@msmarvi
|
Selam!
Keyifli okumalar! 🤍 Gece yarısına dek onu meşgul eden tek şey annesi olmuştu. İşlerini erkenden halleden Dilay, hemen oğlunun odasına gitmiş gün boyu yaşadıklarını en ince ayrıntısına dek anlatmıştı. Merih onu sabırla dinlerken bir şeylerle meşgul olmasının onu daha çok mutlu ettiğini fark etmişti. Nihayet sevebileceği, yapabileceği ve onu mutlu eden bir iş bulmuştu. Mesai saati yaklaştığında acelesiz adımlarla evin bahçesine çıktı. Hava oldukça ılık ve durgundu. Rüzgar esmiyor yalnızca ormandan kopup gelen hafif bir serinlik sarıyordu bedenini. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Gece mavisine boyanmış gökyüzünde birkaç bulutun buğulu yansıması ve yıldızların yanıp sönen parlak ışıkları vardı. Evin etrafını aydınlatan ışıkların arasında yürümeye devam eden Merih mezarlığa vardığında önceki günün aksine kapısında bir koruma olmadığını fark etti. Mezarlığın önünde durup etrafa bakındı. Kimse görünmüyordu. Açık kapıdan içeri girdi. İçerisi karanlıktı. Yalnızca yerde bazı kayaların arasına sıkıştırılmış küçük ışıklar vardı. Yavaş ve temkinli adımlarla ilerlerken kıstığı gözlerle hızlı hızlı etrafı tarıyor en ufak sesi dahi duymaya çalışıyordu. İlerledikçe kulağına bir melodi ilişmeye başladı. Yumuşak ses o kadar sakin ve duruydu ki Merih bir an durup öylece dinlemek istemişti. Ama merakı daha ağır basıyordu. Sesi takip ederek bambu ağaçlarının arasından geçti. Göletin ortasındaki sedire oturmuş Alçin sakince şarkı söylüyordu. Melodisine eşlik eden tek şey gölete akan suyun şırıltısıydı. Merih sedire doğru uzanan cam köprüye çıktı ve Alçin'i dinlemeye başladı. Üzerinde kırmızı gündelik bir elbise vardı yine. Kalın keten kumaş parçaları sanki rastgele dikilmiş gibiydi. Kolları oldukça uzun ve boldu. Sedire sere serpe yayılan eteği de kolları gibi uzundu. Düz saçlarının bir tutamıyla ensesine doğru küçük bir topuz yapılmıştı. Alnına düşen ince bir tutam ise çenesine kadar uzanıyor ara sıra kaldırdığı yüzünü nazikçe okşuyordu. Gözlerini bağlayan ince bağın uçları da siyah saçlarının arasına karışıp renk katmıştı. Alçin'in hemen önünde yanan eski usul bir kandilin sarı ışığı yüzüne vururken ateşin titrek gölgesi de üzerinde dalganıyordu. Şarkısını söylemeye devam ederek kaldırdığı ellerini nazikçe kıvırdı ve oturduğu yerden bir balerin misali dans etmeye başladı. Bu yumuşak ses, kendini hiç yormadan acele etmeden nazik ve kibar hareketler Merih'te bir huzur uyandırdı. Uzun zamandır duymadığı bu hissin ne kadar rahatlatıcı olduğunu hatırlamıştı. Ama huzur veren bir şarkının melodisi miydi, yoksa bir kadının zarafeti miydi bunu ayırt edememişti. "Hoşuna gitti mi?" Söylemeyi bitirdiği şarkının ardından konuşan Alçin'le Merih kendine geldi. "Evet." Geldiğini fark etmiş miydi? "Annem beni bu şarkıyla uyuturdu." Merih cevap vermedi. Beklediği cevabı alamayan Alçin bir kez daha konuştu: "Biraz oturmaz mısın?" Merih bir süre daha Alçin'e bakmaya devam etti. Akşamüzeri ona olan öfkesi uçup gitmişti. O da inatçılığını bir köşeye bırakmış gibi oldukça durgun görünüyordu. Yavaş adımlarla cam köprüde ilerleyip Alçin'in karşısına oturdu ve sordu: "Burada olduğumu nasıl anladın?" Alçin önce başını ardından elini kaldırdı hafifçe ve kandile doğru uzandı. "Ateş..." dedi, "Buraya adımını atar atmaz değişen hava ateşi de değiştirdi." Merih şaşırmıştı. Demek normalde umursanmayacak küçük detaylar başkaları için görmeye yetecek göz olabiliyordu. "Bunu fark etmek kolay değil." Merih'in sözleriyle Alçin hafifçe elini geri çekti. "Evet, kolay değildi. Ama artık istemsiz oluyor." Elleriyle yoklayarak yanında duran porselen bir çaydanlığı yine elleriyle bulduğu fincana doğru eğdi. Yarısından biraz daha fazla doldurduğu fincanı iki eliyle Merih'e doğru uzattığında Merih uzanıp fincanı eline aldı. Bir süre sorup sormamak arasında kalsa da konuştu: "Hiç korkmuyor musun?" Alçin kendi fincanını da doldurarak önüne döndü. "Neyden?" Merih onu izlemeye devam ederken cevap verdi: "Karanlıktan." Alçin'in dudağının bir kenarı hafifçe yukarı kıvrılmıştı. Çayından bir yudum aldı. "Küçükken korkuyordum." "Şimdi ne değişti?" "Büyüdüm." diyerek dinginleşen Alçin devam etti: "Kısaca; küçükken korktuğum karanlıkta büyüdüm. Karanlık şimdi dünyam oldu." Bir eliyle göz bağını çözüp ellerinin arasına aldı. "Renkler, şekiller, desenler yalnızca hatırımda kaldı." Merih sordu: "Hâlâ hatırlıyor musun?" Alçin gözlerini diktiği göz bağına bakmaya devam etti. "Evet, biraz silik ve soluk olsa da. Ama bir şey var ki ne kadar düşünsem de bir türlü hatırlayamıyorum." Merih merakla onu dinlemeye devam etti. "Neyi?" Alçin başını kaldırdı. "Tanıdıklarımın yüzlerini." Anlamsız bir ifade vardı yüzünde. Sanki tekrar hatırlamak istiyor gibi bir kez daha düşünüyordu. "Annemin, kardeşlerimin yüzlerini hatırlayamıyorum bir türlü. Oysa gözlerimi kaybetmeden önce en çok gördüğüm yüzler onlarındı." Alçin biraz suçluluk duyuyordu bunun için. En sevdiklerinin yüzünü hatırlamamak onlara yapılacak en büyük ihannetti onun için. "Onlara yaptığım en büyük ihanet bu olsa gerek." Alçin'in her zaman soğuk olan sesi bunu söylerken titremişti. Onun için gerçekten zordu. "Asıl ihanet onların yüzünü hatırlamamak değil, onların nasıl hissettirdiğini