Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@msmarvi

 

 

Merhaba!🌺

 

Size bir sürpriz yapıp bölümü erken yayınlamak istedim. Yine soluksuz okuyacağınız bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Lütfen yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmeyin. Sizlerin kitap hakkındaki geri dönüşleriniz benim için çok önemli.✨❤️‍🔥

 

Keyifli okumalar dilerim. ♥️

Onun kafasını helikopterin pallerinde parçalayacak organlarını dişleriyle sökecekti. Bir abi, baba misali daima ona sahip çıkan Eymen amiri kaybetmenin verdiği acı dayanılmazdı. Eymen amir daima onu koruyup kollamışken Merih onu koruyamamıştı. Verdiği sözü tutamamış elinde kalan son umut damlasını da beraberinde götürmüştü. Şimşek misali koşarken Yalçın helikopterden uzanan ele tutunduğu gibi dönüp arkasına bakmış yüzünde muzip bir gülümsemeyle Merih'in çaresizce ona koşuşunu izlemişti. Merih yetişemedi. Helikopter havalanırken Yalçın'ın yüzündeki gülümseme silinmedi.

"Onları sağ bırakmak doğru mu?"

Helikopterdeki adamın sorduğu soruyla gittikçe küçülüp giden Merih ve diğerlerine baktı.

"Birazdan polisler tepelerine çöker. Geri kalan ömürleri hapishanede geçecek. Şu hallerine bak, zaten ölüden farksızlar."

Merih pes etmedi. Koşmaya devam ederken bir yandan çıkardığı bıçağını hiç düşünmeden tüm gücüyle ona doğru fırlattı. Yalçın bir yıldırım misali dönerek ilerleyen bıçağı görememişti dahi. Hızla sol gözüne saplanıp kalan bıçakla birlikte fışkıran kanlar tüm yüzünü kaplarken yanan canıyla bir bağrıltı koparan Yalçın onu tutan adamlarına vuruyor inleyerek gözüne saplanan bıçağı tutuyordu. Merih başını kaldırıp haykırarak "Senin canını almadan ölmeyeceğim Yalçın!" dedi. Farkında olmadan kendine ömür biçmiş ve o ömür boyu taşıyacağı bir yükü almıştı omuzlarına. Tüm bunlara sebep olan kansızın hiçbir şey olmamış gibi kurtulması herkesi yıkmıştı. Öfkeleri öfke olmaktan çıktı, nefretleri bildikleri nefret değildi artık. Koca bir boşlukta buldular kendilerini. Verdikleri savaş boşunaydı. Onca can bir hiç uğruna telef olmakla kalmıştı. Ne para Yalçın'a ne de intikam Merih'e yar olmuştu.

Merve ellerini ağzına bastırarak hıçkırıklara ağlarken Deliveli ellerini parçalayana dek yerleri yumruklamış Caner yerden aldığı silahı duvardan duvara vuruyordu. Mert küfrederek ellerini saçlarında gezdirirken Şahin öylece yere çökmüş tamamen sessizliğe gömülmüştü. Kaybetmişlerdi. Ellerinde kalan yalnızca hırs, intikam arzusu ve kandı.

O sırada başka bir helikopter sesi duyuldu. Hepsi polis sandı, sessizce gelmelerini bekledi. Helikopter binaya yaklaşıp indiğinde ise içinde yaşlıca bir komutan göründü. Hissiz bir taş suratı andıran sert hatlı yüzüyle helikopterden indi. Adımları hızlı olsa da içi tereddütlerle doluydu. Öylece yere çökmüş Merih'in karşısında dikildi. Hepsi perişan halde görünüyordu. Tüm umutlarını yitirmiş çaresizce kaderlerine teslim olmuşlardı.

"Ben binbaşı Orhan Levent. Size amiriniz Eymen'den selam getirdim."

Komutanın sözleriyle duraksayan Merih başını kaldırdı. Helikopterin pervanelerinin çıkardığı sert rüzgarla komutanın beyaz saçları savruluyor mavi yeşil havacı üniformaları üzerinde dalgalanıyordu. Genel maksatlı helikopterden inen diğer iki kişi de diğerlerinin yanına gittiğinde komutan derin bir nefes alıp yere çöktü ve Merih'in omzundan tuttu.

"Toparlanın gidiyoruz."

Eymen amir ortalıktan kaybolduğu o süre boyunca canından çok güvendiği komutan arkadaşına ulaşıp içinde bulundukları durumu anlatmış ondan son ve tek bir istekte bulunmuştu; Merih ve diğerlerini hiç var olmamış gibi tüm izlerini silmesini istemişti. Onlara sıfırdan, bambaşka biri olarak bir hayat verecek asla hak etmedikleri bu hayatı geçmişe gömeceklerdi. Yaşadıkları sürece yeni umutlar doğacak, güneşli günler onları bulacaktı. Hepsi şaşkındı ama kimse sorgulamadı. Diğerleriyle birlikte Merih de ayaklandı. Kimse bir şey söylemeden tek tek helikoptere bindiklerinde tam helikopter havalanma ya başlamıştı ki Merih aşağıya baktı. Gençliğini gömdüğü bu müzede tarihi eser olarak sergilenen artık yalnızca acı, elem ve ızdıraptı. Müzeden çok bir mezarlıktı burası. Daha önce kimsenin şahit olmadığı vahşete mezar olmuştu. O sırada Merih, gözüne takılanla tüm kederini unuttu; elerindeki koca çantaları sürükleyen Zehra ve Furkan'ı görmüştü. Sinirle yumruklarını sıktığında yeniden ortaya çıkan öfkesiyle doğruldu. Hayatını, hayallerini ve inancını ellerinden alan bu kadının sevgilisiyle birlikte öylece gitmesize göz yummayacaktı. Hiç düşünmeden helikopterden atladığında "Avcı!" diye bağıran Merve'yi umursamadan koşmaya başladı. Arkasından atlayan Berserk de onun peşinden koşarken Merih bağırdı:

"Binbaşım! Onları buradan götürün. Benim yarım kalan bir hesabım var!"

