
Gidiyorum ben adam...
Gittim...
Sen hükmümü verdin,
Ben bittim...
Kalemimi kırdın,
Bizi hükümsüz idam ettin...
Ben öldüm adam,
Boynumdan değil
Kalbimden kırıldım...
-*-
Beste aynadaki aksine baktı. Karnı günden güne büyüyordu. İlk günden itibaren ‘benim dayanağım, çınar ağacım’ dediği karnındaki mucizenin cinsiyetinin erkek olduğunu öğrendiği andan beri de onu ‘Çınar’ım diye seviyordu. Gülümsedi.
İstanbul’dan ayrıldıktan sonra İzmir’in küçük bir tatil kasabasına yerleştirmişti Berzan onu. Küçük bir de kafe açmıştı ona. Dünya kahveleri, değişik alkolsüz kokteyller ve çay çeşitleri yapıyordu. Yanında bir de Gamze diye bir arkadaşı vardı. İkisi birlikte çok iyi idare ediyorlardı. Üzerinde Çınar Altı Coffee yazan kahverengi önlüğü takıp, tezgahın arkasına girdi.
“Günaydın Gamze nasılsın?” diye sordu.
“Ah minik annecik iyiyim sen nasılsın?” deyip elindeki broşürleri kıza uzattı, “Bak Özgür’le araştırdık. Buradaki üniversiteye geçiş yapabilmen için-”
“Gamze!” diyerek sözünü kesti. “Senin ve sevgilinin iyi niyetini, çabanızı anlıyorum. Ama ben oğlumu kendim büyütmek istiyorum. Feda edilecek bir şey varsa, oğlum için eğitimimi feda ederim. Eğitimim için oğlumu değil. Üstelik o her şeye değer ve ben mutluyum.” Beste kaçırıldığı yıl mazereti nedeni ile okulu dondurmuştu. Şimdi de oğlunu kimselere bırakıp, okula dönmek istemiyordu.
“Bakıcılar var. Bunun okulunu okumuş-”
“Oğlum zaten babasız büyüyecek Gamze. Rüzgar beni hatırlayacak mı? Hatırlayınca arayacak mı?” sonra derin bir nefes alıp verdi, “Gelse de ben affedebilecek miyim... Bilmiyorum. Bu belirsizlikler varken, bir de oğlumdan uzak kalmak istemiyorum.”
Gamze ofladı, “Peki sende haklısın ne diyebilirim ki...” kapıdan içeri giren bir çiftle Gamze ayaklandı, “Hah müşteriler de gelmeye başladı. Hadi bakalım.”
Beste de “Hadi bakalım,” deyip kızı taklit etti ve yoğun bir güne başladılar.
***
Rüzgar önündeki bilgisayardaki videoyu kaçıncı kez izliyordu bilmiyor, artık umutsuz bir vaka olduğunu kabul ediyordu. Kimseye dokunamıyor, bir kızla göz göze geldiği an, ona kırgın gözlerle bakan o büyücü kız geliyordu gözlerinin önüne ve durduruyordu onu. Akıl sağlığı gibi beden sağlığının da ayarlarını bozacaktı bu kız. Unutamıyordu, o deli bakışlı kadını, alev topu hallerini unutamıyordu genç adam. Hala hatırlamıyor, ama artık bir şeyler kafasını kurcalamaya başlıyor, en azından bu kızla bir zamanlar çok güzel bir ilişki yaşadığına inanıyordu. Zaten karşısındaki videolar ona her şeyi ispatlıyordu.
“Rüzgar çekme!” diye çemkirip salonda kaçan kızın peşinden giden adam gülüyordu.
“Hadi ama bebeğim, tek bir öpücük ve bırakacağım seni.”
Beste elini beline koydu, “Sence sana inanır mıyım sahtekar adam. Dün de öyle dedin-” sesini kıstı, “Tam üç saat yataktan çıkamadım.”
Videodan bile yanaklarının kızardığı belli olan kızı izleyen Rüzgar gülümsemişti.
