@mutlusonlarinyazar
|
-DURU Bir sabah bu kadar anlamlı olabilirdi... Bir yanımda umudumun ışığı, Bir yanımda hayatımın anlamı... Bir yanımda aşka uyandığım adam, Bir yanımda soluduğum havam... Yeniden uyandım sana...
-BURAK ALİ Bir sabah bu kadar karmaşık olabilirdi... Bir yanımda öfkem günaydın diyor, Bir yanımda güneşim bana gülümsüyor... Bir yanımda beni adam yapan kadınım, Bir yanımda beni benden alan düşmanım... Karmakarışığım...
-*- Bade ile Burak’ın anlattıkları ile herkes dehşete düşmüştü. Bu olay kesinlikle bu ailenin bugüne kadar başına gelen felaketlerden gelmiş geçmiş en kötüsüydü. Küçücük bir çocuk ölümle savaşıyordu ve kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Bora sakalını sıvazladı, “Lanet olsun!” diye bağırıp ayağa kalkarken, İrem ağlıyordu. “Allah’ım kızım bir başına neler çekmiş oralarda.” “Demek o yüzden kimsenin gelmesine izin vermedi,” dedi Duygu ablasının haline üzülürken. “Canım ablam ya. Zaten buradan bir yıkımla gitti. Bir de orada çektikleri...” İrem “Ay sus kızım, sen anlattıkça içim sıkışıyor,” diyerek tişörtünü çekiştirdi. “Allah’ım ya... Daha on dokuz yaşındaydı buradan giderken, yirmi yaşında anne olmuş, tek başına.” Eylül ona sarıldı, “Üstelik ona ihanet ettiğini düşündüğü adamın bebeğini doğurmuş. Çok ağır gerçekten. İyi akıl sağlığı hala yerinde. Ben kafayı yemiştim.” Burak Alihan’a baktı, “Bu ilik nakli için ne gerekiyor.” Alihan derin bir nefes alıp verdi. “Öncelikle şunu söylemeliyim ki, kardeşin doku uyumu daha yüksektir.” Duygu hemen atladı, “Tamam ben donör olurum.” Alihan güldü, “Sen değil kuzum. Yani Buğra’nın kardeşi olsaydı demek istediğim. Ama şuan için hepimize test yapılacak.” “Hepimizin kan grubu farklı,” dedi İrem. “Kan grubunun aynı olması gerekmiyor, önemli olan alıcı ve verici arasındaki doku grubu antijenlerinin birbirine ne kadar benzediğidir. Doku uyumu nakil başarısını doğrudan etkileyen faktörler arasındadır. Bu durumda hepimize test yapılacak.” Eylül kocasına bakıp, “Peki ya hiçbirimizin dokusu uymazsa?” diye sordu. İşte o an herkes Bora’ya baktı. “Evlenirlerse olur! İkinci bir evlilik dışı çocuğu yüreğim kaldırmaz valla.” “Torunumuzun -daha da önemlisi küçücük bir çocuğun tedavisi söz konusu Bora,” dedi İrem. “Bir çeşit ilaç yapımı gibi düşüneceğiz, ne yapalım,” derken gözlerini kaçırıyordu. “Şu durumda sence Duru ya da Burak Ali evliliği düşünüyorlar mıdır? Hiç sanmıyorum!” “Evet hayatım, ne kadar masumca. Yatak odasını laboratuvar olarak düşünüp, onları da bir ilaç üstünde çalışan iki bilim insanı olarak düşünürsek, hiçbir sorun kalmaz!” diye çıkıştı. “Bu kadındaki rahatlık da kimsede yok.” “Var var,” dedi Çınar araya girerek. “Bir numaralı rahat kadın Ecrin Ernez, ikincisi Eva Soylu, işte bu!” derken işaret parmağı ile karısını gösterdi. Eva da o parmağı büküp indirdi, “Çek şu parmağını Çınar Soylu!” “Valla şuan İrem üçüncü sırada, en azından sizinkinin bir amacı var. Bizdeki tek amaç çoğalıp, babaları delirterek ‘biz kızınızla sevişiyoruz’ mesajı vermek. Edepsizler.” “Of Çınar, dede oldun hala çenesin.” “Yalan