Binbaşı Orhan, Merih'in peşinden atlayacak Veli'yi durdurdu. Kaşlarını çatıp eceline koşan Merih'e baktı öylece. Ardından güldü.

"Haklıymışın Eymen. Ama kusura bakma, onu sen bile durduramazken ben nasıl durdurayım?"

Eymen, binbaşıyla konuşurken telefonu tam kapatacağı sırada "Avcı." demiş ardından "Avcıyı ne olursa olsun durdur." diye eklemişti. Binbaşı tutamadığı bu sözü anımsarken gerçek adını hiç bilmediği delikanlının öylece koşuşunu izlemiş diğerlerinin helikopteri indirmesi için söyledikleri sözlere kulak asmamıştı. Helikopter yükseldikçe onlar da yavaşça sessizliğe gömüldü. Yalnızca Merih'in ardından bakmakla yetinmişlerdi.

Merih yeniden güç bulmuş gibi hızla tekrar müzenin içine girdi. İçerisi polis kaynıyordu. Onlardan gizlenerek aşağı indi ve binadan çıktı. Hemen ileride içi tarihi eserle dolu çantaları sürükleyerek eski model bir transporter arabaya yükleyen Zehra ve Furkan'ı gördüğünde tüm nefretiyle onlara doğru koşmaya başladı. Yaptıklarının cezasını çekmeleri için Tanrı'yı bekleyemezdi. Onları kendi elleriyle cezalandıracaktı. Arabanın içine daldığı gibi Furkan'ı yumruklamaya başlayan Merih'le çığlık çığlığa geri çekilen Zehra neye uğradığını şaşırdı. Hemen yanı başında Furkan'ın üzerine çullanmış Merih'in hâlâ hayatta olduğuna inanamıyordu. Her indirdiği yumrukla daha da öfkelenen Merih'in gözü hiçbir şeyi görmedi. Kaybettiği arkadaşlarını, ihaneti, ellerinden kaçan Yalçın'ı düşündükçe ömür boyu dinmeyecek bir nefret doğuyordu içinde. Yakasından tutup onu yerden yere çarparken Zehra, arabada bulduğu ince uzun bir metal levhayı doğruca Merih'in başına indirdi. Sendeleyerek yere düşen Merih, fırsattan yararlanarak ayağa kalkan Furkan'dan da bir darbe aldığında görünüşü bulanıklaşmış kulakları çınlamaya başlamıştı.

Saçlarının arasından alnına süzülen kan sanki annesinin başını okşayan eli gibi sıcaktı; uykusunu getiriyordu

Saçlarının arasından alnına süzülen kan sanki annesinin başını okşayan eli gibi sıcaktı; uykusunu getiriyordu. Zehra çantanın açık farmuarının içinde gözüken altın kabzalı değerli taşlarla süslü bir hançeri kaptığı gibi Merih'e indirmişti ki saniyelik kaybettiği bilincini geri kazanan Merih, Zehra'nın ince bileklerini kavrayarak hızla geri çekildi. Hemen boynunu sıyırıp geçen ve ömür boyu acısıyla birlikte izini de taşıyacağı hançerin yarasıyla bilinci tamamen yerine gelmişti. Zehra'yla göz göze geldiklerinde onun gözlerinde korku Merih'in gözlerinde ise nefret vardı. Merih bir an tüm öfkesinin kaybolduğunu hissetti. Onu her zaman sakinleştiren aşık olduğu gözler artık ona korkuyla bakıyordu. Onu hâlâ ne kadar çok sevdiğini anladığında bu kez kendine öfkelendi. Yaptığı onca şeye rağmen, sevgisinin sahte olmasına rağmen hâlâ onu nasıl sevebilirdi? Zehra da onun sevgisinden emindi. Ona öyle bağlı öyle aşıktı ki bunun hiçbir zaman değişmeyeceğini biliyordu. Ama Zehra, Merih'in duygularını gömdüyse, Merih de üzerine toprak atmıştı. Onu hâlâ ne kadar sevdiğinin önemi yoktu. Önemli olan duygularını kontrol edebilmekti ve Merih bunu çok iyi yapıyordu. Hızla onu yana doğru ittiğinda Furkan'ın ona doğrulttuğu silahla burun buruna gelmişti ki Merih, Furkan'ın kargaşa sırasında düşürdüğü diğer silahını kaptığı gibi ard arda Furkan'ın göğsüne ateş etmiş kendi canını son anda kurtarmıştı.

 Hızla onu yana doğru ittiğinda Furkan'ın ona doğrulttuğu silahla burun buruna gelmişti ki Merih, Furkan'ın kargaşa sırasında düşürdüğü diğer silahını kaptığı gibi ard arda Furkan'ın göğsüne ateş etmiş kendi canını son anda kurtarmıştı

"Sen... Nesin?"

