Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@msmarvi

 

Keyifli okumalar dilerim. 💖

Ormanın tatlı serinliği karanlığın içinden kopup gelirken gece çiçeklerinin kokusu da esintiyle birlikte etrafa dağılıyordu. Huzurlu dingin gecenin parlayan yıldızı ay, tüm gücüyle gökyüzünü aydınlatıyor eski bir lokomotifin bacasından fışkıran duman gibi yoğun ama yayvan olan bulutların gölgesi çimlerin üzerinde yavaşça bir yöne doğru akıp gidiyordu. Heykellerin çevresini saran ışıklar beton yığınlarını adeta tanrısallaştırıyor meleklerin kanatlarına nur misali saçılıyordu. Bir sarayı andıran sanatsal evin ışıkları saatin geç olmasına rağmen hâlâ açıktı. Koridordaki büyük pencerelerden çalışanların telaşlı ama yorgun adımları seçilebiliyor bir hayaleti andıran koyu sulietler uzun koridordan geçip gözden kayboluyorlardı. Uzaktan gelen birkaç kişinin kahkaha sesiyle Merih bilekliğiyle oynamayı bırakıp başını kaldırdı. Sesim geldiği yönü anlamaya çalışsa da başaramadı. Biraz sonra heykellerin arasından çıkan çalışanları gördü. Bazıları omuz omuza bazıları biraz geride birbirleriyle konuşup gülüşüyorlardı. Bugün diğer günlere göre daha canlıydı ev. Saat gece yarısını geçtikçe çalışanlar da yavaş yavaş toparlanıp odalarına dağılıyorlardı. Oturmaktan sıkılan Merih ayaklanıp mezarlığın önünde gezinmeye başladı. Sabah olanların ardından Merih yarım kalan uykusuna devam etmiş mesai saatine güç bela uyanmıştı. Zaman geçtikçe günlere ayak uydurmak onun için zor olmaya başlamıştı. Bir vampir gibi gündüz uyuyup geceleri ayakta kalmak kolay olmuyordu. Üzerinde gittikçe artan bir yorgunluk vardı. Başını çevirip mezarlığın içine baktı. İçeriden dışarıya nemli bir hava akın ediyordu. Birden bir ses fark etti; belli aralıklarla tekrar eden bir ses gittikçe yaklaşıyordu. Merih sesin geldiği yöne dönüp karanlıkta ona yaklaşan adamı seçmeye çalıştı. Çok geçmeden ona doğru gelenin Atilla Bey olduğunu anlayınca gerildi. İşlemeli bastonu mezarlığa uzanan patika yolda takırdıyor, giydiği takım elbisesiyle on dokuzuncu yüzyılın saygın bir beyefendisini andırıyordu. Görünüşüne oldukça özen gösteren Atilla yaşına rağmen öz bakımını bir gün olsun aksatmazdı. Sabah uyandığında önce duş alıp tıraş olur, her gün farklı bir takım elbise giyerdi. Kıyafetlerinde kırışıklık olmasından nefret eder renk uyumuna her şeyden çok önem verirdi. Çeşit çeşit taktığı kravat, yaka ve cep iğnelerini genelde gümüş tercih eder nadiren altın tercih ederdi. Çıplak elle bir yere dokunmaktan haz etmez eldiven takardı. Çünkü ellerinin zarar görmesi demek sanatının zarar görmesi demekti. Onu bugüne dek buraya taşıyan elleriydi. Eldivenleri yalnızca resim çizerken, heykellerini yaparken kısaca sanatını icra ederken çıkarırdı. Dokunarak eserlerini hissetmek her şeyden önemliydi. Merih dikkatini ona yaklaşan Atilla Bey'e vererek mezarlığın kapısında dikildi. Her zaman peşinde olan yaveri Jules görünmüyordu. Tek başına ara sıra heykellerin yanında durup inceleyerek patikada yürüyordu.

Nihayet iyice yaklaşıp Merih'in karşısında dikildiğinde çekinmeden gözlerini ona dikip gülümsedi

Nihayet iyice yaklaşıp Merih'in karşısında dikildiğinde çekinmeden gözlerini ona dikip gülümsedi.

"Hayırlı geceler genç adam."

Merih hafifçe başını eğip iyi dileklerini kabul etti.

"Hayırlı geceler."

Bu adama karşı duyduğu önyargıdan kendini alıkoyamıyordu. İçinde bir huzursuzluk çözemediği bir iticilik vardı. Ona karşı tedbirliydi. Merih konuştu:

"Size nasıl yardımcı olabilirim?"

Atilla Bey kaşlarını kaldırıp bakışlarını onun üzerinden çekti.

"Sadece eşimi ve çocuklarımı ziyaret etmek istedim."

Merih onun asıl niyetinin içeri girmek olduğunu anlayınca Alçin'in sözlerini hatırlamış kapının önünden bir santim dahi ayrılmadan "Alçin Hanım'ın içeriye kimsenin girmemesine dair kesin emri var." demişti. Atilla kesin çıkan bu sözlerle biraz daha gülümsedi ve etrafa bakınırken konuştu:

"Yaşlı bir adamın eşinin ve çocuklarının mezarına dahi uğramasına izin vermeyen bir evlat, ne acımasız ama..."

Sesi üzgün ama istek doluydu.

"Ona acımasız olmayı öğreten sizdiniz."

Merih'in beklenmedik cevabıyla Atilla güldü.

"Haklısın. Kızım acımasız ama sende merhamet görüyorum."

"Yerinizde olsam hemen bu kanıya varmazdım."

"Ben gördüğümü söylüyorum."

Merih cevap vermedi. Bunun üzerine Atilla Bey devam etti:

"Düşündüm de..." duraksayıp elini çenesinde gezdirdi. Ezici sakinlikteki kendinden emin ses tonuyla "Seninle anlaşabiliriz, değil mi?" dedi. Merih anlam veremedi.

"Ne konuda?"

Etrafa bakınmaktan vazgeçip kararlı bakışlarını Merih'e çeviren Atilla bir süre sessiz kaldı, başını kaldırdı ve onu izlemeye devam etti.

"Bu yaşlı adama yarım edebileceğin konusunda."

Bu cümlesi daha da kafa karıştırmıştı. Merih'in sessizliğini bozmadığını gören Atilla tekerar konuştu:

"Bu hayatta değer verdiğim sadece iki insan var: Alçin ve Umut. Onlar dışındaki hiçbir insanın benim sevgimi hak etmediğini düşünürüm. Umut daha küçük. Doğruyu ve yanlışı henüz idrak edemiyor ama beni dinliyor. Ama söz konusu Alçin olduğunda işler tersine dönüyor. Onu korumak istiyorum. Ona zarar veren her şeyden korumak istiyorum. Ancak beni dinlemiyor. Benden gizli işler çeviriyor ve neticede zarar gördüğü zamanlar oluyor."

Merih bu sözlerin nereye varacağını merak ediyordu. Sözünü kesmeden devam etmesini bekledi.

"Onu koruması için birine ihtiyacım var. Ama benim yöntemlerimle. Benim tarafımda olan birine."