hatırlamamak." Alçin, Merih'in beklenmedik sözleriyle duraksadı. Merih devam etti: "Annenin yüzünü hatırlayıp sana söylediği bu şarkıyı hatırlamasaydın çok daha kötü olmaz mıydı?" Alçin sessiz kaldı. Hiç böyle düşünmemişti. Soluk gözlerini Merih'e doğrulttu. "Nazik birisin Merih." Beklenmedik bu cümle karşısında bu kez Merih sessizliğe gömüldü. Nasıl biri olduğunu düşünmeyeli epey olmuştu. Ama nazik olduğu hiç aklına gelmezdi. "Sevdiğin var mı?" Beklenmedik başka bir soru daha gelmişti. Bu soruyla Merih'in tüm vücuduna bir şimşek yayılmıştı sanki. Her hücresi uyuşmuş hatırlamak istemeyerek gözlerini kapatmıştı. "Varmış." Alçin, Merih'in derinleşen nefes alışverişlerini fark ediyordu. Elinde sıktığı fincanın gıcırtısını hatta gerilen vücudunu dahi hissediyordu. "Onu kaybetmişsin." Merih gözlerini tekrar açtı. Bu kadından bir şey gizlemek mümkün değildi. Görmekten daha fazlasına sahipti. Hazırlıksız yakalandığı soruyla bir an kendini tutamamıştı. Derin bir nefes aldı ve kabullendiği gerçeği söyledi: "Öldü." Alçin bir süre duraksadı. Öyle hissetmese de nezaketen "Üzüldüm." dedi. "Hasta mıydı?" Merih elindeki fincanı yavaşça yere bıraktı. Alçin'in duygusuz yüzüne bakarken uzun bir süre cevap vermemişti. İçinde geçmişten kalan acı, nefret, öfke, korku karmaşası tekrar baş gösterirken cevap verdi. "Hayır... Onu öldüren bendim." Bunları söylerken dikkatle ona bakmaya devam etti. Tepkisini merak ediyordu. Daima soğuk bir duvarı hatırlatan yüzüne yerleşen korkuyu ve dehşeti görmek istemişti. Ama Alçin'in yüzünde mimik dahi kıpırdamadı. "Nazik katil." Alçin'in sözleriyle Merih hafifçe güldü. Bu kadına akıl sır erdiremiyordu. "Benden korkmuyor musun?" Alçin kaşlarını hafifçe yukarı kaldırdı. "Hayır. Tanıdığım tek katil sen değilsin. Sadece bir tane daha eklenmiş oldu." Merih, Alçin'in bu rahat tavırlarıyla başını iki yana salladı hafifçe. Alçin'in de yüzünde ufak bir tebessüm olmuştu. Çayından aldığı yudumla tekrar konuştu: "Neden yaptın?" Merih bu soruyla boşluğa dalmıştı. Uzun zaman sonra olanları tekrar hatırlamak acısını yeniden harlıyordu. Ömür boyu dinmeyecek olan bu acıyı kabullenmek çok zordu. En yakınları hariç kimse bilmiyordu olanları. O gün bugündür ağzını bıçak açmamış kimseye tek kelime etmemişti. Her zaman gördüğü o kabus bir kez daha canlandı zihninde. Olaylar parça parça gözlerinin önüne gelirken yutkunarak derin bir nefes aldı. "Uzun ve derin bir hikaye." Alçin, Merih'in gergin tavırlarının farkındaydı. Yine de bilmek istiyordu. "Gece yeterince uzun." Bu nazik adamı katil yapan neydi ölesiye merak ediyordu. Merih bir süre sessizliğe gömüldü. Alçin de üzerine gitmedi. Yalnızca sessizliğine eşlik etti. Anlaşılan anlatacak cesareti yoktu. Çayından bir yudum daha almak için kolunu kaldırdığı sırada Merih'in sesi duyuldu: "Normal bir gün gibi başlamıştı her şey. Yeni birimde acemiliğim çıksa da görev arkadaşlarım yaşça benden büyük olduğu için bana hâlâ çaylak muamelesi yapıyorlardı..." 3 YIL ÖNCE... Güneş yavaşça ağaçların arasından kaybolurken gökyüzünün turunculuğu yerini koyu bir maviye bırakıyordu. Cırcır böcekleri susmuş kırlangıçlar gökyüzünde daireler çizmeye başlamıştı. "Ne o? Hemen tıkandın mı?" Ellerini dizlerine koyan Merih gözlerini postallarının altındaki çakıllara dikti. Saçlarından alnına süzülen terlerin yere damlamasını izledi derin nefesler alarak. Hemen yanı başında havlayan alman kurdu cinsi köpek oturur vaziyette kuyruğunu bir sağa bir sola sallıyordu. Adı Berserk idi. Merih uzanıp köpeğin başını okşadı. Buraya geldiğinden beridir onunla ilgileniyordu. Timin göz bebeği en çok sevileniydi. Zekası insanı hayrete düşürürdü. Amirinin sözleriyle güldü. "Numara yapma, sende çok daha fazlası var biliyorum." Onu tahrik etmeye çalışan amirine karşı elinin tersiyle alnını silerek doğruldu ve ona baktı. "Daha yeni başlıyorum amirim." Hızla ona doğru koşmaya başladı. Merih'in de içinde bulunduğu timin amiri Eymen ile karargahın önünde talim yapıyorlardı. Aralarında rütbe ve yaş farkı olmasına rağmen daha çok abi kardeş gibilerdi. Birbirlerinin arkasını kollayıp daima yardımcı olurlardı. Merih ele avuca sığmayan bir delikanlıydı. Görevlerde başına buyruk hareketler yapıyor, gözünü kırpmadan hayatını tehlikeye atıyordu. Görev sonrası başkomiserle başı belaya girdiğinde genelde Eymen amir araya giriyor Merih'in olaydan ucuz bir cezayla sıyrılmasını sağlıyordu. Bazen yalnızca cezayla yırtamayıp az buçuk dayak yediği de oluyordu ama neşesini bir gün kaybettiğini ya da yüzünün solduğunu hiç görülmemişti. Katılalı çok olmasa da kısa sürede timin neşe kaynağı olmuştu. "Karımın senden daha sert yumrukları var." Eymen bunları söylerken gülerek geri çekilmişti. Tabii bunları onu kızdırmak için söylemişti. Gerçekten fazlasıyla güçlü olduğunu biliyordu. Yıkılmaz bir iradeye asla düşmeyecek bir bedene sahipti. Ama görünüşünün aksine fazla yumuşak bir kalbi vardı. Bu onun zayıf noktasıydı. Görev arkadaşlarına duyduğu bağlılık ve sevginin haddi hesabı yoktu. Sanki elinden gelse dünyadaki tüm insanlara yardım etmek isterdi. Ondan yardım isteyen birini asla geri çevirmez hayır demeyi hiç bilmezdi. Onun için polis olmak bu demekti. İnsanlara yardım eli uzatabilmek, hayat kurtarmak onun yaşama sebebi