@mustafasametesr
|
O sözlerinden sonra yanı başımdaki kütükte bir el feneri ve bir de silah belirdi. Yanımda bir kütük mü vardı? Fark etmemiştim. "El fenerini ona doğrult ve karanlığı ışıkla yak." Bu ses her kime ait ise ona hayatımı borçluydum. Biraz daha oyalansaydım borçlu olduğum bir hayat olmayacaktı. "Karanlık artık onu korumuyor. Ama hala içinde, onu kontrol ediyor. Kurtarılamaz. O hala bir tehdit. O hala senin düşmanın." Silahı elime aldım. Fakat bundan önce silah kullanmamıştım. İlk defa elime almama rağmen sanki yıllardır tecrübem varmışçasına güven vermişti. Tek elimle feneri tutarken tek elimle de silahı tutuyordum. "Güzel. İyi iş çıkardın. Sana öğrettiklerimi unutma. Hepsi bu kadar. Şimdi sana rüyanı geri vereceğim." Bu sözlerinden sonra kabusumu aydınlatan ışık da artık benle değildi. Kabusta korkunç karanlık tüm dünyayı ele geçiriyordu. Deniz feneri bu kabusta ki tek güvenli yerdi. Yani beni teşvik eden bu düşünceydi. Deniz fenerine ulaşmak için tekrar yola koyulmuştum. Bitmiyordu abi yol bitmiyordu. Her adımımda yol sanki daha da fazla uzuyordu. "Beni sen bu hale getirdin! Şimdi ben de seni öldüreceğim!" Yine çıkmıştı karşıma. Neydi bu böyle zırt pırt diriliyordu. Ölmelisin artık lan ölmelisin! Ölmek bilmiyordu anasını satıyım. Feneri açtım ve onun o gözükmeyen gölgeler içindeki bulanık yüzüne doğrulttum. Bir yandan da silahımın tetiğini çektim. Ardı ardına şarjör boşaltırcasına sıktım gövdesine. Bedeni karşımda eriyip gitmiş, toprağa karışmıştı. Acaba ölüp diriliyor muydu? Yoksa sadece yok mu oluyordu? Allah'ım ben ölümle burun burunayım düşündüklerime bak. İyi değildim, cidden değildim. Psikopata bağlamıştım iyice. Deniz fenerini görebiliyordum. Evet şaka değil cidden görebiliyordum. Az kalmıştı çok az. Her şey sakinleşmişti. Az da olsa rahatlamış gibiydim. Şuan deniz fenerini görerekten yürümenin verdiği heyecanla güç bulmuştum. Deniz fenerine ulaşmıştım. Kapısı gerçekten inanılmaz derecede güçlü bir ışık barındırıyordu. İçeriyi görmek pek de mümkün değildi. Merakım ve içimdeki heyecan her geçen saniye daha da fazla artmaya başladı. Derin bir nefes aldıktan sonra içeriye girdim. Kapıda gördüğüm ışığa nazaran içeride loş bir ışık vardı. Kapı tahmin ettiğim gibi yine arkam sıra kapanmıştı. Karşımda yukarıya çıkan uzun mu uzun bir merdiven duruyordu. Birden ortamdaki loş ışık söndü. Yukardan çığlık çığlığa bir ses duydum. Bu çığlık kulaklarımı çınlatacak kadar şiddetli bir çığlıktı. Çığlığın sahibi karanlıktı. O bütün dünyayı kaplayan karanlığın çığlığıydı bu. Yukarıya bakmak için kafamı kaldırmıştım ki gözümün önü kararmıştı. Karanlığın içine hapsolmuştum... ... "Atilla Uyan" Aah! Nefes nefese uyanmıştım. "Şşş, bebeğim sadece bir kabustu. Her şey yolunda. İçin geçmiş." O güzel yüzü, okyanusu andıran masmavi uçsuz bucaksız gözleri ile karşımda telaşlı bir şekilde bana bakıyordu. Evet. İçim geçmeyecekti de ne olacaktı bilmiyorum. Ceyda kapıyı açtı "Neşelen biraz yakışıklı, vardık bile." Bu sözleri söylerken o beni her defa sarhoş eden yüzünü tatlı bir tebessüm sarmıştı. Ah kadınım, ah bu gülüşlerin her zaman başımı