Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm

@msmarvi

 

 

KEYİFLİ OKUMALAR...


"Toparlan Umut, gidiyoruz."

Oğuz'un endişeyle çatılmış kaşları, yaşlı gözleri ve kızarmış burnuyla bunları söylemesi kötü bir şeylerin olduğunun habercisiydi. Herkes Oğuz'a baktığında Oğuz ne yapacağını bilemeyerek sandalyeye asılmış küçük sırt çantasını kaptığı gibi hızla dolaba yöneldi ve eline ne geçerse çantanın içine tıkıştırmaya başladı. İlk kendine gelen Suna oldu. Oğuz'a doğru yaklaştı ve sordu:

"Neler oluyor Oğuz Bey?"

Oğuz onu dinlemeden etrafa bakındı. Eli ayağı birbirine girmiş etrafta dönüp duruyordu.

"Hadi Umut, hadi."

Umut ne yapacağını bilemedi. O da diğerleri kadar şaşkındı ancak Oğuz'un ona yönelik ısrarıyla korkmaya başlamıştı. Oğuz daha fazla zaman kaybedemeyeceğini anladığında her şeyi boşverdi ve Umut'un kolundan tuttu. Bunu gören Suna da Umut'un diğer kolundan tutmuş Oğuz'un karşısına dikilmişti.

"Oğuz Bey, ne yapmaya çalışıyorsunuz?"

Oğuz kadını umursamayarak Umut'u onun elinden kurtardı.

"Gitmemiz gerek Suna."

Ardından bir adım atmıştı ki yolunu bu kez Merih kesti. Kapının önüne geçmiş soğuk bir yüz ifadesiyle Oğuz'a bakıyordu.

"Merih, çekil lütfen..." diye söze başlamıştı ki Merih ona fırsat vermeden konuştu: "Neden burada olduğumu unutuyorsun Oğuz." dedi ve ardından ekledi: "Umut'u korumak için buradayım."

Oğuz çetin cevize çattığını anlayarak duraksadı, bir elini ağzına götürdü ve çenesini endişeyle okşayarak ne yapacağını düşündü. Elleri titriyor sık sık yutkunuyordu.

"Benden bile mi?"

"Senden bile."

"Ben onun iyiliği için uğraşıyorum."

"Nereden bileceğim?"

"İnan bana."

Oğuz'un ikna çabası anlaşılan boşaydı. Zaman gittikçe daralıyordu. Merih şüpheli bakışlarını doğruca ona yöneltirken karmakarışık olan zihni her geçen dakikayla daha da karışıyordu. Birden aklına gelenle soğuk yüzü gevşedi. Bir süre sessizliğin ardından araladığı dudaklarıyla cevabını duymaktan çekindiği soruyu sordu.

"Alçin'e bir şey mi oldu Oğuz?"

Bu soruyla Suna bir Merih'e bir Oğuz'a bakmış korkuyla yutkunmuştu. Oğuz ağlamamak için dişlerini sıkarak gözlerini yumduğunda yanaklarına birer damla yaş süzüldü. Merih'in içini saran endişe gittikçe tüm bedenini ele geçiriyordu. İnanmak istemedi. Oğuz'un sessizliği verilecek en kötü cevaptı. Merih bu evin hazırcevap huysuz cadısına bir şey olduğunu düşünmek istemiyordu. Ardından onun söyledikleri aklına geldi; Oğuz'a güvenebileceğini söylemişti.

"Alçin nerede?"

Merih bir soru daha sormuştu. Şu an için bilmek istediği tek cevap bu sorunun cevabıydı. Oğuz yutkundu, gözlerini açtı ve cevap verdi:

"Burada. Bodrum kattaki laboratuvarda."

Merih yavaşça Oğuz'un önünden çekildiğinde Oğuz ona son bir bakış atmış ardından hızla odadan çıkmıştı ki Merih ona seslendi:

"Oğuz, aşağı yolda bekle."

Oğuz şüpheyle ona baktı. Merih devam etti:

"Sadece bir saat. Bir saat içinde gelmezsem git."

Vakit kaybetmek istemeyen Oğuz başıyla onayladı, eğilip Umut'u kucakladığı gibi etrafa bakınarak yürümeye başladı. Merih bu kez Suna'ya dönmüş işaret parmağını ona doğrultarak istemsizce sert ve karanlık tarafını ona göstermişti.

"Bunların hiçbiri olmadı, Umut sana kızdığı için ortadan kayboldu."

Merih öyle öfkeli öyle korkunç görünüyordu ki Suna ne diyeceğini bilemedi. Oysa dakikalar önce ne kadar kibar ve centilmen bir beyefendiydi. Tüyleri ürperdi, sessizce ona bakmaya devam etti. Merih dönüp odadan çıktığında hızlı adımlarla doğruca merdivenlerden indi. Adımları o kadar hızlıydı ki yanından geçen çalışanlar onun öfkesini fark ederek dönüp bakıyor selam vermeye dahi çekiniyorlardı. İlk işi annesini aramak oldu. Onu odasında bulduğunda Dilay Merih'i gördüğüne çok sevinmiş çizim yaptığı boyama kitabını kaptığı gibi ona koşmuştu.

"Merih bak, bizi çizdim."

Ama Merih'in buna harcayacak zamanı yoktu. Kollarından tutup hafifçe eğildi.

"Eminim harika olmuştur."

"Hayır daha bakmadın, bak-"

Dilay heyecanını kaybetmemişti. Merih onun dikkatini toplayıp onu dinlediğinden emin olmak için kollarını hafifçe sıktı ve yumuşak ses tonuyla "Beni dinlemeni istiyorum anne." dedi gözlerine dikkatle bakarak. Dilay da oğluyla göz teması kurduğunda heyecanı yavaşça kayboldu; boya ve resim defteri tutan elleri yavaşça iki yana indi. Merih her ne kadar onun heyecanına karşılık veremediği için üzülse de dikkatini topladığı için memnundu.

