Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@msmarvi

 

 

Selammmm!

 

İkinci bölüm sonunda yayında. Bölümü tam anlamıyla dikkatle çok düzenleyemedim ama sizi de fazla bekletmek istemedim.

 

Yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmeyin.🥰

 

Keyifli okumalar.🤩

 

Tam önünde duran mezarlığa dakikalarca tek kelime edemeden öylece bakan Merih uzun süre kendine gelemedi. Korumasını istediği neydi? Cesetler mi?

"Kato Hinata Anka." dedi Alçin. Bir süre duraksadı. Merih ona baktığında ise davam etti.

"Ortadaki mezar, annemin."

"Onur Anka. Sağdaki mezar, abimin."

"Ve İnci Anka. Soldaki mezar, ablamın."

Merih tekrar dönüp yan yana dizilmiş üç mezara baktı. Özenli ve bakımlı mezarlarda etrafta gördüğü kırmızı çiçeklerden vardı yine.

"Tek istediğim onları koruman."

Merih anlam veremedi.

"Ölü birini neden korumak istiyorsun?"

Alçin bir süre cevap veremedi. Yutkundu. Onların üzerini örten toprağın kokusunu almak dahi onu çok kötü hissettiriyordu. Ama bir yabancının yanında zayıf görünmek istemiyordu. Başı dik doğruca görmeyen gözlerini mezarlığa dikti.

"Çünkü yaşarken onları koruyamadım."

Merih, Alçin'in sağ gözünden yanağına süzülen bir damla yaşı gördüğünde çatık kaşları düzeldi. İçindeki acıya rağmen yüz ifadesi bir taş gibi soğuk ve sertti. İnatçılığından ve dik başlılığından ödün vermiyordu. Öyle ki ağlarken mimik dahi oynamamıştı yüzünde.

"Onları korumak için bir katilden mi medet umuyorsun?"

Cinayetten hapis yattığını çok iyi biliyordu. Normalde insanlar bunu duyar duymaz buzdan bir duvar örüp kaçarlardı Merih'ten. Ama bu kadın körlüğüne rağmen bir başına onun yanında durmaktan çekinmiyordu.

"Kim olduğun umurumda değil. Ölü birini tekrar öldüremezsin sonuçta."

Merih bu umursamaz kadına inanamayarak baktı.

"Peki ya sen?"

Alçin kaşlarını kaldırdı.

"Ben mi? Ben de bu mezardakilerden farksızım."

Yavaşça Merih'e doğru çevirdi yüzünü.

"Fazla zamanım kalmadı. Vücudum artık dayanmıyor. Eğer beni öldürürsen yalnızca bana iyilik yapmış olursun."

Bu da ne demekti? Hasta mıydı? Ardından dönüp geldikleri yoldan geri yürümeye başladı. Merih bir mezara bir de Alçin'e bakıp arkasından onu takip etmeye başladı. Tam bir şey söyleyeceği sırada Alçin konuştu.

"Merak etme. Anneni de buraya getirebilirsin."

Merih de tam bu konu hakkında bahane etmek için hazırlanıyordu.

"Annen güzel yemek yapar mı?"

"Evet."

Alçin de şaşırmış bir ses tonuyla "Harika. Tam da bir aşçıya ihtiyacım vardı." demişti. Aslında evin bir aşçısı vardı ama Alçin, Merih'in annesini bahane etmesini istemiyordu.

"Hem burada rahat edecektir. Kalabalık onu daha fazla yorar." Dediği sırada Merih hemen cevap verdi.

"Onu senin gibi bir cadının yormasındansa kalabalığın yormasını yeğlerim."

Alçin duraksayıp ona döndü. Çok sinirlenmişti. Onu hemen burada paramparça etmek istiyordu. Ama kendine hakim oldu. Sonuçta onu işe almak istiyorsa onun suyuna gitmeliydi. Merih, Alçin'in sinirlendiğini anlayarak merakla ne cevap vereceğini bekledi. Eğer onu hemen burada kovarsa her şey daha kolay olacaktı. Bunu bilerek yapmıştı.

"Ona iyi davranacağım."

Ama Alçin'in bu sözleriyle oldukça şaşırdı. Hiçbir şey söylemeden ona bakmaya devam ederken Alçin de sözlerine devam etmişti.

"Söz veriyorum. Ona iyi davranacağım."

Merih şüpheci bakışlarını onun üzerinde gezdirmeye devam etti.

"Sözlerini tutar mısın?"

"Eğer ona kötü davrandığımı görürsen istediğin zaman burayı terk edebilirsin. Sözleşmeye bunu ekleteceğim."

Merih sesini çıkarmadı. Alçin de tekrar önüne dönmüş, yürümeye devam etmişti. Aslında fena fikir sayılmazdı. Sonuçta bu kadının peşinde koşturmayacak sadece mezar bekçiliği yapacaktı. Annesi de gözünün önünde yemek yapmakla meşgul olacaktı. Aldığı dolgun maaşla birkaç ay sonra en azından bir ev alacak para biriktirebilirdi. Gerçekten cazip bir teklifti ama içine sinmeyen bir şeyler vardı ve aklı karışıktı. Bunu enine boyuna düşünmek istiyordu. Birden Alçin'in takılıp düşmesiyle Merih düşüncelerinden sıyrıldı. Kafası bunlarla meşgulken Alçin'in ayağı minyatür bir melek heykeline takılmıştı. Dizlerinin üzerine düşen Alçin ne olduğunu anlamayarak bir süre öylece kaldı. Hemen ardından büyük bir öfkeyle minyatür heykeli elleriyle yoklayarak buldu ve amansızca bağırarak fırlattı.

"Bunun yerini kim değiştirdi!?"

