Yeni Üyelik
1.
Bölüm

DÜĞÜM 1 ~YERDE ISLANAN KIRMIZI BERE~

@murphynyla

 

 

Hayat bize kapılar açar, yollarımızı önümüze serer veya şansı ayaklarımıza getirir mi?

Cevap bilimin değişkenliği kadar karmakarışık ve yerinde durmazdı. Herkese verilen hayat üflenirken birçok şey sayfanıza yazılır. İlk başlarda bir ağızdan anlatılır hikayeniz. Yavaş yavaş zaman aktığında siz söze gelir, yazar olursunuz. Günlük gibi hayatınız bir yerlerde kaydolur ve silinmez birer yazı olurlar. Sayfalar siz yazarken nehir gibi akar. Çocukluk hızlı geçer derler…

Beyaz kağıtlar arttığında ve siz o kalemi elinizi almakta güç çektiğinizde sayfada sizden izinsiz cümleler belirir. Seçim hakkınız vardır elbet. Milyonlarca, belki de dile dökemediğimiz sayılarla. Ama biz o sonsuz sayı şelalesinden sadece bir tanesini seçeriz. Onu cevapladığımızda zaman bir daha geri alınmaz. Okyanusun bitişi ve başlangıcının sorgulanması ve araştırılması kadar imkansız ve zorlu bir şeydir aslında karar vermek. Ama cevap vermek zorundasındır çünkü zaman durmaz.

Sorular sayfalara gelmeyi hiç bırakmaz. Her dakika başında bir soru karşınıza çıktığında yorulursunuz. Bazı sorular renk katar; mutluluk getirir. Bazı sorular siyaha boyar; üzüntüyle baş başa bırakır. Bazı sorular çizgiler belirler; karakterinizin duvarlarınızı örersin. Bazı sorular sadece ruhunuza iğne batırır; acıyı tatmanızı ister. Sonu gelmez bir sürü soru ve kalemle süslenmiş sayfalar hayatınızı oluşturur.

Her şeyden önce ne demiştik? Seçimler değil mi? Sorular cevaplarında seçim hakkı sunar. Yaşın değeri her zaman gözler önündedir. Çocuk zamanında pek de önemli değildir aslında seçimler çünkü zaten çoğu hak aileye kalır. Ama yaş değere bindiğinde işte o zaman işler çıkılmaz hale gelir. Hayat bize kapılar açar, yollar sunar ve şansı bize verir. O kapıyı açmak, yolda yürümek ve şansı almak bize kalmıştır.

Kapının kulpu kırık olur, bir bilindik vardır deriz. Yol çöker veya kayalar duvar olur, hayalimiz kırılır. Şans ayakkabımıza çarpar ansızın gelen top gibi. İteriz bazen, aptal deriz, doğrusu budur. Alırız, şanslı bıdık deriz, belki kötüsü belki de en iyisi odur. Bilinmez döngü hep var olur ve devam eder sonsuzca. Hayat bizi sever mi sevmez mi, anlamazsın çünkü herkese böyle merhametli ve sevecen değildir. Birilerine doğada huzuru bulmasını sağlarken birilerini siyah gökte sokağın köşesinde ağlamasını öğretir.

Seçimler… Seçeriz elbet. İyi veya kötü, hayat ne sorarsa ne isterse. Seçemediğimiz şeyler peki? Onlar içinde acımasız ve gurursuz mudur hayat? Üzülür mü seçme hakkı sunmadığına? O insanlara da güzel duygular tattırır mı? Huzuru şanstan üstün tutup avuçlarına bırakır mı? Zaman geçmedi, rüzgar esmedi, kum taneleri uçuşmadı. Uygun gün, belki de ay belki de yıllar kırmızı halı olur mu? Benim sayfalara yazdığım sorular cevap bulur mu?

Hayat zilimizi çalıp seçmediğimiz hakların çantasını bize uzattığında içine baktığınız an itibaren zihniniz bir kademe üste atlar. Bende atladım. Kaç kademe var saymış değilim ama üst yerler tahtım olmuş diyebilirim. Tahtımda otururken altımda yatan kaç geçmiş ben vardı, bilmiyorum. Hepsi bendim, hiçbiri başka biri değildi. Kendimi ezerek tahtıma yerleşmiş ağlıyordum. Gülmek bana günah yazılmıştı.

Altımda ruhu çıkmış her bir bedenim acıyla artarak beni oluşturdu. Seçimsiz bırakılan ve tahtında bile hor görülen birer taç sahibi olan biri… Ben işte. Nilüfer. Ailemiz, göz rengimiz, burnumuzun nasıl yapıda olacağı, boyumuzun uzunluğu, zekamız, karakterimiz ve saymaya üşendiğim onlarca şeyi biz seçmeyiz. Dünya da hayat bulan her insan bunların içinden biriyle münakaşa yaşamıştır. Şans bazen sadece uzanarak alamadığın o bardaktır.

