünüyordu ancak seçilen eşyalar ve dekorlarla eski yeni karışık bir ambiyansla uyum içindeydiler

Evin iç mimarisi de dışı gibi oldukça eski görünüyordu ancak seçilen eşyalar ve dekorlarla eski yeni karışık bir ambiyansla uyum içindeydiler. Bir meydanı andıran geniş girişe bakan Merih evin anlamsız büyüklüğünü anlamaya çalıştı. Bu eve ordu dahi sığabilecekken insanların bu kadar büyük bir ev tercih etmesini anlayamıyordu. 'Gösteriş meraklıları.' diye geçirdi içinden. Sanatçıların çoğu Merih'in gözüne öyle görünüyordu.

"Beni dikkatle takip etmezseniz kaybolabilirsiniz genç efendi."

Merih kendine gelerek geniş salonun ortasında bekleyen yaşlı adama baktı. Vücudunu ona çevirmiş ellerinin arkasında birleştirerek kısık gözlerinin altında ciddi bir ifadeyle bunları söylemişti. Bir masal kitabının içine girmişti sanki. Bir an inanamadı. Nerede olduğunu bir kez daha sorguladı. Tekrar yürümeye başlayarak yaşlı adamı takip ettiğinde kendine engel olamadan etrafa bakmayı sürdürüyordu. İlk önce geniş salonda ilerleyip bir merdivenden yukarı çıktılar.

Ardından koridorda ilerleyip bir odaya girdiler ama Merih karşılaştığı manzarayla bir kez daha kendini kaybetmişti

Ardından koridorda ilerleyip bir odaya girdiler ama Merih karşılaştığı manzarayla bir kez daha kendini kaybetmişti.

Ardından koridorda ilerleyip bir odaya girdiler ama Merih karşılaştığı manzarayla bir kez daha kendini kaybetmişti


Nasıl bir mimariye sahipti bu ev? Aklı almıyordu. Hayal dahi edemeyeceği bir güzelliğe sahipti her bir köşesi. Böyle bir sanatın ağırlığında ezildiğini hissetti. Yüksek tavanlar koca heykeller kendini minik bir karınca gibi hissettiriyordu. Büyük odada ilerleyip kapalı çift kapılı bir kapının önünde durduklarında adam öksürerek boğazını temizledi ve kapıyı çaldı.

"Beklediğiniz kişi buradalar Alçin hanım."

Kapının ardından bir ses duyuldu.

"Girin."

Adam yavaşça kapının kollarını kavradığında büyük bir gıcırtıyla açılan kapıyla birlikte odaya bir ışık doldu. Hemen ardından tatlı bir rüzgar içeri akın etmişti. Ve tam ortada Alçin göründü. Üzerinde kırmızı uzun bir hırka vardı. Sırtı kapıya dönük yalnızca başını hafifçe yana çevirmekle yetinmişti.

 Sırtı kapıya dönük yalnızca başını hafifçe yana çevirmekle yetinmişti

Alçin dikkatle dinledi adım seslerini. Yaklaştıkça o olduğundan neredeyse emin oldu. Geleceğini biliyordu ama haklı çıkmanın verdiği zevki hissetmiyordu. Belki de hissedemeyecek kadar yorgundu.

"Gidebilirsin Jul."

Yaşlı adam başını eğerek geri döndüğünde Merih geniş terasta ilerleyip Alçin'e biraz daha yaklaştı. Onu gördüğü ilk an içini büyük bir öfke ve huzursuzluk kaplasa da yaklaştıkça Alçin'in çok daha kötü durumda olduğunu fark etti. Daha iki gün geçmiş olmasına rağmen birden çökmüş gibi bir hali vardı. Teni daha soluktu sanki. Gözleri de düne göre daha şiş görünüyordu. Etraftaki taş heykeller bile ondan daha canlı görünüyordu. Bir an duyguduğu öfke ve huzursuzluğu unuttu. Çok fazla vakti olmadığını söylemek için doktor olmaya gerek yoktu. Yakında ölecek birine öfke duymak anlamsızdı. Alçin ilerleyip terastaki koltuğa benzer taş oyma bir yere oturdu.