"Bir çanta hazırlamanı istiyorum; içinde sevdiğin eşyalar ve kıyafetler olan bir çanta. Ardından o çantayla birlikte evin girişinde beni beklemeni istiyorum."

"Neden?"

"Nedenini anlatacağım."

Onun cevabını beklemeden odadan çıkan Merih kapıyı kapattığı an ne yaptığının farkına vararak duraksadı. Neden böyle bir şey yaptığını sorguladı önce. Neden olanlara müdahale etme gereği duyuyordu? Kendine verdiği sözü hatırladı tekrar; annesinden başka hiçbir şey onu ilgilendirmeyecekti. İnsanlara yardım eli uzatıp onlara merhamet eden eski Merih'i öldürmüştü oysa. Şimdi neden eski günlerdeki gibi hırs dolu bir sorumluluk hissediyordu? İstemsizce ellerine baktı. Eskiden göreve başlamadan önceki yangını hissediyordu avuçlarında. Ardından derin bir korku sardı yüreğini. Her şeyin tekrarlanacağını düşünerek gözlerini yumarak başını kapıya yasladı. Vaz geçmeliydi, yoksa yine aynı şeyler yaşanacaktı. Zaten bir ölüden farksız olan bir kadını aramanın, ona ne olduğunu öğrenmenin ne faydası olacaktı ki? Oğuz'un haline bakılırsa Alçin'in çoktan öldüğü açıktı. Onun gözlerindeki yası ve çaresizliğin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Kendini bu ateşe atmanın manası yoktu. Neredeyse tanımadığı birinin ölmesi onu ne ilgilendirirdi ki? Üzülürdü evet ama birkaç güne geçip gider, hayatına devam ederdi. İçindeki merak ve endişe yavaşça dindi. Merakı ve endişesi dindikçe içindeki korkuyu daha net hissetmeye başlamıştı. Tarihin yeniden tekerrür etmesinden korkuyordu. Aynı acıyı yeniden hissedetmekten aynı pişmanlığı tekrar duymaktan o kadar korkuyordu ki boynundaki yara içten içe sızlayarak acısı tüm vücuduna yayılmıştı. Korkusuna yenik düşerek vaz geçti her şeyden. Ama Alçin'in yüzü gözlerinin önüne geldiği an tekrar duraksadı. İradesi ve yüreği arasında sıkışıp kalmıştı. Kalbi ona birini ölüme terk edemeyeceğini söylüyor aklı ise yine aynı acıyı yaşayacağı konusunda ısrar ediyordu. Ne yapacağını bilemedi. Böyle düşünerek daha çok vakit kaybediyordu. Sakinleşmeye çalışarak derin bir nefes aldı, gözlerini açtı ve yumruklarını sıktı. Sonunda galip gelen yüreği oldu her zamanki gibi. Böyle bir vicdan azabıyla yaşaması mümkün değildi. Alçin'in çektiği acıyı her zaman hissetse de bu zamana dek görmezden gelmişti. Daha fazla korkusuna yenilmeyecekti. Vakit kaybetmeden tekrar yürümeye başladı. Vicdanı yüreğine mühürlenmiş laneti olacaktı. Bu lanet ömrünün sonuna dek sürecek, bu vicdanı taşıdıkça çok zarar görecekti.

