Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@msmarvi

 

 

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum ♥️

 

Keyifli okumalar...

Yemekhaneyi dolduran çatal bıçak sesleriyle Merih bitirdiği yemeğinin ardından doğrulup karşısında hâlâ yemeğine devam eden annesine baktı. Ona dönüp bakmadan yalnızca yemeğini yemekle ilgileniyordu. Merih gece mesaisi bittiğinde doğruca odasına gitmiş biraz zorlansa da uyumuştu. Yemek saatinin geldiğini söyleyerek onu uyandıran annesi olmuştu.

"Nasıl gidiyor? Bir sorun var mı?"

Sorduğu soruyu annesi ciddiye dahi almadan yemeye devam etti.

"Sorun olmayacak. Yemek yapmayı seviyorum. Buradaki insanlar çok nazik."

Merih bunu duyduğuna sevindi. Yine de her şeyin yolunda olduğunu söylemek için henüz çok erkendi. O sırada onlara yaklaşan bir kadın hemen yanlarında durdu.

"Merih Bey, Alçin Hanım sizi odasında bekliyor."

Merih dönüp kadına baktı. Alçin'i en son odasına yerleştiğinde görmüştü. Bir an aklından çıkmış evde varlığını unutmuştu. Hafifçe başıyla onayladığında sandalyeyi geriye itip ayağa kalktı. Annesine gideceğini söyleyeceği sırada Dilay önce davranmış ona el sallayarak "Onu fazla bekletme." demişti. Merih gülümsedi. Ardından boş tabağını mutfağa bırakıp doğruca Alçin'in odasına yürüdü. Kapısının önü önceki gecenin aksine boştu. Etrafta da kimse görünmüyordu. Uzanıp kapıyı tıklattı ve bir süre bekledi. İçeriden girmesini söyleyen bir ses duyulduğunda ise kapı koluna uzandı. İçeri girdiğinde açık teras kapısından akın eden hava Merih'in yüzüne çarpmıştı. Kapıyı kapattığında rüzgarla dalgalanan perde de süzülerek eski halini aldı. Merih başını kaldırıp içeri baktı. Yatağında oturur bir vaziyette duran Alçin dikkatle sesleri dinledi. Karnına kadar örtülmüş yorganın altında öylece ayaklarını uzatmıştı. Elleri önde bağlı doğruca karşıya bakıyordu. Üzerinde saten bir pijamayla birlikte bir sabahlık da vardı.

"Yaklaş." dedi. Merih odaya bir göz attı. Kimse görünmüyordu. Yavaş adımlarla ona yaklaştı.

"Biraz daha."

Merih biraz daha yaklaşıp yanında durdu. Başını çevirip yanında duran Merih'i dinledi bir süre. O olduğundan emin olmak istiyordu.

"Solundaki komodinde bir ağrı kesici görüyor musun?"

Merih dönüp komodine baktı; yalnızca su ve boş bir gümüş tepsi vardı.

"Hayır yok. Beni bunun için çağırmadın değil mi?"

Alçin sanki bir ışık gözünü almış gibi gözlerini kapatıp başını tuttu.

"Akşamüzeri bir açılışa davetliyim. Senden bana eşlik etmeni isteyeceğim."

Merih kabul etmedi.

"Ben senin değil mezarlığın korumasıyım."

Onun gibi baş belasının arkasını toparlamaya niyeti yoktu. Sorun çıkarmakta üzerine yoktu. Dönüp yürümeye başladığı sırada Alçin "Ekstra mesai ödemesi alırsın." dediğinde Merih duraksadı. Alçin devam etti:

"Dışarıda geçirdiğimiz her dakika için beş dolar ödeme yapacağım."

Gayet iyi bir teklifti. Birkaç saat sanırım ona tahammül edebilirdi. Merih tekrar yüzünü ona döndü.

"Açılış saat kaçta?"

Alçin hafifçe gülümsedi ve cevap verdi:

"Akşam beşte çıkarız."

O sırada kapının açıldığını duydu ikisi de. Kapıyı çalmadan giren davetsiz misafirle Alçin duraksadı. Odaya bu şekilde giren çok az kişi vardı. Elini başından çekip dikkatle dinledi. Merih dikkat kesilen Alçin'den gözlerini çekip kapıya dikti.

"Abla..."

İçeri giren altı yaşlarında bir erkek çocuğu masum bakışlarla önce Alçin'e ardından Merih'e bakmıştı. Alçin küçük kardeşinin sesini duyar duymaz rahatladı.

"Umut. Buraya gel."

Koşarak yatağa çıkan küçük çocuk ablasına sıkıca sarıldığında Alçin onu hissetmek isteyerek elleriyle yoklamış ardından gülümseyerek saçlarına bir öpücük kondurmuştu.

"Nasıl geldin buraya? Biri gördü mü seni?"

Küçük çocuk "Hayır." dedi, "Seni çok özledim."

Alçin gülümseyerek saçlarını sevdi.

"Bugün hava çok güzel. Bahçede oyun oynayalım mı?"

Umut'un heyecanlı sorusuyla Alçin bir süre sessiz kaldı. Bedeni onun koşuşturmasına dayanacak güce sahip değildi. Ama bunu Umut'un bilmesini istemiyordu. Cevap vereceği sırada kapının çalındığını duydu.

"Alçin Hanım. Babanız sizi görmek için geldi."

Alçin dışarıdan belli etmese de panikleyerek Umut'u kucağına bastırdı. Umut da ürkekçe kapıya bakmış ardından Alçin'e dönerek "Abla..." demişti. Alçin yutkunarak "Şhh! Tamam. Çabuk terasa çık." diyerek kardeşini sakinleştirmeye çalıştı. Umut hızla yataktan inip terasa koştuğunda Alçin başını Merih'e doğru çevirdi.

"Ona göz kulak olur musun?"

Sesi titrek ve endişe doluydu. Merih ikisini saran bu telaşa anlam vermeye çalıştı bir süre. Bu evde dönen bir şeyler vardı ve artık bu bir his olmaktan çıkmış somut bir hâl almaya başlamıştı.

"Lütfen..."

Böyle mahcubiyet dolu bir rica bu hırçın kıza hiç yakışmıyordu. Merih, küçük çocuğun yüksek terastan düşebileceğini düşünerek gözlerini Alçin'den çekip terasa baktı. Ardından yürümeye başladı. Terasa çıktığında etrafa bakındı. Umut etrafta görünmüyordu. Merih uzunca olan terasta bakınarak yürümeye devam ettiğinde köşeye sinmiş saklanan küçük çocuğu fark ederek duraksadı. Bacaklarını kendine çekmiş başını dizlerine gömmüştü. Birinin önünde durduğunu fark ederek başını kaldırdı. O masum çekik siyah gözler korkuyla Merih'e dikilmişti. Dolu dolu her an ağlamaya hazırdı bakışları. Korkuyordu, hem de fazlasıyla. Merih onu ürkütmek istemeyerek eğildi, kollarından tuttu ve oturduğu yerden kaldırdı. Ardından sessiz olmasını söyleyerek onu kucağına aldı. O sırada yandaki açık camdan odaya giren Atilla Bey ve Jules'u gördüğünde fark edilmemek için duvara yaklaşıp onları izlemeye koyuldu.