Başka bir bronz heykele çarparak parçalara ayrılan minyatür melek heykeli etrafa saçılırken birkaç çalışan korkuyla işlerini bırakıp ona dönmüştü. Hepsi ses çıkarmamaya özen göstererek öylece Alçin'e baktılar. Ona yardım etmek için kimse kılını kıpırdatmadı. Merih etrafındaki çalışanlara baktı. Hepsi birer birer işlerinin başına tekrar dönmüş düşen Alçin'i umursamamışlardı. Alçin düştüğü yerde kaldı öylece. Saydığı adımları karışmış yönünü tamamen kaybetmişti. Neredeydi şimdi? Yanlış yöne mi gitmişti? Kalbi korkuyla çarpmaya başladı. Büyük boş bir çukurun içine düşmüştü sanki. Nerede olduğunu kestiremiyordu. Küçüklüğünden beri bazı çalışanlar ona bunu yapıyordu. Yön bulduğu heykellerin yerlerini değiştirerek onu bir labirentin içine hapis ediyorlardı adeta. Saatlerce bahçede dolanıp duran Alçin bazen yorularak öylece olduğu yere çöküyor ve birinin onu bulmasını bekliyordu. Bazen ise önüne böyle engeller koyup düşmesini sağlıyorlardı. Böylece çalışanlar sinsice gülüp bu cadıyla eğlenmenin bir yolunu buluyorlardı. Bunu yapanları da hiçbir zaman bulamıyordu. Bazen gözlerinin önünde yapılıyordu ama kim olduğunu hiçbir zaman anlamamıştı. Korkuyla ne yapacağına düşünen Alçin birden omuzlarında iki el hissettiğinde kendine geldi. Merih yavaşça onu yerden kaldırdığında önüne gelen birkaç heykel parçasını da ayağıyla itmiş yolunu temizlemişti. Alçin hâlâ şaşkınca onu dinliyordu. Ne yaptığını anlamıştı. Merih, Alçin'in bir eline uzanıp bileğinden tuttu ve tişörtünü tutmasını sağladı.

"Biraz da sen beni takip et."

Cevap vermesini beklemeden yürümeye başladığı sırada itiraz dahi etmeye fırsat bulamayan Alçin şaşkınlığın da etkisiyle onun peşinden yürümeye başladı. O sırada Merih kapının önünde dikilen bir adamı görmesiyle tekrar duraksadı. Üzerinde özenle ütülenmiş bir takım elbise, ellerinde deri eldiven ve işlemeli bir bastonla tam kapının önünde duruyordu. Gür saçlarının yanlarında biraz beyazlık olsa da düzgünce geriye taranmıştı. Yaşına göre gayet fit ve karizmatik görünüyordu. Oldukça yakışıklıydı. Hemen gerisinde uşak Jules dikiliyordu. Öfkeli bir yüz ifadesiyle Merih'i izlemeyi bırakıp onlara doğru yürümeye başladı. Bastonun yere değen 'Tak, tak, tak' sesleriyle birden bütün çalışanlar işlerini bırakıp saygı duruşuna geçmişti. Alçin bu sesi çok iyi tanıyordu. Bütün sinirlerinin gerildiğini hissetti. Merih, Alçin'in tişörtünü daha çok sıktığını fark ederek başını hafifçe ona çevirdi. O sırada onun önünden öylece geçip giden adam Alçin'in önünde durdu, derin bir nefes alıp Alçin'in diğer eline uzandı.

"Daha kaç kez Jules olmadan etrafta dolanmamanı söyleyeceğim sana? Bak elini incitmişsin."

Yüz ifadesinin aksine sesi oldukça sakin ve sevecendi.

"Kan kaybetmemen gerektiğini iyi biliyorsun. Şu bir damla kan senin için ne kadar önemli farkında değil misin?"

Alçin adamın sözlerini dinleyip sertçe elini çekti. Hiçbir şey söylemeden sanki onu görebiliyormuş da görmek istemiyormuş gibi yüzünü yana çevirdi. Adam tekrar derin bir nefes aldı.

"Ah benim huysuz, güzel kızım. Hâlâ küs müsün bana? Kendine daha fazla dikkat etmelisin."

Uzanıp Alçin'in saçlarını okşayıp bir öpücük kondurdu. Ardından Merih'e döndü. Onu çekinmeden baştan aşağı süzüp sordu.

"Yeni koruman mı?"

Ne Alçin ne de Merih cevap vermişti. Adam kaşlarını kaldırdı. Yüz ifadesini biraz yumuşatarak alaycı bir ses tonuyla konuştu.

"Bakalım bu delikanlı en fazla kaç gün yanında barınacak?"

Ardından Merih'in omzuna elini koyup birkaç defa hafifçe vurdu.

"Benim küçük cadıma göz kulak ol olur mu?"

Dönüp bir kez daha Alçin'e baktı. Gözlerinden şefkat fışkırıyordu sanki.

"O annesinin bana bağışladığı en nadide çiçek."

O sırada başka bir çalışan içeriden göründü.

"Atilla Bey, fabrikadan bir telefon geldi."

Adam çalışana dönüp yürümeye başladı. Tam içeri girerken ise "Jules. Kızıma bunu yapanı bul." demişti.

"Baş üstüne efendim."

Saygıyla eğilip bunları söyleyen Jules adamın peşinden giderken Alçin, Merih'in tişörtünü bırakıp içeri yürümeye başladı. Nerede olduğunu babası yanına gelirken bastonun kaç kez yere vurduğunu sayarak anlamıştı. Merih bir süre Alçin'in peşinden baktı. Onu rahatsız eden bir şey vardı. Hiçbir şeyden memnun olmuyordu sanki. Onun bu hırçınlık ve huysuzluğuna anlam veremiyordu. Sarayları andıran bir evi, bitmek tükenmek bilmeyen parası, ünü, hatta ona ilgili bir babası vardı. Daha ne isteyebilirdi ki? Alçin'i takip ederek içeri girdi. Hiçbir şey söylemeden tekrar odaya çıkana dek peşinden gittiğinde Alçin koca salonun ortasında durdu.

"İstediğiniz tüm şartlar karşılanacak. Yol, yemek ve giyim masraflarınızı da karşılayacağım. Ayrıca ev merkezden uzak olduğu için annenle birlikte burada kalacaksınız."

Ardından dönüp yandaki heykele doğru yürüdü. Açık teras kapısından esen rüzgâr heykelin elindeki uzun kırmızı bir bez parçasını dalgalandırıyordu. Bu bez parçasının da uçlarında zil benzeri süsler vardı ve rüzgâr estikçe onlar da şıngırdıyordu. Alçin uzanıp heykelin elindeki bez parçasını aldı ve gözlerine bağlamaya başladı.

"Benim tek şartım; mezarlığı koruman. O mezarlığın içine benden başka kimse girmesine izin vermeyeceksin. Buna babam da dahil."

Bağlı gözleriyle Merih'e döndü. Yavaşça ona yaklaşmaya başladığında bol elbisesinin bir kolunu sıvayıp elini bileğine götürdü. Tam bir adım önünde durduğunda uzanıp Merih'in bileğinden tuttu ve sarılı eline kırmızı bilekliği bıraktı.