olmuştu. Ancak görev sırasında bambaşka birine dönüşüyor ciddiyeti görev arkadaşlarını fazlasıyla geriyordu. Geçmişini geride bırakmış, büyümüş, işini eline almıştı. Sıcak bir yuvası, yolunda giden düzenli ama oldukça hareketli bir hayatı vardı. Zaman geçtikçe evi bu karargah olmuş buradaki düzene alışmıştı. İzin günleri haricinde anne babasını pek göremese de sık sık telefonla görüşüyorlardı. Hayattan fazlasını istemiyordu zaten. Böyle mutluydu. "Formunu evdeki talime borçlusun demek." Merih'in verdiği karşılıkla Eymen güldü. "Sen de evlenince görürsün o talimi. Buradakilere benzemez." Merih duraksayıp hafifçe geri çekildi ve gözlerini kaçırdı. Eymen hemen bir şey söylemek istediğini anlamış elini omzuna atıp sıkmıştı. "Çıkar ağzındaki baklayı." Merih gülerek derin bir nefes aldı ve saçlarını karıştırdı. "Zehra..." dedi, "Zehra'ya yarın evlenme teklifi edeceğim." Eymen'in yüzüne yavaşça geniş bir gülümseme yerleşti. Tuttuğu omzu sıktı. "Hayırlı olsun o zaman." Merih güldü. "Şey... Komiserim." "Söyle." "Yarın akşam için birkaç saatliğine baş komiser izin verir mi? Aramız iyi değil biliyorsun." Eymen kaşlarını kaldırdı. "Sen bana bırak." Merih'in gözleri parlamıştı adeta. Sıkıca sarıldı birden ona. İçi içine sığmıyordu. Hışırdayan çakıl taşlarıyla ikisi de duraksayıp onlara yaklaşana baktı. Elinde ufak bir tepsiyle yaklaşan genç kız yanlarında durup tepsiyi onlara doğru uzattı. "Size çay getirdim. Biraz ara verin." Timin kadın üyelerinden Zehra'ydı. Merih'le yaşıt ve aslında oldukça narin bir kızdı. Tanıştıkları gün bu mesleği zoraki yaptığını, ilk fırsatta bırakacağını söylemişti. Time ilk geldiğinde Merih'e en sıcak davranan oydu. Diğerlerinin yaptığı tatlı zorbalığa karşı sesini çıkarmasa da daha sonra onlardan acısını çıkarmayı biliyordu. Merih, Zehra'yı ilk gördüğü andan itibaren ona abayı yakmıştı. Gülümsemesi, gözleri, hareketleri aklından çıkmak bilmiyor onu her gördüğünde kalbi delicesine çarpıyordu. Haftalarca peşinden koşan Merih'e türlü eziyetler yapsa da nihayetinde o da gönlünü Merih'e çevirmişti. Uzun süredir düzenli bir ilişki içindelerdi. Merih adeta Zehra'ya tapıyor içindeki sevgi dolup taşıyordu. Son zamanlarda gözü hiçbir şey görmez olmuştu. Tek düşündüğü onunla bir ömür geçirmekti. Nihayetinde Merih, Zehra'yı anne babası ile tanıştırmış birlikte akşam yemeği yemişlerdi. Zehra, Dilay'a karşı çok nazik olsa da Dilay oğlunu kıskandığı için ondan uzak duruyor onu sevmediğini söyleyip duruyordu. Arada kalan Merih'in yardımına ise babası koşmuştu. Annesiyle konuşup onu ikna edeceğini içinin rahat olmasını söylemişti. Öyle ki onunla sıcacık bir yuva kurup ömrünün geri kalanını o sıcaklıkta geçirmek istiyordu. Teşekkür ederek çayı alan Eymen komiser onları baş başa bırakmak için hemen bir bahane buldu. "Ben üzerimi değiştireyim, çok terledim." Merih'e de şöyle bir bakıp yandan bir gülümseme atmış ardından karargaha yürümeye başlamıştı. Zehra bir süre Merih'e gülümseyerek baktı. Gözlerinin içi gülüyordu sanki. Yüzünde tatlı bir pembelik doğal bir güzellik vardı. "Yarın dışarı çıkalım mı?" Merih'in sorusuyla Zehra başını kaldırdı. "Yarın mı? Yarın benim izin günüm." Merih "Biliyorum." dedi, "Ben de izin alacağım." Zehra bir süre düşündü. "O-olur." Ardından ikisi de bir banka oturdular. Merih ceketini giyerken kollarını tutan Zehra'yı fark ettiğinde giymekten vazgeçip ceketi onun omuzlarına koydu. Zehra teşekkür edip gülümsediğinde gözlerini yere dikmişti. Bugün oldukça sessizdi. Canını sıkan bir şey olmuştu anlaşılan. "Sorun ne? Canın sıkkın sanki." Zehra ona döndü. "Kardeşim... Okulu bırakacak." Merih kaşlarını çattı. "Neden?" Zehra sıkıntıyla bir nefes aldı. "Annemin tedavisi için gerekli parayı denkleştiremiyoruz. İlaçlarını da bulamadım. Babam zaten ayrı olduğu için hiç yardım etmiyor. Kardeşim de okulu bırakıp çalışmaya başlayacak." Merih ciddiyetle ona döndü. "Olmaz öyle şey. Kardeşin okumaya devam edecek. Gereken ne ise hallederiz." Zehra "Ama-" diyerek söze başlamıştı ki Merih sözünü kesti. "Aması yok." Uzanıp saçlarını sevdi. "O güzel canını sıkma. Ben olduğum sürece kalbine bir damla mutsuzluk düşmeyecek." Zehra dolu gözleriyle Merih'e bakıp gülümsedi. Başını omzuna yaslayıp "İyi ki varsın." dedi. Uzanıp elini tuttuğunda ise Merih onun eline bir öpücük kondurmuş "Hep var olacağım." demişti. Mesai saati bitiminde Merih eve gitmek yerine Zehra'nın bulamadığı ilaçları aramak için eczane eczane dolaşmaya başladı. Onun yüzü solsun istemiyordu. İlaçları bulacak yüzünün güldüğünü tekrar görecekti. Kendinden fazla ödün veriyordu. Yaptığı tek fedakarlık sadece bundan ibaret değildi tabii ki. Üniversitedeki kardeşini okutan Merih idi. Hatta hasta annesi için iyice araştırmış iyi bir bakıcı tutmuştu. İzin günlerinde üç saat yol gider onu mutlaka ziyaret ederdi. Bunu isteyerek ve severek yapıyordu. Saatlerce ilacı aradıktan sonra nihayet bulduğunda hemen nezih ve güzel bir restorana gitmiş planladığı evlilik teklifi için rezervasyon yaptırmıştı. Seçtiği tek taş yüzüğe gülümseyerek bakarken kutuyu kapatıp cebine koydu. Çok heyecanlıydı. Yarın hayatının en güzel gününü yaşayacağından emindi. Öyle ki sabaha kadar yatağında dönüp durmuş bir türlü uyuyamamıştı. Telefonun kilit ekran fotoğrafındaki