Adımlarını daha da hızlandırdı. Düşünceleriyle boğuşurken kendini Alçin'in odasının önünde buldu. Anılarının korkusu ve vicdanının cesareti hâlâ çelişiyordu. Elini kapının koluna koyar koymaz buz bir his dağıldı avuçlarına. Sanki Alçin'in soğuk cesedine dokunuyormuş gibi içi titremişti. Yutkundu ve onu içeride bulma umuduyla kapıyı dahi tıklatmadan içeri girdi. Doğruca karşıda duran yatağın bembeyaz örtüsü hiç bozulmamıştı. Oda bomboş, her şey yerli yerinde duruyordu. Merih odada ilerlemeye başladı. O yürüdükçe ayakkabısının tıkırtısı boş odada yankılanıyor parkelerden bazıları gıcırdıyordu. Terasın açık kapısından içeri sızan akşam güneşi yerde belli belirsiz gölgeler oluştururken arada bir esen rüzgarla tül perde içeride dalgalanıyor hışırtıları odayı dolduruyordu. Merih başını çevirip terası da öylesine kontrol etti. Teras da oda kadar boş görünüyordu. Gözüne komodinin üzerinde duran çanta çarptığında biraz daha yaklaştı. Komodinin üzerindeki vazodan solmuş çiçeklerin yaprakları çantanın üzerine düşmüştü. Merih elinin tersiyle çiçeğin yapraklarını itti ve çantayı açtı. Bu Oğuz'un ona vermek istediği silah dolu çantaydı. Merih bakışlarını duvara dikip bir süre düşündü. Silaha doğru uzandı ama dokunamadan duraksadı. Sahi ne kadar olmuştu bir silaha dokunmayalı? Tüm vücudu ürperdi, gözlerini kapatıp başını yana çevirdi hafifçe. İntikam uğruna aldığı onca can aklına geldi yeniden. Neden öfkesine yenik düşmüştü? Suçlulardı evet ama ölümü hak edecek kadar suçlu muydular? Peki ya aileleri... Çocukları... Eşleri... Onların ne suçu vardı ki? Merih yüreğini yakıp kavuran pişmanlıkla bunları düşünmeye dahi tahammül edemeden gözlerini açtı. Her ne kadar istemese de silahı eline aldı, ustalıkla şarjörü taktı ve silahı hazırlayıp takımının beline sıkıştırdı. Bir daha silaha el sürmeyeceği yeminini bozmuştu. Artık geri dönüşü yoktu. Tekrar odadan çıktı hızla. Merdivenlerden bir şimşek misali geçip doğruca bodrum kata indi. Birkaç floresan lambanın aydınlattığı koridor dar ve uzundu. Evin geri kalanına göre daha eski yer ve duvar döşemeleri vardı. Merih temkinli adımlarla koridorda ilerlerken ara sıra geriye bakıyor peşinden gelen var mı diye kontrol ediyordu. Çok geçmeden koridorun sonunda bir kapı göründü. Adımlarını biraz daha hızlandırıp doğruca kapıya yürüdü. Cam kapının önünde durduğunda sensörlü bir kapıya benzemesine rağmen açılmamıştı. Merih kapının etrafına bakındı. Hemen kapının sağındaki duvarda şifre paneli gördüğünde biraz daha yaklaşıp baktı. Sıfırdan dokuza dek numaraların bulunduğu tuşlar harici yukarıda ufak bir ekran vardı ve ekranın üzerinde 'Kartı Okutunuz.' yazısı vardı. Anlaşılan içeri ya kartla ya da şifreyle giriş vardı. Merih daha da şüphelendi. Böyle bir güvenlik sağlanan bir laboratuvarda ters bir şeylerin döndüğü artık açık ve netti. Uyuşturucu muydu? Yasa dışı döviz mi üretiliyordu? Bunların Alçin ile ilgisi neydi? Merih sıkıntıyla nefesini dışarı verdi. İçeri girmesi şarttı ama nasıl yapacağını kısa süre içinde bulamazsa her şey için çok geç olabilirdi. Kapıdan içeriye baktı. İçeride birkaç beyaz önlüklü birilerini belli belirsiz seçebiliyordu. Camdan odaların içinde kendi hallerinde uğraşıyorlar birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. İçeridekilerin kaç kişi olduğunu sayan Merih fazla kalabalık olmadıkları için içi rahatlamış hafifçe geri çekilerek geldiği yöne doğru yürümeye başlamıştı. Laboratuvarın başka bir girişi daha olmalıydı. Orayı bulmaktan başka çaresi yoktu anlaşılan. Hızlı hızla koridorda ilerlerken ileride gördüğü kapıyla adımlarını bu kez oraya yöneltti. Gelirken fark etmediği kapının önünde durduğunda uzanıp kapının üst kısmındaki camdan içeri baktı önce. İçeride kimse görünmüyordu. Kapının kolunu tuttuğunda refleks olarak eli belindeki silaha gitmişti. Kapıyı yavaşça açtı, içeriyi dinledi dikkatle. İçeride yanan lambanın cızırtısından başka hiçbir ses duyulmuyordu. Dikkatle içeri girip etrafa bakındı. Tek göz olan oda bir spor salonunun soyunma odasından farksız görünüyordu; yan yana dizilmiş dolaplar, ortada uzunca bir oturak ve birkaç ayaklı askılık... İçeride kimsenin olmadığından emin olan Merih elini belinden çekip kapıyı dikkatle kapattı ve içeri yürümeye başladı. Ayaklı askılıkların birinde yeşilli siyahlı bir oduncu gömleği, siyah kot bir pantolon asılıydı. Bir dolabın önünde çıkarılmış eski beyaz bir spor ayakkabı, ortadaki uzunca oturağın üzerinde bırakılmış yarısı boş bir pet şişe su vardı. Anlaşılan burası bir soyunma odasıydı. Zaman kaybetmeden dolapları yoklamaya başladı. Hızlı hızlı açıp dolapların içini kontrol eden Merih birkaç boş dolabın ardından açtığı dolu dolapla duraksadı. Dolabın içinde beyaz bir önlük asılıydı. Bir çırpıda askılıktan kurtardığı önlüğü eline alan Merih önlüğü aramaya başladı. Cebinde bir kimlik kartı bulduğunda karta hızla bir göz attı; Mustafa Akgün. Seçkin bir üniversitede profesördü. Kimlikteki fotoğrafına bakılırsa kırkların sonunda bir adama benziyordu. Merih hızla beyaz önlüğü üzerine geçirdi ve odadan çıktı. Belki bu kimlikle içeri girebilir üzerindeki önlükle dikkat çekmeden dolaşabilirdi. Tekrar kapının önüne geldiğinde şifre panelinin ekranına kartı gösterdi ve bekledi. Bir uyarı sesinin ardından ekranın yanında yanıp sönen kırmızı ışık yeşil ışığa döndü, ardından kapı ardına kadar açılmaya başladı. Merih derin bir nefes aldı. Kartı ekrandan çektiğinde 'Giriş Onaylandı' yazısını görmüştü. Dönüp içeri girdi. Hemen ardından kapı kapandığında etrafa bakınmaya başladı. Girişten itibaren sağa ve sola ayrılan iki koridor uzanıyordu. Yan yana cam duvarlarla ayrılmış odalar, odaların içinde çeşitli aletler vardı. Hemen sol çaprazdaki oda Merih'in dikkatini çekti. Odanın içinde üç kimyager görünüyordu. Birisinin kafasında büyükçe şeffaf bir gözlük vardı ve elindeki beherin içine uzun ince bir tüpten dikkatle kırmızı sıvı döküyordu. Bir diğeri masadaki hesap makinesiyle uğraşarak elindeki deftere bir şeyler yazarken hemen onun başında bir şeyler söyleyen kimyagerin kafası karışmışa benziyordu. Hepsi pür dikkat kendi işleriyle meşgulken Merih ona seslenen biriyle kendine geldi.

"Bu şekilde içeri girmeyi düşünmüyorsunuz umarım."

Merih başını çevirip sesin geldiği yöne baktı. Hemen biraz yanında elinde bir paspasla kırklı yaşlarında bir adam dikiliyordu. Temizlik görevlisi olmalıydı. Adam hemen kapının yanındaki dezenfekten kutusunu işaret etti.

"Giriş ve çıkışlarda ellerinizi dezenfekte edin lütfen."