Alçin yaklaşan babasının baston sesini dinledi bir süre. Bacaklarının titrediğini fark etmiş örtüyü biraz daha yukarı çekmişti.

"Daha iyi misin prensesim?"

Alçin cevap vermedi. Yalnızca artık dayanılmaz olan ağrılarının dinmesini istiyordu.

"Artık ağrı kesici içebilir miyim?"

Bir süre babadan cevap gelmedi. Ona o kadar değer verip sevdiği halde neden bu kadar soğuk davranıyordu bir türlü anlam veremiyordu Atilla. Oysa bu dünyada varı yoğu çocuklarıydı. Alçin'e doğru biraz daha yaklaştı. Yatağın ucunda dikilip iki elini de bastonuna koydu. Parmaklarındaki değerli taşlı büyük yüzükler parlıyordu.

"Henüz içemezsin."

Alçin'in kaşları çatıldı. Normalde bir gün sonra ağrı kesici içmesine izin verirdi.

"Neden?"

Babası derin bir nefes alıp gözlerini doğruca kızına dikti.

"Yeterli gelmedi."

Alçin bu sözlerle iyice gerildi. Bu da ne demekti şimdi?

"Ne demek yeterli gelmedi?"

Attilla kızının aksine gayet durgundu.

"Testler sonucunda istenilen miktarda elde edemediğimizi fark ettik."

Alçin kalbinin gittikçe hızlandığını fark etti.

"Yani?"

Babası kızının sert ama boş bakan gözlerine baktı doğruca.

"Tekrar yapacağız."

Alçin birden öfkeyle irkildi.

"Alabileceğin her şeyi aldın zaten!"

Sesi o kadar gür ve öfkeliydi ki terastaki korkuluklarda duran kumrular dahi uçuşarak kaçmıştı.

"Sandığından daha dayanıklısın."

Alçin içinin titrediğini hissediyordu.

"Beni öldürmek mi istiyorsun?"

Sessizce dudaklarından dökülen sözlerle babası başını kaldırdı.

"Atilla Bey, Alçin Hanım bir defa daha bunu kaldıramayabilir."

Arkadan duyulan Jules'un sözleriyle hepsi duraksadı. Bu beklenmedik bir kişiden beklenmedik bir müdahaleydi. Alçin şaşırdı. Atilla başını omzunun üzerinden hafifçe Jules'a çevirdiğinde Jules gözlerini kaçırmış bakışlarını yere dikmişti.

"Ne zamandan beri benim fikrimin üzerine bir fikir söyleme lüksüne sahip oldun Jules?"

Jules yutkundu.

"Bağışlayın efendim..."

Atilla bir süre daha Jules'a bakıp bakışlarını tekrar Alçin'e çevirdi.

"Bunu çözmenin iki yolu var; Ya sen bunu kabul edersin..."

Kısa bir süre duraksadı. Ardından yarım kalan sözlerini tamamladı.

"Ya da Umut."

Bu sözlerle Alçin kaskatı kesildiğini hissetti. Bu kadar gözü dönmüş müydü artık? Küçücük bir çocuğa bunu nasıl yapabilirdi? Dehşetle öylece onu dinlerken tek kelime dahi edemedi. Yalnızca gözünden bir damla yaş süzülmüştü yanağına. Titriyordu; hem öfkesinden hem de korkusundandı bu.

"İki güne hazırla kendini."

Atilla geri dönüp yavaşça odadan çıktı. Jules kısa bir süre daha Alçin'in yanında kalmıştı. Hiçbir şey söylemeden onu izlemiş ardından Atilla'nın peşinden o da odadan ayrılmıştı. Alçin kapının kapandığını duyduğunda tuttuğu nefesini bir zehirmiş gibi dışarı bıraktı hızla. Dolu gözlerinden akan yaşları fark edemeyecek kadar hissizleşti bir an. Yalnızca derinden bir öfke ve nefret vardı içinde. Bunun farkına varamacak kadar büyüktü hisleri. Dudaklarınından parmak uçlarına yayılan bir ürperti dağıldı önce. Ardından tüm vücudu karıncalanmaya başladı. Aynı şeye bir kez daha yaşayacağını düşünmek dahi onu öldürüyordu sanki.

"Bu ne demek oluyor?"

Merih'in soğuk ve şüpheli sesiyle Alçin dünyaya dönmüş gibi hafifçe irkildi. Onları tamamen unutmuştu. Cevap veremedi. Gözlerinin ardından dilini de kaybetmiş gibi konuşamamıştı. Avuçlarındaki yorganı sıktı. Zayıf ellerindeki mavi mor damarlar belirginleşmiş elleri hafifçe titremişti. Merih yatağın biraz ilerisinde kucağında Umut ile ona bakıyor duyduklarına anlam vermeye çalışıyordu. Umut inmek isteyerek hareketlendiğinde Merih onu yere indirdi. Koşarak yatağa çıktı, ablasına sarıldı.

"Abla..."

Alçin, Umut'u kucağına alarak "Şh! Tamam." diyerek susturdu sessizce.

"Bu evde neler dönüyor Alçin?"

Merih'in açık sorusu Alçin'in yeniden irkilmesine sebep olmuştu. Yine cevap vermedi. yalnızca nereye dahi baktığını bilmeyen kızarık titrek gözlerini ona dikmiş susması için yalvarıyordu adeta.

"Onu odasına götürür müsün?"

Merih bir açıklama beklemiyordu ama onu hiç böyle çaresiz görmemişti. Soru sormak için uygun bir zaman değildi. Üstelemedi. Yatağa doğru ilerleyip Umut'a baktı.

"Daha sonra yanına geleceğim. Ben gelene kadar bekle tamam mı?"

Alçin'in sözlerinin ardından Umut başını salladı ve ablasının kollarından ayrılarak yataktan indi. Kapıya doğru ilerlediği sırada Merih şüpheli bakışlarını Alçin'in üzerinde gezdirmeye devam etti. Alçin de bunun farkındaydı. Kısa sürede içinde bulunduğu durumdan sıyrılarak kendine geldi. Tüm hislerinden arınarak o umursamaz sert tavrını takındı ve Merih'e doğru döndü.

"Teşekkürler." demekle yetinmiş daha fazla konuşmamıştı. Merih cevap vermeden dönüp çocuğun peşinden gitti. Odadan çıktığında kapıda bekleyen Umut ona ürkek bakışlarla baksa da yaklaşıp yavaşça elini tuttu. Kendi evinden korkuyordu sanki. Öyle ki bir yabancının elini tutmak isteyecek kadar güvende hissetmiyordu kendini. Merih uzun zaman önce kaybettiği sandığı merhameti tatmıştı yeniden. Avuçlarındaki minik eli sıkıca kavramış her şeyden habersiz ve savunmasız olan bu küçük çocuğa derinden bir şefkat duymuştu.

"Odan nerede?"

Gözüne kocaman gelen güçlü adama bakan Umut o sırada her şeyden habersizce büyüdüğünde onun gibi olup olamayacağını düşünüyordu. İşaret parmağını koridora doğru uzattı.

"Bu taraftan."