Furkan'ın güç bela söylediklerine karşılık olarak Merih doğruldu. Elinin tersiyle artık gözlerinin içine giren kanı sildi ve nefes nefese geriye doğru düşen Furkan'ın yakasından tutup doğrulmasını sağladı.

"Kanına girdiğimiz onca masumun nefretiyim."

Hemen çenesinin altına dayadığı silahı ateşlediğinde başladığı işi tamamen bitirmişti.

Furkan'ın dağılan beyni hemen arkasındaki cama sıvanırken korkuyla kendini dışarı atan Zehra kaçmak için birkaç adım atmıştı ki bir ok gibi fırlayıp onu yakalayan Berserk yere düşmesine sebep oldu

Furkan'ın dağılan beyni hemen arkasındaki cama sıvanırken korkuyla kendini dışarı atan Zehra kaçmak için birkaç adım atmıştı ki bir ok gibi fırlayıp onu yakalayan Berserk yere düşmesine sebep oldu. Zehra üzerine çullanan köpekle kendini korumaya çalıştı. Öyle ki kaldırdığı bıçağı defalarca Berserk'in karnına geçirmişti. Acı iniltileri duyan Merih başını çevirdi ve hızla arabadan çıktı. Berserk yere uzanmış mırıltılarla inliyordu. Merih koşarak yol arkadaşının yanına çöküp onu kucakladı.

"Hayır Berserk..."

Çaresizce çıkan acılı sesi Merih'in içini titretiyordu. Ona en çok yardım eden, onun için hayatını tehlikeye atan ve yanından bir an olsun ayrılmayan en yakınıydı o. Hâlâ sadakatine güvenebileceği tek dostuydu. Masum bakışlarla patisini son kez Merih'in üzerine attı. Merih ise elinden hiçbir şey gelmeden bir kez daha dostunun can vermesine şahit oldu: onu kaybetmişti. Merih'in gözünde yaş tükenmişti artık. En sadık dostunun ölümü son noktayı koymuştu. Artık tamamen yapayalnızdı. Son kez başını okşadı ve son sözlerini söyledi ona:

"İyi iş kızım. Her şey için teşekkürler."

O Merih'in hayatında bir parçaydı ama onun tüm hayatı Merih ve görevlerden ibaretti. Küçücük bir bebekken karargaha gelmiş onu kendi evladı gibi büyütmüştü. Sonuna dek onunla beraber savaşan çok cesur bir kızdı. O sırada Merih'in acısını gören Zehra yerde geri geri biraz sürünmüş ardından canını kurtarmak için ayaklanmıştı ki arkasından doğrultulan silahın sesiyle duraksadı. Korkudan bir yaprak gibi titriyor nefes alamıyordu. Düşünmeye çalıştı. Mantıklı hareket etmeliydi. Yutkunarak yavaşça Merih'e doğru döndü. Birkaç adım ötesinde ona silah doğrultmuş buz gibi gözlerle bakıyordu. Merih, Berserk'i yavaşça yere bıraktı, ayağa kalktı.

"Merih..." dedi çaresizce Zehra. Sesi o kadar yumuşak ve korku doluydu ki Merih'in içi titredi bir an.

"O kim?" dedi karşılık olarak. Kimliğini saatler içinde bu müzeye gömmüştü.

 Kimliğini saatler içinde bu müzeye gömmüştü

Zehra ellerini iki yana açtı.

"Sevdiğim adam."

Merih sessizliğe gömüldü. Yavaşça silahını indirirken yüzündeki maskeyi sıyırıp ikisini de yere attı.

"Para için sevdiğin adam." diye ekledi Merih başını kaldırıp. İçinde duyduğu muazzam acıyı bastıramıyordu. Zehra başını iki yana salladı.

"Hayır... Düşündüğün gibi değil. Sana değer verdim."

"Bana değer mi verdin?" dedi sessizce. Sessizliğe sığdıramadı.

"Bana değer mi veriyordun!?" diye bağırdı tekrar.

Zehra irkilerek biraz geriledi. Onu ilk kez kendine bağırırken görmüştü.

"Senin değer vermek dediğin bu mu!?"

Bunca zamandır kör bir koyun gibi her şeyi görmezden gelmişti. Eskiler filim şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyor tüm o sahtelikleri şimdi görebiliyordu. Merih gülerek başını iki yana salladı. Ellerini çaresizce bir günde yaşlanan yüzünde gezdirmiş içindeki ağlama isteğine hakim olmaya çalışıyordu. Zorla yutkundu. Birkaç dakika sessizlik olmuştu ki gözlerini yere diken Merih sessizce sordu:

"Bana bir kez olsun nasıl olduğumu sordun mu?"

Zehra kaşlarını çattı. 'Elbette sormuşumdur' diye düşündü. Onca yıldır birliktelerdi neticede.

"Ben sorduktan sonra senin nezaketen sorduğun nasılsın sorusundan bahsetmiyorum. Bana ilk sen hiç nasılsın diye sordun mu?"

'Şimdi bunları mı düşünüyor?' diye düşündü Zehra. Ne önemi vardı bunun?

"Ben her gün senin nasıl olduğunu, bir şeye ihtiyacın olup olmadığını, gününün nasıl geçtiğini sorarken sen hiç, bir sebep olmaksızın bana bunları sordun mu?"

"Çok mu zordu bunları sormak? Senden bir şey eksilir miydi? Ya da seni alçaltır mıydı sana değer veren birine bunları sormak?"