Merih adamın sözleriyle kutuya ilerledi. Adam, o ellerini iyice dezenfekte edene dek başında dikilmiş ardından işine devam etmişti. Merih adamın dikkatini çekmemek için sağ koridora yöneldiğinde odalara bakarak ilerlemeye başladı. Hemen hemen her odada kimyagerler vardı ve bir arı misali çalışıyorlardı. Bir an polisi aramayı düşündü ama vazgeçti. Eski meslektaşlarını görmek ona her şeyden çok acı verirdi. İlk önce burada neler döndüğünü çözmeliydi. Ama önceliği Alçin'i bulmaktı. Her geçtiği odanın içine dikkatle bakarken gözleri Alçin'i arıyordu. İstediğini bulamadı. Birer cam hücreye benzeyen bu odalarda sadece beyaz önlüklü kimyagerler vardı. Bu durum onu biraz sinirlendirdi. Uzun zamandır hissetmediği gerginlik tüm vücudunu ele geçirmiş gibi kasları gittikçe sertleşiyordu. Biraz daha gerilirse vücudu taş kesilecekti sanki. Koridorun iki yanına dizilmiş sıra sıra odacıklara bakmaktan koridorun sonuna geldiğini dahi fark edememişti. Başını çevirip karşıya baktığında ise adımları yavaşladı, durdu ve tam karşısındaki camdan aşağı baktı. Aşağıda türlü aletlerle masanın başında bir şeylerle uğraşan Atilla'yı gördüğünde ise kaşları çatılmış adama duyduğu nedensiz öfkeyle onu izlemeye koyulmuştu.

 Aşağıda türlü aletlerle masanın başında bir şeylerle uğraşan Atilla'yı gördüğünde ise kaşları çatılmış adama duyduğu nedensiz öfkeyle onu izlemeye koyulmuştu

Öyle odaklanmış görünüyordu ki dünyadan bir haberdi sanki. Yüzünde ciddi bir tebessüm gözünü dahi kırpmadan önündeki beheri karıştırıyordu. Arkada çalan Antonio Vivaldi - The Four Seoson's, "Winter" klasiğinin ağırlığıyla beheri diğer eliyle nazikçe tutup kaldırdı ve memnuniyetle gülümsedi. Gözlerinde bir tutku, bir hayranlık vardı. Elleri hafifçe titredi, parmağındaki yüzükler beherin ince camına çarparken küçük tıkırtılar yankılandı.

"Birilerini izleyecek vaktin varsa bana yardım et."

Koridordan gelen sesle Merih'in dikkati dağıldı. Başını çevirip sesin geldiği yöne baktığında ise genç sayılabilecek orta yaşlı bir adamın ona yaklaştığını gördü. Sol taraftan yana atılıp taranmış siyah saçları, beyaz teni ve gür kaşlarıyla oldukça bakımlı bir adamdı. Yüzüne oturmuş büyük siyah çerçeveli bir gözlük takıyordu. Uzun boyuna göre orantılı bir kilosu olan adamın üzerinde diğerleri gibi beyaz bir önlük, elinde ise birkaç kağıt vardı. Merih cevap vermeden adamın yaklaşmasını bekledi. Adamın yüzündeki gülümseme herhangi bir tehdit oluşturuyor gibi görünmüyordu. Rahat yürüyüşüne bakılırsa Merih'i de bir tehdit olarak görmediği açıktı. Merih'in biraz ilerisinde durdu ve aşağı bir göz attı. Kendinden emin ama rahat bir tavırla Merih'i süzüp "Seni daha önce burada görmedim." dedi. Merih bozuntuya vermeden cevap verdi:

"Normaldir, bugün başladım."

Adam başını salladı: "Belli oluyor, sana yardımcı olayım beni takip et." dedi ve Merih'in cevabını beklemeden yürümeye başladı. İtiraz dahi etmeye fırsat bulamayan Merih ise adamın Alçin'in yerini bilebileceği ihtimalini düşünerek onu takip etmeye başladı. Bir ihtimal bir şeyler öğrenebilirdi. Hızlı adımlarla koridorda ilerleyen adam elindeki kağıtlara göz atarken diğer elindeki kalemin arkasına sürekli basıyordu. Yankılanan sinir bozucu sesle Merih bir süre odaklanmakta zorluk çekti. Sesini çıkarmıyordu ama en ufak şeyin bile onu bu kadar germesi ne kadar endişeli olduğunun bir göstergesiydi.

"Genelde gruplar halinde çalışıyoruz. Her departmandan birer kişi bulunuyor."

Adamın sözleriyle Merih etrafa bakınmayı kesip ona döndü.

"Gruplar halinde mi? Neden?"

Adam gülümseyerek burnuna doğru düşen gözlüğünü işaret parmağıyla itti.

"Rekabet ortamı yaratmak için."

Merih sesini çıkarmadı. Yanlış bir şey söyleyip kendini ele vermek istemiyordu. Adam devam etti:

"Atilla Bey çok zeki adam. Öyle ki herkesi tek bir masada toplayıp eşit muamele gösterirse bizlerin işi savsaklayacağının farkındaydı. Bunu önlemek için laboratuvarda hiyerarşiye benzer bir sistem yarattı. Öncelikle bizden üçerli gruplara ayırılmamızı istedi ve grup üyelerini seçme işini bize bıraktı. Ayrılan gruplardan mevcut araştırma konusunda yol kat edenlerin maaşları kalıcı olarak artırılıyor ve diğer araştırmacıların üzerinde söz hakkı sahip olabiliyor. Bu da diğerlerinin önünü kesmek için gerekli olan gücü veriyor. "

Merih'in çatılan kaşları adamın gözünden kaçmadı.

"Acımasız ama etkili bir yöntem. Kısacası buradaki herkes yarış içinde. Kendini buna hazırla, çünkü burada kural yok." diye devam etti. Merih anlamadı.

"Kural yok da ne demek?"