"Yarın sabah annenle birlikte seni kapıda bekliyor olacağım."

Merih bilekliğe bakıp avucunu sıktı. Ardından Alçin'e öylesine bir göz atıp hiçbir şey söylemeden geri çekildi. Ona geleceğini söyleyip umutlandırmak istememişti. Buraya bilekliğini geri almak için gelmişti. Almak istediğini de almıştı. Gerisi onu ilgilendirmiyordu. Arkasına dahi bakmadan o dik yokuşu bir çırpıda indiğinde kafası o kadar doluydu ki ne ara yola indiğini dahi fark etmemişti. Çok geçmeden gelen dolmuşa atladığında boş bir koltuğa oturup camdan dışarı bakmaya başladı. Bir eliyle bileğine taktığı kırmızı bileklikle oynarken içindeki rahatsız edici histen kurtulamamıştı. Bilekliği bulmuştu. Annesi artık üzülmeyecekti. Bu onun içini rahatlatması gerekirken neden daha kötü bir hisle kaplanmıştı. O kadını gördüğü için miydi? Döktüğü o sessiz gözyaşı, çalışanların ona karşı muamelesi, boş bakışları ve bedeninin zayıflığı gözlerinin önünden gitmiyordu. Vicdan mı yapıyordu yoksa? Telefonunu çıkarıp arama çubuğuna Alçin'in adını yazdı. Anında önüne düşen fotoğraf ve yazılara baktı.

"Alçin Anka

Türk Ressam.

Alçin Anka; (3 Kasım 1994, Türkiye) Türk ressam. Yeni nesil ekspresyonizim akımının izlerini taşıyan tablolarıyla genç yaşına rağmen kısa sürede dünyaca ün kazanmıştır. Yine dünyaca ünlü ressam Atilla Anka (27 Haziran 1972, Türkiye) babası olup annesi ise Japonya'da önemli eserlerle tanınmış yazar Kato Hinata (1 Ağustos 1971 – 23 Ağustos 2016)'dır. Sanat dünyasıyla iç içe doğup büyüyen Alçin Anka, Atilla ve Hinata çiftinin dört çocuğundan hayatta kalan iki çocuğundan biridir. Talihsiz bir genetik hastalık yüzünden altı yaşında görme yetisini kaybetmesine rağmen ressamlıktan vazgeçmeyerek tarihe iz bırakan saf yeteneğini gözler önüne sürmekten çekinmemiştir. Özel hayatını medyaya yansıtmayan genç ressam gözlerden uzak bir hayat yaşamayı seçmiştir. Hayatına nadide eserler vermeye devam ederek babasıyla birlikte yaşamaktadır. "

Merih sayfayı kaydırıp alttaki fotoğraflara baktı. Ama gördüğü fotoğraflar onu çok şaşırtmıştı. Çünkü Alçin'i hiç böyle görmemişti.

 Çünkü Alçin'i hiç böyle görmemişti

kişi, şahıs, insan yüzü, hatun kişi, bayan içeren bir resimAçıklama otomatik olarak oluşturuldu

çim, kişi, şahıs, hatun kişi, bayan içeren bir resimAçıklama otomatik olarak oluşturuldu

kişi, şahıs, hatun kişi, giyim, bayan içeren bir resimAçıklama otomatik olarak oluşturuldu

Bir an başkası sandı


Bir an başkası sandı. Ama dikkatli bakınca gerçketen o olduğu anlaşılıyordu. Yüzünün güldüğünü göreceğini düşünmemişti. Ama fotoğraflarda o yorgun, bitkin, zayıf ve huysuz kızdan eser yoktu. Gülüşü de bir o kadar saf ve masum görünüyordu. Hasta olmadan önce çekilmiş olmalıydı bu fotoğraflar. Çünkü şimdiki haliyle bu fotoğrafların alakası yoktu. Merih daha fazla bakamadan telefonun tuş kilidini kapattı. İçindeki o huzursuz edici his gördüklerinden sonra daha da çekilmez bir hâl almıştı. Vicdanı el vermese de insanî duygularına yenilmek istemiyordu. Çünkü başına ne geldiyse iyi niyeti yüzünden gelmişti ve hâlâ akıllanmıyordu. Cama başını yaslayıp düşünmemeye çalıştı. Acaba annesi o yokken ne yapmıştı? Normalde Merih yanında olmadığında sürekli onu arardı ama bu kez aramamıştı. Ona hâlâ küstü sonuçta. Neyse ki bilekliği geri almıştı. Gerisi artık kolaydı. Annesinin bilekliği gördüğünde barışacağından emindi. Dolmuştan indikten sonra bir pastaneye uğrayarak annesinin en sevdiği kalpli pastadan aldı. Otobüs durağına ilerlediği sırada ise yolun kenarına oturmuş çiçekçi bir kadını gördüğünde adımlarını yavaşlattı. Annesi çiçekleri de çok severdi. Çiçeklerin önüne geldiğinde duraksadı. Renk renk, çeşit çeşit çiçekler biraz cansız görünse de esen tatlı rüzgarla titreyen taç yapraklardan bazıları kopup havada savrularak yola düşüyordu. Burnuna çalan güzel kokularla derin bir nefes alan Merih uzun süre çiçeklere bakmış olmalı ki çiçekçi kadın seslendi.

"Bu kadar kararsız kaldığına göre çok önemli biri olmalı."

Merih başını kaldırıp kırklı yaşlarındaki kadına baktı. Esmer bir teni simsiyah gözleri vardı. Başına bağladığı masmavi bir yemeninin kenarlarına küçük beyaz boncuklar işlenmişti. Üzerinde düz kırmızı bir penye kilolu vücuduna yapışmıştı ve kulaklarından altın renkli iki küpe sarkıyordu. Merih gözlerini kadından çekip gülümsedi.

"Evet. Çok önemli."

Kadın delikanlıyı öylesine bir süzdükten sonra biraz sessiz kaldı. Ama karar vermekte zorlanıyor görünüyordu.

"Ona ne söylemek istiyorsun?"

Kadının sözleriyle Merih tekrar ona döndü. Ne demek istediğini anlamamıştı. Kadın devam etti.

"İnsanlarla konuşmanın başka bir yolu da çiçeklerdir. Çiçeklerin kendine özgü dilleri ve anlamları vardır."