Yürümeye başladıklarında aklında türlü düşüncelerle meşgul olan Merih doğruca koridora bakıyordu.

"Adın ne?"

Küçük çocuğun beklenmedik sorusuyla Merih ona döndü:

"Merih."

Çocuk kaldırdığı kafasıyla ona baktı:

"Benim de Umut."

"Güzel isim."

"Evet, ablam koymuş; tek umudum sensin der hep."

"Seni çok sevdiği belli."

"Biliyorum. Ben de onu çok seviyorum ama hasta olduğu için çok görüşemiyoruz."

"Hasta olduğu için mi?"

Umut kendinden emin bir tavırla "Evet." dedi: "Ama babam onu iyileştirecek."

"Baban mı?"

"Hıhı."

"Baban doktor mu ki onu iyileştirecek?"

"Bu bir sır."

Elini ağzına kapatıp sessizce bunları söylemişti:

"Babamın kocaman birsürü aletleri var. Ablamı orada iyileştiriyor. Kimseye söyleme."

Merih'in aklı karışmıştı. Bu çocuk neyden bahsediyordu?

"Umut! Neredesin sen bir saattir?"

Arkadan seslenen birisiyle ikisi de duraksadı. Otuzlarındaki bir kadın hızlı adımlarla onlara yaklaşıyordu. Uzun bir boyu ve uzun sarı saçları vardı kadının. Gözleri masmavi, teni de bembeyazdı. Üzerindeki mavi çiçekli elbisesi o yürüdükçe uçuşuyordu. Umut'un karşısına çöküp dikkatle ona baktı.

"Suna anne..."

Kadın tekrar ayağa kalkıp Merih'e baktı sorgularcasına.

"Bahçede tek başına gezinirken gördüm. Odasına götürüyordum."

Kadın bir kez daha Umut'a baktı.

"Beni beklemeni söylemiştim."

Ardından tekrar Merih'e döndü.

"Ben Umut'un bakıcısıyım. Ona göz kulak olduğunuz için teşekkür ederim."

Merih hafifçe başını salladığında kadın Umut'un elinden tuttu.

"Yemek saatinin geçtiğini baban duyarsa ikimize de kızar. Hadi gidelim."

Umut, Merih'e bakıp el salladığında kadını takip etmeye başladı. Onlar gözden kaybolana dek uzunca ardından bakmıştı küçük çocuğun. Bir şeyler bildiği kesindi ama ne olduğu hakkında en ufak fikri yoktu. Bilgi almak için küçük bir çocuğu kullanmak istemiyordu. Bir an ne düşündüğünü unutmuş gibi heykellerin arasında dikili kalmış nerede olduğunu unutmuştu. Telefonunun çalmasıyla kendine geldi. Cebini yoklayıp bulduğu telefonu kulağına götürdüğünde annesinin sesi duyuldu:

"Merih neredesin?"

"Bir şey mi oldu?"

"Seni yaşlı adam soruyor."

'Yaşlı adam' Jules oluyordu.

"Neredesiniz?"

"Mutfakta, mutfakta yemek yapıyorum."

"Geliyorum."

Telefonu kapatıp etrafa bir göz attı. Nereden mutfağa gideceğini bilmiyordu. Rastgele yürümeye başladı. Çok geçmeden mutfağı bulmuş annesi ve Jules'un konuştuğunu görmüştü. Adımlarını biraz daha hızlandırdı. Annesi yaptığı yemeğin tarifini dikkatla Jules'a anlatıyor o da sabırla dinliyordu. Merih'in geldiğini fark ederek sustu, başını ona çevirdi.

"Sorun mu var?"

Merih açıkça annesinin bir sorun çıkardığını düşünmüştü. Ama görünürde öyle bir şey yoktu. Jules donuk bir ifadeyle yalnızca "Atilla Bey sizinle görüşmek istiyor." demişti. Merih duraksadı. Odada olduğunu fark etmiş miydi yoksa? İstemsizce gerildi. Ama çok düşünmenin de faydası yoktu. Başka bir şey söylemeden yürümeye başlayan Jules'un ardından Merih annesine baktı. Annesi de en az onun kadar endişeli görünüyordu. Merih onu rahatlatmak isteyerek gülümsedi ve elini annesinin omzuna koyup hafifçe sıktı:

"Sıkıntı yok merak etme."

Jules'un ardından yürümeye başladığında kısa sürede ona yetişti. Bir süre sessizce yan yana yürümüşlerdi.

"Fazla sakinsin."

İlk konuşan Jules oldu. Merih ona bir göz atıp sakince cevap verdi:

"Olmamalı mıyım?"

Jules bu cevaba hafifçe güldü:

"Tabii, sakinlik her zaman iyidir. Sadece genelde onunla görüşecek çalışanlar fazlasıyla gerilir."

Merih onu umursamadan önüne döndü:

"Çok daha kötü görüşmelerim oldu."

Büyük işlemeli bir kapının önünde durduklarında Jules kısık gözlerini biraz daha açtı ve ciddiyetle Merih'e baktı:

"İçeri adım atar atmaz tüm merakını öldür. Burnunu her şeye sokmaman senin yararına olur."

Merih de ona bakmayı ihmal etmedi:

"Çok yazık. Benim burnum büyük, illaki sokulacak bir yer buluyor."

O sırada açılan kapıyla Merih gözlerini ondan çevirdi. Jules ise sert yüzünü bozmadan ona bakmaya devam etmiş gelecekte baş belası olacağı açık olan bu geç adama uzun zamandır duymadığı bir öfke duymaya başlamıştı. Merih içerideki büyük uzun masadan kalkan beyaz önlüklü adamlara baktı dikkatle. Birkaçı açılan kapıyla dışarı çıkmıştı. Hâlâ masanın etrafınfa olanların bazıları kendi aralarında konuşuyor bazıları ise ellerindeki kağıtları düzenlemeye çalışıyordu. Nihayetinde hepsi tek tek odadan çıktı. Merih oldukça şaşırmıştı. Bunlar doktor olmalıydı. Atilla'nın kızına verdiği değerin haddi hesabı yoktu. Öyle ki içeriden düzünelerce doktor çıkmıştı. Anlaşılan hepsi Alçin'in sağlığına kavuşması için çabalıyorlardı. En son Atilla ile konuşan doktor da çıktığında Jules ona içeri girmesi için işaret etti. Merih yavaş adımlarla içeri girdiğinde Atilla onu fark ederek çattığı kaşlarını düzeltti. Uzun bir süre yürüyüşünü izledikten sonra hiç etrafa bakmadan doğruca Atilla'nın gözlerine bakan genç adam her zamanki sertliğini koruyordu. Atilla yeniden içinin kıpırdadığını hissetmişti. Başta ne olduğunu anlamasa da bunun heyecan olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Ona böyle meydan okuyan gözler görmek hoşuna gidiyordu.

"Yaklaş."

Temkinlikle uzakta duran Merih'in biraz daha yaklaşmasını istiyordu. Merih biraz daha yaklaştığında Atilla ona yandan bakıp yüzündeki gülümsemeyle "Adın neydi genç adam?" diye sordu.

"Merih."