Gözlerindeki perde yeni kalkmış gibi her şeyi şimdi net bir şekilde görmeye başlamıştı.

"Evet zor anlar geçirdin. Ama peki ya ben?"

"Ben senin zor anlarında elini tutarken, senin yerine göz yaşı dökerken sen benim nasıl olduğumu hiç bilmedin."

"Kendi derdimi bırakıp senin yerine dua ettiğim o günlerin hesabını bana verebilecek misin?"

"Benim gönlüm acı çekerken senin gönlünün ferahlığı için ettiğim duaları, kendi ailem dururken senin ailen için ettiğim duaları ve asıl kendi günahlarım dururken senin günahların için ettiğim duaların hakkını bana nasıl vereceksin?"

Merih ne kadar aptal olduğunu bir kez daha gördü kendi gözleriyle. Sırtlan misali sahte duyguların arkasına sığındığını fark etmeksizin herkesin kendi gibi saf ve temiz duygular beslediğini sanıyordu. Sormaya devam etti:

"Seni düşünerek geçirdiğim zamanı bana geri verebilecek misin?"

"Sende harcadığım iyi niyetimi, umudumu, çabamı geri verebilecek misin?"

"En özelimi paylaştığım sen bana saflığımı geri verebilecek misin?"

Daha birçok soru vardı sorulması gereken. Merih boşa olduğunu biliyordu. Ama gerçekten merak ettiği bir soru vardı:

"Hiç mi sevmedin?"

Zehra gözlerini kaçırdı. Kendini kötü hissediyordu ama yalan söyleyecek durumda değildi.

"Sevemedim."

Merih duraksadı. Sevmedim ve sevemedim kelimelerinin arasındaki farkı düşündü.
Aklı almıyordu. Olabilirdi, insan sevemeyebilirdi, bir şeyler hissetmeyebilirdi. Bunu kabul ediyordu. Kabul edemediği sevmeden, hissetmeden neden hâlâ anılar bıraktığıydı. Çünkü sevilmemek değil apaçık anılardı insanın canını yakan.

"O zaman neden sarıldın bana?"

Zehra cevap vermedi.

"Neden öptün? Neden güldün? Neden dokundun bana?"

Merih birden tiksindi kendinden, ruhundan bedeninden. Hiçbir duygu barındırmadığı hâlde biri bunu neden yapardı anlam veremiyordu. Zehra ağlamaya başlamıştı. Ellerini iki yana açıp inkar etmeye çalıştı.

"Hislerim vardı-"

Merih onun konuşmasına izin vermedi.

"Arzu mu?"

Zehra yutkundu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Merih bu kez ondan tiksindi. Birlikte girdikleri yatakta nasıl da huzurlu uyuduğunu hatırladı. Hiç onuru, gururu yok muydu? Kendisinin yoktu madem neden karşısındakinin onurunu hiçe saymıştı?

"Beni seni sevdiğim kadar sevmediğini biliyordum, ama beni hiç sevmediğini düşünmezdim."

Sevmek böyleydi; ilk başta ona duyulan ufak bir yakınlıkla çabalamaya başlardı insan. Duyulan yakınlık yetmeyince ilgi verilmeye, verilen ilgi yetmeyince değer verilmeye, verilen değer yetmeyince kendinden taviz vermeye başlardı. Karşısındakinin bencil kayıtsızlığını bile bile çabalamaya devam ederdi. Gururunu hiçe sayıp yanında olurdu, çağırdığında koşa koşa giderdi yanına. Geçmişini hiçe sayar onunla yeni bir gelecek çizmeye çalışırdı. Ama farkına varamadığı bir şey vardı; O da iki kişilik bir tablonun tek ressamının kendisi olduğuydu. Tek bir kişinin vurduğu boya o tuvali çizmeye yetmezdi. Bir zaman sonra sıkılır, yorulur en sonunda vazgeçerdi çizmekten. Geriye yalnızca tek taraflı bir çabayla fırçanın tuvale vurduğu boyanın kalıcı, ruha vurduğu acı izleri kalırdı.

"Sana kızgınım evet. Ama beni sevmediğin için değil. Seven birinin bırakacağı anıları, beni sevmediğin hâlde bana bıraktığın için."

Merih düşündüğünde aslında her şeyin farkında olduğunu fark etti. Onun onu sevmediğini biliyordu. Onunla ilgilenmediğini biliyordu. Onunla sadece vakit geçirdiğini biliyordu. Onun gülüşlerinin, dokunuşlarının sahteliğini biliyordu. Ama neden bir dur dememişti bunun cevabını bulamıyordu. Bunları bildiği halde neden karşılık vermişti? Neden onu sevmeye devam etmişti? Bunun mutlak cevabı bir ihtimalde saklıydı; onun da sevebileceği ihtimali. Merih bunu bilemese de kalbinin derinliklerinde bir yerlerde saklı olan cevabı elbet bir gün bulacaktı. Çaresizce tutunduğu şey bir ihtimaldi. Onca verdiği taviz, hiçe saydığı gurur yalnızca bir ihtimal içindi. Delilikti bu ama en güzel ihtimallerden de biriydi. Çaresizce başını kaldırıp gökyüzüne baktı yorgunca. Verdiği onca çabanın değmeyecek bir savaş uğruna olduğunun farkına varmak acı veriyordu. Geriye kalan yalnızca kayıptı.

"Ah... Beni istediğin gibi kullandın."