Adam güldü ve cevap verdi:

"Çalışmalarını diğer araştırmacılar çalabilir, arkandan işler çevrilebilir ve seni işinden edebilirler demek. "

"O zaman sana neden güveneyim?"

Merih'in net cevabıyla kısa bir süre onu süzen adam "İstemiyorsan güvenmezsin." dedi ve aniden dönüp yandaki odaya girdi. Merih onun peşinden yavaş adımlarla odaya girdiğinde etrafa bakındı. Masaların üzeri beherlerle, ocak benzeri tüplerle ve adını dahi bilmediği aletlerle doluydu. Beherlerin kimi tombulca, kimisi ise uzun inceydi. Çeşitli şekillerdeki beherlerin içinde kırmızı bir sıvı birbirine bağlı tüplerin içinde geziniyor sondaki silindir şeklindeki büyük beherin içine damla damla dökülüyordu. İçeride laboratuvarın kimyasal kokusu değil de keskin bir boya kokusu hakimdi.

 

"Benim ekibime katılabilirsin."

Merih adamın sözlerini pek dinliyor gibi görünmüyordu. Onun yerine etrafta gezinerek neler olduğunu çözmeye çalışıyordu.

"Sana burada işlerin nasıl yürüdüğünü öğretirim."

Merih ona cevap vermedi. Masanın üzerindeki kağıtlara uzandığında üzerinde karışık hesaplamaların olduğu kağıda hızla bir göz atmıştı. Hiçbir şey anlamadığı kesindi, yine de göz atmaya devam etti. Alçin'e ait bir iz, bir bilgi bulma umudu vardı içinde. Nereden nasıl başlayacağını bilmediği için yazı dolu kağıtlara sarılmıştı amaçsızca. Kağıtları bırakıp çekmeceleri ve dolapları kurcalamaya başladı. Öyle dalmış görünüyordu ki kimyagerin ona uzun süredir dik dik baktığının dahi farkına varmadı. Bir süre sessizlik olmuştu ki adam gözlüğünü düzelterek Merih'e bakmaya devam etti.

"Bageti uzatır mısın?"

Merih duraksadı. Önce adama ardından önünde duran çeşitli aletlere baktı. Hiçbirinin ne adını ne de ne işe yaradığını biliyordu. Dönüp tekrar adama bakmıştı ki kimyagerin yüzünden her şey okunuyordu; Merih'in bir işler çevirdiğini anlamıştı. Gözlerini kısarak başını hafifçe yukarı kaldırdı. Yüzünde tedirgin edici belli belirsiz bir gülümseme vardı. Merih'in eli beline gidecek gibi olsa da duraksadı. Adamın tepkisizliği onu germişti ancak sakin kalması gerekliydi. Öyle ki adam da bir o kadar sakindi. Oturduğu yerden kalkmadı, bir süre ona bakmaya devam etti.

"Neden buradasın?"

Merih elini yavaşça indirip adamın şüpheli ama rahat gözlerine karşılık verdi. Odanın dışında kimsenin olmadığından emin olduktan sonra cevap verdi.

"Sen neden buradasın? Eğer buna cevap verirsen ben de sana cevap vereceğim."

Adam gülüp başını salladı. Anlaşılan karşısında yamana atılmayacak biri vardı. Yine de ellerini iki yana açıp yumuşak bir ifadeyle kendini savundu.

"Benim için kolay bir soru; araştırmam için tabii ki."

"Ben de bunu soruyorum; hangi araştırman için?"

"Bunu sana neden söyleyeyim?"

"Neden mi? Ben de bu takımın bir üyesiyim. Adımı, uzmanlık alanımı bile sormadan beni takıma dahil eden sendin."

Merih'in bu sözleriyle adam sustu. Yüzündeki gülümseme biraz olsun durulmuş bir an gardını indirmişti. Merih adama yüklenmeye devam etti.

"Böyle bir dikkatsizlik ve umursamazlık bir kimyagerin yapacağı şey değil."

Adamın yüzündeki gülümseme giderek silindi, yavaşça ayağa kalktı ve Merih'e yavaş adımlarla yaklaşıp tam karşısında durdu. Uzun uzun ona baktıktan sonra "O zaman sen..." diyerek duraksadı. Ardından "Sen polissin!" diyerek birden elini beline atmış saniyeler içinde Merih'e bir silah doğrultmuştu. Aynı çeviklik ve hızla karşılık veren Merih de eş zamanlı olarak silahını çıkardı ve ona doğrulttu.

"Eski polis..." diye ekledi. Aralarında birkaç adım mesafe vardı ve ikisinin de silah tutan eli titremiyordu. Tereddütsüz bakışlar doğruca birbirine bakarken adamın gülümsemesi yeniden yüzünde belirdi.

"Ne o? Erken emeklilik mi?"

"Sayılır."

"Silah kullanmayı beceremediğin için mi?"

"Aksine, fazla iyi kullandığım için."

"Ne kadar iyi?"

"Öğrenmek mi istiyorsun?"

Adam cevap vermedi. Etrafı cam duvarlarla çevrili laboratuvarda iki beyaz önlüklünün birbirine silah çektiği görülse asıl sorun ve karmaşa o zaman başlayacaktı. İkisi de bunun farkındaydı. Adam yavaşça silahını indirdiğinde Merih de onun ardından indirdi.

"Bunun için doğru yer ve zamanın burası olmadığına eminim."

Adamın sözlerine Merih karşılık vermedi. Yalnızca taviz vermeden ona bakmaya devam etti. Adam ise az önce ona silah çekmemiş gibi arkasını döndü ve sordu.

"Burada ne arıyorsun?"

Merih başta buna cevap vermek istemedi. Ama eğer biraz daha burada oyalanırsa her şey için çok geç olabilirdi.

"Bir kadını arıyorum."

"Burada çalışan çok kadın yok."

"Alçin'i arıyorum."