Zehra'ya uzunca bakıp baş parmağını fotoğrafta gezdirmiş ardından tuş kilidini açmıştı. Ana ekran fotoğrafında ise Dilay'ın fotoğrafı vardı. Kilit ekranındaki Zehra'yı kıskanmış oğluna küşmüştü. Merih ise çareyi ana ekrana onun fotoğrafını koymakta bulmuştu. Hafifçe gülümseyip tuş kilidini tekrar kapattı ve telefonu göğsüne bastırdı. Tüm gece heyecandan uyuyamamıştı. Sonunda sabahın erken saatlerinde yatağından çıktı. Önce güzel bir duş almış, tıraş olmuş üzerini giymişti. Ardından mutfağa girip kahvaltı hazırlamaya başladı. Bir yandan şarkı mırıldanırken diğer yandan dans ederek yumurtaları çırpıyordu. "Hayırdır? Ne bu enerji?" Babasının gülerek ona seslendiğini duymasıyla irkilip dans etmeyi kesti ve ona doğru döndü. Bu halde yakalandığı için utanmıştı. Babasının hemen arkasında annesi esneyerek ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Mutfakta egzersiz yapmamalısın." Dilay'ın sözleri baba oğulu güldürürken Vedat takım elbisesinin kravatını düzeltip masaya oturdu. Dilay da oğlunun beceremeyeceğini söyleyerek onu köşeye itmiş kahvaltı hazırlamaya koyulmuştu. Merih annesine arkadan sarılıp ağzına bir salatalık attı. "Bugün büyük gün. Tarihe yazılacak bir gün. Bugün kutlama yapacağız." Dilay bir süre düşündü. "Hayır, yanlış biliyorsun. En büyük gün 29 Ekim 1923; Cumhuriyetin ilanı. Bugün değil." Vedat sayfalarını açtığı gazeteden gözlerini çekip oğluna dikti. "Neymiş bugünün özelliği?" Merih babasına döndü. "Bugün Zehra'ya evlenme teklifi edeceğim." Dilay salatalıkları doğramayı bıraktı. İçinde rahatsız edici bir his vardı. Oğlunun evden gideceğini düşünmek yeteri kadar canını sıkarken onu başka bir kadınla paylaşmak istemiyordu. Kendi kendine sessizce mırıldandı. "Dilay o kızı sevmiyor..." Merih tekrar annesine döndü. Omuzlarından tutarak yüzünü ona çevirdi. "Her şey çok güzel olacak anne. Merak etme." Dilay yüzünden düşen bin parçayla oğluna baktı. Gerçekten istemiyordu. Ama dün akşam Vedat onunla konuşmuş sevenlerin arasına girmenin çok kötü bir şey olduğunu anlatmıştı. Her şeye rağmen yine de istemiyordu. "Ama sen daha çok küçüksün." Vedat araya girdi. "Ne küçüğü hayatım. Kocaman oldu artık. Evlenip yuva kuracak tabii ki." Dilay eşine döndü bu kez. "Ama..." diyerek söze başlamıştı ki Vedat tekrar konuştu. "Dün konuştuklarımızı unuttun mu?" Dilay başını iki yana salladı ve tekrar Merih'e baktı. "Mutlu olacak mısın?" Merih sıcacık bir gülümsemeyle başını salladı. "Evet. Hem de çok." Dilay emin olmak istercesine oğlunun yüzüne baktı. Oğlunun mutlu olması onu her zaman mutlu ederdi ama bu kez içinde anlam veremediği sıkıntıdan kurtulamıyordu. Hiçbir şey söylemedi. Kahvaltıyı hazırlayıp masaya oturduklarında ise Vedat oğluna sordu: "Ee? Ne zaman yapmayı düşünüyorsun düğünü?" Merih lokmasını yutup babasına baktı. "Üç aya yaparız." Vedat kaşlarını çattı. "Ne bu acele oğlum?" Merih yemeğini yemeye devam ederken "Fazla uzatmanın manası yok." dedi. "Nasıl yetiştireceksiniz her şeyi üç ayda?" Merih omuz silkti. "Biraz birikmiş param var. Onunla ev alacağım. Kalan parayla da düğünü yaparım. Arabam da var. Daha ne olsun?" "Gerekirse biz de destek oluruz. Canını sıkma." Vedat zamanın ne çabuk geçtiğini düşündü. Bebekliğindeki yaramazlıkları hâlâ dün gibi hatırlıyordu. Ele avuca sığmayan gençliğini, eve dahi uğramadan sokakta yatıp kalktığını hatırlıyordu. Türlü belalardan onu çekip çıkarmak her zaman zor olmuştu. Şimdi ise işinde gücünde yuva kurmaya çalışan bir delikanlı olup çıkmıştı karşısına. Bu onu oldukça duygulandırmıştı. Öyle ki dolu gözleri fark edilmesin diye masadan kalkıp takım elbisesinin ceketini giydi. "Geç kalacağım. Ben çıkıyorum." Vedat oldukça tanınan bir savcıydı. Daima sert bir mizacı olmuş disiplin ve düzen onun için her şeyin başında gelmişti bugüne dek. Uzun zamandır savcı olarak tecrübesiyle en acı verici olaylara karşı dahi bir duvar gibi duygusuz ve mantıklı olmuştu. Şimdi ise gözleri dolu dolu bir an ne yapacağını bilemeden hemen buzdan bir duvar örmüştü. "Dün baş amirin Yalçın Bey ile ayaküstü sohbet ettik. Görevlerindeki başarın ve disiplinin için seni tebrik ettiğini bu iş için doğduğunu, inanılmaz bir yeteneğinin, güçlü bir iraden olduğunu söyledi. İsminin üst amirler arasında duyulmuş bile. Sınavlara girersen rahatlıkla rütbe alacağın konuşuluyormuş. Şimdi de evlenip yuva kuracaksın. Bir baba daha ne isteyebilir? Seninle gurur duyuyorum oğlum." Merih şaşkınca babasının sözlerini dinledi. Gençken sürekli başına bela açtığı için daima azarlayıp ceza veren bu adam mıydı? Merih de gözlerinin dolduğunu hissetti. Bir erkek çocuğu olarak babasından aldığı bu övgü dolu sözler altın değerindeydi. "Baba..." Vedat arkasını dönmeden tekrar konuştu. "Daima böyle çelik gibi sert, keskin ve parlak ol. Asla paslanma. Görevini layıkıyla yerine getiren vatanına milletine hayırlı biri ol." Ardı ardına sıraladığı cümlelerle Merih ayağa kalkıp asker selamı verdi. "Sözleriniz benim için emirdir sayın savcım!" Vedat yüzünde beliren bir gülümsemeyle mutfaktan çıktığında Dilay da ayağa kalkıp sevinçle oğluna bakmıştı. "Baban seni çok seviyor." Merih'in gözleri parlıyordu adeta. Sıkıca annesine sarılıp ayaklarını yerden kesti ve etrafında döndü. "Biliyorum." Dilay kahkahalarla