Benimde bir münakaşam var. Ailem… Aile denmez. Benim değil, onların ailesi. Seçme hakkım olsa tek bir insanı bile onlara yanaştırmazdım. Ama nasıl olduysa onların kızı olmuştum. Tek keşkem buydu. Keşke bir hakkım olsaydı… Umudumu parmaklarımı kırarak içimden atan değil de endişelerimi onararak veren bir ailem olsaydı. Saçımı okşayan, uzun diye çirkin demeyip umursamadan kesmeyen, istediğim modeli ören annem olsaydı. Yeri gelince sahiplenen yeri gelince düzgünce seven, ben hayatın acılarını tattığımda benim sırtımı sıvazlayan, canı sıkıldığında sırtımda sandalye kırmayan babam olsaydı. Benimle doyasıya eğlenen, konuşan, zıtlaştığım ama her seferinde istediğini yerine getiren, okuldan beni karanlıkta bırakarak korkum baş başa bırakan değil de bana ışık olan abim olsaydı.

Keşke… Keşke beni seven ailem olsaydı…

Dileğim de duam da düşüncemde de yatan tek istek buydu.

Doyasıya hislerimi öğreten ve yaşadığım bir aile.

Hiç olmadı. Ne dileğim kabul oldu, ne duamı bırakabildim ne düşüncemden silebildim.

Öyle kaldı. Yağan yağmura karşı gelemeyen karınca gibi yerin altında kalıverdi.

Havaya duman olup karışan nefesimi tekrar dışarıya saldım. Buğulanan gözlüklerim sinirimi okşadı. Her kış yaşadığım olaya alışkınlık geliştirsem de sinirimin körüklenmesi olayını yaşamadan geçmeme izin vermiyordu. Gözlüklerimi çıkarıp silmeye yeltendiğimde silecek bir şeyimin olmayışı ile somurtarak geri taktım. Şimdi tamamen sinir küpüydüm.

Ofladığımda otobüsün gelmesine kaç durak var diye bakıverdim. Neden geç kaldığına bir neden bulamadığımdan canım sıkıla sıkıla buhar olmuştu. Gözlerimi beni görmeyen ve algılamayan otobüse devirdim. Elimde titreyen telefona baktığımda köşeye çekildim. Gelen mesaj yüreğime su olmuştu. Cümleler sıralayıp mesaj butonuna bastım. Şapşalca sırıtır olmuştum.

Durak hemen hemen dolmaya başladığında otobüsün gelmesi yakındı. Titre yen telefon mesajım olduğunu gösterirken burnuma dolan sigara kokusuyla yüzümü buruşturdum. Birisi durakların sigara içilen yer olmadığını söylemeliydi. Sinirimin tepeme çıkmaması için ekildiğim köşeden çıktım. Küçük ellerime sığan telefonda parmaklarım hareket etti. Mutlu mutlu yazsam da yarın ikindi vakti sıkıntı içimi kemirip gözlerim birer musluk olacaktı. Son parmaklarımı onun için oynatışım olmayacaktı lakin yine de burkulmadan edemiyordum.

Ayak sesleri kulağıma geldiğinde otobüsün freni de eklendi. Telefonu cebime atıp sıraya girdim. Otobüsün içine adım attım, klima yüzümü ısıttığında eriyip gidebilecek bir memnuniyetle arka koltuklardan birine oturdum. Kulaklıklarımı takıp müzikler dünyasına girerek bildiğim görsel şölene dalarak okula yola çıktım. Okulun dağda olmaması için ellerinden gelen her şeyi yapmalarına rağmen dağın tepesine okul dikmişlerdi.

Otobüs durakta durduktan sonra uzun yokuşu çıkmaya başladım. Benimle birlikte inen birçok öğrenci aynı derdi paylaşıyordu. Okulun bahçesi bizi içerisine aldığında soğuk açıkta kalan tenime savruldu. Yolu çekmesi güzel değildi ama soğuğu iliklerime kadar hissetmek müthişti. Soğuk delisi olan ben bunu beğendi. Sınıfa çıkarken tatlı mutluluk anlık olarak beni bulmuştu.

Sırama çantamı atıp köşeme çekildim. Nasıl oluyordu, bilmiyorum ama köşeler benim için yapılmış gibiydi veya köşeleri içten içe seviyorum. Montumu yanımdaki askılığa asıp telefonuma dalmayı tercih ettim. Sarjını erkenden bitirmek istemiyordum ama ne okunacak bir kitabım ne de benimle sohbet eden arkadaşım vardı. Sınıfımda konuştuğum kızlar olmasına rağmen herkes gruplar içindeydiler. Hepsinden bir yaş da büyük olmam yaklaşımlarını değiştiriyordu. Canım sıkıldığında ekrana mesaj yığını düştü.

Sevgilim adlı kişiden 15 mesaj gelmişti. Saniyede nasıl yaptığını merak ederek sohbete girdim. Mesajların hepsi aynıydı. “Ben seni şimdiden çok özledim.” Ilık dalga içime vurdu. “Ne güzel işte, şimdiden alışıyorsun.” diyerek cevabımı verdim. Cevabıma cevap hemen geldi. “Uzaktan özlemeye değil, yakından özlemeye alışsam.”