İlk zamanlar bütün evi gezmiş, kızın bazı eşyalarını unuttuğunu fark etmişti ve unuttuğu çoğu eşyaya da ciddi anlamda çok gülmüştü, ayıcıklı pijamasını unutmuştu mesela, Rüzgar onu görünce kaşlarını çatmıştı. Bu kız bu ayıcıklı pijamalar ile mi onu baştan çıkarmıştı? “Delirmiş olmalıydım,” diye sesli sesli söylenip, kahkaha atmıştı. Odasındaki çekmeceyi açtığında içinde bir sürü küçük kutu ve notları bulmuştu sonra. Tek tek okumuş, şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. Kendisinin yazdığına inanamadı o notları. Gerçekten ilginçti.
‘Sensiz bir güne dahi tahammülüm yok peri kızı.’
‘Uyandığında kahvaltı yap ve şirkete öyle gel. Ama hemen gel, özlerim...’
‘Sensiz nasıl bir geçmişim vardı bilmiyorum ama nasıl bir gelecek istediğimi biliyorum. SENLE DOLU! Senden olan küçük meleklerle dolu...’
‘Güneşim doğmadan evden çıktığım için üzgünüm Beste’m...’
...
Şimdi evinin içinde de kafasının içinde de kocaman bir boşluk vardı... Gözlerinin önünde de o küçük kızın kırgın bakışları...
***
Şirkette işler o kadar yorucu geliyordu ki ona, bazen yemek yemeği unutup, baş ağrısından duramaz hale geliyordu.
“Selam dostum dedim ama!” diyen sese döndü. Çağatay başını uzatmış, ona bakıyordu “Girebilir miyim?”
“Ah tabi! Duymadım özür dilerim.”
Çağatay girip karşısındaki koltuğa oturdu, “Hayırdır neye daldın diyeceğim ama seni böyle daldıran anılarını hala hatırlamadığına eminim.”
Rüzgar elindeki kalemi sinirle fırlattı, “Abi delireceğim. Hiçbir anım olmamasına rağmen, onunla ilgili tekbir şey hatırlamasam bile, neden onu aklımdan, ruhumdan çıkaramıyorum bilemiyorum!"
"Çünkü beynin onunla ilgili tüm anıları sildi, ama kalp aşkı silmez Rüzgar ve şuraya yazıyorum dostum, hatırladığın zaman... İşte o zaman acının dibini göreceksin.”
“Videoları izliyorum, fotoğrafları...” kahkaha attı, “Ya birlikte maske yapmışız, ayıcıklı pijamaları var...”
“Ve sen onlara bayılıyordun.”
Rüzgar sinirle ayağa kalktı, “Yapma Çağatay, ben böyle bir adam değilim.” Pencereden dışarı baktı. O an aklından kızın nerede, nasıl olduğu geçiyordu. “Ben... Yani onunla olduğum kişinin çok dışındayım.”
“Aşk da bu değil mi zaten Rüzgar? Kimseye hissetmediklerini ona hissetmek, yapmam dediklerini onunla yapmak, gülümsemek, delirmek... Aşk aklın değil, kalbin işi.”
“Kafam sikilmiş gibi...” ona döndü, “Peki... Nerede şimdi?”
Çağatay dudaklarını büzdü, “Bilmiyoruz. Hiç kimse bilmiyor. Açıkçası ben bir iki kere Berzan’dan öğrenmeye çalıştım. Söylediği tek şey, ‘O iyi, onu rahat bırakın,’ oldu.”
Başını salladı ve yeniden İstanbul’un güneşli manzarasına doğru döndü. Merak ediyordu. Hayatına biri girmiş miydi? Giremezdi, eğer Rüzgar onun yüzünden hayatına kimseyi sokmuyorsa, o da kimseyi sokamazdı. İstese bulurdu onu, ama şuan kafası o kadar karışıkken bunu ne kadına ne de kendine yapmak istemiyordu. Biraz daha zamana ihtiyacı vardı. Çok az...
Ve o aklını Beste’yle doldurmuşken, aklından o kadını bir an bile çıkaramazken, hafızasından silinen kadın kilometrelerce uzakta çığlıklar içinde oğlunu dünyaya getirmişti.
Rüya onun elini sıkı sıkı tutmuş, ikisi de gözyaşları içinde birbirine sarılmıştı. “Beste... başardın...” diye mırıldandı Rüya Çınar’ın ağlayışını duyunca.
“Başardık. Rüya başardık!” dedi hıçkırıklarla.