Merih'in sözleriyle Atilla yanındaki çalışma masasında duran kalemlikten bir fırçaya uzandı. Ardından diğer büyük masanın üzerinde duran silindir bir kutuyu işaret etti:

"Masanın üzerindeki boya kutusunu getirebilir misin Merih?"

Merih dönüp kutuya baktı. Ardından yavaşça masaya doğru yürüdü. Silindir metal kutunun içinde kıpkırmızı bir boya duruyordu. Kutuyu eline aldı ve dökmemeye özen göstererek Atilla'nın karşısında dikildi:

"Boyadan anlar mısın?"

Atilla'nın sorusuna kısa bir cevap verdi:

"Hayır."

Merih'in soğuk sözleriyle Atilla elindeki fırçayı genç adamın ellerindeki kutuya daldırdı, karıştırdı ve yavaşça çekti:

"Çok yazık. Ama çok da şanslısın."

Merih anlamayarak ona bakmaya devam ettiğinde Atilla kafasını kaldırıp ona bir göz attı:

"Ellerinde milyon dolarlık bir boya tutuyorsun."

Bu sözlerle başını eğip ellerindeki küçük silindir kutuya baktı:

"Boya boyadır. Milyon dolarlık olan boya değil kutunun üzerindeki soy adınız."

Atilla bu sözlerle güldü. İyi bir bakış açısıydı ve oldukça cesur sözlerdi bunlar:

"Haklılık payın var. Ama bu boya özel bir boya. Dikkatli bak."

Atilla fırçayı içinde gezdirdikçe boya dalgalanıyor tuhaf bir koku yayılıyordu. Fırçayı boyadan çıkardığında birkaç damla Merih'in eline damlamıştı. Rengin sıcaklığı gözle görülüyordu. Cam gibi parlak kadife kadar yumuşak bir dokusu vardı.

"Sen de görüyor musun? Dokusunu, kokusunu, canlılığını..."

Adeta büyülenmiş gözlerle bakıyordu. Kendini kaybetmiş gibi müthiş bir hazla izledi boyayı.

"Ama yeterli değil. Hâlâ yarım."

Söylediği gibi küçük kutunun yarısı boştu. Merih kutuyu masaya bıraktığında Atilla kendine gelerek derin bir nefes aldı. Elindeki fırçayı bir bezle temizlemeye başladığında tekrar konuştu:

"Seni buraya heykeller için çağırdım."

Merih bir an anlamadı. Daha sonra kırılan heykeller aklına geldiğinde neyden bahsettiğini anlamıştı. Yüz ifadesi yumuşadı, başını hafifçe kaldırdı ve söyleyeceklerini bekledi.

"Bakalım..."

Atilla masanın üzerinde duran mavi kaplı bir dosyayı önüne doğru çekti ve karıştırmaya başladı. Ardından bir sayfada durdu.

"Bu senin kırdığın heykel."

Dosyayı yavaşça Merih'e doğru ittiğinde genç adam dönüp dosyaya baktı. Sayfada heykelin belli açılardan çekilmiş fotoğrafları vardı ve hakkında bazı bilgiler yazılıydı; yapıldığı tarih, kullanılan madde ve değeri... Merih heykelin değerinde yazan sıfırları sayamamıştı bile.

"Her ay maaşının yüzde yetmiş üçü kesilecek. Eğer işten çıkma gibi bir durumun olursa heykelin değerine karşılık olan miktarı nakit vermek zorunda kalacaksın."

Duyduğu her cümle Merih'in canını daha çok sıkmıştı. Ama belli etmedi.

"Aynı şeyler annen için de geçerli."

"Bu dolandırıcılığın yeni hali mi?"

Merih'in sert sözleriyle Atilla başını kaldırıp ona baktı. Bir süre onu izledi ve konuştu:

"Yasal hali."

Bu zeki adam bu evde bir krallık kurmuştu adeta. Her şey onun kontrolünde, planına göre bir akış içerisindeydi ve mutlak bir hakimiyete sahipti. Tahtından inmeye de hiç niyeti yok gibiydi. Onu güçlü yapan her şeye sahipti; zeka, şöhret ve para. En önemlisi ise duygularının değil mantığının esiriydi. Onu yenilmez yapan da tam da bu noktaydı.

"Dolandırıcılığı yasallaştırmak... Bayağı tanıdık geldi."

Atilla bu sözlere güldü:

"Evet hepimiz için tanıdık."

Merih cevap vermediğinde doğrulup devam etti:

"Söyleyeceklerim bu kadar."

Merih hafifçe başıyla onayladı ardından geri dönüp yürümeye başladı. Saatine baktığında saatin dördü geçtiğini görerek odasına çekildi ve hazırlanmaya koyuldu. Önce ılık bir duş almış vakit kaybetmeden kurulanmıştı. Sonra tıraş olmuş ardından üzerini giymek için kıyafetlerine uzanmıştı ki yaptığı ani hareket boynundaki derin yaranın sızlamasına sebep olmuştu. Yıllardır sık sık çektiği bu sızıyla kaşlarını çatıp elini yaraya götürdüğünde parmaklarını yaranın pürüzlü yüzeyinde gezdirirken gözleri boşluğa daldı. Tam düşünceleri onu esir alacaktı ki hemen kendine geldi. Gözlerini kırpıştırarak doğruldu. Ardından derin bir nefes alarak bir elinde tuttuğu ince siyah boğazlısını üzerine geçirdi hızla. Siyah kumaş pantolonunu da giydiğinde kemerini takıp son olarak üzerine takımın siyah kumaş ceketini de aldığında aynada kendini son kez kontrol etmiş gözüne karışık gelen saçlarını elleriyle düzenlemeye çalışmıştı. Ayakkabılarını da giyip annesinin odasına bir süre dışarıda olacağına dair bir not bıraktığında saat beşe gelmeden kapının önüne çıkmıştı. Ormandan süzülüp gelen tatlı bir serinlik vardı bahçede. Güneş batmak üzere kendi yörüngesinde yavaş yavaş ilerlerken kuşlar heykellerin üzerinde ötüşüyorlardı. Elinde çiçek fideleri dolu bir el arabasıyla bahçede ilerleyen bahçıvan esen bir rüzgarla başından uçup giden şapkayla durmuş tatlı bir koşturmacayla şapkanın peşinden gitmişti. Şapkayı yakalayan bahçıvan belini tutarak doğrulduğunda sağına soluna baktı. Ardından alnının terini elinin tersiyle silerek şapkayı tekrar başına koymuştu. Merih öylece bahçıvanı izlerken içeriden gelen adım sesleriyle başını çevirdi. Yavaş ama kendinden emin adımlarla ilerleyen Alçin'in siyah topuklu ayakkabıları elbisesinin altından adım attıkça görünüyordu. Elbisesi her zamanki gibi oldukça bol, uzun ve kırmızıydı. İlerledikçe şıngırdayan bileklikleri elbisenin bol kollarında kayboluyor gözükmüyordu. Hemen arkasından onu takip eden menajer Oğuz ve genç bir kız aralarında konuşurken Alçin dışarıya adım atmaz duraksadığında onlar da konuşmayı bırakmış onunla birlikte durmuşlardı. Elini yavaşça uzatıp bileğindeki bilekliği salladı, kısa bir süre çıkan sesi dinledi. Hemen ardından Merih'e doğru dönerek kuşaklı gözlerini ona dikmişti.

