Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@msmarvi

 

 

Herkese iyi bayramlar!

 

Merih'in geçmişinde artık sonlara yaklaşıyoruz. Bununla birlikte bir bölüm daha yayınladıktan sonra kitap kaldığı yerden devam etmeye başlayacak. Açıkçası Merih'in geçmiş hikayesine o kadar dalmışım o kadar kendimi kaptırmışım ki hikayeye tekrar dönmek beni zorluyor. En kısa zamanda kendimi toparlamaya çalışacağım. Sevgilerle...

 

Keyifli okumalar.

 

Müzenin içinde gezinen Yalçın'ın adamları geriye kalan yedi kişiyi ortadan kaldırmak için üçerli gruplar halinde tüm müzeyi aramaya koyulmuşlardı.

"Bunların başa bela olacağı belliydi. En başında sıkacaktık kafalarına."

Adamlardan biri diğer ikisine bunları söyleyerek etrafı dikkatle ararken diğeri ona cevap verdi.

"Fazla direnemezler. Sayıca üstünüz."

Diğerlerinin de içi rahattı. Yapmaları gereken tek şey onları bulmaktı.

"Şu hep 'Gardaş' diyen eleman vurulmuş diyorlar."

"O zaman tahtalı köyü boylamıştır Allah'ın delisi."

İkisi de güldüğünde bu kez diğeri konuştu:

"Silahına aşıktı ruh hastası. Bir ara silahı çizildi diye terör estirmişti hatırlıyor musunuz? Onu yapan bendim."

Diğerleri daha çok gülerken "Çıldırmıştı o gün." dediler. O sırada birden "Şimdi ananızı laciverte boyadım o***** çocukları!" diyerek lahitin içinden doğrulan Deliveli her iki omzundan gövdesine çapraz astığı cephane ve iki silahı doğrultmuş irice açtığı mavi gözleriyle onları mermiye boğmuştu. Yedikleri mermilerle çil yavrusu gibi dağılıp savrulan adamlar ne olduğunu dahi anlamadan son nefeslerini verdiklerinde Veli silahını öpüp "İntikamını aldım sevgilim..." dedi.

Yukarı katta Merve ve Caner diğer bir grupla karşılaşmışlardı. Silahını düşüren Merve adamın sert darbesiyle geriye savrulurken tavandan yere kadar uzanan kadife perdenin arkasına geçmiş etrafa bakınmıştı hızla. Kendini savunabileceği bir şey bulamadığında perdenin altın bir burma bileziği andıran kalın ipine asılıp ona saldıran adamın boynuna dolamış ardından hızlı bir tekmeyle adamı balkondan aşağı itmişti. İple birlikte aşağıya sallanan adam çırpınmaya dahi fırsat bulamadan boynu kırıldı. Gevşeyen parmaklarıyla sıkı sıkı tuttuğu ipten eli yavaşça iki yana sarktı ve ölü bedeni bir saatin sarkacı gibi sağa sola sallanmaya başladı. Diğer iki adamla baş etmeye çalışan Caner, Merve'nin koşarak ona geldiğini gördüğünde adama vurduğu sert bir tekmeyle geriye savurmuş Merve ise arkadan adamın diz boşluğuna vurmuştu. Dengesini kaybedip yere düştüğünde boynunu bacaklarının arasına alıp onu boğmaya başladı. Caner diğer adamın üzerine gidip saçından tuttu. Adamın yüzü asimetrik bir şekile sahipti ve bu durum Caner'in canını oldukça sıkıyordu.

"Dur yüzünü düzeltmeme izin ver." diyerek adamın kafasını balkonun taş korkuluklarına geçirdiğinde adamın kırlan yüz kemiklerinin sesi duyulmuştu. Bununla yetinmedi. Acı bir feryatla bağıran adamın yakasından tuttuğu gibi aşağı attığında bir dinozor kemiği içinden geçmiş adam ise kürdana geçirilmiş marshmallow gibi havada asılı kalmıştı. Kemiğin üzerinde kendine bir yol bulup aşağı süzülen kanlarla acı içinde bir süre kıvrandı. Sesi çıkmıyordu ama omurgasını parçalayıp içinden geçen kemiğin verdiği acıyla yavaşça can verdi. Merve aşağı bakıp yüzünü buruşturdu ve Caner'e döndü.

"Bunu bilerek yapmadın değil mi?"

Caner, Merve'ye muzip bir bakış attığında elindeki iki cüzdanı gösterdi.

"Onu bilmem ama bunu bilerek yaptım."

Merve şaşkınca ona baktı. Böyle bir durumda dahi bir şeyler araklamayı başarabiliyordu.

"Bir gün kıçımdan donumu araklayacaksın diye ödüm kopuyor."

"Mor sana yakışmıyor."

Merve bir anlığına donakaldı. "Sen ne zamandan beri..!" Sinirle başladığı sözlerini tamamlayamadı dahi. Ona doğru bir tekme savurduğunda Caner gülerek geri çekildi. Birden yükselen ateş sesleriyle sesin geldiği yöne koşup balkondan aşağı baktılar. Deliveli lahitin içinde doğrulmuş karşısında duran üç adamı kevgire çevirmişti. Merve kendini tutmadan "Oha!" dediğinde Caner, Veli'nin üzerindeki cephaneye baktı.

"Herif loot yapmış bir de."

O sırada Merih sessizce içeride ilerliyor karşısına çıkanları adeta pişman ediyordu. Aldığı her bir canla öfkesi daha çok artıyordu sanki. Kim olduğunu ne olduğunu unutmuştu. Ölüme programlanmış bir robot gibi tek yaptığı şey ihanet edenlerin canını almaktı. Arka kapının olduğu yere geldiğinde birden duraksadı. Sert yüz ifadesi gördüğü dehşet verici manzarayla yumuşamış içinde bir şeylerin koptuğunu hissetmişti. Tahliyesi için uğraştıkları küçük çocukların cansız bedenleri yerde kanlar içinde yatıyordu. Öğretmenler öğrencileri korumak istercesine onlara sıkıca sarılmış siper olmuştu. Merih ne yapacağını bilemedi bir an. Koşarak yere çöktü ve bir umut nabızlarını kontrol etti. Soğumaya başlayan masum bedenlere her dokunda tüylerinin diken diken olduğunu hissetmişti. Yanından ayrılmayan Berserk de acı mırıltılarla çocukların arasında dolanıp onları koklamış ara sıra bedenleri burnuyla ittirerek onları uyandırmak istemişti. Hepsinin birbirinden güzel melek gibi yüzleri vardı. Üzerlerine dışarıdan mavi kırmızı polis ışıkları vuruyordu. Belki büyüdüklerinde çok büyük insanlar olacaklardı. Berserk'in havlamasıyla Merih ona döndü. Bir erkek çocuğunun önünde durmuş onu koklayarak patisini üzerine koyuyor dikkat çekebilmek için havlıyordu. Merih doğrulup yanına gitti. Patisini altında zar zor nefes alan bir çocuğu gördüğünde yere çöküp hemen onu kucağına aldı.

"Hey, hey iyi misin?"

Çocuk baygın bakışlarını Merih'e çevirdi. Bir süre cevap vermedi. Ardından konuştu:

"Sen Batman misin?"

Üzerindeki Batmanli tişörtü ve elindeki oyuncağıyla sıkı bir Batman hayranı olduğu belliydi. Merih başta ne diyeceğini bilemedi, ardından kabul etti.

"Evet, seni kurtarmaya geldim."