Küçük oğlu kucağına verildiği an kokusunu içine çekti. “Baban gibi kokuyorsun...” sonra elini öptü, “Seni asla bırakmayacağım oğlum... Hayatıma hoşgeldin.”
Rüya ikisine sarıldı, “Abim hatırladığında kaçırdığı her şey için aklını kaçıracaktır.”
Beste gözyaşları içinde kadına baktı, “Bir kere bile aramadı Rüya. Tekbir kere arasa yemin ederim ‘Gel’ diyecektim. Ama aramadı. Merak etmedi.”
Rüya derin bir nefes alıp verdi. Yeni yeni çıkan saçlarından dolayı peruk takıyordu. “Poyraz’la konuştum, iyi değilmiş. İşle ev arası mekik dokuyor, herkesten uzak duruyormuş. Bu süreç onu da yıprattı Beste. Ama yakında düzelecek ve sana dönecek. Ben eminim.”
Beste oğlunu göğsüne bastırdı, “Ama ben artık isteyip istemediğimden emin değilim.”
***
BİR YIL SONRA...
Yaz ayının kavurucu havası Beste’yi bunaltmıştı. Çınar’ın doğum günü hazırlığı şimdiden başlamış, Beste’yi heyecan basmıştı. Dili kelimelere fazla dönmeyen ve her şeye kendince isim veren oğlu, bir yaşını dolduracaktı. Bu demek oluyor ki Rüzgarsız geçen on altı ayı geride bırakacaktı. Oğlu tek dayanağıydı. Rüzgar’ı merak etmediği, onu özlemediği tek bir saniyesi geçmemesine rağmen, onu bir kere bile aramaya cesaret edememişti, arasa bile nasıl bir Rüzgar’la karşılaşacağını bilemiyordu.
Kafenin çimlerine oturmuş olan oğlunun yanına gitti. Eline elmayı verip, sarı kafasına öpücük kondurdu. Kendi gibi oğlu da elmayı çok seviyordu. Babası gibi de kavundan nefret ediyordu. Göz ve saç rengini baba tarafından almıştı. Babası gibi açık mavi gözleri, babaannesi gibi sarı saçları vardı. Ama yüzü ve hareketleri babasının minyatür haliydi. Huyları ise tamamen annesiydi. Mızmız, sulu göz ve beceriksiz. Hala bir yumurta dahi kıramıyor, Gamze olmasa açlıktan öleceğini düşünüyordu.
*
Selim iki yıl boyunca ne Rüya’ya ulaşabilmişti ne de haber alabilmişti. Kabullenmişti artık. Rüya onu terk etmiş, kendine yeni bir hayat kurmuştu ve Selim bu düşünceyle kendine bambaşka bir yol çizmiş, hayatına devam etmeye karar vermişti. Bir ömür onu takmayan bir kadının yasını tutmayacaktı.
Bir önceki yaz olduğu gibi bu yaz da kuzenleri ile tatile gelmişlerdi.
Alaçatı’ya...
“İşte bu kafe Selim. Mükemmel kahveleri var. Sahipleri de çok güzel iki bayan,” diye kuzenine ters ters baktı.
“Sen kahvelerine mi tav oldun sahiplerine mi Kaan?”
“Her ikisine diyelim,” deyip kahkaha attı. “Ama görünce hak vereceksin.”
Bu sırada bahçe kapısını açıp içeri geçtiler. Selim kuzenine bakıp başını sağa sola salladı ve yerde oturup, çocuğu ile ilgilenen kadın dikkatini çekti. Yutkundu... Eğer o talihsizlik yaşanmasaydı onun da çocuğu olacaktı. Muhtemelen bu küçük afacandan biraz daha büyüktü. Kadına dikkatli baktığında arkadan siması ona hiç yabancı gelmedi. Sonra sesi kulağına geldi.
Beste ise oğluna takılıyor, onunla gülüyordu “Babası kılıklı mısın sen acaba?“ başını sağa sola salladı ve ayağa kalkıp arkasını döndüğünde gördüğü kişi ile kanı çekilmiş, gözleri kocaman açılmıştı. “Selim...“ diye fısıldadı sadece.
Selim ise sadece bakıyordu. Anlamaya çalışıyordu. Yerde oturmuş, mavi gözleriyle ona bakan çocuğa bakıp, yeniden Beste’ye yöneldi. “Beste...”