Derin bir nefes alıp bunları söylemişti. Gökyüzünde parlayan yıldızlara bakarken gözlerini kapatıp bir kez daha yutkundu. "Neden o?" diye sordu kendi kendine. Severken insanın kendine sorup da cevabını bulamadığı tek soruydu. Onun neyini seviyordu, neden onunla konuşmak, vakit geçirmek, onu görmek, ona dokunmak onu mutlu ediyordu bilmiyordu. Neden onun için bu kadar çabaladığını bilmiyordu. Farklı olduğu için miydi? Hayır. Hiç de farklı değildi. Mükemmel biri olduğu için miydi? Hayır. Hatta onca kusuru vardı. Güzel olduğu için miydi? Şöyle bir bakınca pek de güzel biri değildi. Peki niyeydi? Neden onda ısrarcıydı? Sevmenin sebebi olmadığını anlaması uzun sürecekti. İnsan sevdiği için sever nedenine cevap bulamazdı.

"Sana evlenme teklifi edecektim."

Cebinden çıkardığı yüzük kutusunu elinde evirip çevirip uzunca baktıktan sonra hayal kırıklığıyla kutuyu fırlattı. Oysa ne hazırlıklar yapmış ne heyecanlar sığdırmıştı kalbine.

"Hayallerim vardı. Hedeflerim, isteklerim, bir geleceğim vardı. Hepsini aldın benden."

"Ve başka bir adam daha vardı değil mi?"

Bir an hemen yanı başındaki arabanın içinde cansız bedeni yatan Furkan'ı hatırlamıştı.

"İkimizi birden idare etmek seni yormuş olmalı."

Zehra ağzını açıp tek kelime edemiyordu.

"Her şeyden çok güvenmiştim sana."

Müthiş bir soğukluk kapladı içini. Buz kesmişti adeta. Ona olan tiksintisi her geçen dakika daha da artıyordu. Onu artık bir böcekmiş gibi görüyordu. Zehra dayanamadı. Koşarak Merih'in boynuna atlayıp ona sıkıca sarıldı.

"Özür dilerim."

Bir faydası yoktu özrün artık. Kılını dahi kıpırdatmadan öylece dikildi karşısında. İçinde ona karşı merhamet aradı, bulamadı. Sevgi, artık yoktu. Özlem, yalnızca tiksintiye dönmüştü.

"O çocukların canına kıymak benim için çok zordu."

Merih duraksadı. Müzenin içinde birbirlerine sarılarak ölen ilkokul çocuklarını hatırladı.

"Onları öldüren sen miydin?"

Zehra cevap vermeden ağladı. Nasıl bir vicdandı bu? Merih bir an hayallerini düşündü. Çocuklarını emanet edeceği kadın bu muydu? Dehşete düştü. Hissettiği son duygu kırıntıları olduğundan habersiz müthiş bir vicdan azabı duyuyordu. Onca günahsız çocuğun kanına nasıl girmişti? Elini kaldırdı yavaşça. Zehra, ona sarılacağını düşünerek yüzüne bir zafer gülümsemesi yerleştirirken birden karnını yarıp gelen bir acıyla irkildi. Merih'in elinde tuttuğu eski hançeri fark etmemişti. Merih hâlâ onu deli gibi sevmesine rağmen sapladığı bıçağı acımasızca Zehra'nın içinde çevirdi yavaşça. Ne kadar çok severse sevsin ihanetin, nankörlüğün ve vicdansızlığın affı olmazdı. Her kötülük gibi cezasız kalmayacak yaptığı onca şeyin bedelini canıyla ödeyecekti.

"Özrün, duygusuzluğun ve bencilliğin senin olsun. Bana benim çabalarımı, zamanımı ve hislerimi geri ver."

Gözleri iri iri açılan Zehra ağzına dolup gelen kanlarla öksürdü. Ardından yavaşça yere yığılmış Merih onu tutma gereği dahi duymamıştı. Zehra orada son nefesini verip geride yalnızca hâlâ ona aşık bir adam bıraktığında kaybedeceği hiçbir şey kalmayan Merih karşıdan öylece ona doğru koşup gelen polislere baktı. Her şey sona ermişti. Savaş bitmiş, ruhunu diri diri toprağa gömmüştü. Başını eğip elindeki bıçağa baktı. Üzerinde Latince bir yazı vardı;

'Sicut frigus ut proditio tua, sicut acuta mea'
(İhanetin kadar soğuk, aşkım kadar keskin)

Kim bilir geçmişte hangi soğuk ihanetin keskin aşkı olmuştu bu hançer. Tarih yalnızca tekerrür ederdi. İhanet aynı ihanet, aşk yine aynı aşktı.

Koşarak üzerine çullanan polisler elinden hançeri alıp onu dizleri üzerine çökmesi için zorlarken Merih direnmedi. Öylece yüzüstü yere yatıp kollarını çekiştiren polislerin küfürleri ve hakaretleriyle birlikte bileklerini kelepçelemelerine izin verdi.

"Amirim teröristin biri yakalandı!"

Kimi terörist, kimi hain diyor ağıza alınmayacak küfürler savuruyorlardı her şeyden habersiz. Zehra'yla yan yana biri sırtüstü diğeri yüzüstü yatıyordu. Zehra'nın yüzü ona çevrikti. Ölü gözleri açık doğruca Merih'e bakıyordu. Merih son kez baktı onun güzel yüzüne. Oysa ne kadar masum duruyordu bakışları. Tepesinde uçuşan helikopterin kör edici beyaz ışığı doğruca ona doğrultulmuştu. Belki hayatlarını ona borçluydular ama hiçbir şeyden haberleri yoktu. Merih engel olmasaydı daha nice canların yanacağından habersiz ona terörist diyorlardı. Hemen başının ucunda duran bir çift ayakkabıyla başını yavaşça kaldırdı. Tam karşısında duran babasını gördüğünde bir anlığına hissizliğe gömülen yüreğindeki acı tekrar peyda olmuştu.