Çocuk gülümsedi. Solan yüzü ve kuruyan dudakalarıyla çok kan kaybettiği belliydi. Merih hemen yarasına müdahale etmeye başladı. Elleri birbirine dolanıyor nefesi daralıyordu.

"Canım çok yanıyor." dedi güçsüzce. Merih düğümlenen boğazıyla yutkundu. Keşke acısını dindirebilecek bir süper gücü olsaydı.

"Birazdan geçecek."

Çocuk sustu. Sabırla beklerken istemsizce gözlerinden şakaklarına kendi gibi küçük yaşlar süzülüyordu.

"Ne kadar güçlüsün sen."

Merih'in onu rahatlatmak için söylediği sözlerle çocuk "Güçlü olmak zorundayım tabii..." diye cevap vermişti. Merih merak etti.

"Neden?"

Küçük çocuk "Çünkü büyüyünce polis olacağım." dediğinde duraksayan Merih bakışlarını çocuğun yüzüne çevirdi. Her şeyden habersiz masum bu çocuğa olanları anlatmak imkansızdı. Merih onun inancını ve hayallerini kırmak istemedi.

"Eminim çok iyi bir polis olacaksın."

Duyduğu acıyla ne konuştuğunu dahi unutan çocuk çaresizce "Babamı istiyorum..." dediğinde ağlamaklı çıkan sesi ne kadar acı çektiğini gösteriyordu.

"Merak etme seni babana götüreceğim."

Merih elinden geldiğince hızlı olmaya çalışırken bir yandan canını fazla yakmamak için çabalıyordu. Çocuk uzanıp ufacık eliyle Merih'in işaret parmağını tuttu sıkıca. Bedeni yavru bir kedi gibi tir tir titriyordu.

"Çok üşüyorum."

Merih "Üşüyor musun?" diyerek etrafa bakındı. Yavaşça onu yere bırakıp hemen ileride duran öğretmenin üzerindeki ceketi çıkardı. Hızla tekrar döndüğünde tekrar çocuğun yanına çöktü ve sordu:

"Adın ne?"

Cevap gelmediğinde Merih dönüp çocuğun yüzüne baktı. Boşluğa dikilen boncuk gözler solmuş kurumuş dudakları hafifçe aralanmıştı.

"Hayır, hayır, hayır!" diyerek elindeki ceketi sıkan Merih başını yere eğdiğinde göz yaşlarını tutamadı. Ağlayarak bir süre öyle kaldığında çok sürmeden göz yaşlarını dindirip elindeki ceketi çocuğun üzerine örttü nazikçe. Üşüdüğünü söylemişti. Artık üşümezdi. Uzanıp gözlerini de kapadığında doğruldu. Öfkesi katlanarak tekrar peyda olmuştu içinde. Ülkenin gelecekteki umut ışıklarını söndüren o kansızları parçalamak istiyordu. Bakışlarını çevirdi. İçeri girmeye hazırlanan başka bir polis timini gördüğünde fark edilmeden oradan sıyrılmış kendini dar bir koridora atmıştı. İlerideki açık kapının ardından bazı sesler geliyordu. Merih daha çok yaklaşıp kapıdan göz attı. Koridorda Yalçın'ın iki adamı genç bir polis memuruyla eğleniyor gülerek dalga geçiyordu. Biri memurun eline vurduğunda polisin elindeki silah yere düşüp sürüklendi.

"Neden?" diyebilmişti sadece polis memuru. Herkesin sormak istediği o soruyu sormuştu.

"Neden şerefinizi üç beş kuruş için satıyorsunuz?"

"Neden onca masumu üç beş kuruş için telef ettiniz?"

Silahsız ve savunmasız olmasına rağmen cesurca söylediği sözler diğerlerini sinirlendirmiş olmalı ki birisi silahını çekip doğruca genç memurun başına dayadı.

"Biz en başından beri bunun için eğitildik. Hiçbir zaman polis değildik. Aramızda bazı enayiler var tabii." diyerek güldüğünde Merih sinirle dişlerini sıktı. Kasılan çenesiyle nişan aldığında tam adam polis memurunu öldürecekken Merih silahını ateşledi. Kafasına yediği mermiyle sertçe yere düşen adam oracıkta can vermiş diğer adam ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. O da bacağına bir mermi yediğinde inleyerek yere çöktü. Merih silahını indirip hızla onlara doğru yürüdü. Yalçın'ın adamı bir eliyle yaralı bacağını tutmuş diğer eliyle ona silah doğrultmuştu. Merih adamın eline bir tekme attığında silahını düşürdü. Adam sırtını duvara yaslayarak doğrulmaya çalışırken elini hemen kulaklığına attı: "Avcı burada!" demişti ki Merih eğilip kulaklığı söktüğü gibi ayaklarının altında çiğnemiş adamın yakasından tutup bacağındaki yaraya bastırmıştı.

"O soysuz patronun nerede?"

Bağırarak gözlerini kapatan adam tek kelime etmeden inatla ona baktı. Merih tam konuşacağı sırada hemen yanı başındaki polis memurunun ona doğrulttuğu silahla duraksadı. Polis memuru şaşkındı. Kim dost kim düşman belli değildi. En yakın arkadaşlarının ölümünü kendi gözleriyle görmüş o da herkes gibi intikam almak için geri çekilmek yerine tek başına devam etmişti. Az önce onun hayatını kurtaran 'Avcı' lakaplı adam da haindi. Maskesi, verilen eşgale uyuyordu. Bu şüphesiz içeri giren tüm timlerin uyarıldığı o adamdı. Merih'in yüzünü yavaşça ona çevirmesiyle tüm kanı çekilmiş gibi uyuşmuştu elleri. Korkusuz gözleri kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış gibi soğuktu. Polis silahına daha sıkı sarıldı. Yutkunarak "Teslim olun." dedi. Yalçın'ın adamı "Her şey bitti Avcı." diyerek gülmeye başlamıştı. Merih sinirle ona döndüğünde adam kaşlarını kaldırıp başını iki yana salladı.

"Artık gidecek bir evin, karargahın, arkadaşların yok. Hepsi her şeyden habersiz şerefiyle öldü. Sen ise ölmek yerine bizi engellemeye çalışıyorsun."

Adam öksürüp baygın bakışlarıyla Merih'e baktı.

"Herkes ölecek." diye devam etti. Merih'in kaşları çatılırken adamın bir şeyler bildiği açıktı. Çenesinden tutup sıktı öfkeyle.

"Ne demek istiyorsun?"

Adam bir kez daha güldü. Ardından "Sokağın başından sonuna kadar yerde patlayıcılar döşeli." demişti.

"Tüm silah arkadaşların, hiç tanımadığın o polislerin hepsi ölecek. Amir, geride bir tane bile tanık bırakmayacak."

Merih neye uğradığını şaşırdı. Onca insanın canını aldıkları yetmemiş miydi? Vakit kaybetmeden dönüp polise baktı.

"Dediklerini duydun, git ve sokağı boşaltmalarını söyle."

Polis ona silah doğrultmaya devam ettiğinde tüm bedenini donduran Merih'in soğuk bakışları korkusuzca ona dikilmişti.

"Gözlerinin önünde arkadaşlarının katledilmesini mi istiyorsun? İnan hiç istemezsin. Bugün buna yeterince şahit oldum."