Ailesinden de uzak kalacaktı ama düşündüğü bendim. Annesinin kırılacağını düşünmeden edemiyordum. Okul zili çaldığında daldığımı fark ettim. Mesajlardan bir tepe yapmıştı. Her mesaja kalp bırakıp ona meşguliyetimi belirttim. En çok kullandığı çıkartmayı attığında hocanın sesi sınıfa gelmişti. Kıkırdayarak telefonu sessize alıp derse giren hocaya dikkatimi verdim. Dikkatimi hocaya vermem bir işe yaramamıştı, yine kendimce soru çözmüştüm.

Öğle arası çat kapı geldiğinde bahçeye çıkıp sandalyelerden birine yerleştim. Aralık ayının soğukluğu kanımı donduruyordu ama ben tostumla fazla mutluydum. Bana bakarak eli cebinde yürüyen insan görüş alınıma girdiğimde biraz daha mutlu oldum. Çocukluk arkadaşım her zamanki yemeğini alıp yanıma yayıldı. “Çok yoruldum ya.”

“Merdivenlerden inerek yorulan ilk insansın.” Saklama kabından tostunu çıkarıp benim gibi yemeye koyuldu. “Hiç de bile tek insan değilim. Hem sadece aşağı inmedim.” Yandan baktım. “Okulumu turladın?” dedim sorarak.

“Yok canım.” derken ‘ı’ harfini uzattı. “Ne turlayacağım! Üçüncü kattan dördüncü kata çıkıp buraya geldim.”

“Ve çok yoruldun.”

“Evet. Ne olmuş?”

“Nazlısın. Hem de çok.”

Gülmeye başladı. Bende ona tebessümle katıldım. Birden öksürmeye başladığında boğulduğunu anladım ve sırtına vurdum. Gülerek öksürüyordu. Vurmamla neye uğradığını şaşırarak gözlerini belerterek bana bakıp boğulmasını kesti. “Kızım vur dedik, öldürdün be ya!”

“Vurmasam asıl o zaman ölecektin!”

“Yav he he! Azrail bana oradan el salladı resmen.”

“Yok deve! Abart.”

Tostundan ısırık alarak, “Abağrttığm zateğn.” dedi. Tekrar boğulacağını hissederek, “Yemek yerken konuşma Gökay sen ya!” dedim ve sinirle nefesimi soludum. Başını salladı ve yemeğe devam etti. “Sendeki neyli?”

“Peynirli.”

“Azıcık versene.” Tostunu kemirirken ona baktım. Yeşil gözleri benim gözlerimi andırıyordu. Biraz daha açık olsa gözlerimiz aynıydı. Tostun altından koparıp uzattığımda sulu gözlü köpek gibi baktığını yeni fark etmiştim. “Kıymetlimisss!” diyerek elimdeki parayı alıp ağzına tıkadı.

Yine lokma ağzındayken konuştu. “Enişte gidiyor Nilüfeğğğr.” diye teyzeler gibi bağırdı. “Gitti yakışıklı Bey askereee!” cümlesini ekledi ve ellerini dizine vurdu. “Askere gidiyor kocan, askereeğğ”

“Biliyoruz be, teyze kılıklı!”

Bir kahkaha bastıktan sonra omzuyla omzumu itti. “O şimdi asker canı neler ister.” Şarkının ritmini tutturdu. “Uykuda mevlam beni ona göster.” İmalı suratıyla yandan yandan baktı bana. Koluna bir şaplak attığımda çığırdı. “Sus be, fesat akıllı!”

“Cık, cık. Ben mi fesatım? Olur mu öyle şey? Senin kocan sapık bir kere.”

“Sen fesatsın.” diyerek karşı çıktım ama sonrasından patlayan balon gibi patladım. “Evet, kocam sapık.”

Ördek gibi kahkahası kulağımın dibinde gerçekleştirdiğinde ona ters ters baktım. Sinirimi ve moralimi bozmuştu. Tipimi görünce, “Tamam yav, ne kızıyon kız?” diyerek bitmiş tostuna ağlak bebek gibi sulu gözlerle baktı. Bana dönüp en tatlı suratını yapmaya çalıştı.

“Hayır ya!” diye çıkıştım.

“Ne demek hayır ya!” Yüzünü gösterdi eliyle. “Bu yakışıklı ve bebeksi surata nasıl hayır dersin?”

“Benim kocam var.”

“Kocam da kocam diyor bana azıcık tost vermiyor!” Kollarını önünde bağladı. “Gıcık mendebur!”

Düz duran bedenimi ona çevirdim bir hışımla. “Mendebur ha?”

Başıyla trip atarak onayladı. “Evet. Mendebur.”

“Yok sana tost.” dedim bende küstüğümü belirten mimiklerimle. İkimizde yan yana sırtımızı döndüğümüzde düşüncemi savurdum. “Mendebur demesen tostan verecektim.”

“Tostan verecekmiş de bıdı bıdı.” diyerek eliyle vak vak hareketi yaptı.