Merih kadını dinledikten sonra bir kez daha çiçeklere göz gezdirdi. Gözüne tanıdık sarı bir çiçek takılmıştı. Bu çiçekleri hatırlıyordu. Babasının annesine aldığı çiçeklerdi bunlar. Öyle çok sık çiçek almazdı ama özel günleri de genelde es geçmez en azından elinde bir çiçek demetiyle gelirdi eve.

"Bunlardan bir demet yapabilir misin?"

Kadın çiçekelere bakıp ayağa kalktı.

"Sarı frezya içten gelen sıcak sevgiyi temsil eder. Güzel seçim."

Merih biraz şaşırmıştı. Bu çiçeklerin böyle bir anlam taşıdığını bilmiyordu. Babasının böyle ince düşünen biri olduğunu fark etmemişti. Bazı aksilik ve huysuzlukları olsa da o kadar kötü bir eş sayılmazdı. Uzatılan bir demet çiçekle Merih kendine gelip teşekkür etti. Parasını ödeyip çiçek demetine bakarak tekrar yürümeye başladı. Annesi bunları görünce çok mutlu olacaktı.

Anahtarı çevirip kapıyı açan Merih içeri girdiğinde ilk gördüğü Buğra'ydı. Üzerinde beyaz uzun bir bornoz odasının kapısının önünde bir şeyler söylüyordu.

"Diloş kıyafetlerimi almam lazım aç kapıyı artık."

Dış kapının açıldığını duyduğunda ise dönüp arkadaşı Merih'e baktı.

"Yalvarırım bilekliği bulduğunu söyle."

Saatlerdir kapının önünde Dilay'ı ikna etmeye çalışıyordu. Merih, Buğra'nın haline şöyle bir gülüp kapının önünde durdu, bilekliğini çıkardı ve kapının altından diğer odaya itti.

"Sana bir sürprizim var. Bak bileklik burada."

Dilay oğlunun sesini duyduğunda dikkatle onu dinledi. Üzerindeki örtüyü itip doğruldu, kapının altından içeri gönderilen bilekliğe baktı. Yavaşça yataktan çıkıp kapının önünde durduğunda eğilip bilekliği eline aldı ve dikkatle incelemeye koyuldu. Bu gerçekten kendi yaptığı bileklikti. Uzanıp kilidi çevirdi ve kapıyı açtı. Onu elinde çiçekle karşılayan oğlunu görür görmez içindeki tüm öfkesi ve üzüntüsü dağılmıştı. Yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşirken Merih'in yüzünü inceledi dikkatle. Çok yorgun görünüyordu ama yüz ifadesi bir o kadar yumuşaktı. Birden oğlunun boynuna atlayıp sıkıca sarıldı. Merih de annesine sarılırken rahat bir nefes aldı. Saaterdir beklediği an buydu.

"Anneni hâlâ seviyor musun?"

Belli belirsiz bir mırıltıyla çıkan sesiyle Merih ona daha sıkı sarıldı.

"Seni her zaman seveceğim."

Dilay geri çekilip hemen çiçeklere yapıştı.

"Bunlar, bunlar frezya çiçekleri. Çok severim, çiçekleri çok severim. Baban hep bunlardan alırdı."

Yüzündeki mutluluk görülmeye değerdi. Merih gülümseyerek onu izlerken bir yandan pastayı çıkarıyordu.

"Bak sana ne aldım."

Dilay kalpli pastayı gördüğünde havalara uçmuştu adeta. Yerinde duramayarak zıplamış hemen eline almıştı.

"Kalpli pasta! Neli? Çilekli mi?"

Merih başını salladı.

"Evet çilekli."

Dilay'ın uzun zamandır bu kadar heyecanlı ve mutlu olduğunu hatırlamıyordu Merih. Keşke daha fazlasını yapabilseydi ama şimdilik elinden gelen yalnızca buydu.

"Mum dikip üfleyeceğim."

Koşarak mutfağa giderken Buğra, Merih'in omzuna hefifçe vurup güldü.

"Neredeymiş şu eşi benzeri olmayan bileklik?"

Merih arkadaşına döndü.

"Kör cadıda."

Buğra anlamayarak ona baktığında Merih devam etti.

"Anlattığım ressam vardı ya..."

Buğra yeni anlamış gibi "Ha... Şu sana iş teklifi veren kadın." demişti. Ardından duraksadı ve sordu.

"Geri nasıl aldın?"

"Şart koştu."

"Şart mı? Ne şartı?"

"İş teklifini kabul edersem bilekliği vereceğini söyledi."

"Ne kadar maaş vereceğini söyledi?"

"Yirmi bin dolar."

"Ne!? Bileklik sende olduğuna göre kabul ettiğin anlamına geliyor bu. Hayatımız kurtuldu sonunda! Merih benimle evlenir misin? İstersen üç, dört, beş fark etmez istediğin kadar kuma getirebilirsin üzerime."

Merih boynuna atlamaya çalışan Buğra'yı tek eliyle kendinden uzaklaştırdı.

"Dünyada bir sen kalsan da dönüp bakmam sana."

"Tamam ama arkadaşınım değil mi? Değil mi?"

Merih, Buğra'nın tavırlarına gülerken pastayı mumlarla süslemiş Dilay oturma odasındaki orta sehpanın önünde yere çöküp pastayı bıraktı ve ellerini birbirine vurdu.

"Peki Dilay ne olacak?"

Buğra'nın sorusuyla Merih "Ona da aşçılık teklif etti." dediğinde Buğra'nın gözleri büyüdü.

"Oradan da bi' yirmi bin dersek... Canım anam!" diyerek Dilay'ın yanına koşup çöktü. Dilay, Buğra'nın pastayı yiyeceğini düşünerek hemen önüne çekti ve kollarıyla siper etti.

"Üzerini giy. Sapıklar böyle dolaşır."

"Giyeceğim ama beni oğlun olarak kabul et önce."

"Hayır benim oğlum var zaten."

"O zaman kızın olarak kabul et."

İkisi birbirine laf yetiştirirken Merih araya girdi.

"Kabul etmedim."

Buğra şok olmuş birden Merih'e dönmüştü.

"Ne demek kabul etmedim? Sen salak mısın!? Böyle bir fırsat kaçar mı?"

Merih onu umursamadan elini havada savurdu ve odaya yöneldi.

"Kabul de etmeyeceğim. O cadıyla uğraşacak sabrım yok."

"Ne kadar terbiyesizce! Cadı değil, zatı şahane sultan Alçin Anka hanım diyeceksin!"