"Baba..."

Vedat ona tıpkı Merih'in, Zehra'ya baktığı gibi bir iğrentiyle bakıyor ayaklarının ucunda kıvranan bir böcek misali kafasını ezmek istiyordu. Cevap vermedi ona. Sadece "Götürün." demişti. Polisler Merih'in koluna girip kaldırdığı sırada gerideki kalabalıktan bir feryat koptu.

"Merih!"

Dilay çıplak ayaklarıyla onlara doğru koşuyordu ki önünü kesen bir polis onu durdurdu ve zorla tutmaya çalıştı. Merih önce sessizce "Anne..." demiş ardıdan "Anne!" diye bağırmıştı. Dilay onu tutan polis memurunu itmeye çalışırken boşlukta çırpınan ayaklarını savuruyor ağlayarak oğluna ulaşmaya çalışıyordu.

"Merih!"

Merih içinde yıkılan tüm enkazların altından kalkmaya çalışırcasına öne doğru atılmış "Bırakın onu! Anne!" diyerek onu zaptetmeye çalışan polislerden kurtulmaya çalışmıştı.

"Annem kriz geçirecek! Baba bir şey yap!"

Hemen yanında duran babası kılını dahi kıpırdatmadı. Eğilip çıldırmış gibi bağıran Merih'in saçından tutup sertçe yüzünü ona çevirdi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

"Ne yaptığına bir bak." dedi Vedat. İşaret parmağını Dilay'a doğru uzatıp "Annene ne yaptığına bir bak!" diye bağırdığında çabalamayı kesen Merih şok olmuş babasına bakıyordu. Vedat devam etti:

"O bugün buraya böyle gelen kaçıncı anne biliyor musun?"

Kazandığı gücü tekrar kaybeden Merih'in kasları gevşedi.

"Aldığınız onca canın annesi işte böyle feryat etti tüm gün burada."

Vedat sertçe Merih'in saçını bırakıp doğruldu.

"Ama onlar şerefiyle şehit olan çocukların anne babası. Senin gibi şeref yoksunu bir hainin anne babası değiller bizim gibi!"

Vedat'ın tüm sesi sokakta yankılanırken uğradığı hayal kırıklığına karşılık olarak son kez oğlunun yüzüne baktı.

"Keşke ölseydin." dedi: "Keşke ölseydin de cenazeni şuracıkta gömseydim."

Vedat bunu içtenlikle dilemişti. İçeriden canlı çıkmamasını şu hâlde karşısına çıkmasına tercih etmişti. Tek kelime dahi etmeyen Merih gözlerini öylece yere dikti. Bir an babasının neden böyle şeyler söylediğini anlayamadı. Sonra olanları hatırladı. Yine bir hissizlik çöktü üzerine. Son kez orada döktü göz yaşlarını. Bir daha hiç ağlamadı. Sorgulanırken onca işkenceye rağmen ağzından tek kelime çıkmadı. Konuşmayı unutmuş gibiydi. Tek kelime etmeden sadece ölmeyi bekliyordu. Yaptıkları işkencede direnmiyor bunu onca yaptıklarına bir ceza niyetine sayıyordu. Hiçbir fiziksel acı ruhunda duyduğu acıdan fazla gelmiyordu artık. Ölümün eşiğine gelip günlerce hastanede yatmış koskoca bir yıl boyunca tek başına bir hücrede yaşamıştı, tabii buna yaşamak denirse. Ölmeyecek kadar yiyor, avluya hava almak için dışarı dahi çıkmıyordu. Kendi kendini cezalandırmaya bir yıl boyunca devam etti. Tek bir ziyaretçi onu görmeye gelmiyordu. Anne babası onu unutmuş kaderiyle baş başa bırakmıştı. Bir an dahi aklından çıkmayan o gün sürekli zihninde tekrar ediyor gecelerini zehir ederek rüyalarına giriyordu. Derken bir gün gardiyan bir ziyaretçinin geldiğini söyledi. Merih kimseyi görmek istemiyordu. Ama kim olduğunu merak etti. Ellerine vurulan kelepçeler ve gardiyanların azarlamalarıyla ziyaretçi odasına gittiğinde karşısında babasını görmesiyle neye uğradığını şaşırdı. Bir yıl boyunca arayıp sormayan adamı karşısında beklemiyordu. Yavaş adımlarla ilerleyip sandalyeye oturdu. Vedat oğlunu şöyle bir göz ucuyla süzmüş bir süre sessiz kalmıştı. Baba da oğul da birden yaşlanmış görünüyordu. Yaşananlar hiç de yabana atılacak gibi değildi neticede.

"Sana birinin selamını getirdim."

Merih başını hafifçe kaldırıp babasına baktı. Bir şey söylemedi.

"Binbaşı Orhan." dedi Vedat. Merih'in çatık kaşları düzeldi. Yavaşça geriye yaslandığında babası masaya doğru eğilip ellerini önünde birleştirdi ve derin bir nefes aldı.

"Bu görüşmeyi ayarlayana dek canım çıktı. Fazla zamanımız yok beni iyi dinle."