"Oturmayacak mısın?"

Alçin'in sözleriyle Merih başını kaldırdı.

"Gerek yok. Bilekliğimi alıp gideceğim."

Alçin, Merih'in sesinden ona olan soğuk öfkesini hissedebiliyordu.

"Bilekliğinin bende olduğunu düşündüren ne?"

Merih alayla nefesini dışarı verdi.

"Bazen hırsızlık yaptığını duydum."

Alçin bu sözlerle güldü.

"Beğendiğim bir şeyin benim olması için her şeyi yapıyorum sadece."

Duraksadı ve doğruca ona baktı ardından devam etti.

"Para ödemem, incitmem, hatta çalmam gerekse bile."

Merih artık bu kadının sözlerine şaşırmıyordu. Uzatmak istemedi.

"Ben de bana ait olanı almak için her şeyi yaparım."

Alçin duyduklarıyla kaşlarını kaldırdı. Buraya kadar geldiyse gerçekten önemli olmalıydı. Üstelik geri almaya gayet kararlıydı.

"Sana bilekliği geri vereceğim."

Merih içine su serpilmiş gibi rahatladı. Demek gerçekten bileklik ondaydı.

"Ama bir şartla."

Tabi o kadar kolay olmayacaktı. İlla bir sorun çıkaracaktı.

"Ne şartı?"

Alçin yorgunca başını biraz daha kaldırdı.

"İş teklifini kabul edersen bilekliği sana geri veririm."

Merih şaşırdı. Saçma bir şart beklemişti. Ama bu iş konusundaki ısrarları da içinde bir merak uyandırmıştı.

"Şart olarak seni korumamı mı istiyorsun?"

Alçin duraksadı. Bir an boşluğa dalmıştı. Merih bu sessizliğin altında bir şey olduğunu sezebiliyordu.

"Beni değil..." dedi. "Kardeşlerimi ve annemi korumanı istiyorum."

Gittikçe kafası karışan Merih hiçbir şey söyleyemedi. Bu da ne demek oluyordu?

"Menejerin öyle dememişti." dediğinde ise "Biliyorum." dedi Alçin. Ardından ayağa kalktı.

"Benimle gel."

Yavaşça Merih'in önünden geçip açık kapıdan içeri giren Alçin'le Merih bir an ne yapacağını bilemedi ama çok geçmeden onu takip ederken buldu kendini. Bileğinden çıkarmadığı bileklikler boş odada yankılanırken yavaş ama kendinden adımlarla yürüdü. Merih korkusuzca yürüyen kör kadına bakarken hâlâ anlam vermeye çalışıyordu. Oysa Alçin'in içinden saydığı adımlardan habersizdi. 'On iki, on üç, on dört, on beş...' bu evde büyümenin verdiği tecrübeyle adımlayarak yolunu bulması kolay oluyordu. Öyle ki kırk üçüncü adımda bir merdiven olduğunu, yüz kırk yedinci adımda ise bir kapı olduğunu o çok iyi biliyordu. Hemen merdivenlerin başında bekleyen yaşlı adam göründüğünde Alçin'in yolundan çekilerek Merih'le birlikte arkadan yürümeye başladı. Alçin merdivenlere yaklaştıkça Merih endişelenmişti. Ya fark edemeyip de düşerse ne olacaktı? İçinde bastıramadığı insanî dürtüyle ona yardım etmek için hızlandığı sırada yaşlı adam niyetini anlayarak onu durdurdu. Merih ona döndüğünde adam başını iki yana sallamıştı hafifçe. Alçin attığı kırk ikinci adımla durdu. Elini hafifçe kaldırıp duvarı yokladı ardından korkuluğu bulup tutundu ve yavaşça basamaklardan inmeye başladı. Defalarca yuvarlanmıştı bu merdivenlerden. Önce yeni silindiği için kayıp yuvarlanmıştı. Daha sonra ayağı kaymasın diye halı serilmişti ancak halıya takılıp düşmesi de çok sürmemişti. Ara sıra hâlâ düşüyordu. Ama bazen kimsenin dahi haberi olmuyordu. Merih evdeki sessizliği fark ederek etrafa bakındı. Gerçekten evde bu yaşlı uşaktan başka kimse görünmüyordu. Alçin annesi ve kardeşlerinden bahsetmişti. Onların gürültüsü dahi gelmiyordu. Merdivenlerden indikten sonra bir süre daha yürüyüp bahçeye açılan bir kapıya ilerlediler. Ama bu giriş kapısı değildi. Arkaya açılan başka bir kapıydı.