“Selim hadisene oğlum!“
Selim girdiği transtan kuzeninin sesi ile çıktı. “Siz girin, ben geliyorum.“
Sonra Beste yaklaştı adama ve elini uzattı. “Hoşgeldin Selim.” Ne diyeceğini, adama ne açıklama yapacağını bilemiyordu. Tek dileği Rüzgar’ın onunla olmamasıydı. Arada arkaya, etrafına bakınıyordu.
Kadının tedirginliğini fark eden Selim, “Rüzgar yok,” dedi, sonra elini sıkıp, bıraktı. “Bu arada hoşbuldum. Nasılsın?” hala arada gözü yerdeki küçük çocuğa takılıyor, kim olduğunu tahmin etse de sormaya, alacağı cevabın ağırlığından korkuyordu.
“Gördüğün gibi. Ayakta duruyorum. Duruyoruz daha doğrusu,” deyip oğluna baktı.
Selim bir an kaşlarını çattı, “Çocuk...” dedi sesi titreyerek, “Senin mi?”
“Benim oğlum. Adı Çınar.” Selim’in soru işaretleri ile dolu bakışlarını gördü. Başını eğdi. Ne demeliydi ki?
Selim “Babası?“ dediği an, Beste sözünü kesti.
“Rüzgar,” dedi emin bir şekilde. “Benim hayatımda ondan sonra başkası olmadı Selim. Buna kimseyi inandırmak zorunda değilim.” Neden bilmiyordu ama kendini savunma gereği hissetti. Sanki adam onu suçlayacakmış gibi.
“Yanlış anlama, inkar etseydin de Rüzgar’ın oğlu olduğu kabak gibi ortada. Minyatür hali. Çok benziyor,“ dedi gülümseyerek. “Ben sadece... Şaşırdım açıkçası.”
“Oturalım mı? Sana kahve ısmarlayayım.”
“Sen ve kafe? Sen yumurta yapamazsın Beste,“ derken eskiler beyninde dolanıyordu.
“Evet, ama harika kahve yapıyorum. Bunu biliyorsun. Yani yüzde yüz beceriksiz değilim mükemmel bay ukala.”
“Haklısın. Kahvelerin müthişti. Özledik. O zaman kahve teklifini kabul ediyorum.”
“Peki. Bu arada bende çok özledim,“ dedi ve sustu. Sonra gülümsemeye çalıştı, “Hepinizi yani.”
Selim kahkaha attı, “Çok kötü bir yalancısın Beste.”
“Kahveyi kremalı ve yumuşak seversin, bak unutmamışım.” -Rüzgar ise sade ve sert.
“Harikasın.” Yerde oynayan çocuğu işaret etti, “Sevebilir miyim?“ diye sordu.
“Tabii ki. Topla oynamaya bayılır.”
Kadın içeri geçerken Selim de eğilmiş çocuğa topu gösteriyordu, “Hey küçük Rüzgar, top oynayalım mı?”
Çınar bir parmağını ağzına sokmuş ona bakıyordu. Muhtemelen tanımadığı için inceliyordu onu. Sonra gülümsedi ve başını aşağı yukarı salladı. “Harika. Hiç baban gibi mendebur değilsin, sevdim seni.”
Beste de içeri geçip kahve yapmaya başlamıştı. Gamze ve Özgür’ün bakışlarını görünce makineyi çalıştırıp onlara döndü. “Selim. Rüzgar’ın arkadaşı. Size bahsetmiştim. Buraya tatile gelmiş. Arkadaşları yanındakiler her halde.”
“Eee ne olacak şimdi? Ya Rüzgar’a söylerse?”
Beste derin bir nefes alıp verdi, evet söyleyebilirdi. Ama Rüzgar’ın umurunda olur muydu onu bilmiyordu. Ayrıca hangisi daha kötüydü şuan düşünemiyordu, öğrenip gelmesi mi, yoksa ‘banane’ deyip, hiç umursamaması mı? Düşüncelerinden sıyrılıp, arkadaşının sorusunu yanıtladı, “Bilmiyorum Gamze. Size daha öncede söyledim. Benim saklamak gibi bir niyetim yoktu. Mecbur kaldım sadece. Ne olur bilmem, Selim söyler mi, o umursar mı bilmiyorum açıkçası. Kader yine bir yerden bağlıyor bizi.” Beste zaten hiç kopmamıştı ki ondan, karnında taşıdığı o can, ikisinindi. Ayrıldığında bile kalbinde aşkı, aklında hala hatıraları vardı. Ruhu, yüreğim, bedeni bir tek ona açtı.