“Bıdı bıdı mı?”

“He öyle.”

Arkamı dönüp sinirle dişlerimi sıktım. “Sana elimle bir bıdı bıdı yaparım görürsün Gökay.”

“Nah yaparsın!” diyerek bana döndü.

“Vallaha kaşınıyorsun.”

Omuz silkti. “Evet kaşınıyorum.” Eliyle beni savaşa davet etti. “Gel de kaşı.”

Omzuna yumruğu geçirdiğim gibi “Ağğğhhh.” diye bağırdı. Bahçedeki bazı kişiler kafasını buraya döndürdüğünde Gökay ile bakıştık. Bir anlık utanç dalgası yüzümüze vurduğunda gülmemek için yanaklarını şişirdi. Sıfatının kırmızılığı artarken genzimdeki kıkırtı kopuverdi. İkimizde gülmekten patladık.

“Çok iyiydi be yaa!”

Yanağına düşen göz yaşlarını sildiğinde başımla onayladım. Olmayan gamzelerim oluşmuştu. “Etraftakiler olmasaydı bu kadar güzel olmazdı.”

“Yürü gitsinler oradan. Asıl ben olmasam olmazdı.” Boş boş süzdüm. Saklama kabı banktan düştüğünde kahkaha tufanımız susmuştu. Yarım kalmış tostumdan ona biraz verdiğimde insanların salaklıklarını izliyorduk. Voleybol oynayan dokuzlardan biri topa vurmak istedi ama vuramadı. Top uzun bir uçuştan sonra yemek yerken arkasını dönmüş kızın kafasına çarptığında Gökay, “Piçimsi yaratık.” dedi öfkeyle. “O kadar insan varken neden ona top gelir ki.”

Kızın yandan profilini ilk defa tanıklık ediyordum. Bizim katta olmayışı tanımama müsaade etmiyordu. Gökay’ın tepkisinde bir bit yeniği olduğu göz önündeydi. Gözüme ilk defa takılıyordu, ikinci de soracağım kesindi. Çok takılmadan yemeğe döndüm. “Ne zaman gidiyor?”

“Saat beş gibi buluşup vedalaşıcaz. Yarın gidiyor ama bugün veda ediyoruz.” Omzu omzuma dokundu. Bedensel diliyle düşüncelerini bana geçirdiğinde, “Gitmek istemiyor biliyorsun,” diye söze girdim. “Babası zorla askere gönderdi. İşe girmeden önce askere gitmesi lazımmış. Reddettiğinde de evlatlıktan reddederim cevabı alınca,” dediğimde devamını getirmedim. Getirmeye mecalim yoktu.

“Gidicem dedi yani kısaca.” Derdimi nefesime döktüm. “Öyle oldu.”

“Senin bu kaynana da kayınbaba da alttan alta kocanı evlatlıktan atmak istiyor.” diyerek dalga geçti. “Baksana her olaya atıcam seni diye kovalıyorlar.”

Trajikomik bir olaydı. Ciddi konuya gülüverdim. O da bana katıldığında ağlayasım geldi. İçimdekiler açığa çıkmak için beklemek istememişti. Gözlerim dolduğunda, “Sakın bana yanı başımda bebek gibi ağlayacağını söyleme.” diyen uyarı dolu sesi ulaştı. “Görev dışında telefonla görüşebilirsiniz. Ne bu dramatikleşme!”

“Sende yaşadığında dizimde bitersin ama!” dedim akmayan yaşlarımı silerken. “Büyük konuşma.”

“Konuşmuyorum da yani...” Devamında ne diyeceğine emin değildi. “Yani telefonla da altı ay idare edebilirsin gibi.” Dargın halimle dudaklarımı düz hale getirdim. Hüzünlenmiştim. “İdare edebilir misin ya?” diye kendine sordu.

“Eder misin?”

İç çekti. “Zormuş.”

Kısa ve netti.

Sessizlik aramıza oturduğunda uzun süre insanlara daldık. Gözlerimiz sadece görüyordu, algılayamıyordu. Düşüncelere zihnimizi işgal etmiş durumdaydı. İkimizde aynı anda iç çektiğimizde göz göze geldik. Halimize acı tebessümle güldük. “İş ne olacak?”

“İzin aldım.”

Şaşırarak, “İzin mi aldın?” dedi. Müdürüme inanmaması normaldi. Garson olarak küçük bir işte olmama rağmen sıkı birisiydi. Haftanın beş günü üç saat, cumartesi de akşam beş saat çalışıyordum. Büyük bir yer değildi ama ünleniyordu. İş sıklığı fazla olmasına rağmen asker kelimesi geçtiği anda izin vermişti. Şaşırmadan edememiştim ama sevinçten de kırık takla atmıştım.

“Hee, verdi valla.”

Şaşkınlığı uzun sürdü ama eyvallah eder gibi de kabullendi. “İyi bari.”