"Oğuz saat kaç?"

Oğuz kol saatine baktı: "17.00" dediğinde Alçin "Güzel, gidelim." demiş ardından yürümeye devam etmişti. Biraz ileride merdivenin başında durup elini bol elbisesinin kumaşından çıkarıp Merih'e doğru uzattı. Merih ona doğru uzatılan uzun ince parmaklara bakarken Oğuz elini tutması için işaret ediyordu. Merih sıkıntıyla iç geçirip Alçin'in elinden tutarak merdivenlerden inmesine yardım etti. Alçin elinde hissettiği elle içini bir sıcaklık sarmıştı. Bu onu keyiflendirirken adımlarını bilerek yavaşlatmış biraz oyalanmıştı. Merih bunu fark etmeksizin onu sabırla beklerken sesini hiç çıkarmıyordu. Merdivenlerden indikten sonra elini bıraktı. Alçin kısa bir süre duraksayıp içinden saydığı adımlarla ilerlemeye başladığında heykellere dokunarak yönünü buluyordu. Nihayet onu hazırda bekleyen lüks bir arabanın önünde durduğunda Oğuz kapısını açmış Merih ise arabaya binmesine yardım etmişti. Tam arabaya binerken kafasını tavana çarpan Alçin alnını tutarak dişlerini sıktı. Oğuz endişeyle "Aman dikkat et! Bir şey var mı?" demiş Alçin'e doğru yönelmişti ki Alçin elini havada savurup tek kelime etmeden ona yaklaşmamasını söylemişti. Oğuz bir şey söylemeden geri çekildi. Arka koltuğa yerleşen Alçin kapısının kapatılmasının ardından başını geriye yasladı. Hemen yanına binen sekreter Ayça'nın kemerini takmasına izin verdiğinde Oğuz sürücü koltuğuna Merih ise onun yanına binmişti. Bahçenin koca kapısı açıldığında yola koyuldular. Susmak bilmeyen Oğuz, hazır Alçin'i dışarıya çıkmaya ikna etmişken biriken işleri halletmeyi planlıyordu. Onu hiç dinlemeden dışarı izleyen Merih gökyüzüne uzanıp çıkan çam ağaçlarına bakıyordu.

"Açılışta çok önemli insanlar olacak Alçin. Sorun çıkarmayı aklından çıkar. Huysuzluğunu ve açıksözlülüğünü bir kenara bırak..." diye sıralayan Oğuz'u Alçin umursuyor gibi durmuyordu. Başını cama doğru çevirmiş ara sıra yüzüne vuran güneşin sıcaklığını hissediyordu.

"Ayça bugün planımız ne? Çok iş birikti."

Oğuz'un sorusuyla Ayça küt kesim düz saçlarını kulağının gerisine itip elindeki tableti karıştırmaya başladı.

"Açılış yaklaşık üç saat kadar sürecek. Oradan merkezdeki atölyeye geçip gelen sipariş ve tekliflerin değerlendirilmesini yaparız ardından galeriye..."

"Açılışın ardından eve döneceğim."

Ayça'nın sözlerini kesen Alçin istifini bozmadan bunları söylemişti. Oğuz dikiz aynasından ona bakıp her zamanki cengaver tavrıyla bağırmaya başladı:

"Batmak mı istiyorsun!? Bir haftanın işleri birikti! Nereye kadar kaçacaksın?!"

Alçin onun yırtınmalarına karşılık olarak yorgunca "Oğuz." dedi. Oğuz konuşmayı kestiğinde ise devam etti: "O kadar saat dayanamam."

Bu sözlerin ardından Oğuz sustu. Gözlerini kaplayan bir endişeyle Alçin'i süzdü. Yolun geri kalanında kimse konuşmamıştı. Araba durduğunda Merih kendine geldi. Oğuz geriye dönerek Alçin'i bir kez daha uyardı:

"Sorun çıkarmak yok."

Alçin nihayet onu umursayarak yüzünü ona doğru çevirdi.

"Benimle uğraşırlarsa, çıkaracağım şey sorun değil canları olur."

Oğuz bıkmış bir edayla bir elini yüzüne sürerken Merih arabadan inerek Alçin'in kapısını açtı. Kemeri çözen Ayça'nın ardından bir adımını dışarı atığında yere basan Alçin uzattığı elini Merih'in tutmasına izin vererek dışarı çıktı. Anında parlayan flaşlarla Merih biraz şaşırmış arından onun aslında kim olduğunu hatırlamıştı. Ama asıl sıkıntı o andan itibaren başladı. Parlayan flaşlarla başına giren ağrılarla yüzünü çeviren Alçin gözleri bağlı olmasına rağmen her çakan flaşla irkilerek gözlerini sımsıkı yumuyordu. Arabadan fırlayan Oğuz ve Ayça gazetecilerin önüne geçerek "Flaş kullanmayalım lütfen!" diye bağırıyor onları uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Alçin'in elini sımsıkı tuttuğunu fark eden Merih ne olduğunu anlamayarak onun önüne geçmişti. Onu neyden koruduğunu dahi bilmeden kollarının altında yürümesine yardım ederek hızla içeri girmişlerdi. Girişteki oturaklardan birine oturmasını sağladığına ellerini başına götürmüş sızlanan Alçin'le ne yapacağını bilemeyen Merih onun önünde çöktü. Başının ağrısına dayanamayan Alçin kendine karşı fazla cürretkar davranıp elleriyle başına vuracaktı ki Merih bileklerinden tuttu.

"Bu elin vuracağı tek darbe fırça darbesi olmalı."

Merih'in sözleriyle duraksayan Alçin ellerini yavaşça indirirken başını hafifçe kaldırdı. Bu nazik sözlere oldukça şaşırmıştı. Her ne kadar soğuk ve sert iş gibi davransa da bu çocuğun içinde oldukça nazik bir adam vardı. Bazen farkında olmadan bunu gösterdiği zamanlar oluyordu. Alçin bir anlığına unuttuğu başının ağrısıyla kısa sürede kendine geldi. Bir süre sessizliğin ardından ayağa kalkmış Merih de onunla birlikte doğrulmuştu. Dışarıdan gelen Oğuz ve Ayça onu böyle görünce rahatladı.

"İyi misin?"

Oğuz'un sorusunu yanıtlamayan Alçin ne taraftan gideceğini sorarken Merih gözüne çarpan tabelayla olduğu yerde çakılı kaldı; 'Müze içerisinde eserlerin fotoğraflarını çekmek yasaktır.'