döndürüyor diye iç geçirmeden edemedim. Biraz daha kendime gelmeye başlamıştım. Etrafa bakındıktan sonra araçtan aşağı indim. Berrak suyu olan denizin üstünde bir vapurla yol alıyorduk. İleride bir tabela vardı ve üstünde "Welcome to Brıght Falls" yazıyordu. Tabelanın hemen arkasında da vahşi bir görünüşe sahip kasaba vardı. Ah şimdi aklıma gelmişti. Eşimle bir kaç haftalığına tatile çıkmıştık. Kasaba sakin olur diye düşünüp buradan bir dağ evi kiralamıştı. İkimizin de kafa dinlemeye ihtiyacı vardı. "Artık tatildeymiş gibi davranalım. Manzaraya karşı poz verebilir misin? Güzel bir başlangıç fotoğrafı çekmek istiyorum." "Olur. Sana fotoğrafın başlığını da söyleyeyim." "Şehirli çocuğun ayı tarafından yenmeden önceki son anları." Neşelenme çalışıyordum. Gördüklerimi, olanları umursamıyormuş gibi davransam da aklımdan çıkmıyordu. Bunu Ceyda'ya fark ettirmemeliydim. Dediğini yaptım. yavaş adımlarla ön taraftaki demirlere geçiyordum. Arkası dönük köşeye geçmiş üstünde askeri üniformaya benzeyen bir tulum ve beyaz şapkalı adamın yakınına yaklaştım. Geldiğimi fark etmemiş olacak ki kısık bir sesle söylenmeye devam ediyordu. Neyse diyerekten rahatsız etmek istemedim. Durduğum bölgede güneş fazla yansıyordu. Bende karşı taraftaki demire geçtim. Yanıma bir adam yaklaştı; gözlüklü, saçlarıyla nerdeyse aynı renk olan beyaz kazağı, altında ise kırmızı pantolonu ve kahve rengi kundurası vardı. Yaşlı bir adamdı belli ki. "Merhaba" Beni süzen gözleriyle gözlüğünün altından bakıyordu. "Merhabalar. Kasabamızı ziyaret etmek için harika bir zaman seçmişsiniz. Geyik Festivali'ne sadece iki hafta kaldı." Ceyda'ya seslendim. "Geyik festivali ha? Duydun mu canım?" Ceyda onaylarcasına başını salladı. "Bu arada adım Hüseyin Artemel. Memnun oldum." Elini uzattı. "Evet. Ben Atilla Arslan" "Sizin gibi ünlü bir yazarı tanımazlıktan gelemem Atilla Bey. Çok memnun oldum. Tam bir kitap kurduyumdur. Haddimi aşmak istemem ama yerel radyo istasyonunda da geceleri sunuculuk yapıyorum. Bir röportaj yapabilir miyiz?" "Bakın Hüseyin Bey; ben tatildeyim. Hatta burada olduğum sadece ikimiz arasında kalırsa çok daha iyi olur. Anlayış göstereceğinizden eminim!" "Öyle olsun. Bana güvenebilirsiniz, ağzım sıkıdır. Ancak fikriniz değişirse beni kolayca bulabilirsiniz. İkinize de iyi tatiller dilerim." Kasaba gerçekten ıssız duruyordu. Sessiz sakin, doğayla iç içe ve bir o kadar da kasvetli... Tek katlı evler, parklar ve eski dekoratifler bu kasvetli havayı daha çok arttırıyordu. "Çok güzel. Fotoğrafların bir kaçı çok iyi çıktı. Kendini arkadaş da edindin. Çok şirin." "Aman ne arkadaş" diyerek iç geçirdim. Telefonum çaldı arayan menajerim Koray'dı "Selam çok satan! en sevdiğim yazar bugün nasıl? vardınız mı?" "Evet yeni vardık." "Yerel halk canınızı sıkıyor mu? Söylemen yeter, uçağa atlar yanınıza gelirim ve baş başa kaldığınızdan emin olurum..." "Sağol Koray biz iyiyiz." "Güzel, güzel. Rahatlayıp kafa dinlediğinizi duymak istiyorum. Mekan nasıl, yaratıcı yeteneklerini harekete geçirdi mi?" "Koray! Daha yeni kasabaya giriyoruz." "Peki Atilla. Kontrol etmek için daha sonra tekrar