O sırada kulakları çınlayan Alçin odasının terasında yaz rüzgarının ağaçlarda çıkardığı hışırtıyı dinliyordu.

"Saat geldi Alçin hanım."

Yardımcı kadının ona seslenmesiyle Alçin başını hafifçe kaldırdı. Bugün günlerden cuma mıydı? Günler ne çabuk geçiyordu.

"Hasta olduğumu söyle."

"Atilla bey mazeret kabul etmeyeceğini bildirmemi istedi."

Alçin sinirle dişlerini sıktı. Ardından geri dönerek içeri girdi. Yardımcı kadın da peşinden onu takip ediyordu.

"Umut nerede?"

Alçin'in sorusuna yardımcı kadın cevap verdi.

"Odasında çoktan uyudu."

Alçin cevap vermeden odadan çıktı ve bir süre yürüdü. Çift kapılı kapının önüne geldiğinde durdu. Yardımcı kadın kapıyı çalıp bir süre bekledi. Çift kapı açıldığında içeriden Jules görünmüştü. Kapının önünde bekleyen Alçin'i gördüğünde hafifçe yana çekilip ona yol verdi. Alçin bir süre daha bekledi kapının önünde. İçerinin boğuk havasını kapının önünden dahi hissediyordu. Fazla düşünmeden içeri girdiğinde yardımcı kadın ve uşak odadan çıkmıştı. Alçin burnuna çarpan keskin kitap kokularıyla öylece ortada dikildi. Burası evin kütüphanesiydi.

Babası bir ressamdan ziyade deha bir kimyagerdi de

Babası bir ressamdan ziyade deha bir kimyagerdi de. Çok iyi bir üniversitede eğitim almış kimya bölümünden birincilikle mezun olmuştu. Hobi olarak yaptığı ressamlık zamanla asıl mesleği olmuş kimyagerlik ise bir hobiye dönüşmüştü. Öyle ki günün çoğunu bu kütüphanede geçirir sürekli araştırmalar yapardı. Hatta evde bir labaratuvarı vardı. Gerekli deneylerini orada yapmaktan çekinmez çoğu servetini son teknoloji labaratuvar aletlerine yatırırdı. Zamanla zevk alarak yaptığı iki mesleğini birleştirme düşüncesiyle bir boya fabrikası kurmuş kendi yaptığı araştırmalarla özel boyalar üretmeye başlamıştı. Ürettiği boyaları kendi resimlerini çizmekte kullandığı gibi pazara da sürerek ticarete de dökmüştü. Ünlü ressamlarla birlikte varlıklı insanlar da bu boyaları almak için adeta yarışıyorlardı. Çünkü üretilen boyalar yalnızca resim için değil her türlü boya işinde kullanılabiliyordu. Akıllara gelebilecek bütün sektörlerde; bina, araba hatta bazı uçak firmaları dahi bu boyalara talipti. Ve boyacılık sektöründe zirveyi seneler boyunca korumaya devam ediyordu.

"Saat 22.03 . Geç kaldın."

Atilla kızına bakarak oturduğu yerden kalktı.

 

"Senin için ne kadar uğraştığımı görmüyor musun?"

Yavaş adımlarla ona doğru ilerlerken konuşmaya devam ediyordu.

"Zaman çok kıymetli Alçin. Zamanı ve beraberinde götürdüğü hiçbir şeyi geri getiremezsin."

Alçin cevap vermeden ona yaklaşan adım seslerini dinledi.

"Küçükken bana anlattığın hayallerini hatırlıyor musun?"

"Benim gibi bir ressam, annen gibi başarılı biri olmak istediğini söylerdin."

"Hatta bizi daha geçmek istediğini dünyanın en iyisi olacağını söylerdin."

"Benden yardım istedin ve ben de sana yardım edeceğime söz verdim."

Atilla tam kızının önünde durup çenesinden tuttu nazikçe ve başını kaldırıp doğrudan gözlerine baktı.

"Baban olarak her zaman yanında olduğumu biliyorsun benim güzel kızım. Annen olsaydı eminim o da elinden geleni yapardı."

"Her gününü tek tek, saati saatine planlıyorum. Senin için... Hayallerine ulaşman için..."

Kızının yanağını okşarken bu sözlerin ardından birden duraksadı. Alçak ama sert bir ses tonu ile tekrar konuştu.

"Sense planını aksatıyorsun."

Alçin babasının karşısında tüm cadılığını yitiriyordu. Ona karşı çıkamıyor içinden geçenleri söyleyemiyordu.

"Sadece üç dakika-"

Alçin konuşmaya başlar başlamaz sözünü kesti.

"Evet artık üç dakika daha uzaksın hayallerine."

Genç kız bir süre duraksadı. Ardından içinde bulduğu cesaret tohumuyla konuşmaya çalıştı.

"O hayalleri kurduğum zamanlar kör değildim. Başarımı, yeteneklerimi, potansiyelimi görebiliyordum."

Atilla kızını dikkatle dinledi. Kendisi fark etmese de bakışlarındaki umutsuzluğu o görebiliyordu.

"Görmekten kastın nedir? Başarı, yetenek bunları gözlerinle nasıl görebilirsin?"

Alçin bir adım atıp hakim olamadığı heyecanıyla "Evet görmek. Gözlerimle yaptığım o tabloları görmek, o tabloların doğurduğu başarıları görmek istiyorum duymak değil." demişti. Atilla bir süre sessiz kaldı. Onun için zor olduğunu biliyordu ama bunları uzun zaman önce aşması gerekirdi. O ise hâlâ altı yaşında takılı kalmıştı.

"Görmek bunların var olduğunu kanıtlayamayacağı gibi görememek de var olmadığını kanıtlamaz."

Ardından yavaşça geri döndü ve devam etti.

"İrlandalı filozof George Berkeley'e göre düşünülen ve deneyimlenen her şey yalnızca zihinlerde var olur. Onları göremez duyamaz ya da hissedemeze var olmayı bırakırlar. Körler de farkında olmasa da zamanla böyle düşünmeye başlarlar. Göremedikleri şeyin var olmadığına, gerçek olmadığına inanmaya başlarlar. "

Alçin kısık bir ses tonuyla "Esse est percipi." (Var olmak algılanmaktır.) dedi hemen ardından "Ama bu nesneler için geçerli." diye ekledi.

"Düşünceler de zihninin nesneleridir."