mı Eva?” Alihan araya girdi, “Teyze! Çınar amca! Lütfen şuan Buğra’ya konsantre olabilir miyiz?” Bora’ya baktı, “Bora İrem haklı. Eğer hiçbirimizin ki uymazsa, gerekirse klinik ortamında da olsa, son seçenek olarak Duru’nun hamile kalması tek seçenek. Kardeşin uyum oranı yüksek bir ihtimal, doğal olarak bizimkiler düşük. Duru’nun ki uymamış mesela.” Bora sinirle ayağa kalktı, “Daha birinci torunu kucağımıza alamadan ikinciyi verecekler. Aldı gitti zaten kızımı, bu özlemle uzak değildir eminim o tek seçenek. Düzeneği kurmuştur senin o korunaksız oğlun. Dedesi kılıklı!” “Konuşmaya gittiler Bora, saçmalama!” dedi İrem başını sallayarak. “Ya bu kadının iyi niyetine hastayım. Kardeş sevgisi Bora, diye diye yıllarca beni uyuttu, çocuk var ortada. Şimdi kardeşlikten çıkarak konuşmaya gittilerse, Allah sonumuzu hayır etsin. Çifter çifter gelir çocuklar! Artık hangisi uyarsa.” Gamze Doğu’ya bakarak, “Artık herkes elini taşın altına koyacak. Çoğalabildiğimiz kadar çoğalalım. Maksat tıbbi çalışmalara destek olmak,” dedi ciddi bir sesle. Doğu hafif geriye çekilerek, gözlerini pörtletti, “Bu da hep bir fırsat peşinde, sapık mıdır nedir? Ayaküstü götürecek beni,” diye mırıldandı kardeşi Duygu’ya. “Deli mi ne?” Güney elini kaldırdı, “Valla bende sana katılıyorum sevgili kuzen. Bende çoğalma taraftarıyım. Bence ne kadar çok donör, o kadar şans. Değil mi Arden?” Atahan kızını kendine çekti, “Sen git kendi soyunla çoğal, şebek!” Güney ile Gamze çakarken, Çağan başını arkadaki ağaca vuracaktı. Çınar ise keyifle arkasına yaslanmıştı. “Yemin ederim en kral yaştayım. Çok güzelmiş. Maşallah maşallah, ne kadar edepsiz torunlarım oldu. Al birini vur ötekine.” *** Sabah Buğra son anda anne ve babasının arasında ezilmekten kurtulup, kaçmış ve karşılarındaki koltukta oturup sırıtarak onları izliyordu. Duru hafifçe kıpırdanınca, Burak Ali onu daha çok kendine çekti. Duru da daha çok sokuldu ona. Bir süre sonra ikili aynı anda gözlerini açtılar ve gülümsediler. “Günaydın bebeğim,” dedi Burak Ali. Gözüne ise kızın gömleğinden sarkan yıllar önce ona taktığı kolye çarpmıştı. Duru da “Günaydın canım,” demişti ki Buğra kıkırdayınca o tarafa baktılar önce, sonra bulundukları pozisyona baktılar -bacakları, kolları kenetlenmişti- ve birden ayrıldılar birbirlerinden. Allah’tan üzerleri giyinikti. Burak Ali yataktan kalkıp, başını kaşıdı, “Şey özür dilerim Duru. Ama gece o vardı arada, ben onun yanında yatmıştım aslında.” Oğluna bakıp başını sağa sola sallayınca, çocuk daha fazla güldü. Duru da kalkmıştı, “Evet. Tamam sorun değil,” derken kolyesini saklamaya çalışıyor, bir yandan da kıyafetlerini düzeltiyordu ama o an adamın eşofmanına gözü takıldı ve gözleri kocaman oldu. Burak Ali kızın bakışlarını fark edince hemen önünü saklamaya çalıştı, lanet olsun dün gece nefretten bahseden dilini aşağılar hiç duymamıştı galiba! “Şey ben aşağıdaki banyoyu kullanırım. Sen buradakini kullan. Sonra da şey yaparız. Yani kahvaltı.” “Tabi kahvaltı.” “Görüşürüz az sonra o zaman.” Duru koşarak banyoya giderken Burak Ali de aşağı inmişti. Buğra