ararım. Bir sorun olursa sende beni ara, olur mu? Oldu! Sadece seni düşünüyorum dostum. Sonra konuşuruz." "Bende seni seviyorum Koray." Telefonu kapatmış cebime koymuştum. "Seni her beş dakika da bir arayacak biliyorsun değil mi?" "Koray işte. İstersem telefonu kapatabilirim." "Ne dedi sana?" Bir bildirim geldi telefona. Koray'dandı. Allah'ım sen bana yardım et. "Koray'ın sana selamı var" Güzel bir tebessüm sardı yüzünü halime güldü. "Atilla! İşte geldik. Hadi, arabaya binelim." "Ev sahibinden dağ evinin anahtarını almak için bir lokantaya uğramamız gerekiyor. Adı İbrahim Özmat. Bizi bekliyor olmalı." Lokantanın önüne gelmiştik. "Sen anahtarı alırken ben de depoyu doldurayım. Seninle 15 dakika içinde burada buluşalım olur mu? "Tabii" Araçtan indim ve camdan gözlerime bakarak tekrar konuştu. "Atilla. Benimle geldiğin için çok teşekkür ederim." "Bende seni seviyorum. Hadi. Uslu duracağım söz." Gaza basıp yanımdan uzaklaştı. Kapıdan içeriye baktım. Gayet güzel bir lokantaydı. Hala böyle yerler olduğunu unutmuştum, herkesin birbirini tanıdığı kasabaları. "Oh, Deer lokantasına hoşgeldiniz!" "Merhaba. Bana yardımcı olabilir misiniz, birini arıyordum..." "Atilla Bey? Atilla Arslan? Vay canına! Sizin en büyük hayranınızım! Bunu herkes söylüyordur ama ben gerçekten öyleyim!" "Bunu... duyduğuma sevindim..." "Beyza!" "Beyza. İbrahim Bey'i arıyorum?" "İbrahim mi? Tabi ki, Atilla Bey. Lavaboya gitmiş olmalı. Birazdan geri döner." Kız sürekli bir şeyler söylüyordu. Kulak asmak istemedim açıkçası. Lavaboya giden koridor duruyordu arkada. İçerde bir fanın dırdırını çekmektense lavabonun önünde bekleyebilirdim. Koridorun başında yaşlı bir kadın duruyordu. "Oraya gitme, genç adam. Karanlıkta bir tarafın incitebilirsin." Sesi titriyordu "Bir şey olacağını sanmıyorum Hanım Efendi." Beklemek istemiyordum. İbrahim Bey'i bulup, anahtarı alıp hemen çıkmak istiyordum. Garson başımı ağrıtıyordu. Böyle coşkulu hayranlar hep başımı ağrıtmıştır. Karanlık koridorda yürüyordum. Erkekler tuvaletinin önünde durdum ve kapıyı çaldım. "Kimse var mı? İbrahim Bey?" Yanımdan yükselen sesle irkildim. Yüzünün önü dantelli bir şeyle kapanmış, siyahlar içinde bir kadın belirdi gözümün önünde. "İbrahim Bey maalesef burada değil. Biraz hastalanmıştı. Ama anahtar ve göle giden yolun tarifi burada." Sesi fazlasıyla hırıltılı ve ürperticiydi. "Peki..." "Dağ evimde iyi vakit geçirmenizi dilerim. Yerleşe bildiniz mi diye bir ara uğrarım ve eşinle de tanışırım.(Kısık sesle) "Israr ediyorum!" "Teşekkürler..." Hızlı adımlarla yanından ayrıldım. O nasıl bir kadındı öyle? Yine köşedeki o yaşlı kadın; "Bu sefer şanslıydın, genç adam. Karanlıkta bir tarafını incitebilirsin." Lokantadan çıkmıştım. Derin bir nefes aldım fakat içimdeki o hissi dindirememiştim. Eşim karşımdaki arabada oturuyordu. Araca bindim; "Görev tamam. Anahtar ve yol tarifini aldım." Dedim yarım ağız sırıtmayla. "Kahramanımsın. Her ihtimale karşı el feneri de getirdim." Arabayı çalıştırıp yola koyulmuştuk... (Fakat İbrahim Bey'deydi halen anahtarlar ve arabanın arkasından ne kadar bağırsa da sesini duyuramamıştı.)
|
0% |