Atilla bardağına biraz viski doldururken cevap vermişti. Alçin sessizliğini bozmadığında sordu.

"İnsanlar dua ederken, bir dilek dilerken ya da sevdiklerini öperken neden gözlerini kapatırlar biliyor musun?"

Alçin yine cevap vermemişti.

"Çünkü bir şeylerin varlığını bilmenin ortak dili görmek değil hissetmektir. İnsanlar göremedikleri şeyi hissetmek ister."

Kristal bardağı dudaklarına götürüp bir yudum aldı.

"Senin yapman gereken de bu; göremiyorsan hissedeceksin."

Alçin düşündü.

"O zaman Berkeley'in yanıldığını mı söylüyorsun?"

Atilla bütün duvarları kaplayan kitaplıkların bir rafına uzanıp seçtiği kitabı eline aldı.

"Elbette öyle söylüyorum. Eğer onun felsefesi doğru olsaydı annen öldüğünde var olmayı bırakırdı. Evet onu göremiyorum ama varlığını hissedebiliyorum. Anlayacağın, ben de senin gibi körüm. Beni kör eden şey ise annenin aşkı. "

Alçin babasını dinlerken içine biraz burukluk çökmüştü. Babasının annesini ne kadar çok sevdiğini biliyordu. Cennet gibi bir çocukluk geçirdiği hatrındaydı hâlâ. Ama annesi öldükten sonra cennetin yerini alan bir ceheneme düşmüştü adeta. Ne olduysa ondan sonra olmuş babası tamamen farklı birine dönüşmüştü.

"Annen hayatta olsaydı bu düşünceyi savunabilirdim."

Alçin merak etti.

"Neden?"

Atilla kendi kendine güldü.

"Çünkü anneni gördüğümde diğer kadınlar benim için var olmaktan çıkıyordu."

Alçin babasının çevirdiği sayfaların sesini duyabiliyordu.

"Sende bu düşünceyi çürüten annem öldükten sonra diğer kadınların var olduğunu fark etmen miydi?"

Atilla başını kitaptan kaldırıp kızına baktı.

"Tam tersi. Anneni artık göremediğim halde hâlâ diğer kadınların var olmadığını fark ettiğimde çürüdü bu düşünce."

Karısına olan sevgisi bir gün dahi eksilmemişti. Öyle ki seneler önce ölen karısının ardından parmağındaki alyansı bir gün olsun çıkarmamıştı. Derin bir nefes aldı ve elindeki kitaba baktı.

"Bugün favorin olanı; annenin senin için yazdığı hikayeyi okuyacağım. Otur."

Alçin ezbere bildiği adımları atıp ona ayrılan koltuğa oturdu. Haftanın planına göre cuma günü saat 22.00'de okuma yapması gerekiyordu. Onun için özel basılmış kabartmalı kitapları vardı ama babası özellikle kendi okuduğu kitapları dinlemesini istiyordu. Kısaca her hafta babası ona kitap okur, Alçin de onu dinlerdi.

"Bir zamanlar okyanusun açıklarında büyük bir ada varmış. Bu adaya hiçbir felaket ulaşamaz hiçbir kötülük uğrayamazmış. Dünyanın sonu geldiğinde kıyametten kaçan iki kuş bu adadaki bir mağaraya saklanmış. Mağara o kadar büyük o kadar zenginmiş ki iki kuş daha önce hiç tatmadıkları lezzetli böcekleri tatmış daha önce hiç içmedikleri lezzetli sudan içmişler. Tek bir böcekle karınları hemen doymuş tek bir yudumla bütün yaraları iyileşmiş. Mağaranın rahatlığına hemen alışan iki kuş ölmekten korktukları için kıyamet bittikten sonra dahi o mağaradan çıkmayarak orada yaşamaya karar vermişler. Yıllar geçtikçe bu iki kuştan başka kuşlar türemiş ve bir krallık kurulmuş. Krallıktaki kuşlar bolluk ve refah içinde yaşarken zamanla görmenin ne demek olduğunu unutmuşlar. Çünkü doğdukları an onları mağaranın karanlığı karşılamış, karanlıkla büyümüş ve karanlıkta ölmüşler. Kör olduklarını zanneden kuşlar bir daha uçmaya da cesaret edememişler ve yavaşça uçmanın da ne demek olduğunu unutmuşlar. Asırlar sonra krallıktaki iki kuşun bir yavrusu olmuş. Karanlıkta büyüyen yavru da diğerleri gibi görmenin ya da uçmanın ne olduğunu bilmiyormuş. Ama büyüdükçe kafasını kurcalayan düşünceler de beraberinde gelmiş. Her gün sadece yemek yiyip su içip uyumak onu fazlasıyla sıkmaya başlamış. Koca bir karanlığın içinde yalnızca tüylerinin altındaki kalbinin atışını duymak istemeyerek şarkı söylemeye başladığında diğer kuşlar bu güzel sesi dinlemek için toplanıp ona eşlik etmiş ve teşekkür etmek için ona böcekler, tüyler ve çeşitli hediyeler vermişler. Bunu duyan anne ve babası yavrusuyla gurur duyarak ona sarılmış. Diğer kuşlar ona hediye getirmeye devam ettikçe yavrusunun başarısının gururunu duyan anne babası yavru kuştan daha fazla şarkı söylemesini daha gür söylemesini istemişler. Ebeveynlerinin mutluluğuyla mutlu olan yavru kuş ise her gün yeni şarkılar söyleyerek tüm mağaraya huzur getiriyormuş. Ama günden güne yavru kuşun boğazı ağrımaya hatta sesi gittikçe alçalmaya başlamış. Annesi yavrusunun sesini kaybedeceğini düşünerek en sonunda onun şarkı söylemesini istememiş. Ama babası sürekli şarkı söylemesinin ona bir zararı olmayacağını aksine onu daha geliştireceğini iddia ederek ona karşı çıkmış. Babası haklıymış çünkü zorluk çekmeden gelişmeye devam edemezmiş. Göremiyor ya da uçamıyorsa o zaman şarkı söyleyecekmiş. Anne babasının kavgasını duydukça kendi mutluluğunu da kaybeden yavru kuş eski sıkıcı hayatına tekrar dönmekten korkarak mutluluğu aramaya koyulmuş. Bir gün yavrusuyla birlikte mağarada dolaşan baba hiç beklemediği bir soruyla karşılaşmış.