Merih'in verdiği cevapla adam tekrar ona döndü. Bir süre sessiz kaldıktan sonra tam bir şey söyleyecekken kapı tıklatıldı ve içeri bir beyaz önlüklü bir kimyager girdi.

"Atilla Bey kendi laboratuvarında kısa bir konuşma yapacağını söyledi. Herkesi bekliyor."

Hemen ardından odadan çıktığında Merih adama döndü. Adam da ona kısa bir bakış atıp kapıya yöneldiğinde Merih onun önüne geçti.

"Alçin nerede?"

"Bunu söyleyemem."

"Ama ben senin bir sahtekâr olduğunu herkese söyleyebilirim."

Merih'in açık tehdidiyle adamın kaşları çatıldı. Yüzü gerilmiş gözlerinden bir öfke rüzgarı geçmişti.

"Aynı şeyi ben de senin için yapabilirim."

"Benim kaybedecek hiçbir şeyim yok."

Adam sustu. Merih'in kararlı sözleri ve duruşu vazgeçecek gibi durmuyordu. Mantıklı düşünemiyordu. Birçok kötü senaryoya kendini hazırlamıştı ancak başına böyle bir şey geleceğini hiç düşünmemişti.

"Beni takip et." diyerek yürümeye başladığında Merih endişeyle etrafına bakındı ardından adamı takip etmeye başladı. Anlaşılan onu kolay kolay konuşturamayacaktı. Aşağı inene dek ikisi de konuşmadı. Adam hızlı adımlarla önde yürüyor Merih ise etrafa bakınarak kendini olası tehditlere hazırlıyordu. Koridorun başından Atilla Bey'in sesi duyulmaya başladı. Yaklaştıkça sesi netleşiyordu. Merih söylenenleri anlamaya çalışırken ileride toplanan kalabalığı gördü. Onlarca beyaz önlüklü toplanmış en önde yüzü onlara dönük Atilla bir konuşma yapmak için hazırlanıyordu. Merih biraz daha yaklaşıp Atilla'nın onu göremeyeceği şekilde kalabalığın arasına karıştı.

"Sevgili dostlarım!" diye başladı sözlerine Atilla.

"Dostlarım diyorum zira siz meslektaşlarım çalışma arkadaşlarımdan çok bir aile gibi, dostum gibi oldunuz. Zorluklara benimle birlikte göğüs gerdiniz ve sıkı çalışmalarınızla bana destek oldunuz. Biliyorsunuz ki ben bir kimyagerden önce bir sanatçıyım. Elli bir yıllık hayatımın neredeyse hepsi sanatla iç içe geçti. Babam bir mimardı. Mimardan ziyade bir sanatçıydı ve bana sanatın sevgiyi göstermenin en iyi yolu olduğunu söylerdi. Çocukken bunun ne demek olduğunu anlamamıştım. Ta ki babam annem için bu evi çizip yaptırana dek. Evde yoğun bir lavanta kokusu olduğunu hepiniz fark etmişsinizdir. Neden olduğunu bileniniz var mı?"

Kimseden ses çıkmadı. Anlaşılan kimse bilmiyordu.

"Annemin zayıf bir bünyesi vardı. Çok ağır astım hastasıydı ve sık sık astım krizleri geçirerek her seferinde boğulma tehlikesi geçiriyordu. Sadece bir koku onu rahatlatıyordu; lavanta kokusu. Kendimi bildim bileli evde lavanta kokusu var ve nereden nasıl geldiğini bir türlü çözemedim. Çevreden geldiğini düşündüm başta. Bilgisi ve eğitimine gerçekten güvendiğim bir arkadaşıma danıştığımda ise bu civarın koşullarının lavanta yetişmesi için uygun olmadığını ancak oksijen bakımından çok zengin ve çok temiz bir havasına sahip olduğunu söyledi. Biraz daha üzerine gidip kütüphaneden evin çizimlerini ve notlarını buldum ama babam çalışmalarını kendi bulduğu dille yapardı. Hâlâ çözemedim ancak hâlâ üzerinde çalıştığım çok önemli konulardan biri. Eminim bu evin mimarisinde daha çok şey gizli. İnsanda hayranlık uyandırıyor değil mi? İşte bunu fark ettikten sonra anladım bazı şeyleri. Seviyorum demek kolaydır, önemli olan bunu göstermektir. Gösterilmeyen sevginin yavan inancı kalbi doyurmaz. "

Atilla dolu gözlerini masasına çevirdi ve kırmızı bir örtüye baktı kısa süre. Hafifçe uzanıp örtüye dokundu. Ardından sözlerine devam etti:

"Sizi buraya toplamamın amacı çalışmalarınızın meyvesini doğrudan size göstermek istediğimdendir."

Elini koyduğu kırmızı örtüyü çektiğinde araştırmacılar merakla hareketlendi. Arkadakiler ne olup bittiğini görmek için öndekileri biraz iteklemiş dikkatlerini örtünün altından çıkan tabloya vermişlerdi. Eserde uzunca siyah saçları olan bir kadının kırmızı elbisesi dikkat çekiyordu. Bir çarşaf misali rüzgarda savrulan kırmızı elbise uzunca ve oldukça boldu. Kadın elinde bir şemsiye tutarak başını eğmiş yerdeki kırmızı çiçeklere bakıyordu.

 

"Yakın zamanda açılacak sergimin son eseri kızımın bu portresidir. Bu hayattaki en değerli varlıklarımdan biri olan güzel kızım; Alçin, sergide en gözde yerini alacak ve sanat camiasında ilelebet varlığını sanat olarak sürdürecektir. Biraz önce de bahsettiğim gibi; sevmek söylemekle değil göstermekle olur. Bunu sevgili kızım ve oğluma göstermekten hiçbir zaman geri durmayacağım."