Üstü kapalı bu teklifle Merih daha da gerilmişti. Tek bir kelime dahi etmedi. Atilla ise genç adamın gözlerinden içeri adım dahi alamayacağını anlamış geri adım atma kararı almıştı.

"Anlaşılan bu gece karıma ve çocuklarıma dua edemeyeceğim. Benim yerime dua eder misin?"

Yavaşça geri döndüğünde bir adım atıp duraksadı ve başını çevirerek "Söylediğim sözler boş beleş sözler değil. Her sözümün bir karşılığı var. Düşünmeye değer." demiş ardından yavaş adımlarla uzaklaşmıştı. Merih adamın her sözüyle kurduğu kayıtsız hakimiyete bir kez daha şaşırdı. Kelimelerle, mimiklerle ve insan psikolojisiyle arası çok iyiydi. Öyle ya da böyle kendi isteklerini dile getirip çoğu zaman bu istekleri yerine getirmeyi başarıyordu. Anlık olarak Merih'in üzerinde kurduğu hakimiyet uzun sürmeden bir balon misali söndü. Merih bu duruma bir hayli sinirlenmiş öfkeyle yumruklarını sıkmıştı. Başını çevirdiğinde ise Alçin'in odasının terasında olduğunu gördü. Yüksek binanın geniş terasında öylece dikiliyor başı dik her zamanki duruşuyla asalet akıyordu bedeninden. Geceye karışan uzun siyah saçlar rüzgarla uçuşup yüzünü okşadıkça gözlerini kırpıştırıyordu. Üzerinde ince bir gecelik elinde ahşap bir kuş figürü vardı. Aşağıda geçen konuşmadan habersiz gecenin tadını çıkarıyor derin düşüncelerin altında eziliyordu. Hemen yanındaki korkulukların taş küpeştesine oturmuş Oğuz elindeki tabletten haftalık plana bakıyor gerekli düzenlemeleri yapıyordu. Gözü mezarlığın önünde konuşan Merih ve Atilla'ya takıldığında dikkati dağıldı. Onları izlerken Alçin'in konuşmasıyla ona döndü.

"Koruma bulabildin mi?"

Oğuz başını geriye yaslayıp derin bir nefes aldı.

"Hayır ama bulacağım."

Alçin bunu duyduğuna memnun olmadı. Kaşları çatılmış ellerini hemen önündeki küpeşteye koyarak başını hafifçe eğmişti. Karşılık vermedi. Oğuz'un çabasının farkındaydı. Üç gün içinde birini bulmak tabiki kolay olmazdı. Oğuz'un her zamanki enerjik halinden eser yoktu. Saat geceyarısına vurdukça yorulmuştu. Bir süre Alçin'e baktı ve onu rahatlatmak için konuştu:

"Sen uyanana kadar Merih'ten rica etsen?"

"Uyanacağımı nereden biliyorsun?"

Alçin hiç vakit kaybetmeden verdiği cevapla Oğuz tekrar sustu. Onu bu durumdan çekip almak için zamanında uğraşsa da gücü yetmemişti. Sessiz kalmak zorundaydı ki Alçin'in istediği de buydu.

"Bu sefer farklı. Bünyem kaldırmayacak."

Kesin çıkan sözleriyle başını hafifçe Oğuz'a çevirmişti. Konuşmasını beklemeden devam etti:

"Her ihtimale karşı önlem almalıyım."

Sesi hiç olmadığı kadar yumuşak çıkmıştı. Her zaman soğuk bir heykeli andıran yüzüne çaresizliğin gölgesi düşmüş düşünmekten yorgun düşen zihninin bulanıklığı hallerinden anlaşılıyordu. Oğuz'un yanında Alçin nadiren yelkenleri suya indirirdi. Bu durum Oğuz'u bir hayli endişelendirdi. Bir yol düşündü, bulamadı. Durum her zamankinden daha ciddi ve tehlikeliydi.

"Her şey için teşekkür ederim Oğuz."

Alçin'in bu sözleriyle Oğuz tamamen şaşkınlığa boğuldu. Onun bu güne dek bir kez olsun teşekkür ettiğini duymamıştı. İçinde bir çığ gibi büyüyüp gelen korkuyla gözleri doldu. Alçin devam etti:

"Beni olduğum gibi kabul edip yargılamayan tek arkadaşım sensin."

Oğuz adeta kitlenmiş gibi doğruca Alçin'e bakarken sözlerine inanamıyor rüyada olup olmadığından emin olamıyordu. Onu arkadaş olarak gördüğünü bu sözlerle anlamış gözleri daha çok dolmuştu. O an ilk tanıştıkları gün geldi gözlerinin önüne. Oğuz'un rahmetli babası Alçin'in annesi; Hinata Hanım'ın menajeriydi. Hemen hemen Alçin'le yaşıt olan Oğuz onun küçükken küt kesilmiş siyah düz saçlarını, çekik gözlerini çok ilginç bulmuştu. Ona sorduğunda huysuzca böyle doğduğunu bir daha gözleri hakkında soru sormaması gerektiğini söylemişti. O zamanlar henüz gözlerini kaybetmemiş Alçin ile birlikte günlerini bahçede koşturarak ya da ormanın içindeki nehirde taş sektirerek geçirirlerdi. Birkaç ay sonra ise Oğuz babasını trajedik bir kazayla kaybettiğinde Hinata Hanım başka kimsesi olmayan küçük çocuğa kol kanat germiş bu evin içinde büyüterek gelecekte Alçin'in menajeri olarak yetişmesi için uğraşmıştı. Her şey çok iyi ilerlerken işler Alçin gözlerini kaybettiği andan itibaren değişti. Huysuzluğun haddi hesabı yoktu. Sürekli ağlıyor, sızlanıyor bir türlü körlüğü kabullenemiyordu. Annesi ve kardeşlerinin vefatıyla bambaşka biri oldu. Her şeyden ve herkesten kendini izole edip yalnızca resim çizmeye başlamıştı. Kendini ancak bu şekilde meşgul edebiliyordu. Bir şeylerle uğraşmadığı zaman düşüncelerinin arasında boğuluyor kendisini toparlayamıyordu. Böylece Oğuz'la arasına mesafe girse de Oğuz daima geriden onu izleyip destekleyen tek kişi olmuş annesinin iyiliklerini hatırladıkça ona minnet duyarak bu yaşına dek vefa göstermeye devam etmişti. Alçin ona istediği kadar huysuzluk edip çileden çıkarsa da gitmeyeceğini bildiği için içi daima rahattı.

Oğuz'un dolu gözlerinin aksine Alçin'in gözleri kurak bir çölü andırıyordu. Bu duygusuzluğundan dolayı değildi. İçi aktif bir volkan gibi parlıyor acı duyuyordu ama gözleri ağlamayı unutmuş gibi tek bir damla düşmüyordu yanaklarına. Yüreğin acıyla kavrulmasına rağmen ağlayamamak her insanın anlayabileceği bir şey değildi. Bir yorgunluk vardı omuzlarında; zamanında çok ağlamanın yorgunluğu. Bir hissizlik vardı yüreğinde; zamanında duyulan tarifsiz acının hissizliği. Ve bir boş vermişlik vardı dudaklarında; zamanında o dudaklardan anlaşılma çabasıyla dökülen sözlerin boş vermişliği.