"Baba, sen hiç mağaranın tavanına dokundun mu?"

Baba meraklı yavrusunu dinledikten sonra cevap vermiş.

"Hayır, dokunmadım."

Yavru aldığı cevapla düşünmüş.

"O zaman mağarada olduğumuzu nereden biliyorsun?"

Baba duraksayıp yavrusuna dönmüş. Yavru devam etmiş.

"Belki de mağarada değilizdir."

Baba gülerek yavrusunun başını okşamış.

"Mağarada olduğumuza eminim."

Yavru heyecanla konuşmuş.

"O zaman mağaranın tavanına dokunmak istiyorum."

Baba itiraz etmiş.

"İstesen de dokunamazsın."

"Neden?"

"Çünkü çok yüksekte. Oraya asla ulaşamazsın. Ayrıca ailenin yanından ayrılırsan büyük tehlikelerle karşılaşırsın. "

Yavru içini kaplayan bir hüzünle babasını dinlemiş. Ama en yükseğe ulaşıp tavana dokunma düşüncesini bile onu mutlu etmeye yetiyormuş. Aradığı mutluluğu en yüksekte bulabileceğini düşünerek babasından gizlice mağaranın en yüksek yerini aramaya koyulmuş. Karşılaştığı ilk kuşa sormuş.

"Bu mağaranın en yüksek yeri neresi?"

Kuş sesin geldiği yöne dönmüş.

"Mağaranın en yüksek yeri mi? Bilmiyorum. Orayı bulup ne yapacaksın?"

"Mağaranın tavanına dokunacağım."

"Neden?"

"Çünkü mutluluğu orada bulabilirim."

"Mutluluğu neden yüksekte arıyorsun? Burada zaten mutluyuz."

"Nasıl mutlu olabilirsin? Tek yaptığımız yemek yemek su içmek ve uyumak."

"İşte bu yüzden mutluyum. Yemeğim var, suyum var, sıcak yuvam var. Daha ne isteyebilirim ki?"

"Ya yukarıda daha fazlası varsa?"

"Daha fazlasını istemiyorum. Burada mutluyum." demiş ve yere çöküp uyumaya başlamış. Yavru kuş bir başka kuşa sormuş.

"Bu mağaranın en yüksek yeri neresi?"

Kuş ona dönüp cevap dahi vermeden yanından geçip gitmiş. Başka bir kuşa daha sormuş.

"Bu mağaradaki en yüksek yerin neresi olduğunu biliyor musun?"

"Hayır. Neden soruyorsun?"

"Yukarıda gerçekten tavan var mı merak ediyorum."

"Elbette tavan var."

"Nereden biliyorsun?"

"Çünkü atalarımız öyle söylüyor."

"Onların yanılmadıklarını nereden biliyorsun?"

"Büyükler her şeyin doğrusunu bilir de ondan."
diyerek yemeğini yiyen kuşun yanından uzaklaşan yavru kuş bu kez yaşlı bir kuşa sormuş.

"Mağaranın en yüksek yerini biliyor musun?"

"En yüksekte ne yapacaksın?"

"Mutluluğu arayacağım."

Yaşlı kuş ona cevap vermediğinde yavru kuş tekrar sormuş.

"Burada ne yapıyorsun?"

"Ölümü bekliyorum."

"Neden?"

"Çünkü yaşamak ölümü beklemektir. Bizler doğar, büyür ve ölürüz."

Aradığı cevabı burada da bulamayan yavru kuş başka bir kuşa daha sormaya karar vermiş.

"Mağaranın en yüksek yerinin nerede olduğunu biliyor musun?"

"Evet biliyorum. Su pınarının orada."

"Orayı nasıl bulabilirim?"

"Suyun sesini takip ederek. Ama en yüksekte ne yapacaksın?"

"Mutluluğu arayacağım."

"Orada mutluluğu bulamazsın."

"Neden?"

"Oraya çıkanlar deliriyor. Daha sonra ortadan birden kayboluyorlar. Orası lanetli."

Bu sözlerle yavru kuş korksa da merakı daha çok artmış. Hemen eve dönüp babasına sormuş.

"Baba lanetli yeri biliyor musun?"

"Evet biliyorum."

"Oraya çıkmak istiyorum."

"Bırak çıkmayı oraya yaklaşmamalısın bile. Orada yaşlı cadı kedi yaşıyor. Kuşları kandırıp tuzağa düşürüyor ve onları yiyerek besleniyor. "

Yavrusunun korkuyla titrediğini gören baba ona sıkıca sarılmış.

"Korkma. Baban seni her zaman koruyacak. Oraya neden çıkmak istiyorsun?"

Yavru kuş babasının sıcacık kucağına sığınmış.

"Mutluluğu arayacağım."

Baba ona sarılmaya devam ederken gülmüş.

"Mutluluğu yanlış yerde arıyorsun."

Yanlarında konuşulanları dinleyen annesi de onlara sarılmış.

"Evet, mutluluk burada, ailende."

Sıcacık mutluluğu tadan yavru kuş her ne kadar mutlu olsa da daha fazlasını istemiş. Merakına yenik düşerek mağaranın en yüksek yerine çıkmaya karar vermiş. Yavru kuş aradığını bulmak için karanlıkta suyun sesini takip ederek günlerce zorlu badireler atlatmış ve en sonunda mağaranın en yüksek yerine çıkmış. Kanadını açarak tavana dokunduğunda içini saran heyecanla mutluluğu bulduğuna inanmış ama biraz sonra içindeki heyecanla birlikte mutluluk da yavaşça kaybolmuş. Hüzünle tavandan kanadını çektiği sırada birden bir ses duyulmuş.

"Buraya gel küçük kuş. Sana istediğini vereceğim."

Yavru kuş korkuyla sesin nereden geldiğini anlamaya çalışmış.

"Sen de kimsin?"

"Ben bir cadıyım."

Cadının sesi her yerde yankılanırken devam etmiş.

"Burada ne arıyorsun?"

Yavru kuş korksa da cevap vermiş.

"Mutluluğu arıyorum."

Cadı kahkahalarla gülmüş, gülmüş, gülmüş.

"Sana aradığını vereceğim ama bir şartla."

"Ne şartı?"

"Ben sana mutluluğun nerede olduğunu söyleyeceğim. Sen de bana istediğimi vereceksin."

Yavru kuş mutluluğa kavuşmanın isteğiyle dolup taşarak düşünmeden kabul etmiş.