"Yapılacak işlerin yok mu Jul?"

Alçin bahçenin kapısında duraksayıp bunları söylemişti. Yaşlı adam başını kaldırdı.

"Babanız-" diye söze başlamıştı ki Alçin sertçe başını yana çevirdi.

"Sana yapılacak işlerin yok mu diye sordum Jules."

Jules önünde dikilen inatçı kıza baktı. Her zamanki gibi huysuzdu.

"Var efendim."

"O zaman neden buradasın?"

"Derhal gidiyorum."

Jules geri çekilip Merih'e bir bakış attı ve geri dönerek yürümeye başladı. Alçin de bir süre adım seslerini dinlemiş ardından yoluna devam etmişti. Arka bahçe ön bahçeden biraz daha farklıydı. Yine büyük heykeller vardı ama ön bahçeden farklı olarak arka bahçeye çıktıktan bir süre sonra başka bir yapı karşılıyordu onları. Koca bir fanusu andıran cam yapıya ilerleyen Alçin tam kapısının önünde durdu. Kapı da yapının diğer parçaları gibi camdı.

İçeri girdiklerinde ise bir renk cümbüşü karşıladı ilk önce onları


İçeri girdiklerinde ise bir renk cümbüşü karşıladı ilk önce onları. Yerleştirilmiş bazı renkli camlar ışığı doğrudan içeri yansıtıyor yapının içinde duran küçük göle yansıyordu.

 Yerleştirilmiş bazı renkli camlar ışığı doğrudan içeri yansıtıyor yapının içinde duran küçük göle yansıyordu

Attığı her adımla büyülenen Merih kafasını kaldırıp uzunca baktı etrafa. İçerisi sıcak ve nemliydi. Ama güzel kokular geliyordu burnuna. Gölün hemen ardında gördüğü çiçeklerle o güzel kokunun nereden geldiğini anlaması uzun sürmedi. İçerisi yeşillikler ve çiçeklerle kaplıydı. Bir seraya benziyordu. İlerledikçe başta rengarenk olan çiçeklerin ardından kıpkırmızı çiçekler karşılamaya başladı onu. Merih dikkatlice bakmaya çalıştı. Daha önce hiç görmediği bir çiçek türüydü bu çiçekler. Ve gittikçe daha da sıklaşıyor her yeri sarıyordu. Tek kelime dahi etmeyen Alçin nihayet durduğunda Merih de durdu. Doğruca Alçin'in sırtına bakarken Alçin yönünü hafifçe ona doğru döndü.

"Korumanı istediğim annem ve kardeşlerim işte bunlar."

Merih'in çatık kaşları düzeldi. Yavaşça birkaç adım daha atarak Alçin'in yanına geldiğinde durdu. İçinde bir şeylerin koptuğunu hissederek yutkunurken soru soramadı, hiçbir şey söyleyemedi. Yalnızca şaşkınlıkla bakıyordu. Çünkü tam karşısında duran şey mezarlıktan başka bir şey değildi.

Bölüm sonu.🔥

Evet sevgili okurlarım. İlk bölümümüz burada sonlanıyor. Ama sizi ilk bölümden uyarayım. İleriki bölümlerde yaşanacaklara kendinizi çok sıkı hazırlayın. Bütün duyguları ardı ardına hatta aynı anda hissedeceksiniz. Sevinç, hüzün, gerilim, dehşet, eğlence... Lütfen fikirlerinizi sunmaktan çekinmeyin. Çünkü beni yazmaya teşvik edecek motivasyon kaynağı tam da bu. İyi veya kötü yorumlarınızı bekliyorum.🎊🎉🥳

Oy vermeyi de unutmayalım.

Diğer bölümde görüşmek üzere. Sağlıcakla kalın. Sevgilerimle...♥️

 

Loading...
0%