Kafasını çevirip etrafa bakındı. Yüksek tavanlı ve işlemeli sütunları olan binada kendini parlak sarı ışıklarla aydınlatılmış heykellerin arasında bulmuştu. Hızla çarpmaya başlayan kalbiyle yutkundu. Kalabalıktan kopup gelen sesler yavaşça uğultulara dönüşürken yukarıdan doğruca yüzüne bir şey damlamıştı. Hemen gözünün altından yanağına doğru süzülen damlayı hisseden Merih elini yüzüne götürdüğünde yavaşça yanağına dokundu, elini çekti ve baktı. Parmaklarına yapış yapış dağılan kanın sıcaklığı avuçlarına süzüldüğünde gözleri irice açılmıştı. Yavaşça başını yukarı kaldırdığında yanı başında duran heykelin göz pınarlarından akan kanın tüm vücudundan aşağı doğru süzüldüğünü gördü. Dönüp diğer heykellere baktı. Hepsinin göz pınarlarından kanlar süzülüyordu. Birden yanı başındaki heykelin göğsü şiddetle yarıldı ve kanlar fışkırmaya başladı. Merih irkilirken diğer heykeller de ardı ardına farklı yerlerinden yarılıp kanlar içinde kalmaya başladığında bir ses duyuldu:

"Yardım et..."

Ses öylesine acı dolu ve çaresizdi ki Merih yavaşça sese doğru döndü. Yanı başındaki heykel adeta bir hamur gibi şeklini yavaşça kaybederek silah arkadaşına dönmeye başlamıştı.

"Melih..."

Merih'in dudaklarından dökülen isimle silah arkadaşı karnındaki koca bir yarıkla elini ona doğru uzatmıştı. Parmaklarının ucunda sallanan bir çift kanlı bebek patiği vardı. Birden diğer heykeller de tanıdık tanımadık simalarla silah arkadaşlarına döndü ve bazen fısıltı bazen bir çığlık yükselmeye başladı:

"Katil!"

"Hepsi senin suçun..."

"Hain!"

"Yardım et..."

"Şu yaptığına bak!"

"Kurtar beni..."

"Merih!"

"Neden sen değil de biz?"

"Avcı!"

"Bunu haketmedik..."

"Hiçbir suçumuz yoktu!"

"Ellerine bak..."

Merih ellerine baktı yavaşça. Yine kanlar içinde kalmıştı. Gözüne ayaklarına ne zaman giydiğini dahi bilemediği postalları çarpmasıyla hızla üzerine baktı. Üzerindeki üniformanın rengi kanla boynamıştı. Birkaç adım geri gittiğinde ayağına takılan bir şeyle sendeleyerek geriye düştü. Ayağına takılanın ufak bir çocuk cesedi olduğunu gördüğünde dehşetle çırpındı ki... bu kez elini attığı yerde başka bir çocuk cesedi bulmuştu. Ardından tüm yeri kaplayan çocuk ve yetişkin cesetlerini fark ettiğinde korkuyla başını gökyüzüne çevirip acı bir çığlık koparmıştı.

Koluna dokunan Oğuz ile birden kendine gelen Merih sertçe kolunu çekip birkaç adım geriledi ve soluk soluğa önce ona sonra etrafa bakındı.

"Ne oldu? Niye daldın gittin?"

Merih, Oğuz'u dinlemeden ellerine baktı; kan yoktu. Üzerine baktı; üniforma yerine takım elbise vardı. Etrafa baktı; kan ağlayan heykeller yerine soğuk ve suratsız taştan vücutlar vardı. Aldığı derin nefeslerle kendine gelmeye çalıştı.

"Bir şey yok."

Ne söylediğini dahi fark etmemişti. Oğuz onu baştan aşağı süzerken "O zaman hadi, geç kalacağız." dedi ve yürümeye başladı. Biraz ileride sessizce onları dinleyen Alçin'in yanına gidip gideceği yolu gösterdiğinde Alçin hareket etmeden ve tek kelime etmeden Merih'i bekledi. Merih bunu fark ederek kendi içinde bir savaş vermeye başlamış bir an her şeyi bırakıp çıkıp gitmek istemişti. Ama kendine hakim olmayı başardı. Tam işini yeni kazanmışken tekrar kaybetmeyi göze alamazdı. Her şeyden önce annesini düşünmeliydi. Yutkunup bedenini dikenli bir sarmaşık gibi sarmalayan korkusunu bir köşeye bıraktı. Dağılmış iradesini de hızla toplayıp başını dik tuttu ve diğerlerinin yanına gitti. Alçin sessizliğini bir süre daha koruyarak onu dinleyerek dönmüş ve yürümeye başlamıştı.

Düzenlenen şaşalı bir açılışın ardından uzunca bir kurdele çeşitli sanatçılar tarafından kesilmiş uzatılan mikrofonlara kısa birer konuşma yapmışlardı. Kalabalığın gerisinde duran Merih'in gözleri Alçin'de olmasına rağmen bulanık zihni fırtınalı bir deniz gibiydi. İçten içe verdiği yangınların dışarıdan fark edilmesi imkansızdı. Dışarıya soğuk bir duvar gibi gergin ve sert duruyordu. Ama durumu hiç de göründüğü gibi değildi.

Kısa bir röportajın ardından kalabalıktan sıyrılan Alçin'in yanına giden Merih nihayet burdan çıkacaklarını düşünerek rahatlamaya başlamıştı ki Merih'in adımlarını duyan Alçin'in "Nereye?" sorusuyla duraksamış ve "Kapı bu tarafta." cevabını vermişti. Alçin başını hafifçe ona doğru çevirirken "Biraz müzeyi dolaşacağım." demesiyle Merih'in içini yeniden saran sıkıntıyla kaşlarını çattı. Bu onu sinirlendirmiş sabırla dişlerini sıkmıştı. Alçin bir süre konuşmasını bekledi. Ne tepki vereceğini merak ediyordu. Müzede onu rahatsız eden bir şey vardı ve bunu fark eden Alçin burada dolaşmak istediğini söylemişti. İsteği bahaneydi, yalnızca onu rahatsız edenin ne olduğunu merak ediyordu. Öyle ki Merih'in kalbi hiç olmadığı kadar hızlı atıyor, nefes alışverişleri düzensizleşiyordu. Dışarıdan nasıl göründüğünün önemi yoktu. Göremeyen Alçin, onda olan en ufak değişikliği hisseden tek kişiydi.

Merih cevap vermediğinde Alçin dönüp rastgele yürümeye başladı. Onu yönlendiren Ayça her zaman olduğu gibi biraz geriden gidiyor gazetecilerle sahte kahkahalar eşliğinde sohbet eden Oğuz, Alçin'i yüceltmeye devam ediyordu. Merih birkaç saniyeliğine kapattığı gözlerini açtı. Derin bir nefes alıp Alçin'in peşinden ilerlemeye başladığında kafasını kaldırıp etrafa dahi bakmadan Alçin'e tazelenen öfkesiyle doğruca ona bakıyordu. Alçin kendisine olan öfkenin yoğun sıcaklığını hissediyordu. Yine de verdiği karardan dönmedi. Eserlerin arasında ilerlerken elini saçlarının arkasına götürüp gözbağının ucundan tuttu ve çekti. Çözülüp gelen gözbağı yüzünden düşerken birkaç kez katlayıp elinde tuttu. Bağın ucundan sarkan boncuklar bileğindeki bileklikle birlikte şıngırdarken gözlerini birkaç kez yavaşça kırpıştıran Alçin başını duvarlara doğru çevirmişti. Eserlerden çok duvardaki tablolara bakıyor gibiydi sanki. Yavaş adımlarla ilerlerken bir tablonun başında durdu, yönünü tabloya doğru çevirdi ve ellerini önünde bileştirerek bomboş bakan gözlerini dikti. O sırada telefonu çalan Ayça uzaklaşırken Alçin'in biraz gerisinde duran Merih de dönüp tabloya bakmıştı.