Polis memuru yutkunarak ona baktı. Kendi içinde bir pazarlığa tutuşmuştu. Mantıklı düşünemiyor bedeni hareket etmiyordu. Ama arkadaşlarının ölümüne izin veremezdi. Yavaşça silahını indirdi. Uzunca Merih'e baktı, dönüp koşmaya başladı. Merih onun gittiğinden emin olduktan sonra tekrar Yalçın'ın adamına döndü. Daha fazla soru sormadı. Doğruldu ve yürümeye başladı. Nefes nefese ıkınan adam ise onun arkadasından bağırdı:

"Beni sağ mı bırakacaksın?"

"Ne yaparsan yap sen yine herkesin gözünde bir hain olarak kalacaksın."

Merih yürümeye devam ederken "Tabii ki bırakmayacağım." dediğinde Yalçın'ın adamı kucağındaki patlayıcıyı yeni fark etmişti. Ne şaşırmaya ne de korkmaya fırsatı olmadan büyük bir gürültüyle patladığında ortalığı aydınlatan ateşin kızıllığı karanlık koridoru kendi renklerine boyamıştı. Geriye dahi dönüp bakmayan Merih'in kıyafetleri ateşin sıcak havasıyla dalgalandı. Üzerine parçalanan kapının tahta parçaları düşse de aldırmadı. Öfkeliydi ve bu öfkeden hepsinin tek tek tattığından emin olacaktı. İki binayı birbirine bağlayan koridordan ilerlerken başını çevirip kırık camdan dışarı baktığında gördüğüyle duraksadı. Bir an kim olduğunu çıkaramadı, daha sonra anladı. Doğruca ona bakan babasından başkası değildi. Çevresi polislerle doluydu.

"Karargahın güvenlik kameraları geldi. Tüm timin karargahtan çıktığı kesinleşti."

Görevli amirin sözlerini duymuştu ancak tepki veremedi. Çünkü oğlunu bizzat karşısında görüyordu. Az önce gürültüyle parçalanan pencereden, maskesinin ardından uzunca bakmıştı babasına. Her zaman giydiği takım elbisesinin içinde ellerini belinin iki yanına koymuş ne yapacağını bilemeden kafasını toparlamaya çalışıyordu Vedat. Merih babasının halini gördüğünde tüm öfkesi dinmiş yerini derin bir boşluk hissi almıştı. Onu ilk defa böyle çaresiz görüyordu. Her daim sert yüzü sanki birden yaşlanmıştı. Aman vermez güçlü omuzları düşmüş daima çatık olan kaşları onu görünce dümdüz olmuştu. Yumruklarını sıktı Merih. Kimin ne düşündüğü önemli değildi. Yalnızca babasının ne düşündü önemliydi. Yalnız onun takdiri mutlu eder yalnız onun gururu onu şereflendirirdi. Babasını mutlu etmek için çocukluğundan beri ödün vermişti kendinden. Hep onun bir övgüsü için çabalamış onu memnun etmeye çalışmıştı. Başarmıştı da. Sabah duyduğu sözleri unutamıyordu. Şimdi ise onun gözünde yalnızca bir hainden ibaretti. Yavaşça tekrar önüne döndü. Bu saatten sonra hiçbir şey düzelmezdi. Madem bir hain olarak anılacaktı, hainliğin hakkını vermeliydi. Onca insanın ailesi yitip gitmişken bencillik edip kendi ailesini düşünemezdi. Düşünmedi de. Dönüp yoluna devam etti. Çünkü o artık ailesi için ölüydü.

"Sayın savcım."

Uzun uzun baktı oğlunun gözlerine. Onca emek verip yetiştirdiği kimdi? Hasta olduğunda geceleri uyumayıp başında beklediği, yemeyip yedirdiği, kendi babasından görmediği sevgiyi çoğaltıp verdiği, gururla, şerefle, ahlakla büyüttüğü evlat bu muydu? Her şeyden habersiz bir hain mi yetiştirmişti? İçi yanıyordu cayır cayır. Tek evladıydı. Ondan başka kimsesi yoktu. Her şeyini ona adamıştı. Bunca yaşına kadar dişini tırnağına takıp çalışmıştı. Her baba gibi, sırf evladının geleceği ve rahatı için yaşamıştı şimdiye dek. Oğlunun dönüp gidişini izlerken kendine çeki düzen verip ona seslenen amire döndü. Amir ise camdan onlara bakan Merih'i görür görmez telsizle anons geçti.

"Hedeflerden biri A bloğunu B bloğuna bağlayan koridorda görüldü. Tamam"

Az önceki patlamanın sebebini şimdi anlamışlardı. O sırada biraz ileride duran makam aracından birkaç kişi indi. Hızlı hızlı onlara yaklaşırken Vedat, diğer ilçenin savcısının olduğunu fark ederek gerildi. Daima Vedat'ın makamında gözü olan savcı bu fırsatı elbette kaçırmayacaktı. Daima kendisiyle yarış içinde olan savcıyı yanına gelene dek izledi. Canı zaten burnundaydı. Şimdi ise bir de bununla uğraşacaktı.

"Pek keyfin yok gibi Vedat."

Yüzünde muzip bir gülümseme ile ona bakıyordu. Yavaşça yönünü ona çevirdi ve taviz vermeden "Senin burada ne işin var?" dedi.

Savcı göstermeye çekinmediği gülümsemesiyle elindeki kağıdı salladı.

"Buraya ben görevlendirildim."

Vedat göz ucuyla ıslak imzalı kağıda baksa da zerre umursamadı.

"Bu kağıdı almak için gece ekstra mesai yapacaksın yani?"

Yanındaki polis Vedat'ın sözleriyle kaşlarını kaldırıp dudaklarını birbirine bastırdı. Bu adamın kaybedeceği bir savaş yoktu. Yılların verdiği tecrübe ve sarsılmaz karakteriyle kaybetmesi söz konusu değildi. Savcı bu sözlerle başını iki yana sallayarak güldü.

"Cık cık cık. Terbiyesizliğin lüzumu yok. Zira bir vatan haini içeriyi kan gölüne çevrirken babasının burada görev yapmasına müsade edemem."

Vedat bu sözleri duyar duymaz savcının yakasına yapışıp onu sertçe kendine çekti. Öfkeyle nefes alıp verirken ona iyice yaklaştı.

"Daha düne kadar önümde ceketini ilikleyen bir köpek olarak bugün fazla cesursun."

Savcı irkilmişti. Ondan böyle bir hareket beklemiyordu. Vedat devam etti:

"Burada görev yapan benim. Sen ancak benim getir götürümü yaparsın. Şimdi defol git çöplüğüne."

Vedat, savcının yakasını sertçe bırakıp geri çekildi ve başını dikleştirdi. Kendi derdine düşmenin sırası değildi. Madem oğlu bir haindi, bir savcı olarak gerekeni yapacaktı. Kendi aralarında fısıldaşan polisler timdeki hainlerden birinin Vedat'ın oğlu olduğunu birbirlerine söylüyorlardı. Vedat geri dönüp onlara baktığında ise hepsi sustu. Kendilerine çeki düzen vererek başlarını eğdiler. Bu hep böyleydi. Nice emekler ve çilelerle kazandığın başarıyı takdir eden olmazken en ufak başarısızlığını herkese ilan ederlerdi. Bir şeye sap olamayanlar tahsili ve tecrübesiyle onu yerden yere vurabileceklerin arkasından konuşmayı daima sevmişlerdi. Yapabilecekleri tek şey buydu zaten. Vedat önüne dönüp boğazını sıkan kravatı gevşetti. O sırada koşup gelen başka bir polis memuru Vedat'a selam verdi.

"Savcım. Sokakta bomba olduğu ihbarı geldi."