Kahveleri alıp dışarı çıktığında Selim’in suratını astığını görüp güldü, anlaşılan oğlu diğer yüzünü göstermişti ona.
“Aynı sen bu ya. Senin gibi mızmız ve şımarık. Çok da hileci. Babası gibi mendebur değil dedik, anası gibi cazgır çıktı.”
“Sensin hileci pis ukala.”
“Hala cırlıyorsun. Anne oldun kızım. Bir durala, bir olgun ol.”
“Sevimsiz,” deyip dil uzattı ona.
Selim de kaşlarını kaldırdı ve “Sen nesin, cadı!” dedi. Sonra birden durup kahkaha atmaya başladılar. Saniyelerce sürmüştü.
Selim masaya oturup Çınar’ı da kucağına aldı. “Neden giderken söylemedin? En azından bize söyleyebilirdin Beste. Biz Rüzgar’la konuşurduk. Her şey farklı olurdu.”
“Korktum Selim. Rüzgar beni unutmuştu. Hatırlamıyordu. Bir de üstüne ‘hamile misin, onun için mi evleniyoruz?’ dediğinde daha fazla korktum. Bana olan duygularını kaybetmişti. En azından nefret etmesini istemedim...“ gözlerini yumdu, “Ya da onu istememesini, benden koparmasını. Bu canımı daha çok yakardı.”
“Peki hiç mi söylemeyeceksin?”
“Hala hatırlamıyor mu?”
“Hayır. Birkaç gece rüyasında bir şeyler görmüş, videolarınızı izliyor sürekli, ne zaman eve gitsem fotoğrafların orta masada saçılmış. O da sorguluyor, uğraşıyor Beste. Elinde değilse bile, elinden geleni yapmaya çalışıyor, yani seni hatırlamak istiyor en azından. Eee soruma cevap vermedin, ona söylemeyecek misin?”
“Bilmiyorum. Hatırlamasını bekleyeceğim. Yerim gizli değil. Hatırlayınca nasılsa bulur beni. İstese de bulurdu şimdiye kadar.”
Selim kahveyi masaya bırakıp kızın elini tuttu, “Bak ne diyecem. Benimle İstanbul’a gel. Yeniden karşısına çık. Bir kere aşık oldu sana. Yeniden aşık olabilir. Hem çocuğunu görünce eminim her şey farklı olacaktır.”
“Hayır Selim yapamam. Ben bu kadar gurursuz muyum? Oturup bana yeniden aşık olmasını mı bekleyeceğim. Ayrıca çocuğumu bunun için kullanamam.”
“Gururla ne ilgisi var Beste Allah aşkına? Bu çocuk onun da oğlu!”
“Çok ilgisi var. Resmen kovdu beni. Nasıl geri dönerim?”
“Peki hatırlayınca ne olacak Beste?” diye sinirle sordu. “Sana bu gidişinin hesabını sormayacak mı?” hafifçe eğildi, “O elinde olmadan unuttu, sen bile isteye o halde bıraktın onu. Neden savaşmadın, neden kalmadın yanımda demeyecek mi? O da iyi değildi. Hafızasını kaybetmişti. Sen de Rüya’nın yaptığı gibi onu bırakıp gittin!” dediğinde Beste adamın içindeki kızgınlığı o an anlamıştı.
İkisi de bir süre sessiz kaldı. Selim öfkesini dizginlemeye çalışırken, Beste içindeki kırıklığı ve adamın haklı olduğu yanı sindirmeye çalışıyordu.
“Beste...” dedi Selim, sessizliği bozarak. “Rüya ile görüşüyor musunuz? Yani... Seni hiç aradı mı?”
Bir an durdu. Yalan söylemek istemiyordu. Hastalığına rağmen doğumuna gelmişti. Günlerce yanında kalmıştı. Çınar’ı o kadar çok seviyordu ki...
“Evet, Çınar için sık sık arıyor. Hatta geçen sene Çınar’ın doğumuna da geldi.”