ise ortada kalmış bir merdivene bir banyo kapısına şaşkın şaşkın bakıyordu ki Duru banyodan çıkıp, “Ah seni unuttum,” diyerek oğlunu kucaklayıp onu da banyoya geçirdi. Onu yıkayıp, giydirdikten sonra aşağı babasının yanına gönderdi ve bu sefer kendi duşa girdi. * Burak Ali ile Buğra birbirlerine bakıyorlardı. Burak Ali tezgahta durmuş, elini çenesinin altına koymuş, çocuğu inceliyordu. “Akma bana böle kokuyo Buya!” Burak Ali gülümsedi, “Annenle tanıştığımızda o da böyle konuşuyordu. Ne garip değil mi?” Çocuk anlamamıştı dediğini. “Peki daha basit başlayalım, kahvaltıda ne seversin?” “İyota.” Burak Ali kaşlarını çattı, “İyota ne tam olarak?” harika, oğlunun dilini bilmiyordu. Çocuk kafasını kaşıyarak, “Buya anni istiyo,” dedi. “Şuan babayla idare edeceksiniz küçük bey. Babanın nesi varmış? Beğendiremedik kendimizi çocuğumuza iyi mi?” çocuk omuz silkerek dudaklarını sarkıttı. Burak Ali bunun ardından gelecek şeyi az çok biliyordu, susturulmaz bir ağlama krizi. Gidip hemen çocuğu kucağına aldı ve “Evet küçük Şimşek, birlikte çok harika bir aile kahvaltısı hazırlamaya ne dersin?” diye sordu gülümseyerek. “Bence süper bir fikir.” Çocuğu uçak şekline getirip mutfağın içinde döndürdüğünde çocuk kıkırdamaya başladı. O an aklına Duru ile Paris’teki halleri gelmişti. “Annenle biz bu oyunu çok oynardık biliyor musun?” “Bu ne?” “Uçak oyunu,” diye bağırdı ve onu uçurmaya devam etti. “Evet sayın Burak Ali ve Duru ortak yapımı yolcumuz Şimşek havayolunun sadece size sunduğu kahvaltı hizmeti az sonra başlayacaktır. Lütfen kemerlerinizi bağlayın, çünkü bu hayatınızda yaptığınız en mükemmel kahvaltı olacaktır!” çocuk bu sefer kahkaha attı. Onu tezgaha oturttu, “Ben anneni kitap gibi ezberlemiştim ve eğer sen bizim oğlumuzsan çikolataya bayılman gerek,” diyerek dolaptan Nutella çıkarıp sallayarak oğluna gösterince çocuk ellerini çırptı. “İyota! İyota! Kep istiyo Buya.” Burak Ali parmağını şıplattı, “İlk kelimeyi çözdük, süper. Kepte muhtemelen krep oluyor, doğru mu anladım ufaklık?” Çocuk sevinçle başını aşağı yukarı salladı. O sırada beyaz gömleğinin kollarını kıvırarak aşağı inen Duru “Çok şanslısın, seni sevdi,” dedi. “Normalde böyle lakaplar takılmasından hoşlanmaz.” Burak Ali alayla güldü, “Ya ne demezsin! Çok şanslıyım, onu on üç yaşında da görebilirdim. Çocuğumun hastalığına minnettar edecek duruma getirdin ya beni, sana söylenecek söz bulamıyorum Duru.” Duru’nun gülümseyen yüzü asıldı, “Burak Ali onun önünde yapma şunu.” Kızın dibine kadar geldi, “Aklım almıyor. Anladın mı? Yüreğim seni anlıyor Duru, bende seni o halde bir adamla görsem, seni dinlemezdim bile. Duymaya tahammülüm olmayan bir şeyi görmek acıtır, öldürürdü eminim ve kabul senin de canını çok yakardım. Ama seni asla çocuğunla sınamazdım. Bu inan çok acımasızca. Kalemimi kırdın anladım, ama keşke o kalemi kırdığında beni öldürseydin, yara açıp can çekişmemi izlemek sana yakışmadı,” dedi kalbini göstererek. “Yine başlayacak mıyız?” “Yok! Daha başlamadık,” dedi gülerek. “Sana söz veriyorum, eğer o öfkem patlar da başlarsak, bu sözlerimi