Vedat çenesini sıktı. Bir süre polis memuruna bakıp "Tüm sokağı boşaltın." dedi. Herkes hareketlendiğinde Vedat'ın yerinden kıpırdamadığını gören memur "Savcım siz?" demişti çekingenlikle. Vedat ona dönmedi bile. Doğruca karşısındaki binaya baktı.

"Ben burada kalacağım."

İçeride durumlar çok karışıktı. İşin içinden çıkılmaz bir hâl almıştı. Merih ve diğerleri Yalçın'ın adamları yetmezmiş gibi bir de polisler ve diğer timlerle çatışmaktan kaçınıyorlardı. Bu işleri çok daha zorlaştırıyordu. Merve, Caner ve Veli pustukları yerde etrafı gözetlerken birkaç saniye de olsa dinlenmek için sırtını duvara yaslayan Merve terini silerken sordu:

"O değil, Mert'ten hiç haber yok. Öldü mü? Yoksa o da mı işin içinde?"

Diğerleri birbiriyle bakıştı. Caner "Ayyaş bir yere sızıp kalmıştır." dediğinde Deliveli gülerek onu onaylamıştı.

O sırada müzenin duvarda asılı krokisini inceleyen Mert tamamen kaybolmuştu. Nerede olduğundan bir haber müzenin içinde dönüp dolaşıp durmuş cesetlerin yanından geçtikçe korkarak hızla uzaklaşmıştı. Her ne kadar bir polis olsa da oldum olası ölülerden korkardı. Cesur biri de değildi. Görevlerde canını tehlikeye atmaz emir verilmediği sürece kolay kolay işe kendini bulaştırmazdı. Bu mesleğe uygun olmadığını biliyordu. Yetimhane onu polis okuluna yerleştirmesiyle hayatı buraya kaymıştı. Ama şikayetçi değildi. Gerçekleri öğrendiğinde ise kendini işin içinden sıyırmak için harekete geçmiş kimseye bulaşmak istememişti. Asıl sıkıntı ayılıyor olmasıydı. Eğer ayılırsa yaşananları kaldıramazdı. Gözüne krokideki bir oda takıldı; Mahzen.

Yüzünde kocaman bir gülümseme yayıldı.

"Şanslı p*ç seni."

Eskiden bir otel olan müzenin bodrum katındaki oda hâlâ yıllanmış kaliteli şarap fıçılarıyla doluydu. Mert vakit kaybetmeden bodrum kata yöneldi. Hızlı ama temkinli adımlarla ilerlerken koridorun sonundaki odaya geldiğinde üzerinde 'Mahzen' yazan yazıyı görünce silahını indirip sırıttı.

"Bir de sigaram olsaydı." diyerek kapıyı açtığında birden duraksadı. İçeride bir oda dolusu adam kapının açılmasıyla hepsi ona dönmüştü. Birkaç saniye sessizlik oluştu. Kendi elleriyle kendini ateşe attığını fark eden Mert yutkundu.

"Selamünaleyküm beyler. Sigara var mı?"

Bu sözlerin hemen ardından ona doğrultulan silahlarla ellerini iki yana kaldırdı.

"Sakin, sakin. Ben sizdenim."

Gergince gülerken canı burnuna gelmişti. İçinden "Şansımı s*keyim." dediğinde adamlardan biri "Yahya sen misin?" diye sordu. Mert "Benim." dedi düşünmeden. Adam bir süre Mert'e baktı. Ardından eliyle gel işareti yaptı. Mert içeri girip kapıyı kapattı.

"Son durum ne?"

Bozuntuya vermeyerek sorduğu soruyla adam doğrulup masanın üzerindeki bilgisayarları gösterdi.

"Her şey hazır. Patlayıcıları patlatmak için saati bekliyoruz."

Mert'in kaşları çatıldı. Yaklaşıp bilgisayarlara baktığında müzenin sokağını gösteren kameralara baktı. Sokağı dolduran polisler hazır bir vaziyette bekleşiyor bazıları ordan oraya koşturuyordu. Anlaşılan onları havaya uçurmayı planlıyorlardı. Mert'in içini saran dehşetle bir an ne yapacağını bilemedi. Tek bir yanlış hareket onun da dışarıdakilerin de canından ederdi. Uzun süre ekrana bakakalmış olacak ki onu içeri davet eden adam elini Mert'in omzuna atıp ona iyice yaklaştı.

"Bir sorun mu var?"

Mert bozuntuya vermeden başını iki yana salladı.

"Her şey yolunda görünüyor."

Cevabını almasına rağmen adam uzun süre Mert'e baktı. Onu rahatsız eden bir şey vardı.

"Maskeni çıkar." dediğinde Mert yönünü tamamen ona döndü.

"Neden?"

"Gül cemalini merak ediyorum."

Mert kaşlarını kaldırdı.

"Benim gül cemalimi görenler güzelliğimden ölür."

Adam keyifle güldü. Yüzünde bir sırıtmayla elini Mert'in omzundan göğsüne doğru kaydırdı.

"O güzelliği bana göstermekten mi çekiniyorsun yoksa?"

Mert geri adım atmadan elini adamın elinin üzerine koydu.

"Yoo... İnan bana hiç fark etmiyor."

Mert'in beklenmedik hareketiyle adamın pis sırıtışı anında silindi. Elini çektiğinde "Sadece şakaydı." dedi gülerek. Mert ise mimik kıpırdatmadan ona bakmayı sürdürmüştü. Adam Mert'in ciddi ifadesini görünce gülmeyi kesti ve "Değil mi?" dedi sorgularcasına. Mert birden güldü.

"Tabii ki şaka."

Diğerleri de gülmeye başladığında dikkatlerin dağılışını fırsat bilen Mert maskesini çıkardı. Üç numara siyah saçları kıvırcık olsa da kısa olduğu için çok belli olmuyordu. Siyah sürmeli gözlerinin altı akmış bir leke olarak gözlerinin çevresine yayılmıştı. Terlemiş esmer yüzü loş ışığın altında parlarken kemikli zayıf yüzü güldüğünde, çizgiler katlanarak ortaya çıkmıştı. Dönüp mahzenin içine doğru yürümeye başladı. Döner dönmez yüzündeki sahte gülüşü soldurmuş ciddiyetle ne yapacağını düşünmeye başlamıştı.

"Nereye?"

Adamın sorusuyla bir elini havada savurdu ve akılları daha çok karıştırdı.

"Şakamın altındaki gerçeği aramaya."

Diğerleri aniden gülmeyi kestiğinde hepsi onun arkasından bakakalmıştı. Mert umursamadan fıçıların arasında dolanırken etrafa bakıyor bir şeyler düşünmeye çalışıyordu. Aklını kullanması gerektiği zamanlardan nefret ediyordu. O tembel biriydi. Fazla düşündürecek işler onun canını sıkardı. Üstelik ayıkken çekilmez oluyordu. Aklına bir şey gelmedikçe sinirlendi, sinirlendikçe doğru düzgün düşünemedi. En sonunda dayanamayıp raflardaki fıçıların birini yokladı. İçi doluydu. Hiç düşünmeden fıçının altındaki vanaya ağzını dayadığında günlerce susuz kalmış gibi içmeye başladı. Şarap tadı beklerken ağzına sert bir tat geldiğinde duraksadı. Yüzünü ekşitip geri çekildi ve anında çarpan içkiyle tüm boğazının yandığını hissetti. Bu şarap değildi, alkol kokuyordu ama hangi tür olduğunu kestiremedi. "Bak sen." dedi gülerek ve ekledi: "Demek müzede başka dümenler de dönüyormuş."