gülerken Merih onu yere indirip ceketini aldı ve koşar adımlarla yürümeye başladı. "Ben kaçar! Geç gelirim, yemeğe beni beklemeyin!" Bir hışımla evden çıktığında yan komşunun bahçede kahvaltı yaptığını fark etti. "Ayfer abla Tunç ağabey afiyet olsun!" İkisi de sesin geldiği yöne döndüğünde Tunç elini kaldırıp delikanlıya selam verdi. "Oo Merih! Gel beraber olsun." O sırada bahçede oynayan üç yaşındaki Ayşegül ellerindeki oyuncakları bırakarak ona koşmuştu. "Merih ağabey!" Merih onu kucağına alırken diğerlerine cevap verdi: "Kahvaltı yapıp çıktım ağabey sağ ol." Ayşegül "Merih ağabey beni parka götürecek misin yine?" diye sorduğunda Merih onayladı. "İzin günümde götürürüm olur mu?" Ayşegül başını salladığında onu yere indirdi. Diğerleriyle vedalaşıp arabasına bindi. Keyifli bir müzik açıp sürmeye başladığında içi içine sığmıyordu sanki. Dikiz aynasından arka koltukta asılı duran yeni aldığı takım elbisesine baktı. Akşam bu takım elbiseyi giyecekti. Çiçekçinin önünde durduğunda güzel bir gül buketi yaptırmış koklayarak çiçekçiden çıkmıştı. Çiçek buketini yan koltukta dün aldığı ilaçların ve tedavi için ayarladığı paranın yanına koyduğunda tekrar sürmeye başladı. Yolda ayarladığı restoranı aramış her şeyin hazır olduğundan emin olmuştu. Karargaha vardığında içeri girer girmez tim arkadaşları karşıladı onu. "Oo! Hoş geldin Avcı." Arkadaşlarının birkaçı koltuklara oturmuş açık televizyona bakıyor, bazıları çay içiyor bazıları ise birkaç peynir zeytinle kahvaltı yapıyordu. "Günaydın." Diğerleri de ona karşılık verdiğinde Merih bir an izinli olduğunu unutup gözleri Zehra'yı aramıştı. Daha sonra hatırladı. Birden ensesinde hissettiği şaplakla kendine geldi. "Zehra izinli bugün unuttun mu? Tam bi' Leyla ya." Merih geri dönüp ona karşılık vermek için bir hamle yapmıştı ki geri çekilip ellerini iki yana kaldırdı teslim olmuşçasına. "Sen önce ayık gelmeyi öğren buraya Mert." Mert tam bir alkol bağımlısıydı. Kolay kolay ayık gezmez amirlerine yakalanmadığı sürece yer ve zaman fark etmeksizin içerdi. Aklı kurnazlıkla çalışır herhangi bir olayda kendini sıyırıp çıkarmayı çok iyi bilirdi. Ve genelde her kötü olay ondan bilinirdi. "Ne alakası var?" diyerek geri geri giderken masaya çarptığında diğerleri güldü. Merih koltuklardan birine oturduğunda bir elinde metre bir elinde bıçakla beyaz peyniri dikkatle kesmeye çalışan Caner'e baktı. Çok zeki olmasına rağmen simetri hastasıydı. Bütün her şey ona göre bir düzen içinde olmalı en önemlisi ise gözüne hitap etmeliydi. "Caner bıçağın güzelmiş ha." Bunu söyleyen Caner'in tam karşısında oturan Merve'ydi. "Satayım sana." Merve gözlerini devirdi. Caner için para dendiğinde akan suların durduğunu unutmuştu. Varı yoğu paraydı ve para için yapamayacağı şey yoktu. Genelde çaylakları kazıklar ya da düpedüz dolandırırdı. Buna Merih de dahildi. Time ilk geldiğinde onu da dolandırmıştı. Ama Merih'in bundan hâlâ haberi yoktu. Merve ise umursamazlığı ve eğlenceye düşkünlüğüyle bilinirdi. Mesai saatleri dışında bambaşka birine dönüşür kulüplerde barlarda sabahlardı. Kimseye bağlanmaz yalnızca eğlencesine bakardı. Onun için yalnızca özgür olmak ve eğlenmek vardı. Hiç kimsenin üzerine giydiği bir gece elbisesi kadar değeri, sürdüğü ruju kadar kalitesi olmazdı hayatında. "Lan o benim bıçağım değil mi?" Birden odanın içinde vızır vızır uçan droneu sürmeyi bırakıp Caner'e dönen Batuhan'la herkes gülmeye başladı. "Ne ara çaldın oğlum?" Caner gayet ciddi bir ifadeyle ona döndü. "Çalmadım. Satana kadar ödünç aldım." Batuhan sinirle ona baktı. "Bana kelime oyunu yapma." Caner geriye yaslanıp bıçağı ona doğrulttu. "Sana ucuza satarım." Batuhan da elindeki kontrol kumandasını ona doğrulttu. "Lan bıçak zaten benim!" Caner aldırmadan peyniri ölçüp biçmeye devam etti. "Satın almak istemiyorsan sen bilirsin." Batuhan "Benim diyorum benim!" diye söylenirken Caner "Bağırma. Yamuk keseceğim senin yüzünden." diyerek peyniri kesmeye devam etti. Batuhan bağırmaya devam ederken birden doğruca kafasına gelen boş kağıt bardakla sesini kesti. "Kes sesini konuşurken tükürüyorsun. " Bardağı fırlatan da bunları söyleyen de Şahin'di. Adı gibi şahin gözleri vardı ve timin keskin nişancısıydı. Bugüne kadar ıskaladığı bir hedef olmamıştı. Oldukça sakin ve ciddi bir yapısı vardı. Yüzü gülmez konuşulanlara kulak asmazdı. Tek sıkıntısı tam bir titizlik hastası olmasıydı. Elinden çıkarmadığı eldivenler olmadan hiçbir şeye dokunmaz, bir yere oturmaz saatlerce ayakta dikilirdi. Eğitimler onun için işin en zor kısmıydı. Çamur içinde sürünmek, herkesin dokunduğu o yerlere dokunmak onun için ölmekten beterdi. Ceza almak pahasına dokunmamak için uymadığı emirler oluyordu. Sınavlarda dahi dokunmak istemediği parkurları es geçmişti. Bir mendili ağzına kapatıp Batuhan'dan uzaklaşan Şahin bir yandan yerde duran kağıt bardağı gösterdi. "Onu çöpe at." Batuhan yaşça onlardan küçük olduğu için ezilen taraf genelde o oluyordu. Her şeye rağmen onlara saygı duyardı. Merih gülerek gözlerini ondan çekerken pencerenin önünde hazır ol vaziyette elinde silahla bekleyen Veli'ye baktı. "Deliveli!" Ona böyle seslenirlerdi. Timin en arsızı, en sinirlisi, en hırslısı oydu. Mesleğine o kadar düşkündü ki karargahtan çıkmıyordu dahi. Silahına