mumla arayacaksın!” dönüp işine devam edince Duru ne yapacağını bilemeden mutfağın ortasında durdu. Gözünden akan yaşların farkında bile değildi. Burak Ali ise hazırladığı krep hamurunu krep makinesinin içine döküp pişirmeye başladı, o da gözündeki yaşı elinin tersi ile siliyordu. Tutamıyordu kendini, bazen onu tutup sarmak istiyor, özledim seni gerizekalı kadın, diye bağırmak istiyordu. Bazen de yüreğine kazıdığı ismindeki yara gibi yaralar açmak istiyordu. Arka cebine koyduğu telefonu çalınca çıkarıp arayana baktı, Doğu’ydu. “Efendim Doğu?” “Ya ortak getirmedin ablamı. Saramadan götürdün zaten. Allah Allah!” “Tamam, şimdi bir şeyler yiyip geliyoruz. Ama önce hastaneye geçeceğiz.” Doğu ofladı, “Ama seni bekliyorduk sabahtan beri. Yeğenimi göremedim bile ben. Kesin bana benziyordur. Yakışıklı velet!” dedi gülerek. “Ya nefes alış verişi aynı sen. Gerisi hepsi ben.” Doğu yüzünü buruşturdu, “Esprilerine eskiden gülerdim, ablamın gelişi yaramadı sana. Neyse gecikmeyin. O zaman bizde ailecek hastaneye gidelim, orada buluşuruz.” “Tamam ben Bahar’a talimat verdim. Bilgisi var. O yardımcı olacak. Babamda biliyor.” “Anlaştık, orada görüşürüz o zaman.” Telefonu kapatıp, yeniden asistanını aradı, “Tekrardan günaydın Bahar.” “Günaydın hocam.” “Bahar, şimdi bizimkiler geliyor. Bende az sonra geleceğim. Gecikebilirim. Sen gerekeni yaparsın. Yapılacak test ve hasta bilgilerini mailine attım.” “Tamam hocam, ben hepsini çıkardım, dosyaladım. Alihan hocam da sabahtan geldi zaten. O da ilgili yerlerle görüştü.” Burak Ali dudağını ısırdı, “Bahar o benim oğlum. Ayrıcalık istemiyorum, ama bu benim için çok önemli.” “Tamam hocam merak etmeyin.” Telefonu kapattığında arkasına baktı, Duru yoktu. Çok güzel kalbini kırmıştı. Hafifçe eğildiğinde onu dün oturdukları koltuğun karşısındaki camın önünde gördü. Pişirdiği kreplerden iki tanesinin üstüne çikolata sürüp, tabağa yerleştirdi. Oğlunu da masaya oturtup bir tanesini önüne koydu. “Hadi bakalım küçük Şimşek sen bunu ye, anne bana küstü, bende onun gönlünü alayım.” Çocuk anlamadan ona bakarken, “Biliyorum, salağın tekiyim,” dedi kendi kendine, “Ama o da benim zayıf tarafım işte. Dayanamıyorum ağlamasına.” Tezgahtan diğer tabağı alıp o tarafa gitti ve kızın yanında durup tabağı ona uzattı. Duru burnunu çekip, elinin tersi ile gözyaşlarını sildi. “Bu ne?” “Neye benziyor?” Duru tabağı aldı sonra onu anlamıyormuş gibi adama baktı, “Neden bunu yapıyorsun? Neden önce yaralayıp, sonra sarmaya çalışıyorsun?” Burak Ali elini cebine koyup, denize baktı. Dudağını ısırırken, ne diyeceğini bilemiyormuş gibiydi ama yüreğinden gelen kelimeleri tartıp, ölçmeden dümdüz söyledi. “Gerçek duygumu bilmek istiyorsan söyleyim. Sana çok kızgınım. Bana inanmamandan geçtim Duru. Zaman zaman düşünüyorum, o konuda haklısın ve tek gelseydin, dün söylediğini bana söyleseydin her şey çok farklı olurdu. Ama benim oğlum var. Belki hastalanmasa daha uzun yıllar göremeyecektim onu.” “Öyle değil. Hastalanmasaydı geçen seneden gelecektim. Ama hastalığını öğrendiğimde dünya başıma yıkıldı.” “Beni