Alçin'in söylemek istediği birçok şey vardı aslında. Ama hiçbirini söyleyemedi. Onun yerine daima yanı başında olan arkadaşının varlığını hissetmeyi tercih etmişti. Oğuz da bu durumdan memnundu. Çünkü birkaç kelime daha duysa ağlayacağından emindi. Alçin belki göremeyecekti ama hissedeceğinden emindi.

"Senden son bir isteğim olacak Oğuz." dedi Alçin. Oğuz'un dikkati tekrar onda toplandığında ise devam etti:

"Eğer uyanamazsam, Umut'u da alıp Japonya'ya gitmeni istiyorum."

Oğuz'un kaşları çatıldı.

"Her şey hazır. Japonya'daki dayıma tatile geleceğinizi yazdım. Sizi memnuniyetle karşılayıp misafir edeceğini söyledi. Oraya gittiğinde her şeyi ona anlatmanı istiyorum. Fazla bir samimiyetimiz olmasa da duyarlı bir insan olduğundan şüphem yok, gücü yettiğince sizin yanınızda olacağından eminim."

Bu sözlerle her ikisi de öyle gerilmişti ki Alçin içinde bastıramadığı huysuzlukla Oğuz'a çatmak için sebep arasa da bulamamıştı.

"Servetini bana bağışlarsan tam olur."

Oğuz'un alay dolu sözleriyle Alçin yavaşça ona döndü.

"Öldüğümde tüm servetimin de benimle birlikte gömülmesini vasiyet edeceğim."

Oğuz ortamı yumuşattığını anlayarak keyiflendi.

"Bu kadar gergin olmaya gerek var mı cadıkuşu?"

Alçin ismini kızıl ve parlak bir çalı kuşundan aldığı için Oğuz sinir etmek istediğinde cadı kelimesiyle birleştirip ona böyle seslenirdi. İstediğini başardı, Alçin sinirle kaşlarını çatmış gerçek bir cadıymış da havada uçuşuyormuş gibi öfkeyle dalgalandı saçları rüzgarda.

"Canına susadın sanırım sevimsiz."

Oğuz aldırmadı. Oturduğu küpeşteden bir bacağını aşağı doğru sarkıtarak tableti bıraktı.

"Bana neden bu kadar kötü davranıyorsun Alçin?"

Alçin daldan dala konan bir kuş gibi konudan konuya atlayan Oğuz'u anlamaya çalışıyordu.

"Kötü davranmıyorum."

"Kötü davranmıyor musun?" diye sözlere başladığında duraksadı, ardından düşünceli ve kibirli bir tavırla "Aa... Şimdi anladım. Aslında bana aşık olduğun için sevgini öfkeyle belli ediyorsun."dedi. Alçin öyle bir şaşkınlıkla karşı karşıya kalmıştı ki ilk defa dili tutuldu.

"Ne saçmalıyorsun sen?"

Oğuz onun sorusuna aldırmadan kendi kendine çıkarımlarda bulunmaya devam etti.

"Evet evet. Sebebi bu olmalı. Kabul et sen de artık. Utanılacak bir şey yok canım. Ben olsam ben de bana aşık olurdum. Sonuçta yakışıklı, başarılı, karizmatik ve seksi b-"

Oğuz'un sözlerine daha fazla tahammül edemeyen Alçin müdahale etti.

"Ölmek mi istiyorsun?"

Oğuz sırıtarak ona baktı.

"Kıyamazsın ki sen bana..."

Ağzını eğerek bir genç kız gibi söylediği sözlerle Alçin'in beynine kan sıçramıştı. Bir süre sessizce ona dinledi, ardından hızla onu aşağı itti. Küpeştede oturan Oğuz birden dengesini kaybederek terastan aşağı savrulduğunda son anda terasın beton korkuluklarına sarılmış korkuyla bağırmıştı.

"Aaa! Alçin, Alçin tamam hepsi bir şakaydı!"

Ayakları boşlukta sallanıyor korku dolu sözleri tüm ormanda yankılanıyordu.

"Umrumda değil."

Alçin kılını dahi kıpırdatmadan onun korku dolu sözlerini dinledi.

"Özür dilerim yüce ekselansları! Kimse yok mu!? Yardım edin düşeceğim!"

Kolları gittikçe güçsüzleşiyordu. Buna rağmen hıncını alamayan Alçin ilerleyip ellerine ayağındaki topuklu terlikle bastı acımasızca. Merih duyduğu kargaşayla çığlıkların geldiği noktaya döndüğünde terastan sarkan bir siluet gördü. Gözlerini kısarak dikkatle baktığında ise Oğuz olduğunu anladı. Hemen yukarıda ise Alçin dikiliyordu.

"Alçin lütfen beni yukarı çek! Ah! Elim, ellerime basma tutunamıyorum!"

"Geber, n'apim?"

"Özür dilerim!"

"Özrün kabul edilmedi."

"Bir daha yapmayacağım!"

"Bir kere yaptın ama."

"Ya ölürsem?!"

"Gömeriz."

"Yalvarırım yukarı çek beni!"

"Biraz daha yalvar."

Çalışanlar merakla pencerelerden kafalarını uzatmış olanları izliyordu. Kimisi ise dışarı çıkmış Alçin'i aşağıdan ikna etmeye çalışıyordu. Eteklerini toplayarak içeri giren genç bir kadın evin içinde koşturarak merdivenlere yöneldi. Yaşlıca bir adamın "Uşak Jules'a haber verin!" dediği duyuldu. Gece vakti bir anda karışan ortalıkla herkes ayağa kalkmıştı. Merih geriden olanları sakince izlerken Alçin'in her bir sözüyle istemsizce gülmüş, huysuzluğuyla keyiflenmişti. Başını iki yana sallayarak önüne döndü ve derin bir nefes alarak tek başına gecenin keyfini çıkarmaya çalıştı.

Günaşırı evin bahçeye açılan kapısından Neşet göründü. Yarı uykulu gözlerini ovuşturup sabahın serinliğinin vücudunu titretmesine izin vererek adımlarını bahçeye yöneltti. Heykellerin haricinde koca bahçede kimse görünmüyor kuşların cıvıltıları okşuyordu kulaklarını. Dümdüz yol alan bir uçağın çıkardığı beyaz parlak bir hareyi andıran buluttan başka bir şey görünmüyordu berrak gökyüzünde. Mezarlığın kapısında gördüğü Merih ile adımlarını biraz daha hızlandırdı. Merih de o yaklaşınca oturduğu yerden kalkmış onunla el sıkışarak selamlaşmıştı.

"Selamunaleyküm Merih'im."

"Aleykümselam."

"Var mı bir sıkıntı?"

"Yok her şey yolunda."

"İyi, iyi. Hadi sen git dinlen biraz."

"Kolay gelsin."