Hemen yanındaki fıçıyı yokladı. Onda ise şarap vardı. Dakikalarca bir annenin memesinden süt içen bebek gibi nefes nefese fıçıdan şarap içen Mert nihayet geri çekildiğinde ağzını elinin tersiyle silmiş "Dünya varmış." demişti. Vanayı kapatmaya çalışana kadar şarabın birazı postallarına birazı yere döküldü. Küfrederek vanayı kapattığında başını eğip yere baktı. O an aklına bir fikir geldi. Yüzüne sinsi bir gülümseme yayıldığında geri çekilip karşısında, sağında, solunda, arksında duran fıçılara baktı. Ardından onlarca fıçının vanalarını açmaya başladı. Yere şelale misali türlü içkiler dökülüyor şarabın kızıllığı yeri boyuyordu. Kısa sürede tüm fıçıların vanalarını açan Mert bir şişe de eline alıp geri döndü. Geriye kalan tek şey onları bir süre oyalamak olacaktı. Tam adamların yanına döndüğü sırada içlerinden onunla dalga geçmeye çalışan adam da mahzene doğru yürümeye başlamıştı. Bunu gören Mert hızla adamın koluna girdi.

"Böyle zaman geçmiyor. Hadi vakit öldürelim."

Adamı bilgisayarın olduğu masaya değil de boş bir masaya oturttuğunda kendisi de şişeyi masaya bırakmış sandalyelerden birine sandalyenin sırtığı göğsüne gelecek şekilde ters oturmuştu. Masanın üzerindeki pakatten bir sigara çıkarıp yaktığında eliyle kamuflajındaki cebi yokladı ve bir kutu çıkardı. Mert'in karşısında oturan adam neye uğradığını şaşırmış onun ne yaptığını izliyordu. Mert şişeden birkaç yudum alıp karşısındakine uzattı. Yalnızca telsiz seslerinin olduğu odada şişenin içinde çalkalanan alkolün ve Mert'in yutkunuş sesi yankılanmıştı. Adam eliyle geri itti.

"Görev sırasında içmem."

Mert güldü.

"İçmenin yeri zamanı olmaz. Azıcık eğlenelim."

Adamın gözü saate ilişti.

"Beş dakika sonra asıl eğlence dışarıda olacak."

Mert gülerek başını salladı. Başını masaya doğru eğip yalnızca gözlerini kaldırdı ve adama dikti.

"Bırak eğlence önce içeride olsun."

Fazlasıyla gergindi. Eğer zamanında halledemezse tüm muhit havaya uçacaktı. Adam tereddütle Mert'e bakarken tam kabul edeceği sıra Mert şişeyi geri çekti.

"İyi madem o zaman bir oyun oynayalım."

Elindeki kutudan çıkardığı iskambil kağıtlarını karmaya başladı.

"Ne dersin?"

Adam masaya yaklaştı.

"Masa oyunlarında üzerime yoktur."

Mert fazla zaman kaybedemezdi. O zaman işini çabuk halledebileceği bir yola başvurmalıydı. Kafasında dönen tilkilerin haddi hesabı yoktu.

"Kaybedeceğim masaya oturmayı sevmem. İşin içine biraz sihirbazlık katalım."

Adamın ilgisini çekmiş görünüyordu. Mert devam etti:

"Sen bir kart seçeceksin, ben de hangi kart olduğunu bulacağım. Ben kazanırsam bu şişeyi senin başından aşağı boşaltacağım. Sen kazanırsan ne istersen onu yapacağım."

Açık açık karşısındaki bu laubali genç onu sinir ediyordu. Öyle ki buraya neden geldiğini dahi unutmuş gözü kibirle boyanmıştı. Sinirle güldü. Demek şişeyi başından aşağı boşaltmak istiyordu. Ama kart oyunlarında asla yenilmezdi.

"Kabul."

Kabul etti. Onun hilesini yakalayıp yapacaklarını düşünmek şimdiden ona haz vermişti. Mert yakaladığı fırsatla kartları karmaya başladı. Ama kartlar biraz farklıydı. Her zamanki alışık olunan iskambil destesi değildi bu. Kağıttan değil, parlak altın sarısı incecik bir metalden yapılmıştı.

Öyle inceydi ki yanlış tutulursa elleri kesebilirdi

Öyle inceydi ki yanlış tutulursa elleri kesebilirdi. Kartları karmayı bırakıp masaya kapalı olacak şekilde soldan sağa yayıp bıraktı. Bir yandan içinden dakikaları sayıyordu. Onu ikna edene dek üç dakika geçmişti bile. Her şey bu iki dakikaya bağlıydı. Diğer adamlar da oyunu merak ederek masanın başına toplanmışlardı.

"Seç."

Adam yaslandığı yerden masaya doğru eğildi. Bir süre gözlerini kartların üzerinde gezdirdi. Onun yavaş hareketleri Mert'i daha da gererken başında toplanan adamların baskısı da artmaya başlamıştı.

"Kaybederse amirin karşısına soyunup çıksın."

Adamlar keyifle gülerken birbirine vuruyor Mert ile dalga geçiyorlardı. Mert onlara baktı.

"Yunan tanrısı vücudum karşısında kalp krizi geçirsin istemem."

Gülmeye ve dalga geçmeye devam etseler de Mert onlara aldırmadı. Adam nihayet kartı seçtiğinde Mert hariç diğerleri de bakmıştı. Ardından kartları tekrar karmaya başladı. Bir süre sonra durdu. Kartları istediği yerden iki desteye ayırmasını istedi. Adam uzanıp desteyi böldüğünde Mert kartları tekrar birleştirdi ve kartları tek tek diğer eline almaya başladı. Kısa süre sonra durdu, bir kart seçti ve iki parmağının ucunda çevirerek gösterdi.

"Bu mu?"

Herkes birden şaşırdı. Doğru bilmişti. Mert sinsi bir gülüşle onlara kısa bir bakış attığında adam anlam veremese de yenilgiyi kabullendi. Ama adamın fark edemediği bir hile vardı; kartların hepsi aynı; karo yediliydi.

"Doğru."

Mert şişeye uzandı. Adam itiraz etmeden ellerini göğsüne bağladığında Mert şişeyi adamın başından aşağı boşaltmaya başladı. Adamın seyrek saçlarından yüzüne, oradan omuzlarına ve tüm vücuduna dökülen alkolle gözlerini kapatmıştı. Büyük bir zevkle boşalttığı şişenin dibinde biraz bırakarak doğruldu. Gözüne yerde su misali akıp gelen alkol karışımı takıldığında hafifçe güldü. Açtığı fıçılar nihayet buraya kadar ulaşmıştı. Her şey plana uygun gidiyordu. O sırada adam "Kartlar..." dedi, "Kartlar neden kağıt değil?"

Mert masadaki kartları toplarken beklediği bu soruyla yüzündeki gülümseme biraz daha artmıştı ki duyduğu başka bir sesle duraksadı.

"Gösteri bitmeden soru sorulmaz."

Sese doğru döndüğünde kapının önünde duran Merih'i gördü. Hemen kollarının arasında adamlardan biri vardı. Merih bıçakladığı adamın göğsündeki bıçağı çektiğinde adamın ağzındaki sigarayı da almış ardından öylece bırakmıştı. Gürültüyle yüzüstü yere yığılan adamın göğsünden oluk oluk kanlar akmaya başladığında sigarayı ağzına götürdü. Herkes şok olmuş kimse yerinden kıpırdayamamıştı. Mert daha da keyiflenirken tüm tüylerinin ürperdiğini hissetti. Avcı lakabını sonuna kadar hakediyordu. Hiç fark ettirmeden içeri girip bir adamı yanı başlarında etkisiz hâle getirmişti.