 O sırada telefonu çalan Ayça uzaklaşırken Alçin'in biraz gerisinde duran Merih de dönüp tabloya bakmıştı

Sisli turuncu bir gökyüzünde iki kanatlı meleğin bir savaşı vardı. Meleklerin birinin kanatları beyaz ve elinde bir kılıç vardı. Diğerinin ise kanatları siyah ve elinde bir mızrak vardı. İkisinin tam ortasında parlak bir güneş, yerde kesilmiş kafalar duruyordu. Alçin uzanıp önce duvara ardından tablonun çerçevesine dokunduğunda aradığını bulmuş bir edayla yüz ifadesi gevşemişti.

"Tablonun altında yazan ne Merih?"

Merih birkaç adım yaklaşıp altın sarısı bir plakaya siyah yazıyla işlenmiş 'Vahşetin Tablosu' yazısını okudu. Alçin aklında canlanan tabloyla elini bu kez tablonun arka planında kalan kırmızı çiçeklere götürmüştü.

"Şu kırmızı çiçekleri görüyor musun?"

Merih şaşkınca başını Alçin'e çevirdi. Birden ona olan tüm öfkesi yerini koca bir şaşkınlığa bırakmıştı. Alçin yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle "Sormayacak mısın?" dediğinde Merih bedenini Alçin'e çevirdi ve kaşlarını çatarak "Nasıl?" demekle yetinmişti. Alçin yüz ifadesini değiştirmeden doğruca tabloya bakmaya devam etti.

"Altı yaşında görme yetimi kaybettiğimden beri şekilleri, nesneleri göremiyorum evet ama ilginç bir nokta var."

Bunları söyleyip duraksadığında Merih devam etmesini bekleyerek hiç sesini çıkarmadı. Kısa bir süre sessizliğe gömülen Alçin'in yüzündeki gülümseme silindi.

"Sadece bir rengi; kırmızıyı görebiliyorum."

Şaşkınca onu dinleyen Merih tek kelime etmedi. Mümkün müydü böyle bir şey? Alçin'in boş bakışları çiçeklerin üzerindeyken "Net değil ama sonsuz bir karanlığın içinde parlayan sıcak bir ışık gibi. Bana hayatta olduğumu hatırlatıyor." dedi sessizce. Parmaklarını boyanın üzerinde gezdirmeye devam ederken bir hayranlık yayıldı yüzüne.

"Bu yüzden aynı tabloyu ikimiz çok farklı görüyoruz. Senin bu tabloda gördüğün tek şey vahşetken benim gördüğüm tek şey belli belirsiz bir çiçek bahçesi."

Alçin'in karanlık dünyasına ışık olan tek renk kırmızıydı. Bulanık ve şekilsiz olsa da kendi varlığını hissetmek için kırmızı renk giyer, eşyalarını kırmızı tercih eder, tablolarında yoğunca kırmızı kullanırdı. İnsanın sığınabileceği şey bir renk dahi olabiliyordu bazen. Bir renk korkuyu yenip umut verebiliyordu. Bu hırçın kızın zaafı da kırmızıydı.

"O zaman neden bağlıyorsun gözlerini?"

Merih nihayet merak ettiği soruyu sorma fırsatı buldu. Cevap alacağından pek emin değildi ama şansını denemişti. Merih'in düşündüğü gibi olmadı, Alçin sakinlikle cevap verdi ona:

"Her ne kadar göremesem de ışığa fazla maruz kaldığımda başım ağrıyor. Dayanılmaz bir ağrı gerçekten. Gözlerimi kapattığımda en azından ağrım hafifliyor."

Alçin'in vücudu fazla hassastı. En ufak şey bile onu çok etkiliyor halsiz düşürüyordu. Merih şimdi daha iyi anlamıştı. Gündüzleri neden evde olduğunu, perdelerinin ve ışıkların neden hep kapalı olduğunu, içeri girerken neden flaş ışıklarından kaçtığını şimdi mantığına oturtmuştu. Alçin tamamen karanlığa hapsedilmişti. Merih hayal dahi edemedi. Hiç ışık olmadan yaşamanın ne demek olduğunu hiçbir zaman anlayamayacaktı. Onun için biraz üzüldü. Alçin buna alışmıştı. İnsanlar genelde ona üzülür acıyarak bakardı. Başlarda bunu kendine yediremese de zamanla alışmıştı. Yine de hâlâ tahammül edemiyordu. Elindeki göz bağını Merih'e doğru uzattı.

"Yardım eder misin?"

Merih, Alçin'in elindeki göz bağına bakıp yaklaştı ve bağı aldı. Alçin'in arkasına geçip bağı gözlerine yerleştirdiğinde saçlarının arkasından bağlamaya başlamıştı. O sırada yabancı bir adamın sesi duyuldu:

"Tarih kendini tekrar ediyor sanırım."

Merih sese doğru döndüğünde Alçin'i koruma iç güdüsüyle gerilmişti ki yabancının devam eden sözleriyle tüm iradesini yitirdi.

"Kurbanlarının gözlerini de 'Vahşetin Tablosuna' karşı bağlamış mıydın böyle?"

Şaşkınca olduğu yerde dikili kalan Merih tek kelime etmedi. Yabancı biraz daha cesaretle ellerini iki yana açıp etrafa baktı ve muzip gülümsemesiyle konuşmaya devam etti:

"Benzer mekanlar... Benzer insanlar... " Kısa bir süre duraksadı. Ardından yüzündeki gülümsemeyi silerek aniden ciddileşmiş içindeki nefreti göstermekten çekinmeyerek "Öyle değil mi Avcı?" demişti. Merih bir anlığına şaşkınlığını unutarak muhteşem bir öfkeye kapıldı. Bütün vücudunun karıncalandığını hissediyordu. Tam konuşacağı sırada Alçin ondan önce davrandı.

"Fazla merak iyi değildir Bay..." diyerek duraksadı. Yabancı ona mütakip konuştu: "Savcı."

Alçin yarım kalan sözlerini tamamladı: "Fazla merak iyi değildir bay -kelimenin üzerine basarak- savcı."

Yabancı kibirle gülüp Alçin'e şöyle bir baktığında "Acaba yanınızdaki delikanlının geçmişini bilseydiniz böyle söyleyebilecek miydiniz?" dedi.

Alçin yavaşça bedenini sesin geldiği yöne çevirdi.

"Geçmiş bir çöplük, gelecek ise bir tahttır. Çöplüğe köpekler tahta krallar yakışır. Benim işim geçmişle değil gelecekle bay savcı."

Savcı bu küstah sözlerle gülerek başını salladı.

"Bunlar bir savcıya karşı söylenecek fazla cesur sözler kör cadı."

Alçin'in gardını düşürmeye çalışan savcı onun çelik gibi iradesinin farkında değildi. Alçin'in yüzünde mimik dahi kıpırdamadı. Sakince ona cevap verdi:

"Kendini ismi yerine ünvanıyla tanıtan birinin işinde iyi olacağını sanmıyorum. Bu seviye bir eğitimsizlik beni korkutmaz yalnızca güldürür."