“Çiğdem olsa da çitlesek ya.” diye yakındığında anlamadığımdan soru işareti ile ona baktım. Yeşilleri yerde dolanıp bana geldiğinde soru işaretimi gördü. “Çiğdem işte ya.” dedi bildiği şeyi bilmek zorundaymışım gibi.

“Çekirdek yani.”

“Evet be ya, çiğdem veya çekirdek en fark eder.” diyerek olaya açıklık getirmeye çalıştı. “Aynı şey.”

“Ama değil, İzmir de öyle. İstanbul da değil.”

Ofladı. “Aman beee!” diyerek uğraşmayacağını çağırdı.

Saklama kabında olan kuru üzümleri hüpletmeye başladığımızda futbol maçını izliyorduk. İki takım oluşturulmuştu ve dakikalarca oynanıyordu. Gol atan yoktu, kaçtır top okuldan fırlayıp yola düşmüştü, saymamıştım. Her seferinde gülerek kendimize eğlence bulmuştuk. Öğle arasının bittiğini belirten zil çaldığında zorlana da olsa sınıflarımıza yol aldık. Üçüncü katta el sallayıp sınıfıma geçtim. O kadar sınıf vardı ama neden on ikilerin katına bizi koymak yerine gidip on birlere koymuştu, müdürü anlamış değildim. On ikilerdeki son sınıftık ama insan bir kata sığdırırdı! Çirkin ördek gidiydik. Saçma halimize gülen tek kişi olarak köşeme geri döndüm.

3,5 Saat Sonra

Soğuğun en sıkı zamanına gelmemize rağmen bankta oturup bomboş parkı seyretmekten geri kalmıyorduk. Büyük elleri iki elimi de hapsetmişti. Isıtmak için saniyeleri kovalayarak ellerimi okşuyordu. Elleri arasında kaybolan ellerime sıcak hava üfürdüğünde ise elimin üstüne birkaç buse konduruvermişti. Yanındayken silinmeyen sıcak tebessüm ve iyi ruh halim yine benimle bütün olmuştu.

Bankta üç kişilik olmasına rağmen montlarımızla iki kişiye indirmiştik. Ellerimi ısıtmak için büyük bir çaba içindeydi. Derslerine bu kadar odaklanarak çalışmamıştır. Haline sevinsem de onun ellerinin soğuğa değmesi içimi cız ediyordu. Bedeni bana biraz dönük gibiydi, Karadeniz gözleri parkın solan renklerinde gezinirken yaptığı işten asla kopmuyordu. Zaman akmayı sadece gökyüzünden algılanabilecek hale geldiğinde bir elimi kavrayıp cebine sokarken diğer elimi de benim cebime yerleştirdi.

Sesimi çıkarmadan onu seyrediyordum. Her hareketini zihnimin baş koltuğuna oturtuyordum. Büyük uğraşları güzel sonuçlar veriyordu. Isıtması başarılı olmuş, şimdi onunkisi de ısınmaya başlamıştı. Rüzgar esip gürlediğinde salıncaklar hayaletlerin olduğunu çağrıştırdı. Az önce giden anne çocuğun gittiği yere dalmıştım.

“Bugünde şükür çok eğlenceli bir aktivite seçmişiz.”

Acı halimize gülmek başkasına düşmezdi. Tebessüm ettim. “Hiç sorma. O kadar eğlenceli ki rüzgar bile bize katıldı” Gözüme gelen tozları gidermek amaçlı kirpiklerimi silkeledim. “Birazdan yağmurda katılırsa hey maşallah! Neşemizden yenilmez.”

Başımdaki berenin uçmaması için tek elimle tutmaya çalıştığımda gözlerim acıyordu. Kalın parmakları nazikçe kirpiklerimdeki acıyı dindirdiğinde elimle tutamadığım beremi, saçlarımı düzelterek sabitledi. “Bunun rengi bordo değil miydi? Ne ara kırmızı oldu?”

Dalgalı saçlarımı parmakları arasında dolandırırken bedeni yan dönmüştü. “Yıkaya yıkaya açıldı.”

“Bere yıkanılır mı?” Bilmezliği sesinde yankılanmıştı. Benimde bilgim olmadığını dudaklarımı bükerek belirttim. “Bilmem ki. Ben hep güzel koksun diye yıkadım. Belki de hep yıkanmaz.”

Yüzüme dağılan saç tutamlarını düzeltip parmağının tersiyle yanağımı okşadığında, “Ne zaman almıştım ki ben bunu sana?” dedi aklından silinmiş hatırayı hatırlamak isterken. Geçmiş gözüme gelir gibi tam zamanını hatırlamayı bekledim. “Şubat ayıydı galiba.” diyerek söze daldım. “Sevgililer günü diye almıştın ama asıl hediye değildi.”

“Cidden mi?” diyerek hafızasının kötülüğünü gün yüzüne çıkardı. Bir şeyler yerine oturmuş olacak ki, “Normalde amacım Ala’yı yalnız bırakmamaktı ama bereyi görünce aklımda sen yankılandım.” dedi kendinden emin sesiyle. “Hediyemden önce bir ara sıcak yemek gibi bir şey olmuştu.”