Bu sözlerin ardından toplanan kalabalıktan bir alkış tufanı kopmuş Atilla ise gururla gülümseyerek kalabalıktan gelen tebrikleri memnuniyetle kabul etmişti. Alkışlar yavaşça dindiğinde Atilla ellerini önünde birleştirdi. Ellerinde her zamankinin aksine eldiven yoktu. Bastonu da köşedeki özel bir tutacaktaydı. Üzerindeki ince çizgili lacivert takım kalıp gibi fit vücuduna oturmuş saçları her zamanki gibi temiz ve bakımlı görünüyordu. Kendinden emin ve kibirli bakışlarını kalabalığın arasında gezdirirken Merih biraz daha gerilere çekilerek yüzünü gizlemeye çalıştı.

"Bildiğiniz gibi çok uzun zamandır hayalini kurduğum bir proje var. Daha önce hiçbir sanatçının aklına gelmeyen çok özgün ve gerçek bir sanat yaratacağım. Aşkın, sevginin, aile bağlarının, değerin, güvenin, sadakatin ilmek ilmek işlendiği bir sanat... Başta imkansızmış gibi gelen bir hayalin uğruna kurduğum bu laboratuvarı organize etmek çok zordu ancak buralara kadar geleceğinden hiçbir zaman şüphem olmadı. Kaybedeceğim bir savaşa girmek benim tarzıma göre değil ve ben bu savaşı kazanacağım. Önümüzdeki sergi olduğunda hayalimin altıda birlik kısmı gerçekleşmiş olacak. Daha yolun başı gibi gözükse de alışmaya başladığımız süreç diğer kısımlarda çok daha hızlanacak. Zor olan başlamaktı ve en zor kısmını atlattık sayılır."

Kısa bir sessizlik girdi araya. Atilla'nın odada yankılanan sesi koridorlara kadar taşıyor odaları dönüp dolaşıp tekrar duyuluyordu. Ellerini iki yana açıp kaşlarını kaldırdı ve kalabalığa hitaben konuşmasına kaldığı yerden devam etti:

"Gelelim en güzel konuşmanın en güzel kısmına. Öncelikle sizlere büyük bir teşekkür borçlu olduğumu belirtmek isterim. Şüphesiz sanat için yalnızca hayal etmek yetmez, asıl sanat sanatçı tarafından icra edildiğinde sanat olur. Sanat gözle görülür, elle tutulur ve en önemlisi hissedilir. Bu güne dek bunun için çabaladım ve nihayet bu çabanın meyvesini almaya başladım. Sizler olmasaydınız muhtemelen hayalim çok daha uzak olacaktı. Ama sizlerin çabalarınızla artık sanatımı elle tutabiliyor, görebiliyor, hissedebiliyor ve onaylayabiliyorum. Çabalarınızın karşılıksız kalmayacak. Sergiden elde ettiğim gelirlerin tamamı sizin için bağışlanacak. Hepiniz sergiye davetlisiniz!"

Atilla'nın gururla söylediği sözler kibrini örtmüyordu. Ancak kalabalık onun bu sözlerini büyük bir coşkuyla alkışlamış şimdiden dolacak ceplerinin derdine düşmüşlerdi. Alkışlar dinmeye başladığında Atilla uzanıp masasında duran küçük boya kutusunu eline aldı.

"İşte, hepimizin çabaları, emekleri ve sanatı bu kutunun içinde. Aylardır verdiğimiz uğraş sadece elli mililitre bir boya için gibi görünebilir. Ama unuttuğunuz bir şey var; bu elimde tuttuğum kutunun fiyatı yaklaşık yedi milyon dolar."

Merih pür dikkat Atilla'yı dinlerken söylediklerini anlamaya çalışıyordu.

"İşte benim de peşinde olduğum şey bu." dedi gözlüklü adam Merih'e doğru eğilerek. Bu sözlerin ardından Merih adama dönmüş başta sözlerine anlam verememişti. Ama Atilla'nın söylediği rakamı hatırlayınca her şeyi anladı. Beyaz önlük giymiş sahte kimyagerin tek derdi boyanın ederiydi. Hırsız olduğu düşünüldüğünde Merih'in polis olduğunu anlayınca panikleyip ona silah çekmesi çok doğaldı.

"Neden bu kadar pahalı?"

Merih'in sorduğu soruyla adam ona döndü.

"Çünkü bu özel seri boya fabrikada değil yalnızca laboratuvarda üretilebiliyor. Eğer uygun koşullar sağlanırsa elli mililitrecik bu boyanın elde edilmesi yaklaşık üç ayı buluyor. Uzun vadede az bir miktar üretilebilen boyanın ederi tabii ki fazla olacak."

Merih'in aklında onlarca soru işareti belirmişti. Hangi sorunun peşinden gideceğini çözemiyordu. Atilla'yı dinlemeye devam etti.

"Başlarda rüya gibi bir hayatım vardı. Başarılı bir ailede doğmak tamamen şans eseri olsa da bunu değerlendirmek de benim başarımdı. Çok sevdiğim kimya branşında derece yaparak mezun oldum. Uzun sayılabilecek bir süre bu alanda ilerleyip çokça başarılar elde etsem de çocukluğumdan beridir babamın öğrettiği sanata olan ilgim gün ve gün arttı. Boş vakitlerimde yaptığım çizimlere hobi olarak bakarken bir gün 'Sevdiğim iki işi neden bir arada yapmıyorum?' sorusu çıktı karşıma. Uzun süre düşündüm bu soruyu ve nihayet kimya ve resimin ortak bir paydasını buldum; Boya. Elimde avucumda ne varsa ortaya döküp boya fabrikamı kurduğumda üretilen boyalar beni tatmin etmedi. Çizdiğim resimlerde fabrikamın ürettiği boyaları kullanıyordum ama renklerde istediğim o canlılığı, akışı, pürüzsüzlüğü bir türlü yakalayamıyordum. Eserlerimin sanat camiasında zirve yaptığı zamanlar araştırma için Japonya'ya gittim. Oradaki fabrikaları, kimyagerleri, sanatçıları ziyaret ederken sevgili eşim Hinata ile tanıştık. Rüya gibi bir evliliğin ardından dört evladımız oldu. Hepsi birbirinden güzel dünyanın en güzel evlatlarıydı benim için. Her şey kusursuzdu. Çok mutluydum. Ta ki biricik eşim vefat edene dek. İlk kez kaybetmenin ne demek olduğunu o zaman anladım. Çok sevdiğin birinin bir daha asla geri gelmeyeceğini bilerek sanki hiç var olmamış gibi kaybolması benim için dayanılmaz bir acıydı. Evlatlarımı da kaybetmekten korktum. Hayatımın geri kalanını onlar için adadım ama iki evladımı; Onur ve İnci'yi de kaybettiğimde ölümün önüne geçemeyeceğimi anladım. Tam her şeyden vazgeçmiş gerçekleri kabullenmiştim ki sevdiklerimi sanatımla yaşatabileceğimi fark ettim. Nasıl mı?"

