@muhammedguner46
|
21.08.2022
"Hayır!" dedi genç adam. Bu haklı isyanı babasınaydı. Devlet memurluğuna başvuran genç, etrafında dönen dedikodulardan bıkmıştı. "Benim kızımın hakkını yediler, almadılar memurluğa, torpili olmadığı için memur olamadı, sen de olamazsın..." diyen kadından tutun da "Kanka torpilsiz hiçbir şey yapamazsın." diyen saçma arkadaşlarına kadar. Onu usandırmışlardı. Sonuncusu da babası... "Oğlum kimlik numaranı şu milletvekilinin numarasına at." demişti. Çıldırmak üzere olduğu sesinin şiddetinden belliydi. "Beni bir daha bunun için arama." dedi bütün ciddiyetiyle ve ekledi; "Benim tek torpilim Allah'tır. Haksızlıkla gireceksem, Allah nasip etmesin." Babası susmuş ve el mecbur telefonu kapatmıştı. Genç adam, babasının böyle bir teklifte bulunmasından iğrenmişti. "Nasıl bana bunu diyebilir yahu, nasıl?" diye yakındı. Sabırla çalıştı genç adam. Hem fiziki hem de zihni hazırlanmaktaydı. Zaten vatan aşkıyla yanıp tutuştuğundan; bilhassa sözlü mülakatı akışına bırakmak istemişti. Epeyce zaman geçmiş ve önce spor mülakatından geçmiş daha sonra da sözlü mülakata katılma hakkı kazanmıştı. Sözlü mülakat için onları yanyana sandalyelere dizmişlerdi. Mülakat için kapıda ilk sıradaki aday bekliyor ve zil çaldığında kapıyı çalıp (?) içeriye giriyordu. En solda oturan aday kapının önüne geçiyordu. Ve tüm adaylar kalkıp bir solundaki sandalyeye oturuyordu. Mülakata girme vakti yaklaşıyor ve heyecanı artıyordu. Mülakatta kendisine soru soracak olanları bir görebilseydi, rahatlayacaktı. En sola yaklaştığında mülakattakiler ara vermek istemişti. Mülakattan çıkanları bir bir gördü ve hepsi gözünde küçülmeye başladı. Çünkü görmediklerini çok büyütüyordu. Mülakattan önce onları görmesi de içini çok rahatlattı. Mülakatta ona "Liyakat" sorulmuştu. "Liyakat"i bilmiyordu ama yaşıyordu. Artık yaşadığını bunca kısa bir sözcükle anlatabilecekti. Mülakat, ona liyakati öğretmiş, liyakat de meslek hayatını ihya etmişti. Alnının akıyla geçtiği mülakat sonrası hangi okula gideceği de belli olmuştu. Okulun gerçek öğrencisi olabilmek için sağlık taramasından da geçmeliydi. Aslında memurluğu engelleyecek bir durumu da vardı. Yönetmeliği sonradan okuduğunda gerçekten kazanamayacağını da görmüştü. Ama torpili Allah'tandı... Sorun çıkacağı söylenilen bölüme 3. olarak girdi, kendisinden sonra kimse de yoktu. Doktor en çok kendisini incelemiş ve iki arkadaşı da o incelenirken izlemişti. Normal inceleme otuz saniye bile sürmezken; onun incelemesi beş dakika kadar sürmüştü. Ya da ona öyle gelmişti. Aslında yerine başkasının girmesini tavsiye etmişlerdi ona. Ama o hakkıyla girmek istiyordu. Bunu yapabilirdi ama yapmadı. Sonunda ise doktor onayladı. Sağlığın en çok korktuğu kısmından geçmişti. Tam çıkacakken doktora; "Gerçekten geçtim mi?" dedi. Doktor ise yalnızca evet demekle yetindi. Tesadüf değildi, tevafuktu. Ve Allah'tan başka iki şahidi daha vardı. Yaşadıkları inanılmazdı. Okulu iki yıl sürecekti. İkinci yıl yine sağlık taraması olacak ve yine korktuğu bölüme girecekti. Ama yine yerine başkalarını sokmamakta kararlıydı. İkinci yılına başlamadan virüs salgını baş gösterdi ve ikinci yıl