Betimlemesine hayran kaldığımdan tebessümüm genişledi. “Gıcık edici bir soru sorayım mı?”

Kolunu boynuma atıp kendine çektiğinde, “Sor,” dedi sanki hazine değerinde bir şey demişim gibi.

Kendi diyeceğime kıkırdadım ve, “Bereyi görmeden önce de aklında ben yok muydum?” dedim eğlenmemi göstermekten çekinmeyerek. Omuzuna yaslanmış bana ‘sen çakalsın’ tiplemesini gönderdiğinde cevabını yapıştırdı. “Sen her daim aklımda olduğun için gördüğüm her şeyi sana bağlıyorum. Bileklik görsem sen derim, kitapları görsem sen derim, gözlükleri görsem sen derim. Aynadan solumu görsem sen derim. Aklımda ve kalbimde işgalini başlatmış gibisin. Zihnimde çalkalanıp duruyorsun, kalbimde oturmuş saçını savuruyorsun. Her dakika, her saniye gözlerimin önüne gelip kalbimi deli ediyorsun.”

Devamında neler ekleyeceğini düşünmeye kalksa da benim yanaklarım çoktan kırmızı bayrağı çekmişti. Kollarım gövdesini sardığında başımı omzuna gömdüm. Bu yaptığım tepkiyi bildiğinden, “Nasıldı ha? Gıcık soruyu göt ettim mi?” diye benimle eğlenmeye başladı. Gülmeme engel yoktu, utanarak ona gömüldüm. Yüzümü görmeye çalıştı. “Bakayım neredesin?”

Ellerimle görüş alanımı kapatırken, “Aaa bak kalbimdeymişsin.” deyip kendine has cıklamasını yaptı. “Bir de yanımda utanarak kollarım arasındaymışsın.”

“Öyle miymişim?” dediğimde kafamı göğsüne yaslamış, kollarımla kenetlemiştim. Boy farkı oturduğumuzda da kendini belli ederek yukarıda kalmasını sağlıyordu. Saçlarımı okşayarak bedenimi kendisine bastırıp beni sarmaladı. Oturduğumuz bankta birbirimize sarılmış rüzgarla ip atlıyorduk. Beremin üstüne buselerini koyduğunda yanımda hep var olmasını dua gibi istedim. Küçük ve kötü dünyama büyüklük katıp güzelliklerle tanıştırmıştı, tanıştırmaya devamda edecekti.

Çenesini kafama dayalı olarak geçirdiğimiz dakikalar dolduğunda bordo atkımın bollaşmasına takıldı. “Sıkı giyin,” dedi bir anne edasında. Atkımı güzelce boynuma sardı. Soğuk elleri tenime dokundu. Yanakları avuçlarına doldu. Bereden fışkırmış garip saçlarımı geriye itti. “Sakın hasta olma, bol bol mandalina ye.” Birkaç saçımı beremin altına iterken, “Beyaz kabuklarına dikkat et, boğazında kalmasın. Soymaya üşeniyorsan Gökay’ı tehdit et, o soysun. İşi ne zaten.” dedi aklına gelen maddeleri sıralamayı unutmayarak.

“Aralık ayına yeni girdik sayılır ama sonbahar bile böyle çetin geçtiyse asıl kışta boku yersin.” Yanaklarımı iyice avuçladı. “Yani bunun için ne yapıyoruz?”

Başımı sallayarak, “Sıkı giyinip bol Gökay’ın tehdit ile ayıkladığını mandalinaları mideme indiriyorum.” dedim. Beni onayladı. “Aynen öyle.”

“Sonra?” diyerek devamını istedim.

“Sonra,” dedi. “O sikimsonik aileni takmadan derslerine odaklanıyorsun. Şurada kaldı yedi ay, az değil ama sona yaklaşıyorsun.” Bastıra bastıra, “Sakın ama sakın onları umursamıyorsun, amacın için hiçleri önemseme.” dedi ailem olacak insanlara sinirini göstermeyi ihmal etmeyerek. Yanağımı okşadı. Narin ve dünyada tek olan bir mücevherden daha değerli gibi hissettiren bakışları altında içimi çekmeden edemedim.

Gövdesini saran kollarımı sıktım. Belki hiç bırakmasam gitmezdi… “İşe gitmeni istemiyorum ama para biriktirmek istiyorsun. Bu yüzden sesimi çıkarmıyorum, biliyorsun.” Garson olarak değil de beni başarılı bir öğretmen olarak görmek istiyordu. Ailesinin de izni olsa beni o eve sokmaz, işlerde süründürmez, sadece öğrenci olarak gidip gelmemi isterdi. “Ama çok yorulma, tamam mı?”

Annesinin üzgün olmasına dayanamayan küçük bir oğlan gibiydi. Kendimi ne kadar yıprattığımı biliyordu ve bunu asla istemiyordu. Hastanelik olduğum zamanlarda yanımda duran tek ve hep kişi olduğunda kötü olduğumu görmekten nefret ediyordu, durduramıyordu ama bir ihtimal için bana lütfen diyordu.