Merih yanından geçerken Neşet gülümseyerek genç adamın omzuna birkaç defa vurdu. Merih nihayet dinleneceğini düşünerek adımlarını doğruca odasına yönelttiğinde kapıyı açar açmaz duraksadı. Çünkü hemen pencerenin kenarında ayakta bekleyen Alçin de oradaydı. Ellerini önünde birleştirmişti, yüzü ise dışarıya dönüktü. Kapının açılmasıyla dalıp gittiği düşüncelerden sıyrılıp başını biraz çevirip dinledi. Merih beklemediği bu misafirle biraz şaşkın biraz sinirliydi.

"Hırsızlığa mı başladın? Gerçi başından beri öyleydin."

Merih'in acımasız sözlerine öfkelenecek vakti yoktu Alçin'in. Aksine bu sözler onu hafifçe gülümsetti. Onunla doğrudan alay geçen nadir kişilerdendi.

"Kapıyı kapatır mısın?"

Merih kısa süre onun yüzüne baktı ardından kapıyı kapatırken alayla konuşmaya devam etti:

"Bu kez de sapıklığa başladın sanırım."

Alçin bedenini ona çevirdiğinde onun alayına alayla karşılık vermişti.

"Öyle olsaydı burası uğrayacağım en son yer olurdu."

Merih güldü, gayet iyi bir yanıttı. Bu kadın gerçekten hiçbir lafın altında kalmıyordu.

"Sapıklık yapmayacak kadar itici olduğumu mu söylüyorsun?"

Alçin ona doğru birkaç adım atıp başını kaldırdı. Boş bakışları Merih'in kahverengi gözleriyle buluştuğunda sanki onu görüyormuş gibi dikkat kesilmişti göz bebekleri.

"Nasıl göründüğünü bilmiyorum, anlamak için dokunmam gerek. Ancak o zaman söyleyebilirim fikrimi."

Ellerini ona doğru uzattığında Merih kaşlarını kaldırarak ona baktı.

"Emin ol görmek de yetmiyor, anlamak için benim de dokunmam gerek."

Sözleri her ne kadar cüretkâr olsa da ona uzanacak kadar haddini aşmadı. Yalnızca onun geri adım attığını görmek istiyordu. Alçin halinden memnundu. Geri adım atmak onun yapacağı en son şey olurdu. Ama aklına gelenle yüzü yavaşça soldu, ellerini indirdi. Vücudunun ne kadar zayıf olduğunu hatırlamıştı. Kendine dokunduğunda kemiklerini sayabilirdi dahi. Bugüne dek bol elbiselerin ardına saklanmasının sebebi buydu. Her ne kadar göremese de bedenin zayıflığını hissediyor bunu insanların görüp yargılamasını istemiyordu. Çünkü gencecik bir kızken yıllar önce arkadaşlarının yanında babasının onu sıska bir korkuluğa benzetmesi yaptığı gün bir an olsun aklından çıkmıyordu. Bütün arkadaşları ona gülmüş, okulda her gün zorbalık görmüştü. Her ne kadar onlara ağzının payını verip günlerini gösterse de derinden yaralanan bu çocuk büyüdüğünde dahi aynı düşüncelere maruz kalmaktan korkuyordu. Hele ki yetişkin bir kadın olarak bir erkeğin ona dokunacağını düşünmek onu daha da germişti. Hemcinslerinin yorumları kırıcı oluyordu evet ama ilgi duyduğu cinsten aldığı yorum onu tamamen bedenine küstürürdü. Alçin bunu duyma korkusuyla geri çekilip yönünü yeniden cama doğru dönmüştü.

"Bana dokunmakla duvara dokunmanın verdiği his aynı emin ol."

Gayet ciddi söylenen sözlerle Merih hassas bir noktada olduğunu anlamıştı. Bir şey belli etmemek için alaylı konuşmasına devam etti:

"Onu bilmem ama yüzüne bakmakla duvara bakmanın verdiği his aynı."

Alçin anında tüm düşüncelerini kenara bıraktı. Bu sözler onu sinirlendirmişti. Huysuzca karşılık verdi:

"Yüzümü güldürememen benim suçum değil."

Merih daha fazla üstelemedi. Üzerindeki ceketini çıkarıp yatağın üzerine gelişigüzel attığında kravatını çözmeye başladı.

"Seni buraya hangi rüzgar attı o zaman?"

Alçin derin bir nefes aldı.

"Akşam müsait misin diye sormak için buradayım."

Merih kaşlarını kaldırdı: "Devamında ne söyleyeceğine göre değişir." Alçin bir an sessizliğe gömüldü. Kafası o kadar dolu, zihni o kadar yorgundu ki onun ne dediğini dahi dinlemediğini yalnızca cevap verdiğini fark etmişti.

"Akşam beşten sonra Umut'un yanında kalır mısın? Karşılığında maaşınızdan kesinti olmaksızın annenle birlikte bir hafta boyunca izinli sayılacaksın."

Merih bir süre düşündü. Normalde Umut'un etrafında bakıcısından başkası olmazdı. Anında aklında soru işaretleri oluşurken "Neden?" diye ucu açık bir soru sordu. Alçin önünde birleştirdiği ellerini iki yana serbest bıraktığında Merih ellerinin titrediğini fark ederek daha da meraklanmıştı.

"Bir süre burada olmayacağım. Ben dönene kadar onu korumanı istiyorum."

"Neyden?"

"Her şeyden."

İkisine yeniden bir sessizlik çöktü. Merih bir soru daha sordu: "Ne zaman döneceksin?"

Alçin donuk yüzüyle ona bakmaya devam ederken cevap verdi: "Bilmiyorum." Ardından onun cevabını beklemeden adımlarını kapıya yönelttiğinde uzanıp kapının kolundan tuttuğunda "Eğer dönmezsem," diyerek duraksadı. Ardından vücudunun titremesine engel olmaya çalışarak devam etti: "Umut'u yalnızca Oğuz'a teslim et." Dışarı çıkıp kapıyı sakince kapattığında bir süre kapıya bakan Merih kafasını kurcalayan bir ton soruyla baş başa kalmıştı. İçinde bir türlü dinmeyen o rahatsızlık duygusunu bastırmaya çalıştı. Ama kendisine bir söz vermişti; annesi hariç hiçbir şeyin önemi olmayacaktı bu dünyada. Bu sözün arkasından yürümeye de kararlıydı. Üzerini çıkarıp kendini yatağa attığında bir süre düşünceleriyle boğuşmuş ardından dinlenmek için gözlerini kapatmıştı.

Alçin öğleden sonra üçe kadar mezarlıkta annesi ve kardeşlerinin yanında vakit geçirdi. Tek kelime etmeden, hiç gözyaşı dökmeden başlarında öylece dikilmiş düşüncelere dalmıştı. Nihayet bir put gibi ayakta dikilmeyi bıraktı ve elini hafifçe hemen yanı başında duran Jules'a uzattı. Jules ise ona doğru birkaç adım atıp ellerindeki kırmızı higanbana çiçeklerini ona doğru uzattı. Çiçekleri alan Alçin bir eliyle eteğini toplayarak mezarlıklara yaklaştı ve mezar taşlarının çiçeklik kısmına birer tane çiçek bıraktı. Onun teklifini beklemeden Jules elindeki su dolu ibriği uzatıp sessizce geri çekildi. Alçin acele etmeden çiçekliklere su doldurup ibriği tekrar yana doğru uzattı. Jules onu bekletmeden ibriği alıp köşeye bıraktığında ise bir süre daha öylece kalan Alçin'i saatine bakıp uyaran yine Jules oldu.