aşık gözü kara bir deliydi. Merih'in ona seslenmesiyle döndü. "Ne oldu gardaş?" Şiveli konuşması ve yüksek sesiyle daima kavga eder gibi konuşur öfkesi saman alevi gibi hemen parlardı. "Gel şöyle. Size söyleyeceğim bir şey var." Herkes duraksadı. Veli de yaklaşmış tüm dikkatler Merih'e çevrilmişti. "Bu akşam Zehra'ya evlenme teklifi edeceğim." Birkaç saniye herkes sessizliğe gömülmüştü. Ardından yavaşça kahkahalar yükselmeye başladı. "Vay gardaşım benim!" diyerek Merih'e sıkıca sarılan Veli'nin ardından Batuhan da koşarak onlara sarılmış "Düğünümüz var desene!" demişti. Merve doğrulduğu koltuğa tekrar yaslandı ve "Evlilik mi tövbe." dedi. Mert de arkadan elini Merih'in omzuna atarak "Bunu kutlamak için içeriz o zaman." derken Caner "Ben altın falan takmam baştan söyleyeyim. Neyse en azından hakkıma düşen pastayı çocuklardan birine satarım." diyerek hemen hesabını yapmıştı. "Çok kalabalık olursa ben gelmem." diyen Şahin ise son noktayı koymuştu. Her şeye rağmen herkes Merih'in yüzündeki mutluluğu rahatça görebiliyordu. Hepsi onun için çok sevinmişti. "Nikah şekerleriniz benden." O sırada kapının önünden duyulan sesle herkes kapıya döndü. Eymen amir yüzünde kocaman bir gülümsemeyle onlara bakıyordu. Herkes toparlandı. Amirlerine karşı duydukları sevgi ve saygının eseriydi bu. Gönlü çok yüce bir adamdı. Diğer amirler gibi onlara tepeden bakmaz mizahı geniş ve alçakgönüllü biriydi. Fakir bir ailede, küçük bir köyde büyümüş kendi çabalarıyla buraya kadar gelmişti. Evli, üç çocuk babasıydı. Üç tane dünyalar tatlısı kızı vardı. Eymen amirin ardından içeri timin geri kalan üyeleri girdi. İçlerinden Turan konuştu: "Ne bu neşe?" Deliveli hızla dönerek "Gardaşım Merih evleniyor." dedi. Eymen amir gülerek "Dur daha oğlum. Kız teklifi kabul edecek mi belli değil." dediğinde Furkan kaşlarını kaldırdı. "Zehra'ya evlilik teklifi mi edeceksin?" Merih gülümseyerek başını salladığında beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Furkan onu küçümser bir bakış atmış yandan gülüp gözlerini devirmişti. Merih anlam veremedi. "O zaman hayırlı olsun diyelim." Bunu söyleyen diğer ekip üyesi Taner'di. Gülümseyerek elini Furkan'ın omzuna atmıştı. "Bol bol oynarız düğününüzde." diyen Oktay ile birlikte diğerleri de kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. Oğuz da göz kırpıp gülmeye devam ederken bu durum Merih'in canını sıkmıştı. İçinde anlam veremediği garip bir his belirmişti. Birden içeri hızla baş amir Yalçın ardından timin geri kalan üyeleri girdi. Baş amir dikkatleri toplamak için kapıya birkaç kez sertçe vurdu. "Toparlanın acil görev var!" Hiddetle bağıran baş amir elinde birkaç kağıtla onlara bakmıştı. Herkes hızla toparlanırken Yalçın tekrar konuştu: "Arkeoloji müzesinde soygun yapılacağına dair kesin ihbar aldık. Hırsızların polis kılığında içeri sızacağı bilgisi geldi. Onlardan önce davranıp enselememiz gerek." Hep birlikte hızlıca koridorda ilerlerlerken Yalçın amir durup onlara döndü. Mavi gözleri, beyaz saçlarıyla yaşlıca bir adamdı. Yanakları sarkmış yüzü her zamanki gibi sert ve memnuniyetsizdi. "Yüzünüzü gizleyin. Dağılın!" Herkes hızlıca hazırlanmak için dağıldı. Merih dolabının önüne geçip hızlıca hazırlandı. Tam dolabını kapatacağı sırada gözüne içinde yüzük olan kutu gözüne çarpmıştı. Birkaç saniyeliğine düşündü. Bu akşam onca hayali vardı oysa. Bu görev de nereden çıkmıştı? Biraz öfkeli biraz da kabullenmişlikle yüzüne maskesini geçirdi. Ardından silahını kaptığı gibi koridora fırladı. Timin birazı önde gidiyor birazı da geride hızla toparlanıyordu. "Avcı!" Arkadan duyduğu sesle duraksadı. Ona seslenen Furkan'dı. Yüzündeki desenli maskenin ardındaki gözleri soğuk ve sertti. Elindeki silahı indirip başıyla yan odayı işaret etti. "Baş amir seni çağırıyor." Merih kısa bir süre Furkan'ın sert bakışlarına karşılık verdi. Ardından geri dönüp odaya girdi. Baş amir Yalçın, Merih'i gördüğünde ona kısa bir bakış atıp "Yaklaş." dedi. Merih yaklaştı. "Söyleyeceklerimi iyi dinle." Önemli bir şey olmuş olmalıydı. "Bu ihbarı bize veren Zehra'ydı." Merih'in kaşları çatıldı. Amir konuşmaya devam etti: "İzin günü olduğu için kardeşini müzeye götürdüğünü söyledi. Orada iki adamın gizli konuşmasına şahit olmuş. Hemen bize haber verdi ancak..." diyerek duraksadığında Merih sabırsızlıkla bir adım öne atıldı. "Ama ne?" Baş amir dikkatle Merih'i süzüyordu. "Zehra'nın rehin alındığını öğrendik." Merih başından vurulmuşa dönmüştü. Tek kelime edemedi. "Avcı." dedi baş amir, "Her şeyden önce sen bir özel harekatsın. Duygularını göm ve yapman gerekeni yap." Merih timin en yeteneklisiydi. Ona Avcı demelerinin tek sebebi soy ismi olduğu için değildi. Kelimenin tam anlamıyla avına bir avcı misali yaklaşmasıydı. Hiç ışık kullanmadan, hiç ses çıkarmadan, tamamen karanlık bir hiç olup hangi deliğe girerse girsin avını bulur yaklaştığından kimsenin ruhu duymazdı. Onu korkutucu yapan yalnız bu da değildi. Tereddüt etmezdi. Öleceğini anlayan kurbanın acı çığlıklarına, merhamet yakarışlarına karşı bir zebani misali sağır kesilir yapması gerekeni tereddütsüz yapardı. Baş amir bunu çok iyi biliyordu. Kabul etmese de içten içe onun yapacaklarından korkuyordu. "Onu kurtaracağım." dedi Merih kararla. Onu kurtaracak ve