Geri adım atmayan Alçin ile yabancı birden hakim olamadığı sinirle ona doğru bir adım atmıştı ki Merih önüne geçti. Onun gözlerindeki öfke ve nefret yabancınınkinden çok daha fazlaydı. Biraz önceki şaşkınlığı uçup gitmiş tüm soğukluğuyla yabancıya bakıyordu.

"Çok merak ediyorsan..." dedi ve biraz daha yaklaştı ona. Doğruca gözlerine acımasızca bakarken "İşte böyle bakıyordum onlara." diye devam etti. Yabancı ona bakan gözlerdeki acımasızlığı görür görmez içi ürpermişti. Şüphesiz bir katilin gözleriydi bunlar. Çatık kaşları düzeldi araladığı dudağı titredi hafifçe. Merih gözünü kırpmadan ona bakmaya devam ederken zihninden film şeridi gibi geçen kanlı simalarla "Onlar da tam böyle bakıyordu bana." dedi.

O sırada gazetecilerle konuşan Oğuz'un gözüne Alçin takıldığında aralarındaki gerginliği fark ederek gazetecileri her zamanki sahte gülüş ve bahanelerle savuşturdu. Ayça ortalıkta görünmüyordu. Oysa o kadar tembihlemişti onu yalnız bırakmaması için. Koşar adımlarla onların yanına ilerlediğinde neşeyle ellerini çırptı.

"Ah ah! Ne güzel eserler değil mi?"

Aralarına girip doğruca yabancıya el uzattı.

"Merhabalar."

Yabancı ele şöyle bir bakıp geri çevirdi. Oğuz bozulsa da belli elmeden elini geri çekti ve gergince sordu:

"Bir sorun mu var?"

Yabancı bir süre daha tepkisiz kalsa da birden yüzünde bir gülümsemeyle başını iki yana salladı.

"Hayır yok. Sadece sohbet ediyorduk."

Oğuz bu sözlere inanmasa da en azından sorun çıkarmayacağı için sevindi. Gülerek "Çok güzel. Biz de artık ayrılsak iyi olur. Daha yapılacak çok şey var. Ayça nerede? Ayça!"

Son çığlığıyla müzedekiler dönüp ona baktığında ileriden koşarak gelen Ayça duyacağı azara şimdiden kendini hazırlıyordu. Yabancı, Merih'e aynı nefretle bakmaya devam edip yavaşça geriye döndüğünde onlardan uzaklaşmaya başladı. Merih adamın yüzünü hatırmaya çalışsa da bir türlü başaramadı. Kimdi? Onu nereden tanıyordu? Geçmişini nereden biliyordu? İçini saran huzursuzlukla öylece adamın arkasından bakarken Ayça'yı azarlamayı bitiren Oğuz, Merih'e döndü. Merih ise hiçbir şey söylemeden Alçin'e yol gösterip yürümeye başlamıştı.

Eve dönene dek Oğuz'dan başka kimse konuşmamıştı. Merih geçmişi hatırlamanın acısyla kafasını kurcalayan sorularla uğraşıyor doğruca bakışlarını yola dikiyordu. Alçin ise pür dikkat onu dinliyor bir yandan neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Geçmişini istese muhtemelen bir şekilde öğrenirdi ama bunu yapmak istemiyordu. Merak da etmiyordu sadece onu bu hâle getiren şey neydi onu bilmek istiyordu.

Onları kapıda bırakan Oğuz diğer işleri halledeceğini söyleyerek Ayça'yı da alıp gittiğinde Alçin'e içeriye kadar eşlik eden Merih'in ağzını bıçak açmadı. Çok öfkeliydi ve Alçin bunun farkındaydı.

"Odamı kendim bulabilirim. Gidebilirsin Avcı."

Merih ters bir bakışla Alçin'e döndü.

"Bana öyle seslenme."

Sesi çok net ve tavizsizdi. Söylediği gibi onu orada bırakıp hızla yürümeye başlamıştı ki Alçin bile isteye onu zorladı.

"Sana istediğim gibi seslenirim Avcı!"

Birden geri dönen Merih sinirle Alçin'e yürüdüğünde hiç istifini bozmadan duran Alçin hemen burnunun dibinde biten öfkeli nefesleri hissettiğinde uzun zamandır duymadığı heyecandan zevk alarak başını biraz daha kaldırdı ve söylediklerini dinledi.

"Sakın benimle oynamaya çalışma."

Normalde olayları gayet sakin ve umursamazlıkla karşılayan Merih'i böyle görmek Alçin'i daha da keyiflendirdi. Nihayet normal bir insan gibi onu öfkelendiren şeyi içine atıp susmak yerine gerektiği gibi tepki vermişti.

Sinirlerini alt üst etmeyi bir şekilde başaran bu kadına neden tahammül edemediğini bir kez daha hatırlamıştı Merih. Ona o kadar yakındı ki neredeyse bedeni bedenine değecekti. Zayıf bedeninin karşısında duran güçlü ve yapılı beden karşı geri adım atmayan Alçin yüzünde hafif bir tebessümle Merih'in yüzüne biraz daha yaklaştı. Bu kez Merih de geri adım atmamış öfkesini mümkünmüş gibi daha da tazelemişti. Birden boynunun hemen altında hissettiği sivri bir metalle kaşları çatıldı. Alçin elinde işlemeli bir bıçak tutuyordu. Eli titremiyor, korku hissetmiyordu. Onu uyardı:

"Eğer bana bir daha bu kadar yaklaşacak olursan seni bekçisi olduğun mezarlığa gömerim."

Her ne kadar sesi durgun bir deniz gibi olsa da sözleri gayet ciddi ve netti. Merih bu duruma biraz şaşırmış biraz da içten içe gülmüştü.

"Beni tanısaydın o bıçağı doğrultacak cesareti bulabilir miydin acaba?"

Alçin onun güldüğünü fark etti.

"O zaman tanıt kendini."

Merih bu sözlere cevap vermedi. Zayıf düşmüş hasta bir kadınla uğraşacak değildi. Yavaşça geri çekildiğinde gözlerini bir süre daha ondan ayırmamış ardından geri dönüp yürümeye başlamıştı. Alçin onun arkasından yüzündeki muzip gülümsemeyi genişletti. Bıçağını tekrar bol kıyafetinin koluna gizlemek için elini indirdiğinde bir şey fark etti; elleri titriyordu...

 

Bölüm sonu. ❤️‍🔥

 

Sevgili okurlarım... Diğer bölümde Merih'in geçmişine gideceğiz. Bu bölümden sonraki üç bölüm tamamen Merih'in geçmişiyle alakalı olacak. Emin olun onun geçmişi okunmaya değer. Elimde üç bölüm de hazır. Her hafta bir bölüm olmak üzere toplam üç haftada üç bölüm yayınlayacağım. Umarım beğenirsiniz. Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin ki hikayenin gidişatına ona göre şekil vereyim. Geri bildirim olmadıkça nasıl ilerlediğini kestiremiyorum. Sağlıcakla kalın.

 

Sevgilerle... 🤍

 

Loading...
0%