"Zamanı geldi efendim."

Bu sözlerle düşüncelerinden sıyrılan Alçin uzanıp önündeki mezar taşını eliyle yokladı. Ardından onları hiç bırakmak istemese de geriye döndü ve ailesini geride bakarak yürümeye başladı. Onun peşinden ilerleyen Jules en az Alçin kadar sessizdi. İçinde bir yerlerde vicdanı sızlasa da duygularının önüne geçti ve efendisi Atilla Bey'e olan sadakatini hatırladı. Ona hizmet etmek için yemin etmiş ömrünü bunun için harcamıştı. Emirler net ve kesindi. Aksini yapmak gibi bir lüksü olamazdı. Bahçede ilerleyen Alçin havanın temiz kokusunu derin derin içine çekiyor sabahtan beridir titreyen vücudunu kontrol etmeye çalışıyordu. Titremesinin sebebinin bir korku olduğundan habersiz hastalandığını düşünmüştü. Buna rağmen adımları asla geriye gitmeksizin ezberlediği yolda ilerlemeye devam etti. İçeri girer girmez yemekhaneden çıkan beyaz önlüklü adamlar karşıladı onu. Hepsi karınlarını tıka basa doldurmuş gülüşerek keyifle çıkmışlardı içeriden. Alçin fark etmese de yemekhanenin içinde Merih de vardı. Her günkü gibi annesiyle karşılıklı oturmuş yemek yiyorlardı. Yemekhanenin girişinden Alçin'i gördüğünde duraksamış etrafındaki beyaz önlüklü adamları izlemişti bir süre.

"Bu bitti, yeni bölüm aç bana."

Annesinin sözleriyle dikkati dağıldı. Merih'in telefonundan Tom ve Jery izliyordu pür dikkat. Bölüm bitince yeni bölüm açmasını istemişti oğlundan. Yemek yerken bir şeyler izlemeyi çok seviyordu. Merih onunla sohbet etmeye çalıştığında huysuzca onu azarlıyor sessiz olmasını istiyordu. Bu durumdan keyif alan Merih ise bilerek onun sabrını sınamaya devam ediyordu. Yeni bölümü açıp telefonu tekrar ona verdiğinde kapıya baktı ki Alçin çoktan ortadan kaybolmuştu.

Genç kadın ona eşlik eden beyaz önlüklülerin kahkahalarını dinledi yürürken. Hiçbir şey umurlarında değildi. Bu durum onun canını acıtmadı. Başından beri yalnız olduğunu bildiği için birinden destek beklemiyordu zaten. Ağlamadan, sızlanmadan kendi ölümüne ayaklarıyla gidiyordu. Her şey Umut içindi. Oğuz ve Umut'a zaman kazandıracak kardeşinin hayatını kurtaracaktı. O yüzden tereddüt etmek gibi bir lüksü yoktu. Her zamanki gibi kimseden yardım almadan indi merdivenleri, uzunca koridorlardan geçti ve nihayet bir kapının önünde durdu. Beyaz önlüklülerden birisi duvardaki kimlik cihazına kartını okuttuğunda giriş onaylanıp sürgülü kapı yana doğru açıldı yavaşça. Yeniden yürümeye başlayan Alçin'in burnuna çarpan ağır kimyasal kokularla midesi bulanmıştı. Yaklaşan baston seslerini duyduğunda ise kanının çekildiğini hissetti. Babası her zamanki gibi ilgiyle onu karşılarken Alçin yine tepkisiz ve tahammülsüzdü.

"Son yirmi dört saattir yemek yedi mi Jules?"

"Hayır efendim."

"Herhangi bir ilaç aldı mı?"

"Hayır efendim. Mentalitesi de fiziksel durumu da hazır."

"Güzel." deyip kızına dönen Atilla devam etti: "Hazır mısın prensesim?" Alçin cevap vermedi. Yanıt alamayan Atilla diğerlerine tek tek baktı.

"O zaman başlayalım."

Dönüp yürümeye başladığında Alçin sanki olduğu yerde çakılı kalmıştı. Eğer ileri adım atarsa buradan çıkamayabilirdi. Ölümün soğukluğunu hissetmiş gibi tüyleri ürperdi. Nefesi sıklaşmış bütün vücudu o engel olmaya çalıştıkça daha çok titrer olmuştu. Diğerleri babasını takip ederken Alçin'in adım atmasını bekleyen tek kişi Jules'du. Genç kadın yutkundu. Gözlerini yumup derin bir nefes aldı ve Umut'un neşeli sesini hatırlayıp güç bulmaya çalıştı. Yumruklarını sıktı, ağlamamak için dişlerini sıktı. Boğazı düğüm olmuş şakakları alev alev yanıyordu sanki. Ardından her zaman yaptığı gibi tüm duygularını bir kenara atıp yürümeye başladı. Bir an geri döneceği konusunda korkuya kapılan Jules onun adım attığını görünce içi rahatladı ama bu sefer ellerinde büyüyen bu kızcağıza duyduğu derin merhamet baş göstermiş onun için yüreği acıyla kavrulmaya başlamıştı. Keşke elinden bir şey gelseydi ancak o yalnızca bir emir kuluydu. Tek yapabildiği üzüntüsünü bastırıp onun ardından adımlarını takip etmekti. Alçin yönlendirilerek ona ayrılan odaya alındı, kıyafetleri değiştirildi, sedyeye oturtuldu. Koluna damar yolu açan doktordan ve babasından başka kimse yoktu beyazlar içindeki steril odada. Alçin titrediği için damar yolu açmakta zorlanan doktor ara sıra ona bakıyor sakin olması için uyarılarda bulunuyordu. Ama bunu bir türlü aşamadı. Bir süre uğraştıktan sonra açılan damar yoluyla doktor doğruldu. Doktorun kolunu bırakmasıyla büyük bir korkuya düşen Alçin irkildi. Titreyerek derin nefesler alırken çare aradı, bulamadı. Sadece "Baba..." kelimesi döküldü dudaklarından. O kadar çaresiz ve korku doluydu ki nefret ettiği adamdan yardım istemişti. Atilla başını kaldırıp kızına baktı. Ona 'baba' diye çok nadir seslenirdi. Sesi o kadar korku dolu ve titrek çıkmıştı ki ona karşı duyduğu derin sevgi kabardı. Arsızca içten bir gülümsemeyle "Efendim kızım." diye karşılık verdi. Alçin yutkundu. Gözlerinden yaşlar süzülürken saklandığı o güçlü ve sarsılmaz iradenin arkasından masum bir çocuk gibi çıktı. Çocukluğundaki babasını o kadar çok özlüyordu ki... Onunla bahçede kovalamaca oynayan, ellerinden tutarak resimler çizdiren, atölyede heykellerini yaparken Alçin'e ayırdığı kille oynamasını keyifle izleyen, kucağına oturtup kitap okuyan, başını okşayarak göğsünde onu uyutan babasını özlemişti. Annesi öldüğünde zebaniye dönen bu adamı değil eski sevgi dolu babasını istiyordu. Her geçen gün hedefi uğruna kızının acılar içinde ölüşünü izliyordu. Ve Alçin artık sona geldiğini iyi biliyordu. Onun da sonu ağabeyi ve ablası gibi olacaktı. Bir elini ileriye doğru uzattı çaresizce.