sağlık taraması kaldırıldı. Ameller niyetlere göreydi. O kuvvet muhtemel kalkmasa da kaderine rıza gösterecekti. Çünkü; her zaman Allah'ın yardımının üzerinde olduğunu biliyordu ve rızkı başka yerde de olabilirdi. Tam teslimiyet halindeydi. Okulunda çok az kişi tarafından anlaşılıyor ve çok az kişiye kendini anlatıyordu. Genelde "Senin burada ne işin var?" sorusunun muhatabıydı. Birkaç kitap okuduğundan ve iki kalem oynattığındandı bu soruların sebebi. Saçma insanlarla muhatap olmak zorunda kalmasına rağmen asla ahlakından ve duruşundan taviz vermemişti. Çok düşündü, çok sabretti. Okulunun bir tatilinde memleketinde "Torpilsizsen, kaybedeceksin." diyen kadını gördü. Onunla konuşmak geldi aklına ama hemen vazgeçti. Çünkü; "Kendini ne kadar anlatsa da karşısındaki anlamayacaktı." Birçok torpil zaruriyetine inanan aptalla muhatap olmuştu. Pek azı müstesna meslek büyükleri de ona karşıydı. "Senin gibi çok idealist gördüm ben. Ama hepsi sonunda vazgeçtiler." minvalinde laflarla karşılaşıyordu. Ama bütün bunlar onun inancını daha da pekiştirmekten başka bir şey yapmıyordu. Sanki içinde bütün dünyaya karşı çıkabilecek güce sahipti. Asla pes etmiyordu. Ama yeri geldiğinde vazgeçmesini de biliyordu. Vazgeçmekle pes etmenin aynı olmadığını da... Çünkü; vazgeçmekle pes etmek arasındaki fark mücadeleydi... Mücadele ediyor ve hedefine erişemiyorsa bırakıyordu. Fakat tam anlamıyla tüm potansiyelini kullanana dek mücadele ediyordu... Mücadelesini en çok kalemiyle veriyordu. Kalemin, en güçlü silah olduğunun farkındaydı. Ve bu silahı çok iyi kullanıyordu. Hatta bir diyanet hocası, Kahramanmaraş'lı olduğunu öğrenince, kendisine; "O zaman sen de sekizinci güzel adamsın." övgüsünde bulunmuştu. O zamana dek aldığı en mükemmel methiyeydi. Birinci sırayı layık görme mütevaziliğinde olan da vardı lakin o şimdilik üstadlarıyla boy ölçüşmüyordu. Elinden geldiğince her gün yazıyor. Yazdıkça bilinci yükseliyordu. Yazmaya aşık olduğunu sık sık dillendiriyordu." Okurken kendimi arıyorum, yazarken buluyorum..." diyordu. En çok sorunlar üzerine yazıyordu hemen ardına ürettiği çözümleri... Kahvehane tarzı tartışmalardan nefret ediyor ve uzak kalıyordu. Herkes sorun konuşurken; o çözüm arıyordu. Herkes haline küfrederken; o, muhakkak şükredecek bir şeyler buluyordu. Sınıf arkadaşları yakınırken, en olmadık yerde kahkahalar atarken, saçma sapan muhabbetler yaparken; o daima tefekkür ediyor ve olabildiğince onlardan uzak kalıyordu. Çünkü; "Hâl silüet eder."di ve onların hâlleriyle hallenmek istemiyordu. Okulunda samimi ve ufkunun geniş olduğuna inandığı bir kaç arkadaşı vardı. Onlarla tıpkı televizyon programlarındaki gibi tartışmalar düzenliyordu. Herkes önlerine birer kağıt kalem alıyor ve belirlenmiş süre boyunca konuşuyordu. Konuşanın sözü kesilmez, herkes aldığı notları belirlenen süre içerisinde rahatça anlatırdı. Belirlenen sürede konuşmasını bitiremeyenlere, diğerlerinin de izniyle süre verilir ve saygıyla konuşmanın bitmesi beklenirdi. Berbat okulunun ortamında bu şuurda konuşmalar düzenlemesi âdeta bir mucizeydi. Daha çok tarafsızlıktan taraf olan genç; bilhassa sohbet ettiği arkadaşları