"Kabul ediyorum. Şimdi bana mutluluğun yerini söyle."

Yine cadının ürkütücü kahkahası duyulmuş.

"Zaten aradığın mutluluktan geliyorsun."

Yavru kuş düşünmüş. Anne babasının ne dediğini hatırladığında ise büyük bir pişmanlık kaplamış içini. Mutluluğu bırakıp buraya geldiğini fark ettiğinde ise çok geçmiş.

"Şimdi sıra sende. Sen de benim akşam yemeğim olacaksın."

Cadının sözleriyle korkup kaçmaya çalışan kuş başaramayıp cadının ellerine düşmüş. Ne kadar bağırarak çırpınsa da kimse ona bu yüksekte ulaşamazmış. Keyifle onu yemeye hazırlanan cadı Tam ağzını açmış ki birden yavru kuşun babası çıkagelmiş. Cadıyı gagalayarak yavrusundan uzaklaştırdığında canı yanan cadı kaçmaya çalışmış. Pes etmeden onunla savaşan baba kuş yavrusunu korumak için elinden geleni yapıyormuş. En sonunda cadının ayağı kayıp yüksek yerden düşmüş ve ölmüş. Böylece babası yavrusunu kurtarmış. Yuvalarına döndüklerinde anne kuş ağlamayı bırakıp hemen yavrusuna sarılmış. Yavru kuş da annesine sarıldığında anne konuşmuş.

"Bir daha anne babanın sözünden çıkma."

Yavru kuş ağlayarak özür dilemiş.

"Özür dilerim. Bir daha sizin sözünüzden çıkmayacağım."

Babası da onlara sarıldığında "Mutluluğun ailenin yanında olduğunu söylemiştim." demiş. Yavru kuşa bu büyük bir ders olmuş. Bir daha hiç ailesinin yanından ayrılmamış ve birlikte huzurlu, mutlu ve uzun bir ömür yaşamışlar."

Hikayeyi dinleyen Alçin babasının araladığı kitabı kapattığını duyarak kendine geldi. Atilla kızına bir göz attığında yüz ifadesindeki durgunluğu gördü ve sordu.

"Bir sorun mu var?"

Alçin başını hafifçe kaldırdı.

"Bilmiyorum. Bu hikayede yanlış bir şeyler var."

Atilla kitabı tekrar yerine koyarken duraksadı.

"Ne gibi?"

Alçin ise konuşmakta kararsız kalmıştı. Yine de cevap verdi.

"Bana hep eksik geliyor. Anlam veremiyorum."

Atilla kitabı yerine koyup iç çekti.

"Bugüne kadar annenin yazdıklarına ben de hiç anlam veremedim zaten. İlginç bir kalemi var. Ama şunu söyleyebilirim ki sana eksik gelmesinin sebebi her şeyi açıkça yazmak yerine o boşlukları okuyucunun doldurmasını istemesinden kaynaklanıyor. Özellikle kendi çocukları için yazdığı her hikaye eksik ve boşluklar çok fazla. Bunu sizin daha fazla düşünmenizi istediği için yaptı. Hem hayal gücünüzü geliştirmek hem de kurduğunuz bağlantılarla kurgunun içindeki anlamı cımbızla çıkarmanız onun için çok önemliydi. Ayrıca şunu da unutmamak lazım; annen bir roman yazarıydı çocuk kitabı yazarı değil. Belki de onun eksikliği ve tecrübesizliği var."

Alçin sessizliğini korudu. Bu cevap onu nedense tatmin etmemişti. O sırada odadaki eski saatin sarkacının vurmasıyla saatin on buçuk olduğunu anladı. Yavaşça ayağa kalktı ve ilerlemeye başladı.

"İyi geceler demeyecek misin?"

Babasının arkasından seslenmesini aldırmadan yürümeye devam etti.

"Yarın günlerden cumartesi. Kendini hazırla. Zorluk çıkarmanı istemiyorum."

Alçin duraksayıp onu dinlediğinde öfkeyle ona dönmüştü ki babası sözünü kesti.

"Umut nasıl? Birkaç gündür onu görmüyorum. Onu çok özlediğimi ve onu çok sevdiğimi söyle."

Alçin boğazına dizilen sözlerle birkaç saniye öylece kaldı. Ardından hızla dönüp odadan çıktı. Kızının arkasından bakan Atilla parmağındaki büyük zirkon taşlı yüzükle oynamayı bırakıp ellerini özenle ütülenmüş kumaş pantolonun cebine soktu. Bu asi kızının iplerini tutmak onu en çok yoran şeydi. Ama onu nasıl kontrol altına alacağını da çok iyi biliyordu. Onu elbette çok seviyordu ama iyi bir yaşamın acıyla elde edeceğini öğrenmesi gerekiyordu. Ona göre küçük kızının kendi ayaklarında durması gereksizdi. Bir baba olarak yanında var olduğu sürece ona dayanarak büyümesi en iyisiydi. Çünkü baba olmanın sorumluluğunu sonuna dek almak istiyordu. Onun için baba olmak buydu. Eşini ve iki çocuğunu kaybetmenin acısını hatırladıkça Alçin'i ve Umut'u kaybetme korkusuyla üzerlerine daha çok titriyordu. Ama bilmediği bir şey vardı. O da; bütün kötülüklerin aşırılıktan beslendiğiydi. Aşırı sevmenin sonu aşırı üzüntülü, aşırı düşünmenin sonu aşırı delilik ve aşırı güvenmenin sonu aşırı yaralayıcı olurdu. Ayrıca bir kuşu kaybetme korkusuyla aşırı sıkılan bir avuç, o kuşun ölmesine sebep olurdu. Atilla bunu görmezden gelerek aşırıya kaçıyordu. Farkındaydı ama sonuçlarını çoktan kabullenmişti. Çünkü madem ölüm kaçınılmazdı ki bunu çok acı öğrenmişti, o zaman çocuklarını sevgisiz mezara koymaktansa sevgiyle boğup mezara koymayı yeğlerdi.

 

Bölüm sonu.

 

Hikayemiz yavaş olsa da ilerlemeye devam ediyor. Ama sakın bıkmayın çünkü ilerideki gizemlerin temeli ilk bölümlerde. 💯

 

Lütfen yorumlarla bana geri bildirim yapmayı ve oy vermeyi unutmayın.

 

Sizleri çok seviyorum...❤️‍🔥
Sağlıcakla kalın. 🦋

 

Loading...
0%