Büyük bir katliamdan çıkan, hâlâ davası süren ve terörist olarak anılan biriyle görüşmek gerçekten zordu ama babası bir savcıydı ve eli gerçekten çok uzundu. Onu zorlayan ve engelleyen tek şey müvekkilin oğlu olmasıydı. Haliyle onunla olan işleri dikkat çekiyor bu işin içinde Vedat'ın da olabileceği dedikoduları dönüyordu. Psikolojikman çöken Vedat sabah akşam oğlu için ağlayan Dilay'ın sesine artık dayanmıyor bazen cinnet geçirecek gibi oluyordu. Sonunda binbaşı Orhan onu bulup her şeyi anlattığında oğlunun bir oyuna geldiğini anlayarak derin bir vicdan azabına düşmüş oğluna inanıp güvenmediği için haftalarca kendini suçlamıştı. Sonunda kendine geldiğinde kollarını sıvadı ve oğlunu kurtarmak için varını yoğunu ortaya koymaya başladı.

"Sana tek bir soru soracağım." diyerek etrafa bakındı.

"Binbaşının anlattıkları doğru mu?"

Merih doğruca babasının gözlerine baktı. Onu konuşturamadıkları için babasını mı göndermişlerdi? Kimseye güveni yoktu artık. Ve aylar sonra nihayet tek bir kelime de olsa söyledi:

"Doğru."

Vedat içindeki sıkıntının bir an hafiflediğini hissederek geriye yaslandı. Nihayet kendi ağzından da duymuştu. Oğlu suçsuzdu. Yumruklarını sıkarak ayağa kalktı ve ona baktı.

"Seni buradan çıkaracağım. Sabret." diyerek yürümeye başlamıştı ki Merih sordu:

"Annem... Annem nasıl?"

Bir yıldır onu görmemiş sesini duymamıştı. Kim bilir ne haldeydi? Vedat duraksayıp başını omzunun üzerinden çevirip oğluna baktı.

"İyi." demekle yetinmiş ardından odadan çıkmıştı. Söylediği gibi sayısız mahkeme, sayısız ifade, avukatlar ve görüşmelerin ardından Merih'in üzerindeki suçlamalar bir şekilde düşürüldü. Bunu kimi zaman yolsuzlukla kimi zaman haklarıyla yapmışlardı. Ama bu ufak bir bedelle hallolmamıştı. Her şeyi babasına borçluydu. Vedat mevkisini kaybedip kısa süre sonra tüm kariyerini bitirmesiyle ödemişti oğlunun özgürlük bedelini. Babası onu alıp eve getirdiğinde Dilay'ın sevinç gözyaşları günlerce dinmedi. Oğlunun dizinin dibinden ayrılmıyor onunla uyuyup onunla uyanıyordu. Onu bir an göremesin krizlere girerek hastanelik oluyordu. İki yıl sonra dışarı çıkan Merih ise başta ne yapacağını bilemedi. Normal bir insanın nasıl yaşadığını unutmuş gibiydi. Derin bir sessizlik ve durgunluk içinde günden güne gömülüp giderken büyük bir bunalımın içinden bir türlü çıkamıyordu. Öyle böyle derken bir ay geçti. Vedat'ın dengesizlikleri artmış kendini alkole vermişti. Oğlu için varını yoğunu sattığından tek kuruşu yoktu. Çalışmayı reddediyor iş arayan Merih'i ise kimse kabul etmiyordu. Anında alt üst olan hayatları yolunda gitmiyordu artık. Daima huzurlu ve neşeli olan bu evin üzerinde artık kara bulutlar vardı.

Bir gün Merih iş aramak için evden çıktığında yan komşularının kızı Ayşegül'ü gördüğünde gülümsedi.

"Nasılsın bakalım fındık kurdu?"

Ona doğru eğilip kucaklamak için hamle yaptığında küçük kız korkuyla geri çekilmişti. Merih duraksayıp açtığı kollarını indirdi.

"Ayşegül! Buraya gel!"

Babasının sesini duyan Ayşegül koşarak onun yanına gittiğinde Merih başını kaldırıp komşuları Tunç'a baktı. Tunç eğilip kızını kucağına aldığında hemen arkasında duran eşi Ayfer'i görmüştü. Merih hafifçe başını eğip gülümseyerek selam verdi.

"Günaydın Tunç ağabey, Ayfer abla."

Onun selamını almadıkları yetmezmiş gibi eskiden neşeyle karşılık veren Ayfer sanki ona bir yaratıkmış gibi bakıyordu. Diğer komşuların da tepkileri aynıydı. Onların gözünde içeriden babası sayesinde çıkan bir katilden başkası değildi. Merih onlara hak veriyordu. Onların yerinde olsa o da öyle düşünürdü ama ister istemez zoruna gidiyordu. Akşam eve yine eli boş döndüğünde aynı zorbalık devam etti. Akşam yemeği yerken kapıları çalındı. Kalkıp kapıyı açan Merih karşısında Tunç'u gördüğünde şaşırdı.

"Hoş geldin ağabey. Buyur gel."

Tunç'un yüzü hiç hoşnut durmuyordu.

"Baban nerede?"

Merih selam dahi vermeyen komşusunun yüzüne bakarken arkadan gelen Vedat kapıdaki komşusunu görünce aynı sıcaklıkla onu içeri davet etti.

"Oo Tunç buyur gel. Yemek yiyorduk."

Tunç adım atmadı.