Atilla elindeki boya kutusunu herkesin net bir şekilde görebilmesi için biraz daha kaldırdı.

"Sevgili kızım Alçin'in kanı ile."

Merih'in kaşları çatıldı. İçini saran bir his bu konuşmanın hiç de iyi yerlere gitmediğini söylüyordu. Aklından milyonlarca olasılık geçerken tek bir iyi ihtimal görünmüyordu bu sözlerde.

"Korkularımın üstesinden gelmenin yolunu buldum. Artık kızım ölse bile sorun değil. Neden mi? Çünkü artık Alçin, kendi kanından üretilen bu boya ile kızım eserlerde sonsuza dek yaşayacak."

Merih başından aşağı buz gibi bir suyun döküldüğünü hissetti. Başını yanındakine çevirdiğinde "N-nasıl?" diyebildi sadece. Adam ona dönmeye dahi tenezzül etmeden "Duyduğun gibi. Bu özel seri boya kendi kızının kanından üretiliyor ve fahiş fiyatlardan bazı sanatçılara kalite adı altında satıyorlar. Tam bir psikopat değil mi?" dedi ve güldü. Merih yutkunarak tekrar başını Atilla'ya çevirdi. Artık onun ne dediğini duymuyor etraftaki uğultulara kulak asmıyordu. Gözünün önüne Alçin'in zayıf bedeninin saniyelik görüntüleri gelmeye başladı. Bir dal parçası kadar ince kolları, belirgin mavi mor damarları, çökük yanakları, boş ve anlamsız bakan gözleri, uzun siyah saçları, iskeleti andıran ince uzun parmakları, Merih'in eline damlayan o kırmızı boya... Demek bedeni hasta olduğu için değil kanının emilmesinden dolayı bu kadar güzçsüz ve zayıftı. Bunca zamandır babasının vampir dişlerini taşımıştı şah damarında. Bir anda kendini dehşetin ortasında buldu. Öğrendiği gerçeklerle toparlanmaya çalıştı, uzun bir süre başaramadı. Bu durum Alçin'in öldüğü anlamına mı geliyordu? Bir baba bunu kendi evladına nasıl yapabilirdi? Dehşetin ardından bir öfke sardı bedenini. Eli yavaşça belindeki silaha gitmiş gözlerini Atilla'nın tam alnının ortasına dikmişti. İşte o zaman uzun süre önce uyuttuğu içindeki o acımasız canavar yeniden uyandı. Onca masum insanın kanına girdikten sonra böyle bir caninin canını almak çok basit ve anlamlı geliyordu onun için. Hiç zor olmayacaktı. Hatta bir iyilik yapmış bile sayılabilirdi. O gün hissettiği o doyumsuz öfke yeniden kanını kaynatmaya başladı. Hemen ensesinde bir canavarın nefesini hissediyordu adeta. Kana susamış bir vampir gibi intikama, nefrete, öfkeye susamıştı. O günden bu güne dek bastırdığı vahşi duyguları boynundan şah damarına zerk edilen bir zehir gibi önce sol yanağına, sonra başına ve hemen ardından sol kolunu uyuşturdu. Birden kulağına doluşan gülüşme sesleriyle katilin yalnızca bir kişi olmadığını fark etti. Etrafını saran beyaz önlüklü onlarca kişi Alçin'in kanına girmişti. Ona bu eziyeti hep birlikte yapmış ardından bu yaptıkları şeyle Merih'in gözleri önünde övünmeye başlamışlardı. Her fark ettiği detayla öfkesi daha da büyüyordu. İstese dakikalar içinde buradakilerin ölü bedenlerini oturup keyifle izleyebilirdi. Bundan alacağı hazzın tadını daha önce tatmış içindeki o canavar Merih'in kulağına öyle şeyler söylüyordu ki şeytan bile bir köşeye çekilip sadece izledi. Bir şey yapmasına gerek kalmayacağını çok iyi biliyordu. Çünkü insanın nefsi şeytanın yapacağını her zaman ondan önce yapardı. Merih birden kendine geldi. Burada kendi nefsiyle verdiği savaş ona yalnızca zaman kaybettirecekti. Onları öldürmek de hayatında hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Merih yine katil olarak kalacak, içindeki öfkeyi dindirmeye yetmeyecekti. Adama dönüp sorduğu sert sorusuyla nihayet adam ona dönme tenezzülünde bulundu. Ama Merih'e döndüğü an içi korkuyla titredi. Çünkü Merih ilk göründüğü adamdan çok daha farklı biri gibi görünüyordu.

"Alçin nerede?"

 

Bölüm Sonu.❤️‍🔥
Umarım okurken keyif vermiştir.🌟
Oy ve kitabın gidişatı hakkında yorumlarınızı bekliyorum.
Sonraki bölümde görüşmek üzere.💫

 

Sevgilerimle... ❤️‍🩹

 

Loading...
0%