hemen orada evlilik teklifi edecekti. Silahını sıkıca kavrarken başını kaldırdı ve doğruca baş amirin gözlerine baktı. İradesi çelik ağlarla örülmüş gibiydi. İçinde şüphesiz onu kaybetme korkusu vardı ancak onu kurtaracağından emindi. Başka bir olasılık düşünmeye ihtimal vermiyordu. "Kurtaracağız." Baş amirin onu onaylayan sözleriyle birlikte ikisi de hızla odadan çıktılar. Karargahın önünde bekleyen tim olanlardan haberdardı. Hepsi dikkatle Merih'e baktı. Ama suratındaki maske duygularının perdesi olmuş hepsini gizlemişti. Kimse ne düşündüğünü bilemiyordu. Olay yerine varana dek kimse sesini çıkarmadı. Daha doğrusu kimse sesini çıkarmaya cesaret edememişti. Merih gözlerini karşıya kitleyerek silahını yere dayamış iki eliyle tutuyordu. Yol bitmek bilmemişti sanki. Ne durumdaydı? Ona zarar vermişler miydi? Korkuyor muydu? Düşünmekten kafayı yiyecekti. Eymen amirin omzunu sıkmasıyla kendine geldi. "Zehra güçlü kızdır. Allah'ın izniyle kurtaracağız onu." Yüzünde güven veren bir ifadeyle Merih'e bakıyordu. Onun konuşmasıyla diğerleri de konuşma cesareti gösterdi. Merve gülerek eldivenlerini düzeltirken konuştu: "Ben onu rehine alanlara acıyorum." Onu onaylayan Deliveli başını sallamış silahını öperek "Prensesimle onu kurtaracağız." demişti. Mert ise "Onu kurtarınca güzel bir rakı sofrası kurarız." diyerek kendince moral vermeye çalışmıştı. Caner yalnızca bakmakla yetinmiş Şahin ise silahının dürbününü temizlemekle meşgul görünüyordu. Birden bir havlama sesi duyuldu. Berserk havlayarak Merih'in önüne çökmüş adeta o da Zehra'yı kurtaracağını söylüyordu. Merih uzanıp onun başını okşadı. O sırada görevin nasıl ilerleyeceği anlatılmış plan ortaya sunulmuştu. Olay yerine vardıklarında araçtan indiler. Baş amir son kez onlara döndü. "Unutmayın. Polis kılığında içeri girmeye çalışacaklar. Ne olursa olsun buna izin vermeyin." Ardından verdiği işaretle planlandıkları gibi dağılarak yavaşça içeri sızmaya başladılar. Eymen amirin ardından Merih ve Veli ilerlerken diğerleri de gruplar halinde içeri sızdılar. Ama bir sorun vardı; müzede hâlâ siviller vardı. Tahliye edilmemişti. Eymen amir bunu fark ederek elini havaya kaldırıp yumruk yaptı. Onu takip eden Merih ve Veli de durduğunda. Eymen amir konuştu: "İçeride siviller var. " Merih'in kaşları çatıldı. İçeride yetişkinler hariç küçük çocuklar da vardı. Hepsi inci gibi sıraya dizilmiş öndeki öğretmenlerini takip ediyorlardı. Rapor verilirken bundan bahsetmemişlerdi. "Amirim." dedi Merih. "Biliyorum." diyerek onu onaylayan Eymen devam etti: "Önce sivilleri tahliye etmemiz gerek. Siz tetikte olun. Onları ben yönlendireceğim." Ardından doğruca çocukların yanına gittiler. Onları gören siviller ürkekçe geri çekilmiş olduğu yerde dikili kalmışlardı. Eymen amir hızlıca sivilleri tahliye etmeye çalışırken Merih ve Veli etrafa bakıyor olası tehditlere karşı çocukları koruyordu. Çok geçmeden Furkan ve timden diğer üç kişi belirdi. Koşarak yanlarına gelmişlerdi. "Sivilleri biz tahliye ederiz. Siz arka kapıya yönelin." Merih ve Veli, Eymen amire baktılar. Eymen amir öylece onları süzdü. "Ne zamandan beri astımdan emir alır oldum? Sizin konumlanacağınız mevki burası değil. Ne işiniz var burada?" Furkan bir şey söyleyeceği sırada kulaklıktan baş amirin sesi duyuldu: "Gökçe 001. Orayı bırakıp mevkinize konumlanın." Emri dinleyen Eymen amir yüzünde belli belirsiz muzip bir gülümsemeyle ona bakan Furkan'ı izledi uzun süre. Zafer ifadesiyle bakışlarını amirinden çeken Furkan çocuklara doğru yöneldiğinde Eymen amir onun payını görevden sonrası için saklamaya karar verdi. Şimdi buna hırslanmanın sırası değildi. Başıyla işaret ederek diğerlerine onu takip etmelerini söylediğinde Merih'e ters bir bakış atmayı ihmal etmeyen Furkan'a aynı bakışlarla karşılık veren Merih'in en başından beri zerre haz etmediği bu çocuğu çok umursadığı söylenemezdi. Hiçbir şey söylemeden yanından geçip giderken Furkan dönüp onun arkasından uzun bir süre bakmaya devam etti. Eymen amir arka kapıya yöneldiğinde değerli eserlerin arasından geçerken Veli silahını tavanda asılı dinozor kemiklerine doğrultmuş "Amirim on bin dolar verseler bu dinozorla kapışır mıydınız?" diye sormuştu. Eymen amir duraksadı. Merih'in önden gitmesine izin verirken Veli'nin ensesine sert bir tokat geçirmiş "Sırası mı oğlum şimdi? Sıktırtma bacağına, yürü!" diye cevap vermişti. Merih onları duymamıştı adeta. Tek düşündüğü Zehra'ydı. Onu bir an önce yanında görmek istiyordu. Hızla ilerlemeye devam ettiğinde nihayet arka kapıya gelmişlerdi. Eymen amir "Gökçe001 hedef bölgede. Tamam." diyerek rapor verdiğinde bir süre beklese de dönüş gelmedi. Hepsi konumlanıp beklemeye başladı. Dakikalar sonra uzaktan gelen siren sesleriyle üçü de hemen pozisyon aldı. Merih başını yukarı kaldırdığında yukarıda timden üç kişnin daha konumlandığını gördü. Kimse ses çıkarmadan siren seslerinin yaklaşmasını bekledi. Merih içinde duyduğu öfke ve intikam arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Zehra'yı esir alanları içinde bastırmadığı vahşi bir hayvani duyguyla parçalara ayırmak istiyordu. "Konum raporu verin." Kulaklıktan duyulan baş amirin sesiyle Şahin müzenin yanındaki saat kulesinin tepesinde keskin nişancı tüfeğiyle hazır bekliyordu.