"Gösteriye biraz geç kalmadın mı?"

Mert'in sitemiyle Merih güldü.

"Bence tam zamanında geldim."

O sırada hızla dönen adam Mert'e bakıp öfkeyle "Hain!" dedi. Mert ise oturduğu yerden kaşlarını kaldırıp ona bakmış "Onu demesi gereken benim." demişti. Mert'in yanı başındaki iki adam birden silahları çekip ona hamle yapmışlardı ki yerinden fırlayan Mert elindeki iskambil kartını birinin boynuna doğru savurmuşmuştu. Şah damarı kesilen adamın kanı etrafa saçılmaya başladığında adam çaresizce ellerini boynuna götürmüş geri geri sendeleyerek yere yığılmıştı. Mert diğer elini de hızla savurdu. Diğer adamın boynuna çakılan kartla o da çok geçmeden yere yığılmıştı. Kalan adamların hakkından gelen Merih aldığı bir darbeyle elindeki bıçağı düşürdü. Doğruca ona doğru koşan adamın yakasına yapışıp var gücüyle kaldırmış yüzyüllık bir Viking savaşçısı gibi hiddetle onu yere çalmıştı. Nefesi kesilen adam iniltilerle kıvrandığında yangın tüpünün yanındaki baltayı kaptığı gibi adamın göğsünün ortasına indirdi. Parçalanan kaburgaların sesi odayı doldururken Mert ve Merih kısa sürede odadakilerin hakkından gelmişti. Yavaş yavaş tüm odayı dolduran içkiler onlar hareket ettikçe ayaklarının altında şapırdıyordu. Odada tek bir hain kaldı; başından beri Mert'le oynayan adam üstü başı alkol içinde dehşetle ikisine bakıyordu. Merih ve Mert soluk soluğa kısa bir süre birbirlerine baktıklarında Mert bilgisayarı ve masada birazı dolu olan şişeyi alıp geri dönerek doğruca tepesine dikmiş ardından odadan çıkmıştı. Merih ise dehşetle ona bakan adama zerre merhamet barındırmayan bir bakış attı.

"Bekle. Görüşüp anlaşalım. Payımın yarısını size veririm."

Adamın çaresizce sunduğu uzlaşma teklifiyle Merih başını kibirle kaldırdı ve ağzındaki sigaradan son bir fırt çekip "Görüşeceğimiz tek yer cehennem olacak." diyerek iki parmağının arasındaki sigarayı doğruca adama fırlattı. Boydan boya alkolle yıkanmış adam ve oda Merih'in öfkesinin ateşi olan sigarayla birden alevlere büründüğünde Merih sırtını dönüp cayır cayır yanan adamın çığlıklarını hiçe sayarak yürümeye başladı. Biraz ileride duran Mert tepesine diktiği şişeyi indirerek kıstığı gözlerle Merih'e ve ardından sünüp gelen kızıl alevleri izliyordu. Mert'in gözlerindeki acı, Merih'in ellerindeki kan ömür boyu peşlerini bırakacak gibi değildi ama pişmanlık da duymuyorlardı.

Tek kelime etmeden ikisi de yukarı çıktığında koca bir akvaryumun yanından geçiyorlardı. Işıklandırılmış akvaryum kapkaranlık kalan müzenin içinde parlıyor suyun parlak maviliği yere dalga dalga düşüyordu. Akvaryum o kadar büyüktü ki ikisi de durup içinde gezinen pirana cinsi balıklara bakmışlardı. Hafiften kafası güzel olan Mert "Buradan sağ çıkabilecek miyiz sence?" diye sordu. Sesi yorgun çıksa da bugüne dek umursamadığı canı değerlenmişti kendince. Merih dönüp bir süre ona baktı.

 

"Bilmiyorum."

Mert büyülenmiş gibi balıklara bakmaya devam ederken "Benim kimsem yok." dedi, "Peki ya sen? Ailen ne olacak?"

Merih sustu ve önüne döndü. Bunun cevabını da bilmiyordu. Oluşan sessizliğin içinde birden yukarıdan halatlarla tepelerine çöken adamlarla ikisi de hazırlıksız yakalandı. Sişesini elinden düşüren Mert içkinin yere döküldüğünü gördüğünde o kadar sinirlenmişti ki "O benim son şişemdi o****u çocuğu!" diye tüm müzeyi inletmiş şişeyi kaptığı gibi adamın kafasına geçirmişti. Silahını düşürüp diğeriyle birlikte yere düşen Merih üzerine çullanan adamla boğuşurken gözüne yukarı kattan onları izleyen Yalçın takıldığında tüm dikkati dağılmıştı. Boşluğundan yararlanıp Merih'in boğazına çöken adam var gücüyle onu boğmaya çalışırken kendine gelen Merih adamın ellerinden kurtulmaya çalışıyordu. Adam çok güçlüydü. Pes edecek gibi oldu. Elleri gevşeyip boşluğa daldı. Belki de ölüp kurtulmak en iyisiydi. Görüşü parazitlenmeye başladığında birden duyulan silah sesiyle adamın ensesinden girip alnından çıkan kurşun Merih'in başının yanından sektiğinde neye uğradığını şaşıran Merih hemen üzerine yığılan adamı yana itip doğruldu. Biraz ileride dikilen Şahin'in silahının namlusundan çıkan dumanın karanlıkta süzüldüğünü görmüştü. Şahin silahını yavaşça indirdi. Hedefi tam on ikiden vuran ondan başkası olamazdı. Şahin gözlerini Merih'e dikti.

"Yatmanın sırası değil Avcı."

Merih gülerek ayaklanırken birden fırlayan bir adam Şahin'in kolundan tutmuştu. Şahin sakince başını adama doğru çevirdi. Onu öldürmeye hazır olan adam Şahin'in bu tepkisiyle şaşırmış bir an duraksamıştı. Bir adama bir de kolunu tutan eline baktığında sinirle adamın suratına bir yumruk indirmiş "Çek o pis ellerini!" demişti. Adam yere düştüğünde cıklayarak kolunu silkelemeye başladı. "Kim bilir nerelere dokundu?" diye söylenirken eldivenlerine bulaşan kanı fark ettiğinde dehşete düşmüştü. Her gün titizlikle çamaşır suyunda yıkadığı kar beyazı eldeveninde bir damla kan vardı. Daha da sinirlenerek yerden kalkmaya çalışan adamı tekmelemeye başladı.

"Güzelim eldivenlerimde senin pis kanın var!"

Bu durumdayken dahi düşündüğü titizlikle adeta midesi bulanmıştı. O sırada ordan oraya atlayan Merih kendini akvaryumun tepesine doğru çıkan demir merdivenlerde bulduğunda ona doğru atılan adamın suratına ardı ardına yumruklar indirirken bir yandan ayağını dayadığı akvaryumun kapağını itiyordu. Açılan kapakla Merih ellerinin altındaki adamı kaldırdığı gibi doğruca koca akvaryumun içine atmıştı. Anında piranalar adama hücum ettiğinde çırpınan balıklar ve adamla akvaryum amansız bir kana bürünmüştü. Nefes nefese adamın attığı çığlıklar ve çırpınışlarıyla balıklara yem oluşunu izleyen Merih yutkundu. Ne yaparsa yapsın bu hainlerden istediği intikamı hiç alamayacak gibi geliyordu. Öfkesi, nefreti dinmiyor kendini her seferinde biraz daha kaybediyordu. Eskiden merhametle dolup taşan yüreği artık yerinde yoktu. Göğsünde sadece sıcak ve karanlık bir boşluk vardı. Hiç durmadan genişleyen bu sıcak boşluk nihayet tüm vücudunu sarıp sarmalamıştı. Kendi iradesiyle kendini doğruca cehennem ateşine teslim etmişti. Artık insan olamayacak kadar duygusuz, şeytan olamayacak kadar inançlıydı.