arayabilirdin Duru, ben dünyanın tüm enkazını alırdım üstünden ya da o enkazın altında seninle birlikte kalırdık. Elini tutardım, sarardım. Yalnız olmayı sen seçtin, kimse seni zorlamadı. O yüzden bana orada yaşadığın zorluklardan yakınma, onlar senin seçimlerindi. İsteseydin herkes yanında olurdu. Hepimiz olurduk.” “Anlamıyorsun değil mi Burak Ali? Ben bana ihanet ettiğini düşündüğüm bir adamın bebeğine hamileydim. Burada kalsaydım onu doğuramazdım. Doğursam da sevemezdim. Sen, ailem, ailen... Herkes üstüme gelecekti. Barıştırmak için, evlenmemiz için baskılar yapacaklardı. Sadece bir hafta geldim buraya ve seni sadece iki kere gördüm, o iki günü atlatmam altı ayımı aldı.” Burak Ali derin bir nefes alıp verdi. “Demin neden diye sordun ya?” bakışlarını kadına çevirince Duru da ona baktı. Hala krepini yemediğini görünce ona yaklaştı ve ucundan koparıp ona uzattı, “Canını yakmak istiyorum.” Kız yerken hipnoz olmuş gibi adama kilitlenmişti. Burak Ali pir parça daha kopardı, yine ona uzattı, “Çünkü canım yanıyor. Seni öpmek istiyorum, sarmak istiyorum.” Kızı süzdü, “Seninle deli gibi sevişmek istiyorum. Ama bunların artık imkansız olduğunu düşündükçe çıldırıyorum. Üstelik bunun tüm suçlusu sen olduğun için senden nefret etmeye çalışıyorum, onu bile beceremiyorum baksana!” dedi kendi ile alay eder gibi. Kıza yaklaştı, “Senin ağzına sıçmam gerekiyorken, ben ağzına çikolata sokuyorum! Gerçekten öfkelenmekte haksız mıyım?” “Bana geldiğin gün. Kapıma...” Sinirle gözlerini yumdu, “Evet. Şu çıplaklar kampı gibi gezenler açmıştı kapıyı.” Duru güldü, “Evet. O gün Luca senin gitmen için sevgilim olduğunu söyleyecekti sana, bu sayede hemen gideceğini söylediğinde, bende sana kıyamamıştım. Benim yaralandığım yerden yaralanmanı istememiştim.” “Öyle bir şey deseydi hayatta hemen gitmez, önce o lavuğun ağzını burnunu kırardım.” Sonra kaşlarını çattı, “Sen onunla aynı evde mi kalıyordun?” “Hayır tabiki. Rosa benim ev arkadaşımdı. O da bizim dostumuzdu.” Burak Ali yine de bu durumdan hoşlanmamıştı. “Neden o gün görüşmedin benimle? Neden gönderdin?” Duru bakışlarını kaçırdı, “Çünkü karnım belirginleşmişti. Stresten çok yiyordum, o yüzden erken çıktı karnım. Yani üç aylıkken bile o kadar belliydi ki.” Burak Ali donup kaldı, “Seni hamileyken görmek için canımı verirdim biliyor musun?” sonra Duru’nun gözünden akan yaşları parmakları ile okşadı. “Allah bilir nasıl güzel olmuşsundur.” “O günlerde yanımda olman için bende canımı verirdim Burak Ali, o kadar pişmanım ki.” Burak Ali de ağlıyordu, “Aşerdin mi hiç?” Bu sefer gözyaşlarının arasında ikisi de gülümsedi. “Evet, hemde çok.” “Ne diye sormama gerek var mı?” diye sordu Burak Ali kaşlarını havalandırarak. Cevabı adı gibi biliyordu. “Çikolata.” Boş olan elinin tersi ile burnunu çekti. “Bir kere o kadar yiyordum ki, artık gündüzleri utanıyordum. O yüzden geceleri kalkıp yiyordum. Dombik bir şey olmuştum.” Burak Ali başını salladı, “Fotoğraflarında gördüm,” derken telefonunun ekranını gösterdi. O şişko olduğu zamandaki bir fotoğrafını telefonunun ekranına koymuştu. “O