"Sağ ol Vedat. Katil oğlunla aynı masaya oturacak kadar düşmedik evvel Allah."

Merih kaskatı kesildi. Aynı şekilde Vedat da bembeyaz kesilmişti.

"Size bir ricada bulunmaya geldim. Bunca senelik komşuluk hatırımız varsa bu mevkiden çekip gidersiniz. Bizim çoluğumuz çocuğumuz var, senin katil oğlunun elini kolunu sallayarak gezdiği sokaklarda ben çocuklarımı büyütemem. Diğer komşular da böyle söylüyor. Çıkıp gidin buradan."

Duydukları sözler karşısında baba oğul neye uğradığını şaşırdı. İkisi de cevap veremeden yerin dibine girmişlerdi. Öylece çekip giden komşunun ardından kapanan kapıyla deliye dönen Vedat oğluna bağırmaya başladı:

"Bizi getirdiğin şu hâle, şu duruma bak!"

Merih karşılık vermedi. İçi içini yiyordu ama tek kelime etmiyordu.

"Daha ne kadar aşağılayacaksın bizi oğlum!?"

Baba öfkeden deliye dönmüştü. Merih sakince "Baba." dedi. Vedat onu dinlemedi.

"Elimizde avucumuzda ne var her şeyi senin uğruna bir hiç ettik. Beş kuruşumuz yok!"

Merih babasına doğru bir adım attı.

"Baba eğer işe girersem toparlarız."

"Neyi toparlarız Merih!? Şerefimizi iki paralık ettin! İnsan içine çıkamıyoruz! Neyi toparlayacaksın? Neyi!?"

Bağırışlara koşup gelen Dilay oğluna doğru yürüyen Vedat'ın önüne geçip onu tuttu.

"Kızma oğluma Vedat! Onun suçu yok."

Vedat'ın gözü dönmüş Dilay'ı tuttuğu gibi yere savurmuştu. Yere düşen Dilay korkuyla kocasına bakarken "Ne yapıyorsun baba!?" diyerek fırlayan Merih annesine doğru yürüyen babasının önüne dikildi. Ona bu güne dek el kaldırdığını hatırlamıyordu. Karşısında duran adam bambaşka birine dönüşmüştü. Merih uzun zamandır koruduğu sakinliği yavaşça kaybederken o günden sonra ilk kez birine öfkeyle baktı. Oğlunun bakışlarını gören Vedat ise geri adım atmadan ona alaycı bir bakış attı.

"Ne o?" dedi ve ekledi: "Beni de mi öldüreceksin yoksa?"

Merih hiç beklemediği bu sözle donakaldı. Kendisi gibi her şeyi mahvetmeyi çok iyi biliyordu. Ondan şefkat ya da destek beklemiyordu ama onunla alay edeceğini de hiç düşünmezdi. Yumruklarını sıkıp yerde başını ellerinin arasına alarak "Oğlum suçsuz. Oğlum suçsuz. Oğlum suçsuz. Yapma Vedat! Vedat!" diye sayıklayıp duran annesinin yanına çöktü tekrar. Kollarından tutup onu sakinleştirmeye çalışırken Vedat dayanamayıp "Sus artık kadın!" diye bağırarak Dilay'a doğru adım atmıştı ki Merih hızla kalkıp tekrar babasının karşısına dikildi.

"Aklından dahi geçirme."

İçeriden çıktığından beri Merih'e yaptığı eziyetin haddi hesabı yoktu. Ona hak verip bu zamana dek susan Merih onun tüm hakaretlerine göz yumsa da annesine yapılanı kabul edemezdi. Merih'e ne yaparsa yapsın önemsizdi. Ama eğer annesine öyle bir muamele gösterecekse işler değişirdi. Vedat duraksayıp oğlunun öfkeli gözlerine baktı. İçinde hiç evlat sevgisi kalmamış bir babaya dönüşmüştü. Onu içeriden çıkarmasının tek sebebi vicdanını rahatlatmaktı. Şimdi ise ona zerre şefkat duymuyordu. Onun gözünde tamamen başarısızlıktan ibaret bir et yığınıydı.

"Çıkın evimden."

Vedat bunları söylediğinde Merih'in kaşları çatıldı. Yetmedi, bu kez daha yüksek sesle bağırıp doğruca kapıyı gösterdi:

"Anneni de al, defol git bu evden!"

Bardağı taşıran son cümle bu olmuştu. Merih sıktığı yumruklarını gevşetti. Eğilip sertçe annesini yerden kaldırdı.

"Hadi anne, gidiyoruz."

Hemen ardından iki valize bulduğu çamaşırları ve eşyaları basıp annesini de yanına alarak dışarı attı kendini. Babası giderken arkalarından dahi bakmadı. Oturduğu masada yemeğini tek başına yemeye devam etmiş tek kelime etmemişti. Merih ise cebinde üç beş kuruşla yola koyuldu. O günden sonra tek amacı annesinin mutluluğu ve huzuruydu. Sadece onun için yaşayacak, onun için çabalayacaktı. Çünkü sevgisine ve sadakatine güvenebileceği tek kadının annesi olduğunu çok iyi biliyordu.

 

🥀 Bölüm sonu.🥀

 

Eveeet, böylece Merih'in geçmişine burada nokta koyuyoruz. Onun geçmişi hakkında neler düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmeyin. Diğer bölümde görüşmek üzere, hoşçakalın. Sevgilerimle... ♥️✨

 

 

Loading...
0%