"Lütfen..." kelimesi döküldü dudaklarından sessizce, "Lütfen buna bir son ver artık." elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Artık dayanamıyordu. Atilla kızının ağlayışını dinledi tepkisizce. Ardından yavaş adımlarla ona yaklaştı, elini tuttu ve tam önünde durdu. Uzanıp çenesinden tutup yüzünü kaldırdığında diğer eliyle yüzüne düşen düz saçlarını itti geriye nazikçe. Annesinden aldığı gözlerine bakarken Alçin nefesini tutmuş her çocuk gibi sığındığı babasının şefkatini aramıştı.

"Benim güzel kızım. Bunu annen için, kardeşlerin için yaptığımı biliyorsun. Her şey yolunda gidecek merak etme."

Alçin donakaldı bir süre. İçindeki umut tohumu soldu, gözlerinden iri iri yaşlar süzüldü babasının ellerine. Onu ikna edebileceğini düşünmüştü aptal gibi. Babasının ne kadar kararlı ve takıntılı olduğunu unutmuştu bir an. Her ne olursa olsun bu davadan vazgeçmeyeceği gün gibi ortadaydı. Eğilip kızının yanağına bir öpücük kondurdu. Ardından yumuşacık bir ses tonuyla konuştu:

"Seni seviyorum..."

Doğrulup çenesini bıraktığında ise doktora işaret ederek adımlarını kapıya yöneltmişti. Bir süre öylece kaldı Alçin. Ne yapacağını bilemedi. "Hayır..." diye fısıldadı başını eğerek. Hemen arkasından yüksek sesle "Hayır!" demiş hıçkırıklarla ağlayarak "Baba gitme! Lütfen! Yalvarırım gitmeme izin ver!" diyerek babasının nerede olduğunu bilmeksizin ona doğru uzanmıştı tekrar. Göremiyor, hissedemiyordu. Nereye gittiklerini bilmiyor, yanında birinin varlığını hissedemiyordu. Yine kaderiyle bir başına bırakmışlardı onu. Oda her ne kadar aydınlık ışıklar içinde olsa da Alçin her zamanki gibi karanlıkta bir başınaydı. Dikkatsizce öne atıldığı için öylece yere düştüğünde elleriyle destek alarak doğruldu ve hıçkırıklarla ağlamaya devam etti. Oysa ne kadar cesurdu buraya gelirken. Ne olmuştu birden herkesin titrediği cadı Alçin'e? Küçük bir kız çocuğundan farksız "Baba." diye ağlıyordu korkuyla. Sesini duyuramadı her zamanki gibi. Kimse onun çığlıklarına aldırmadan işlerine devam ettiler.

Umut odasında bir meyve suyu kutusunu oradan oraya teperek oyun oynuyor en sevdiği sporcu adını sayıklayarak kendinin bir numaralı dünya yıldızı olduğunu söylüyordu.

"Lionel Messi! Vurdu, ve gol!"

Kendini hayal dünyasına öyle adamıştı ki odasına giren Merih'i dahi fark etmemişti. Merih ses çıkarmadan bir süre onu izledi. Gerçekten yeteneği takdire şayan bir çocuktu. Küçük yaşına rağmen sadece bir meyve suyu kutusuyla gösterdiği üstün yetenek parmak ısırtırdı. İstemsizce yüzünde şaşkın bir gülümseme oldu. Bir an babasıyla küçükken bahçede futbol oynadıkları aklına gelmiş içi sızlamıştı. Nihayet Merih'i fark eden Umut koşturmayı bırakıp duraksadı. Nefes nefese kalmış, al al kızarmış yanaklarıyla Merih'e ürkekçe bakıyordu. Bir anlığına çocuğun yüzünde korkunun gölgesi düşmüştü. Ardından o gölge yavaş yavaş dağılarak yerini çekingen bir sessizliğe bıraktı. Merih onu ürkütmemeye özen göstererek eğilip ayaklarının dibine düşen meyve suyu kutusunu ellerine aldı. Ardından her yere meyve suyu sıçramış odaya baktı. Halılar, duvarlar, peluş oyuncaklar... Her yer mahvolmasına rağmen odayı tatlı bir şeftali kokusu sarmıştı. Bu durum Umut'un pek de umursadığı bir şey değildi. Merih onun eğlencesini bozmamak için kutuyu ona doğru attığında Umut sorgulamadan kutuyu karşılayarak oyununa kaldığı yerden devam etmişti. Bu adam neden odasındaydı bilmiyordu ama ona karşı kendini yakın hissediyordu. Merih içeride birkaç adım atıp masanın önündeki sandalyeyi çekti ve oturdu.

"Neden topla oynamıyorsun?"

Merih'in sorusuna kulak kabartan Umut onu umursamıyormuş gibi oyununa devam ederken "Çünkü benim topum yok." diye yanıt vermişti. Merih anlam veremedi. Böyle bir zenginlik içinde bir topu dahi olmaması da ne demekti?

"Neden?"

Merih'in sorgulayıcı sorusuyla Umut duraksayıp çekik gözlerini ona dikti.

"Çünkü babam top almama izin vermiyor. Futboldan nefret ediyor ve eğer topla oynadığımı görürse bana çok kızıyor."

Merih'in çatık kaşları düzeldi. Röportaj sırasında yaşananları hatırladı. Bir çocuğun top oynamasına dahi karışmak da ne demekti? Umut çocukluk haliyle babasının ona yaptıklarını normal karşılıyordu. Çok üzülüyordu ama bunun farkına varmayacak kadar küçük göğsünde hissettiği acının ne olduğuna anlam veremeyecek kadar masumdu henüz. İsteklerini dizginlemeyi ve itaat etmeyi bu yaşında öğrenmişti. İstemsizce o günü hatırladı; röportaj sonrası babası Umut'u odasına çağırmıştı. Babasının çalışma odasına giren Umut çekingenlikle etrafa bakıyor onu getiren bakıcısının elbisesinin eteğinden sıkı sıkı tutuyordu. Babası onu buraya çok sık çağırmazdı. Babasını görmek onu hiçbir zaman heyecanlandırmamıştı zaten.

"Gel bakalım babasının aslanı. Suna, sen çıkabilirsin."

Umut bakıcısının gitmesini istemiyordu. Öyle ki bir süre kadının eteğini bırakmamakta ısrar etmiş dolu dolu gözleriyle ona bakmıştı. Bu durumla defalarca karşılaşan Suna ise çocuğu soğukkanlılıkla ikna etti. Nihayet eteğini Umut'un ellerinden kurtaran bakıcı sıcacık bir gülümsemeyle onu geride bırakıp dışarı çıktı. Babasıyla baş başa kalan çocuk bir süre kapının önünde dikildi. Atilla oğluna bakıp yaklaşması için bir kez daha eliyle ona gel işareti yaptı. Başka çaresi olmadığını anlayan Umut küçük adımlarını koca çalışma odasına doğru attı. Yaklaştıkça babasının sevgi dolu gülümseyen yüzünün gittikçe ciddileştiğini gördü. İçindeki rahatsız edici hissin korku dahi olduğundan habersiz biraz ilerisinde durdu. Atilla oğlunun tepesinden küçümser bakışlarla bakarken konuştu:

"Bana adını söyle."