yüzden sadece yüzünü çekiyordun demek. Şu halin, çok se-tatlı,” diyerek diğer söyleyeceği kelimeden vazgeçti. “Ah evet. Bir gece kalktım, evde tek bir çikolata yoktu. Krize girmiş gibi banyo dolaplarına bile baktım. Arada oraya saklıyordum. En son bulamayınca koltuğa oturup ağlamaya başladım. Seni arayacaktım, çikolata aşerdim diyecektim.” “Arasaydın... Getirirdim...” “O yüzden aramadım,” dedi adamın gözlerinin içine bakarak. İkisi de birbirinin gözlerinin içine bakarken Buğra’nın sesini duydular. “Bu itti! Aha istiyo.” Duru kaşlarını çattı, “Ne bitti?” Burak Ali uykudan uyanmış gibi başını kaşırken, bakışlarını kaçırıyordu. Lanet olsun dayanamayıp, öpecekti onu. “Krep verdim ona. Onu bitirdi sanırım,” dedi duygularını kontrol etmeye çalışırken. Duru’nun gözleri kocaman açıldı, “Hayır!” diye bağırıp o tarafa döndü, Burak Ali de peşinden gitmişti. Buğra masadan inmişti, elinde nutella kavanozu ve tüm suratı, üstü başı çikolataydı. “Tür!” dedi kavanozu annesine uzatırken. “Neyi sür, sürmüşsün zaten süreceğini Buğra ya!” Burak Ali duvara yaslanıp, ellerini göğsünde bağladı, “Kesinlikle bizim oğlumuz. Aynı biz.” Duru ona bakarken gözlerini kocaman açmıştı, “Burak Ali!” “Yalan mı? Bizde öyle üstümüze sürerek yemeği severdik,” omzunu silkti. Duru kıpkırmızı olmuştu, “Tamam Burak Ali...” eli ile saçlarını geriye attı ve oğluna içi acıyarak baktı, “Daha demin yıkadım onu ya.” “Hadi yedir ona, sonra bana ver. Ben yıkarım.” “İyi tamam.” Birlikte üçü kahvaltıya oturdular. Burak Ali ile Duru birlikte oğullarına yemek yedirirken kim daha çok yedirecek diye adeta yarışıyorlardı. Kahvaltıları bitince Burak Ali banyoya geçti. “Su nasıl olsun?” “Fazla sıcak olmasın, sevmez. Donuyorum zaten onu yıkarken.” “Hımm, benimle de yıkanırken donardın. Bana çekmiş demek ki,” deyip göz kırptı. Duru adamın dediklerine inanamıyordu. Ne yapmaya çalışıyordu onu da anlamıyordu, “Edepsiz,” diye homurdanıp, oğlunu soydurdu. Burak Ali de tişörtünü çıkarınca Duru adamın sol göğsünde, tam kalbinin üstündeki dövmeyi ve yarayı gördü. “Bu ne?” Burak Ali bakışlarını kaçırdı, “Neye benziyor dövme işte.” “Dikiş izi var Burak Ali, ondan bahsediyorum. Yaralandın mı?” Dövme o dikiş izinin altında başlıyordu. O yaradan akan kan damlalarından ‘DURU’ yazılmıştı. Adam “Yaraladın,” dedi gözlerinin içine bakarak, sonra da “Hadi ver çocuğu üşütmesin,” diye umursamaz bir şekilde konuştu. Duru oğlunu bırakıp, hızla çıktı banyodan. Elini ağzına koyup ağlamaya başladı. Kendini yaralamıştı. “Ben ne yaptım ona, Allah’ım o kaltağa kızarken, en büyük yarayı ben açtım onda.” O koltukta ne kadar oturup, ne kadar ağladığını bilmiyordu. Bütün o anlar gözlerinin önünden geçiyordu ve o sabahı düşündü. Kendi davul çalsa uyanmazdı eskiden ama Burak Ali çıt sesine uyanırken, o sabah ki bağırmaların hiçbirine tepki vermemişti. Şebnem’in hareketleri, hiç de pişman gibi değildi. Sanki o anı bekliyordu. Ayrıca Burak Ali o sabah Duru’nun geleceğini de biliyordu. Olabilir miydi? Şebnem bu kadarını yapmış olabilir miydi? “Allah’ım sen bana güç ver.” |
0% |