tarafından takdir görür ve şaşkınlıkla karşılanırdı. Uç taraflardan dostlara sahip olabiliyor ve zıt kutuplardaki gazeteleri alıp okuyabiliyordu. Klasik insanlardan nefret ediyordu. Ve klasik insan olmamak için çabalıyordu. Ülkesindeki ayrışmayı seziyordu. Çok üzülmekle birlikte çare arıyordu. Vatani duyguları bilhassa bu baskıcı ortamda arşa çıkmıştı. Tüm bu duyguları çok az kişiye ifade ediyor, ifade ettiği kişiler de hayrete düşüyordu. Bir gün "Biz devlete sırtımızı dayamamalıyız. Milletinin sırtını dayadığı bir devlet yıkılmaya mahkumdur. Bizler devletimizi sırtlanmalı, kaldırmalı ve dahi kalkındırmalıyız." dediğinde bir dostu; "Vay be kardeşim. Şu konuşma mecliste, millet vekilleri tarafından yapılmıyor." demişti. Okulunda psikolog vardı. Zorunlu olarak tüm öğrencilerin katılım gösterdiği bir dönem başladı. Psikolog herkesle bire bir seans yapıyor ve kuvvet muhtemel fişliyordu. Genç psikoloğa kendinden bahsetti. Bir ara; "Yolda giderken ayağınız çukura takılsa diyeceğiniz iki şey var; lanet olsun bunlar hep benim başıma geliyor ya da şükürler olsun bu taşa takılacak bir ayağa sahibim. Ben ayağım için şükretmeyi seçiyorum ve bütün bu saçmalıklara rağmen mutluyum." dedi. Psikolog gencin hayalci bir kişiliğe sahip olup olmadığını ölçmek için olsa gerek; "Hiç mi kötü, beğenmediğin bir huyun yok?" dedi. Genç adam hemen anlamıştı psikoloğun yapmak istediğini ve "Var elbette. Örneğin; insanların bir sonraki cümlede ne diyeceğini tahmin edip, sanki demişçesine onları yargılayabiliyorum. Bu sevmediğim bir özelliğim ve yapmamak için çabalıyorum. Her ne kadar genelde doğru da çıksa küçük ihtimallerle bile insanların kalbini kırmak istemiyorum ama ne yazık ki bunu yapabiliyorum." dedi. Psikolog gencin sapasağlam psikolojisine hayran kaldı ve takdir duygularıyla uğurladı. Okulun 2 yıllarını çaldığını iddia eden arkadaşlarının aksine okul sayesinde mükemmel bir sabra sahip olduğuna inanan genç; asla zorluklara karşı küfretmiyordu. Biliyordu ki küfür, sabrı yok ediyor. Sabır, küfürsüz gösterilebiliyor... Hatta buna dair; "Şükretmeyi bilmeyenler, küfretmeyi çok iyi bilirler." diyordu. Bu sözü okulundaki küfürbazlar sayesinde yazmıştı. En nihayetinde iki yıllık öğrenim süresi sona ermiş ve memuriyet süreci başlamıştı. Memuriyetin rehavete düşürücü rahatlığını ve köleleştirici mantığını görüyor ve sürekli eleştiriyordu. Memuriyet ondan çok şey alacak gibi duruyordu. Torpil muhabbeti tıpkı okul öncesi gibi sürüp gidiyordu. Duruşundan vazgeçmediği gibi inandığı hakikate daha da bağlanıyordu. Sürekli bomboş insanlarla muhatap olmak haricinde yorulmuyordu. Muhakkak Allah'ın bu konuda da yardım edeceğine inanıyordu. Tevafuk eseri birisiyle tanışmış, yazar olduğundan dem vurmuş ve boş insanlar hasebiyle faaliyetlerinin yavaşladığını söylemişti. O kişi ise; "Müdürünü tanıyorum; okuyanları, yazanları çok sever. Ona, seni anlatacağım. Seni rahat bir yerde çalıştıracaktır." dedi. Bunun üzerine müdürüyle de tanıştı ve çok rahat bir yerde çalışmaya başladı. Bu nimetin yalnızca Allah'tan geldiğini biliyordu. Yalnızca ve daima Allah'tan istemiş ve Allah da ona, başkasından istettirmemişti... |
0% |