Sakince sorduğu soruyla başını hafifçe kaldırdı. Bir kralın tahta oturduğu gibi koltuğuna yayılmış Atilla bir elini işlemeli bastonuna koymuştu. Umut mahkeme salonunda bir mahkum gibi yargılanacaktı. Atilla için yaşın bir önemi yoktu. Eğer onun çocuğu olarak doğduysa bazı kuralları takip etmek zorundaydı.

"Sana bir şey söyledim."

Umut çok korkuyordu. Dili tutulmuş gibi ağzını bıçak açmıyordu. Ona cevap vermedi, cevap vermedikçe Atilla daha da öfkelendi. Tuttuğu bastonu sıkarken eklem yerlerinden çekilen kanlarla el boğumları bembeyaz kesilmişti.

"O zaman ben söyleyeyim; Umut Anka." dedi ve hemen ardından sesini biraz daha yükselterek devam etti: "Sen Atilla Anka ve Kato Hinata Anka'nın oğlu Ashai Umut Anka'sın!"

Umut daha çok korktu. Çünkü babası annesinin verdiği adla seslenmesi demek büyük bir sorunun habercisiydi. Hiç sesini çıkarmadan endişeli gözlerle babasına bakmaya devam etti.

"Senin birçok sorumsuzluğunu görmezden geldim. Ne zaman sana yaklaşmaya çalışsam o inatçı ablan bir yolunu bulup seni benden uzak tuttu. O yüzden iyi bir eğitim alamadın."

Atilla'nın karşısına çelik bir duvar gibi dikilen Alçin, Umut'u daima babasının gazabından koruyor onu incitmesine asla izin vermiyordu. Bu güne dek mümkün olduğunca kardeşinin sağlıklı bir çocukluk geçirmesi için çabalayan Alçin kendinden çok ödün verse de, onun için ölümü dahi göze almış ve gücü yettiğince onu korumayı başarmıştı.

"Senin bu ailede doğduğun için önemli sorumlulukların var. İleride fabrikanın ve bu evin başına geçecek olan, ailemizin şanını nesillere aktaracak olan sensin Umut ama sen sanata dair hiçbir şey bilmeden aptal saptal bir top tutkunusun!"

Gür sesiyle bağırarak sinirle bastonunu yere vurduğunda Umut dehşet içinde kaldı. Birkaç adım gerilemişti ki ayağı takılıp yere düştü.

"Boş hayaller kurmayı bırak! Futbol, maç, top falan yok, asla olmayacak! Sen sanatçı olarak doğdun, sporcu değil!"

Umut'un gözünden inci taneleri gibi süzülen yaşlarla Atilla oğluna duyduğu derin sevgiyi hatırlayarak kendine hakim olmaya çalıştı.

"Bir hafta içinde otuz beş tane resim çizip hangi akım ve izlenimleri kullandığını açıklayarak bana teslim edeceksin. Benim seçtiğim üç kitabı okuyup özetini çıkaracak, her gün yine benim seçtiğim bir sanat temalı belgesel izleyeceksin. Bunlardan sınav olup iyi bir performans göstermediğin takdirde akşamları bizzat benim gözetimimde çalışacaksın."

Çalışmak? Sınav? Belgesel? Bunlar da ne demekti? Umut hiçbirinin ne olduğuna anlam verememişti. Tek istediği her çocuk gibi oyun oynamaktı. Atilla devam etti:

"Ama görüyorum ki spor konusunda hâlâ çok isteklisin. İlgileneceğin tek spor yüzmek olacak. Bu da bütün kaslarını çalıştırdığı ve gelecekte güçlü bir bedene sahip olman için."

Umut bu cümleden tek anladığı 'yüzmek' kelimesiydi.

"Ama ben yüzme bilmiyorum." demişti sonunda ürkekçe. Babası onun titrek çıkan sesini şefkatle dinledi.

"Öğreneceksin."

Umut bir süre duraksadı ardından gözlerini babasına dikti.

"Yüzmeyi öğrenirsem, son kez futbol oynamama izin verir misin?"

Atilla bir süre düşündü. Sanırım son kez taviz vermek sorun olmazdı.

"Evet. Bunların hepsini yaparsan son kez izin vereceğim."

Umut'un gözleri parladı bir anlığına. Son kez olsa dahi oynamak istiyordu. Hemen kabul etti.

"Tamam."

Ardından ayağa kalktı, koşarak kapıya yöneldi. İki eliyle kapının kolunu çevirdiği sırada duraksadı.

"Baba." diye seslenerek ona doğru döndü tekrar. Atilla iki dakika önceki canavar halinden eser yokmuş gibi şefkatle "Efendim oğlum." dedi.

"Ablam ne zaman iyileşecek?"

Atilla duraksadı, bir süre cevap vermedi. Uzunca baktı oğluna. Daha sonra "Bunun için elimden gelen her şeyi yapıyorum." dedi. Umut üzgünce başını yere eğdi. Hemen ardından aklına bir soru daha gelmişti;

"Peki tekrar görebilecek mi?"

Atilla ona yalan söyleyip söylememek arasında kalmıştı. Ama eğer onu büyütecekse acımasız gerçeklerle büyütmeliydi. Başını hafifçe iki yana sallaması yeterli bir cevap oldu. Umut daha da üzülse de ismi gibi umudunu da asla yitirmedi.

"Gözlerimi ona versem bile mi?"

Bu masum soru Atilla'nın yüreğine oturmuştu. Hafifçe gülümsedi.

"Gözlerini ona vermen mümkün değil."

Umut ofladı ve mırıltıyla "Keşke gözlerimi ona verebilseydim." dedi. Ardından yavaşça odadan çıktı.

Bu anıyı hatırlayan Umut kutuyu tekrar tepmeye başladığında anında olanları unutmuş kendini eğlenceye vermişti. Merih sessizliğini korudu. Bu küçük çocuk için gerçekten üzülmüştü. O sırada yanı başında duran defteri fark etti. Aklına bir fikir geldiğinde defteri eline aldı ve Batman logolu kapağına baktı. Müzedeki kurtarmaya çalıştığı çocuğun onu Batman sandığı an geldi gözlerinin önüne; içine bir ağırlık oturdu. Ama fazla düşünmeden hemen defterin sayfalarını açtı; bomboş çizgili bir defterdi.

"Bu sana lazım mı?"