Merve ve Caner müzenin üst katındaki camın kenarından dışarı gözetlerken "Gökçe002 bölgede. Tamam." dedi. Batuhan elindeki küçük bilgisayarla uçan drondan gelen görüntüleri izlerken "Gökçe003 bölgede. Çıkış üçten yaklaşıyorlar. Tamam." demişti. Baş amirin sesi tekrar duyuldu: "Gökçe001, hazır olun. Onları karşılayacaksınız." Merih bu sözlerle silahına daha sıkı sarıldı. Zihni bomboştu. Nefesleri düzgün damarlarında gezinen kan buz gibi soğuktu. Polis arabalarının ışıkları içeri yansımaya başladığında ellerinin olası titremesine karşı derin nefesler alan Merih öfkesini dizginlemeye çalışıyordu. Dışarıda ani frenle duran arabalarla hızla araçlarından inan eli silahlı soyguncular üzerlerindeki üniformanın içine sığınmışlardı. Eymen amirin işaretiyle Merih pozisyon aldı ve silahını çekti.
Kendilerindenmiş gibi giyinip kuşandıklarını görünce çok sinirlenmişti. Sesi sanki yankı yapmış gibi dışarıdan bir ses duyuldu: "Derhal teslim olun! Etrafınız sarıldı." Merih anlam veremedi. Eymen amir ve Veli de birbirlerine bakmış ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Demek etraftaki insanları manipüle edip dikkatleri üzerlerinden çekeceklerdi. Eymen amirin işaretiyle Merih yanındaki kolonun arkasına geçmesiyle kolona saplanıp kalan bir mermiyle ortalığı bir toz bulutu kapladı. Bir salise daha gecikse alnının ortasına bir kurşun yiyecekti. Buna rağmen Merih bir an olsun şaşırmadı. Yalnızca "Şahin." demiş hemen ardından Şahin "Biliyorum. Onu bulacağım." demişti. Başka bir keskin nişancı olmalıydı. Demek o kadar hazırlıklıydılar. Kusursuz bir şekilde polisi taklit etmeye çalışıyorlardı. Şahin ağzında rahatça çiğnediği sakızla dürbününe yaklaşıp etrafa bakmaya başladı. Ona bir rakip çıkmıştı ve o kendisinin mi yoksa onun mu daha yetenekli olduğunu görmek istiyordu. Bu onu keyiflendirmiş yüzünde muzip bir gülümseme belirmişti. "İyi olan kazansın." diye mırıldandığı sırada baş amirin sesi duyuldu. "Gökçe001 ateş açın, gözlerini korkutacağız." Merih ne kadar öfkeli olsa da prosedüre uymak istiyordu. Sinirini dindirip konuştu: "Amirim etraflarını sararsak teslim olacaklardır." Binanın içine sızarak yalnızca kendilerini kafese kapatmışlardı. En başından beri bunun farkında olup engellemeye çalışan Eymen amir daha da öfkelendi. Baş amirin sesi tekrar duyuldu: "Sana bir alternatif sun diyen olmadı." Eymen amir müdahale etmek istedi. "Amirim-" "Emrime itaatsizlik mi yapıyorsunuz? Her şeyin kayıt edildiğini unutmayın. İndirin hepsini!" Son söz söylenmişti. Emri uygulamaktan başka çareleri yoktu. Üçü de silahlarına sıkıca sarıldı. Tereddütle beklerlerken diğer camı da tuzla buz eden bir mermi doğruca Veli'nin yanından sıyrılıp geçmişti. O an tereddüt etmeyi bırakan Veli ateş açtığında Merih de nişan aldığı polis kılıklı soyguncunun başından vurmuş dağılan beyninin parçalarının diğerlerinin üzerine saçılmasını izlemişti. Yere düştüğünü gördüğünde ateş etmeyi keserek duraksadı. Her ne kadar sahte olsa da o üniformaları hedef almak içinde kötü bir his doğurmuştu. Daha da öfkelendi. Yaptıkları bu psikolojik baskıya yenilmemesi gerekiyordu. Onu kendine getiren Eymen amirin omzununa dokunan eli olmuştu. Yüzünü hafifçe ona çevirse de bakmadı. Sadece sözlerini dinledi. "Nasıl hissettirdiğini çok iyi biliyorum. Metin ol." Birden karşı taraf da ateş açtı. İçeriye yağan mermilerin haddi hesabı yoktu. Yağmur damlası kadar çok, çelik kadar sertti. Koruma altına alınan eserlerin camları tuzla buz olurken kimi yere devriliyor parçalara ayrılıyordu. Merih derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı. Kaybettiği odağını kazanması gerekiyordu. Kapalı gözlerinin ardında görünen Zehra'nın gülen yüzü, elini tutuşu onu ilk öpüşü hızlanan kalbini huzurla dizginlemiş kulağında yankılanan tüm sesler dinmişti adeta. Ne için burada olduğunu hatırladı; onu buradan çıkarması gerekti. Gözlerini hızla açtı. Yüzüne vuran beyaz ışıkla göz bebekleri küçülmüş kahverengi gözleri belirginleşmişti. Silahına davranıp duygudan yoksun bir robot misali tetiğe basmaya başladı. Vurulan insanlardan fışkıran kanlar polis arabalarının üzerine sıçrıyor damla damla yere düşüyordu. Veli defalarca kez bu işi yapmasına rağmen ilk defa midesinin bulandığını hissetti. Kusmak istiyordu. O da Merih gibi üniformalarının kirletilmesine karşı çok öfkeliydi ama her ne kadar içindeki insanlar soyguncu olsa da namlusunu o üniformaya doğrultmak istemiyordu. O an gözüne Merih takıldı. Hiç olmadığı kadar sert ve duygusuzdu ama vücudu o kadar gergindi ki kendini gizleme gereği dahi duymadan ateş ediyordu. Veli tüylerinin ürperdiğini hissetti. Bir cani gibi görünen bu adamla yıllarca omuz omuza çatışmışlardı. Türlü görevleri birlikte tamamlayıp birlikte defalarca ölümden dönmüşlerdi. Ama bu kez farklıydı. Onun, Zehra'yı ne kadar çok sevdiğini şimdi çok daha iyi anlıyordu. Eymen amir ise daha çok içinde çatışıyordu. Taşlar yerine oturmuyor bir türlü mantığına sığdıramıyordu. Plan yanlıştı. Bu şekilde yalnızca kendilerini öldürteceklerdi.
Bölüm sonu.
Bölüm hakkında düşünceleriniz nelerdir? Asıl olaylar diğer bölümler birlikte başlıyor. Beklemede kalın! Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin. ♥️
Sonraki bölümde görüşmek üzere!✨
|
0% |