Ağlamamak için direnerek, “Tamam.” dedim boğazımda oluşan yumruğu içime yutarak. Ne halde olduğumu çok iyi biliyordu. Akmayan yaşlarımı sildi. “Günlüğünü yazmayı unutma.” Umudunu geri kazanmış gibi gülümsedi. “Ben seni okumayı çok seviyorum.”

“Beni de unutma, olur mu?” dediğinde kalbimde savaş başladı. Uzaktan ilişkiyi devam ettiren insanları hiç anlamıyordum. İnsan nasıl dayanırdı sevdiğine uzak kalmaya? Dayanamazdı ya, bu yüzdendi saydıkları günler.

“Unutursam kahrolayım.”

Suya kanmış ve kuraklamış çiçeğe can vermiştim. Işıklardan daha parlak ama bir yıldızın ölüşünde daha acı gülümsemesiyle, “Unut ama kahrolma. Unutma, hisset ve özle.” dedi. Yanağıma sulu bir öpücük bıraktı. Suyla dolmuş gözlerim akıtmak için can atıyordu. Gözümün yan tarafında dudaklarını uzun tuttu. Nefesim seyreldi. Ağlamak istiyordum, ağladım da.

Yaşlar parmaklarına değdiğinde, “Ağlamak yok ama güzelim.” dedi bana dokunan sesiyle. Yaşlarımı dökmemi engellemek için gözlerimden öptü. Defalarca… Islanmış tenimi sildi, öptü. Akmaya başlayan burnuma inat öptü. Akmasından nefret eden yaşlarıma izin verdi, tekrar öptü.

Kirpiklerim yapış yapış olduğuna dek öperek beni yatıştırdı. İçi gidiyordu bu halime. Canı yanıyordu yaşlarıma. “Görev dışında eğer sana ulaşamazsam diye fotoğraf yedekledim.” dediğinde bunu hınzır gibi söylemişti. Suç işlemiş yaramaz çocuk edasında aynı.

“Bütün çirkin fotoğraflarımı galerine topladın yani.” Durmaz dediğim yaşlar durdu. Burnum akmaya başladı. Güzel gülüşünü yaydı. “Çirkin mi? Hiç de bile. Hepsi mükemmel ötesi senler.”

İltifatına şişen gözlerimle tebessüm ettim. “Ha şöyle, çiçeğim.” Dudağımın kenarından buse çaldı. Yorgun ruhunu dudaklarımda dinlendirdiğinde küçük bir buse de dudaklarıma geldi. Yavaşça, sanki zaman durmuş gibi beni kendisine hasret bıraktı. Sanki akrep ve yelkovan yavaşlamış gibi dudaklarımda dinlenip beni kendisine bir daha aşık etti. Ayrılmamak amacımızdı ama ayrıldık. Dudak dudağa nefesimiz bir oldu.

Yelkovan akrebe pervane oldu, akrep görmezden gelip gözlerini bir sonraki durağına dikti.

“Hızlı geçiyor diyorlar. Hızlı geçer mi?”

“Geçer diyelim geçer olsun.”

“İyi ol, olur mu?” dediğimde öyle olması ve kalması için yalvarabilirdim. Tek temennim yanımda dimdik durmasıydı. Sinirlendiğimde benim üstüme gitmesine, yemeğimde bolca ısırmasına, her türlü yerde beni öpmesine, canı sıkıldığında beni evden kaçırmasına, parkta beni Kurtlar Vadi’si izlemeye zorlamasına bile izin verirdim. Yeter ki yanımda ve kalbimde olsun.

“İnsanlarla inatlaşma,” diyerek bende onun gibi söze girdim. “Sakin ol, hemen damarına basmalarına izin verme ve en önemlisi sana ters insanlardan uzak dur.” Kızgınca baktım. “Kavga asla etme, zaten cezada alırsın.”

“Üşüme,” Üşememe ihtimali yoktu. “Üşümemeye dikkat et. Hasta olmazsın bilirim ama olsun. Sende beni endişede bırakma, tamam mı?”

Uslu çocuklar gibi başını salladı. “Yemeklerini aksatma, güzel olmasa da ye. Karnın doysun.”

“Aileni aksatma, benim yüzümden onlara darılma.” dediğimi hiç aldırmadı. Onlara kırgın ve kızgındı. Ben tamam desem de o tamam kelimesinin yanında geçmeyecekti. “Poyraz…”

Hiç istemiyordu ama kabul etti. Sinir bozucu konuları uzatmayı kenara attı. Başıyla onayladığında, “Senin için.” dedi sesinden de kararlılığını belirterek. Gövdesini saran kollarım boynuna asıldı. Yeni çıkmış sakallarında gezindi. Onun gibi yanağına sulu öpücük kondurdum. “Asker gibi ol, gel gönlümün fatihi.”

Sırıttı.

Elleri çenemi kavramış, ellerim sakallarında yolculuktayken dudaklarımızı mühürledi.

Doyasıya tadında gezindim.