Defteri göstererek sorduğunda Umut başını iki yana salladı. Merih ise onun cevabının ardından sayfaları yırtmaya ve avuçlarının içinde buruşturmaya başladı. Dikkati dağılan Umut merakla ona yaklaştığında ne yaptığını sordu. Merih beklemesini söyleyerek buruşturup küre yaptığı her sayfanın üzerine yeni sayfa ekleyerek daha da büyütüyordu. Nihayet iri bir greyfurt kadar büyüttüğünde kalemliğin içinde görünen bantı aldı ve etrafını sarmaya başladı. Umut sabırsızlıkla sonunda ne olacağını bekliyordu. Minik ellerini Merih'in iki dizine koymuş daha iyi görebilmek için parmak uçlarında yükselmişti. Merih kürenin etrafını sarmayı bitirdiğinde bantı koparıp bir eliyle Umut'un görebileceği şekilde kaldırdı. Kağıttan bir top olduğunu gören Umut heyecanla güldü ve topa doğru uzandı ki duraksayıp Merih'e baktı. Merih'in yüzü de Umut'unki gibi gülüyordu. Alması için ona doğru uzattığında Umut topu kaptığı gibi oynamaya başladı.

"Vayy! Bunu yapmayı nereden öğrendin?"

Merih dirseklerini dizlerine koyarak ellerini önünde birleştirdi.

"Küçükken top alacak paramız olmadığında mahalledeki arkadaşlarımla bu toptan yapardık."

"Çok havalı! Bana da öğretir misin?"

Merih hafifçe başını sallayarak "Öğretirim." dedi. O sırada odanın kapısı hafifçe açıldı, içeri bakıcı Suna girdi. Umut hemen korkuyla topu arkasına sakladığında Suna derin bir nefes alarak "Baban duyarsa ne olacağını biliyorsun değil mi?" demişti. Umut bakışlarını kaçırarak yeniden sessizliğe gömüldü. Dudakları bükülmüş gözleri hemen dolmuştu. Neyse ki Suna çok vicdanlı ve sevgi dolu bir kadındı. Umut'a doğru ilerleyip onu rahatlatmak için saçlarını sevdi.

"Biraz oynadıktan sonra kıyafetlerinin arasına sakla tamam mı?"

Umut gülerek başını salladı hemen ve Suna'nın kollarına attı kendini.

"Teşekkür ederim Suna anne."

Suna da ona karşılık verdiğinde Umut geri çekilip oyununa devam etti. Kadın dönüp Merih'e baktığında gülümseyerek başıyla selam verdi.

"Sorun çıkardı mı?"

Merih doğrularak kadının selamını aldı ve başını iki yana salladı. Bundan memnun olan bakıcı yerdeki meyve suyu kutusunu alarak etrafa sıkıntıyla baktı, ardından etrafa saçılmış oyuncakları toplamaya başladı.

"Suna anne. Ablamı bugün görebilecek miyim? Onu çok özledim."

Suna işine devam ederken "Maalesef." dedi, "Ablan bir süre evde olmayacak."

Umut'un tekrar canı sıkılmıştı. Omuzları düştü, bakışları hüzünlendi.

"Of!"

Derin bir of çekişinin hemen ardından "Çişim geldi." diyerek acil bir durum ambulansı gibi hızla banyoya koştuğunda Suna onun ardından gülmüştü.

"Ablasına çok düşkün."

Merih'in Umut'un arkasından söylediği sözlerle Suna bir an gözlerini ona çevirip gülümsedi.

"Evet, fazlasıyla."

"Her zaman öyle miydi? Yoksa hasta olduğu için mi?"

"Kim hasta olduğu için mi?"

"Alçin..."

Suna Merih'in son sözüyle anlamayarak ona baktı.

"Alçin hasta değil ki."

Merih duraksadı, kaşları çatıldı. Umut ablasının hasta olduğunu söylemişti.

"Etrafta neden beyaz önlüklü doktorlar geziyor o zaman?"

Suna son oyuncağı da sepete koyup doğruldu.

"Ha onlar... Evet aralarında bir iki tane doktor var ama diğerleri doktor değil kimyager."

Merih anlam veremedi.

"Kimyager mi?"

"Evet. Atilla Bey'in gerçekten çok başarılı bir kimyager olduğundan bihabersiniz sanırım."

Merih, Suna'nın her sözüyle daha da şaşkınlığa gömülüyordu.

"Bodrum katta çok büyük bir laboratuvarı var ve gününün çoğunu orada araştırma yaparak geçirir. O beyaz önlüklüler Atilla Bey'in yardımcıları. Gerçekten çok yetenekli değil mi? Hem ressam, hem heykeltıraş hem de kimyager. Muazzam zeki bir adam. Bu devirde böyle birinin varlığı dahi mucize."

Tekrar odaya giren Umut ile susan Suna daha fazla konuşmadı. Merih şaşkınlıktan gözlerini dahi kırpmadı bir süre. Umut'un babasının aletleri olduğunu ve ablasını iyileştireceğini söylediğini hatırladı. Demek bu masum çocuk böyle kandırılmıştı. Her şeyden habersiz ablasının iyileşeceğini umuyordu. Bunları detaylıca düşünmeye dahi fırsat bulamadan başka sorular bir çığ gibi büyüdü. Alçin'in zayıf bedenini hatırladı, söylediği sözler düştü aklına. Fazla zamanının olmadığından bahsetmişti. Hasta değil ise onun ömründen çalan neydi? Mezarlıkta ne vardı da onu bu kadar korumak istiyordu? Neden odasına kadar gelip Umut'u korumasını istemişti? Neden titriyordu elleri? Şimdi neden ortadan kaybolmuştu? Nereye gitmiş ve neden dönmeyeceğine dair bir olasılıktan söz etmişti? Merih o andan itibaren buzdağının görünmeyen kısmını fark etti. Buraya geldiği ilk geceki Alçin'in acı dolu çığlıkları, yalvarışları gün yüzüne çıktı tekrardan anılarında. Neden bir ağrı kesici için yalvarmıştı herkese? Neşet neden bir şeyleri sorgulamadan görmezden gelmesini istemişti? Birbiri ardına sıralanan sorularla Merih birden ayağa kalktı. İçindeki bu eve adım atar atmaz baş gösteren rahatsız edici his tüm bedenine yayılmıştı. Bu evde en başından beri dönen bir şeyler vardı. Suna hızla ayağa kalkan Merih'e baktı şaşkınca. Bakışları tam karşıya dikilmiş bedeni gerilmişti. Kısık kahverengi gözlerinden kararlı bir kor fışkırıyordu sanki. Sıktığı çenesiyle kemikleri belirginleşmiş nefes alışverişleri derinleşmişti. Hızla adımlarını kapıya yöneltti. Tam kapıyı açmıştı ki aynı anda içeri giren Oğuz soluk soluğa karşında dikilen Merih'e şaşkınca bakmış ardından yutkunarak Umut'a dönmüştü. Onu görür görmez dolu dolu gözleriyle dudakları titredi.

"Umut." dedi, "Hazırlan gidiyoruz."

 

Bölüm sonu.
Evet sevgili okurlarım, onuncu bölüm burada sona eriyor. Umarım keyif aldığınız bir bölüm olmuştur. Soru işaretleri ve şüpheler geçen her bölümle daha da arttığının farkındayım. Sabırla bekleyin her şey yavaş yavaş çözülecek. Önümüzdeki bölümler daha da heyecanlı olacak.

 

Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın. Sevgilerimle... ❤️‍🔥

 

Loading...
0%