Aşağıdan olup biteni izleyen Mert ve Şahin gördükleri manzarayla ikisi de ellerinde can veren adamları hırpalamayı bıraktılar. İyi niyeti ve nezaketiyle tanınan Merih'in caniliği ikisini de korkuttu. Merih parçalanan adamı izlemeyi bırakıp başını yukarı çevirdi. Hâlâ onları izleyen Yalçın'a doğruca bakarken nefreti daha da körüklendi. Yalçın da en az Merih kadar öfkeliydi. Her şey plana uygun giderken tüm her şeyi alt üst etmiş neredeyse tüm adamlarını dakikalar içinde kaybetmişti. Yıllardır planlanan soygundan elinde koca bir hiçle dönüyordu. Artık tek yapabileceği kendi canını kurtarmaktı. Merih'in, adamlarını canlı canlı balıklara yem ettiğini kendi gözleriyle gördüğünde onun yakıcı intikam ateşine bizzat tanık olmuştu. Yine de kibrinden vazgeçmedi. Onun dinmek bilmeyen öfkesi varsa Yalçın'ın da tek bir sözüyle ölüme gidecek adamaları vardı. Bu işin içinden kendisini sıyırmasını çok iyi bilirdi. Yalçın dönüp yürümeye başladı.

"Gidiyoruz. Burada işimiz bitti."

Peşinden yürüyen adamlardan biri "Helikopter yolda efendim." dedi.

Merih gözden kaybolan Yalçın'ın peşinden hızla yukarı çıkmaya başladı.

"Berserk yürü!"

Aldığı emirle hızla önlerinden giden köpek onlara yol göstermeye başladı. Diğerleri onu takip ederken birkaç kat çıkıp başı dönen Mert kendini asansörün önüne atmıştı. Sarhoştu ve yukarıya doğru dönerek uzanan merdivenler başını döndürmüştü. Asansör düğmesine ard ardına basarken asansör kapısının açılmasıyla ihtişamlı teçhizatıyla donanmış Veli'yi görmesiyle korkuyla geriye düşmüş elini kalbine götürmüştü.

"Korkma lan benim." diyen Deliveli'in mavi gözleri keyifle kısılırken kahkahalarla güldü. Asansörün içinde bekleyen Merve ve Caner uzanıp Mert'e baktıklarında Merve elini ona doğru uzattı. Merve'den destek alıp ayağa kalkan Mert, Veli'nin ensesinden tutup kendine doğru çekti.

"Kafam zaten güzel, asansörden terminatör çıksa sen ne yapardın?"

Caner araya girdi:

"Daha bu ne ki? Asansör aşırı yük uyarısı verince yarısını aşağıda bıraktı."

Mert başını iki yana sallayarak Veli'ye baktığında asansörün kapısı yavaşça kapandı.

Çatıya ulaşan Merih gözü dönmüş gibi kapalı kapıyı hiç düşünmeden sert bir tekmeyle açtı. Gürültüyle geriye çarpan kapının menteşelerini tutan çiviler fırlarken çatırtılar yankılanmıştı.

"Yavaş ol."

Biraz ileride duran Yalçın'ın bir adamı elinde bir silahı hemen önünde dizlerinin üzerinde duran Eymen amirin başına dayamıştı. Hemen yanında ise Yalçın'ın kendisi duruyordu.

Merih var gücüyle havlayarak ileri atılan Berserk'e seslendi:

Merih var gücüyle havlayarak ileri atılan Berserk'e seslendi:

"Bekle Berserk!"

Berserk duraksayıp geri döndüğünde Merih'in yanında Yalçın'a bakıp hırlamaya başladı. Oldum olası Yalçın bu köpekten haz etmez hiç yaklaşmazdı. Aynı şey Berserk için de geçerliydi. Her yanından geçtiğinde ona hırlar, havlayarak kendine dokundurmazdı. Merih dönüp eli yüzü kanlar içinde kalmış Eymen amire baktı. Üniforması parçalanmış vücudunda derin yaralar vardı. İşkence edilmişti. Merih daha da sinirlenerek bir adım attığında adam silahın horozunu çekti.

"Şhh! Yeterince arkadaşını kaybetmedin mi?"

Merih'i durduran Yalçın'ın bu sözleri olmuştu. Öfkesine hakim olmaya çalışarak yumruklarını sıktı. Onu şuracıkta parçalamak istiyordu. Hemen ardından gelen diğerleriyle Veli "Amirim!" diyerek silahını doğrultmuş birkaç adım atmıştı ki Merih elini ona doğru uzatarak onu durdurdu. Daha fazla arkadaşının veya bir polisin ölmesini istemiyordu. Mantıklı düşünmeli ona göre hareket etmeliydi.

"Her şey çok güzeldi." dedi Yalçın sakince.

"Her şey tam da plana uygun gidiyordu."

Gülerek başını iki yana salladı Eymen amirin etrafında dolanırken. Ardından birden "Ama sayısı bir elin parmaklarını dahi geçmeyen polis buzuntuları; sizin yüzünüzden her şey mahvoldu!" diye bağırdı tüm gücüyle. Kızarmış gözleri yerinden fırlayacak gibiydi. İşaret parmağını doğruca Merih'e uzattı.

"Sen." dedi dişlerini sıkarak: "Senin rolünü oynayıp geberip gitmen gerekiyordu!"

Onunla baş etmenin kolay olmayacağını biliyordu ama neticede o da bir insandı. Bu kadar inatçı çıkıp buralara gelebileceğini tahmin edememişti ve neredeyse tüm planının bozulmasında en çok onun parmağı vardı.

"Ben zaten öldüm Yalçın! Hem de defalarca!"

Merih kendisine hakim olamayıp aynı hiddetle ona karşılık verdi.

"Sevdiğim kadının beni yıllardır kullandığını öğrendiğim an öldüm! Her şeyden habersiz silah arkadaşlarımı kendi attığım kurşunla şehit ettiğimde öldüm! Senelerdir omuz omuza göreve gittiğim arkadaşlarım bir hiç uğruna şahadet şerbetini içtiğinde öldüm! O masum çocukların, öğretmenlerin kanına girdiğinizde öldüm! Ahmet'in nişanlısına kavuşmadan, Görkem'in kardeşlerine göz yaşını dökemeden, Halil'in yavrusuna kavuşamadan öldüğü gibi öldüm!"

Zihnini meşgul eden o kadar çok şey vardı ki. Hangi birine öldüğünü söyleyeceğini şaşırmıştı. Yalçın için bu sözler hiçbir şeyi ifade etmiyordu. Onlar sadece hedefi için edilmesi gereken fedakarlıklardı. Merih'e baktı. Aslında aynı şey için savaşıyorlardı; huzur. Sadece izledikleri yol farklıydı. Yalçın için huzuru sağlamanın yolu para iken Merih için şerefti. İkisinin de kaderi aynı iken seçtikleri farklı yollar birini koca bir yokluğa diğerini koca bir acıya itmişti. Ama sonuç aynıydı, ikisi de aynı çıkmazdaydı.