Son asla değildi belki ama şu zaman diliminde en güzeliydi.

Alınlarımızı denk düşürdüğünde güler olmuştuk. Birbirimize solar, birbirimize açardık. Biz, bizim aşkımıza ihtiyaçtık. Sudan daha değerliydi; bedenimize neşe, ruhumuza yaşam katıyordu. “Askeriyeye adım atmayıp senin kollarında kalsam babam en fazla ne yapar?”

“Evden değil, evlatlıktan değil, seni ülkeden kovar.” dediğimde trajikomik olaya gülmemek ayıp olurdu. “Son olmayan günümüzün, ilk ayrılışı.”

“Ve son ayrılışı.”

Sessizliğe bürünüp, sesimizi bir ipe aktardığımızda birbirimize uzanan çizgi titredi. Dalgalanan ip serçe parmaklarımızda buluşup bize dolandığında aramızda ayrılmaz düğüm atılmıştı. İlk değildi ama bize bir ömür yeteceğini bilmiyorduk.

“Gitmeden önce Kurtlar Vadi’si izleyelim mi?” sorusunu itinayla önüne attım. Şen kahkahası kulaklarıma festival yaşattı. “İzleyelim çiçeğim, sen iste yeter.”

İpler parmaklarımıza düğümünü atmıştı ama kalplerimiz ilk günden bağlıydı.

Zaman akardı ama anılar kalırdı.

Acılar bize gülerdi ama güzel günler her zaman doğardı.

Sabır beş harfti, kısaydı ama anlamı bir o kadar uzundu.

Aşk, öyle geçer miydi yoksa her şeye rağmen yaşar mıydı?

2 ay sonra

Umudumu içimde bir köşede, sönmeye tutan ateşi korur gibi koruyordum. On dokuz yıllık hayatımda her hissi yaşamamıştım elbet ama yaşadıklarım ve gördüklerim bana yetmişti. Hepsi birbirinden uzak ama yakındı. Hepsi birbirinden zor ve güzeldi. Yaşaması zahmetli olan vardı zahmet olsun da ne olursa olsun diyen vardı. Herkese ayrıydı hisler… Bazısı için kolay bazısı için zirveydi. Benim için en zoru… En zirvesi umudumdu.

Bir kuşun kanadını çırpması kadar güzeldi, kısa olması dışında.

Kaybetmiştim. Arıyordum uçsuz bucaksız şu soğukluğa alışmış kalbimde. Öyle kilitlemiş, öyle derinlere gömmüştüm ki bir kişi dışında ben bile göremiyor ve bulamıyordum. Hafızamda yer etmemiş, silinip gitmişti umudum. Bir zamanlar kanımda dolaşırken şimdi toz olmuş, yağan yağmurda akıp gitmişti.

Yağmura karışan göz yaşlarım durmaya niyetli değildi, yeni mesaisi açılmıştı. Yere yığılan bedenim amacını unutmuştu. Kaçma girişimim engellenmemişti, görülmemişti bile. Beni kırk yaşında adama para için satan ailem, parayı görünce beni görmez olmuştu. Dakikalar sonra beni adama vermek için fark eder, sonra da para için saniyeler içinde unutur; tanımaz olurdu. Eğer hareket eder ve adım atarsam her ihtimale karşı gelip hayatımı yeniden inşa etmiş olurdum ama atamıyordum.

Dermanım yoktu, o kadar yoruldum ki…

Belki birisi kolumdan tutup kaldırsa; sevdiğim adamın ıslanmış, kirlenmiş, asıl şimdi yıkanması gereken zamanında olan bereyi alıp avuçlarıma bıraksa…

Umudumu tepemde parlayan ay gibi parlatsa…

Keşke… Keşke sadece şu ailede doğmayıp, şu acıyı yaşamasaydım…

Sadece kendi halinde bir ailede yeterdi… Sadece…

İçli içli ağlayıp şişen göğsüme bastırdığım çantayı sıkı sıkıya tutmayı boşlamıştım. Ev gibi olmayan evin önünde yere düşmüş, ağlayan ve kaçan bu kız şu an umudunu yitirmişti. Bir ışık olsa… Kolundan tutan olsa ayağa kalkardı ama fazla yorgundu…

Buğulanan gözlerim adım sesi işitince ürkerek sese kaydı. Pantolon, gömlek takım giyinmiş iki adam biraz ilerimde bir eve, bir bana bakıyordu. İlk defa gördüğüm simalar bana tanıdık gibiydi. Eskiden unutmuş da yeniden görünce hatırlar gibi olmuştum. Ayın ve sokak lambasının ışığında kestirdiğim tek şey buydu. Belki de tanıdık değildi, bana benzer olduklarından öyle gelmişti. Çünkü beyazla süslenen sakala sahip eden adam, yorgun ve acıyla bakan gözleri benimkilerle aynıydı.

Düşüncelerim birer kasırgaya yakalanmışken genç adamın öfkeli sesi beni irkti. “Ölüm gereken insanlara yaşamı ellerine vermek aptallık değil mi?”

Loading...
0%