"Neden yaptın bunu?"

Merih hâlâ anlam veremiyordu. Bir sebebi olmalıydı. Yalçın dolan gözlerini Merih'ten ayırmadan yutkundu. Boğazı düğüm düğüm olmuş yanıyordu.

"Sadece para için değer miydi!?"

Merih'in öfkeli sesi gittikçe daha da yükseliyordu ki Yalçın daha fazla kendini tutamadı:

"Değerdi! Kızım için her şeye değerdi!"

Birden bir sessizlik çöktü. Kimse neyden bahsettiğini anlamamıştı. Yalçın inatla başını kaldırdı.

"Yapmak zorundaydım!"

Duraksayıp yutkundu.

"O illet hastalığın her geçen gün kızımı tüketmesine dayanamıyorum."

Tutamadığı göz yaşları yanaklarına hücum ederken "Eğer para bulamazsam kızım ölecek." dedi çaresizce.

"Eğer siz her şeyi mahvetmeseydiniz! Tüm planı bozmasaydınız! Tedavi parası hazırdı!"

"Ben bir babayım. Evladım için her şeyi yaparım."

Yalçın'ın sözleri Merih'i yumuşatmadı.

"Peki ya diğer çocuklar?" diye başladı: "Kendi evladını kurtarmaya çalışırken canından ettiğin onca çocuk ne olacak? O çocukların da eli kanasa dünyayı yakacak babaları vardı. O babalar evlatlarının cansız bedenlerini çocuk kefenine sararken ne yapacak hiç düşünmedin mi?"

Yalçın başını iki yana salladı.

"Sen ne anlarsın ki?"

O sırada yaklaşan helikopterin sesi duyulmaya başladı. Kendine gelen Eymen amir öksürerek karşıda dikilen Merih'e baktı.

"Avcı."

Merih sesin geldiği yöne dönerken Eymen amirin durumu hiç iyi gözükmüyordu.

"Ne duruyorsunuz?" dedi bitkince. Yarılmış kaşından süzülen kanlar sağ gözünün içine giriyor müthiş bir yanma hissiyle gözünü açamıyordu. Tek gözüyle buzlu bir camın arkasından olanları seçmeye çalışırken güç bela bağırdı:

"Kaçmadan vurun hepsini!"

Anında yüzüne inen darbeyle yerinden fırlayan azı dişini tükürdü yere. Ona vuran Yalçın öfkeden deliye dönmüş gibi Eymen amirin yakasına yapışmıştı.

"On adamımın ciğerlerini söktüğün yetmezmiş gibi az kalsın beni öldürüyordun o* çocuğu."

Eymen amir zevkle güldü.

"Sizin gibilere ciğersiz olmak yakışır. Senin için çok daha güzel planlarım vardı."

Yalçın'ın saklandığı yeri ilk bulan Eymen amir olmuştu. Tek başına bir oda dolusu adamı telef ederek monitörleri, telsizleri parçalayarak birbirleriyle olan tüm iletişimi kesmiş Merih ve diğerlerinin izini kaybettirmişti. Yalçın'ın canını almasına ramak kalmıştı ki başaramadan yakalanmıştı. Yalçın bir kez daha hiddetle vurdu ona. Amirine vurulduğunu gören Merih yerinde duramadan adım atacak gibi oldu ki Yalçın bunu fark etmiş ona dönerek "Siz benim gitmeme izin vereceksiniz. Ben de amirinizi size bırakacağım." dedi. Eymen amir itiraz etti:

"Sakın bu şerefsizin kaçmasına izin vermeyin!"

Merih büyük bir ikilem arasında ne yapacağını bilemeden öylece dikildi. Yalçın'ın ellerinde can vermesini deli gibi istiyordu ama amirinin gözlerinin önünde ölmesine de izin veremezdi. Yalçın diğerlerine işaret etti.

"Silahlarınızın önce şarjörlerini boşaltıp yere atın."

Hepsi bir çıkmaz içinde ne yapacağını şaşırırken "Sakın! Vurun şu şerefsizi!"diye var gücüyle bağıran Eymen amiri kimse dinlemedi. Önce Şahin silahının şarjörünü boşaltmış ardından silahı ileri fırlatmıştı. Yere düşen kovanların seslerinin ardından diğerleri de aynı şekilde silahlarını attılar. Kimsenin bir arkadaşını daha kaybedecek gücü ve iradesi kalmamıştı. Eymen amir durmadan bağırıyordu:

"Aptallar! Ben sizi böyle mi eğittim?"

"Ben sizi kaybetmekten korkun diye mi eğitim!?"

"Silahlarınızı atın diye mi eğitim!?"

"Kendinize gelin!"

"Başladığınız işi bitirin!"

"Akadaşlarınızın kanını yerde mi bırakacaksınız!?"

Kimse onu dinlemedi. Ağlıyordu. Deli gibi küçük bir çocuk gibi ağlayarak onlara bağırıyordu. Helikopter koca çatıya yaklaştı. Pallerin rüzgarında savrulan kanlı üniformalar, yerde yuvarlanan kovanlar ve savrulan intikam, öfke, nefret karmaşısıyla bitmeyen bir savaşın ortasında kalmışlardı. Yalçın helikoptere doğru yürürken Eymen amirin başındaki adam gülerek elindeki yarı otomatik silahı Merih ve diğerlerine doğrulttu.

"Aptallar."

Her şey ağır çekime girmiş gibi Caner Merve'yi gerisine saklamış Veli ve Şahin kendilerini diğerlerine siper etmeye çalışırcasına kollarını iki yana açmışlardı. Merih ise sanki ona yetişmesi mümkünmüş gibi adama doğru koşmaya başlamıştı. Ama adam tetiğe basamadan Eymen amir bacaklarında kalan son güçle ayaklandığı gibi adamın üzerine atılmış ikisi birden hemen gerilerindeki boşluğa doğru süzülmüşlerdi.

"Hayır!"

Merih'in bir elini çaresizce uzatarak ettiği feryatla birlikte Eymen amir müzenin yüksek çatısından düşerken son gördüğü çatının ucunda ona doğru uzanan Merih'ti. Kaderini kabullenerek kapattığı gözleriyle "Savaş bitti." dedi. Onlar artık güvendeydi. Üzerine düşeni fazlasıyla yapmış evlatları gibi sevdiği bu gencecik çocukları hayata bağışlamıştı. Zor olacaktı, yaşadıklarını asla unutmayacak geçmiş peşlerini bırakmayacaktı ama yaşamaya devam edecek kadar güçlüydü hepsi. Bir kuş gibi hafif ve huzurluydu artık. Yere çarpmasıyla birlikte parçalanan vücudu diğer adamın parçalarıyla karışmış bir tabloya fırlatılmış kırmızı boya misali yere kanlar saçılmıştı. Merih'in gözlerinden akan yaşlar Eymen amirin peşinden yere düşerken hıçkırıklarla ağlamaya öfkeyle bağırmaya başladı. Yumruklarını çatının küpeştelerine indiriyordu. Tekrar harlanan nefretiyle Yalçın'a döndü. Ağlamayı kesti ve koşar adımlarla helikoptere yürürken hızlanarak tüm gücüyle ona doğru koşmaya başladı.

"Yalçıınnnn!"

 

Bölüm Sonu.

 

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi yazmayı, kitabı arkadaşlarınıza önermeyi ve oy vermeyi unutmayalım. Sizleri çok seviyorum. Haftaya görüşmek üzere, sağlıcakla kalın!

 

 

Loading...
0%