Selim duyduğu şeyle kalbi sıkıştı. Demek Rüya buraya gelmişti. Kendisini bir kere bile aramayan kadın, Beste’yi sık sık arıyor muydu?
“Onu çok özledim. Ama kabullendim. Beni sevmediğini, istemediğini kabullendim Beste. Kaçmasına gerek yok. Dönebilir. Onu rahatsız edecek ya da yollarını kesecek değilim. Ben hayatıma devam ediyorum. Onsuz... Onun da bensiz devam ettiği gibi.“
“O senden kaçmıyor, kimseden kaçmıyor. Ayrıca... “ sustu. Derin bir nefes aldı. Nasıl olsa öğrenecekti. “Bunu benden duyman ne kadar doğru bilmiyorum ama, haftasonu dönüyor.”
***
Bütün gece bu kelime beyninde dönüp durdu, ‘Haftasonu dönüyor...’ Demek önce buraya gelecek, Çınar’ın doğum gününe katılıp öyle İstanbul’a dönecekti. Beste’ye onu rahatsız etmeyeceğini söylemişti ama Çınar onun da yeğeni sayılırdı ve doğum gününde bulunmak istiyordu. Sebebi kesinlikle Rüya değildi. Evet değildi. Kendini ikna ettikten sonra rahat bir uyku çekti. Haftasonu geliyordu...
Gülümsedi... Ama mutluluğunun farkında bile değildi. Çünkü çok ama çok kızgındı.
***
“Hani bugün dönüyordun oğlum. Ne iş?” diye sinirle sordu Rüzgar. İki gün sonra önemli bir toplantı vardı ve lanet olası adam hala gelmemişti.
“Ya Beste ile karşılaştım da biraz onunla vakit geçirmek istedim,” dedi ve sustu önce. Bunu bilerek demişti. Piçliği seviyordu, “Malum uzun zamandır görüşemiyorduk.”
Rüzgar bir an dondu kaldı. Kalbindeki o yabancı çarpıntı yine gün yüzüne çıkmıştı “Beste mi?” diye fısıldadı. “Ne alaka? Benim Beste mi?”
“Nereden senin oluyor abiciğim?”
Rüzgar’ın çenesi gerildi. Ne demek istiyordu, onundu tabi? Ne yani hayatında biri mi vardı? “Ne demek bu Selim? Hayatında biri mi var?” diye sinirle sordu. “Hayır varsa söyle o piçe, onun ben...” bir an sustu ve birden bağırdı, “Lan madem hayatında biri vardı, ne diye siktiğimin gözleri gözlerimin önünden gitmiyordu? Sorar mısın ona?”
Biraz oyun oynamaktan zarar gelmezdi. Rüya’yı sorduğunda o da onu kıvrandırmıştı. “Evet, hem de çok yakışıklı biri var hayatında, ama mesajını iletirim. Ömrümde bu kadar yakışıklı mavi gözlü bir serseri görmemiştim. Dehşet bir şey. Bir de bir bağlı ki ona. Yanından bir an ayrılmıyor.”
Rüzgar kravatını çıkarıp attı, boğulacaktı, “Hah, bir de bana kızı savunuyordunuz. Daha bir sene olmadan bulmuş kendine birini.”
“On altı ay Rüzgar. On altı ay oldu. Bir seneyi geçti. Neyse dediğim gibi biraz onlarla vakit geçirip öyle geleceğim. Hadi görüşürüz,“ deyip telefonu kapattı. “Biraz da sen yan o cehennem ateşinde Rüzgar efendi!”
***
16 TEMMUZ CUMARTESİ
“Ah, yetiştim.”
Genç kadın havaalanından taksiyle gelmek için zor ikna etmişti Beste’yi. Abisi ve yengesi de bir gün önce gelmişlerdi.
“Rüya, hoşgeldin bir tanem. Nasıl özlemişim ya?”
İki kadın birbirlerine sarılırken, kafeden çıkan Selim onları görmemiş, homurdanıyordu. Beste ona onlarca balon vermişti şişirmek için.
“Ya Beste, bu lanet şeyler patlayıp patlayıp duruyor. Ben süsle... “ sözünü bitiremeden Rüya’yı gördü. Evet, geleceğini biliyordu ama yine de görünce tuhaf oldu. Kalbi yerinden fırlayacak, vantuz gibi kıza yapışacaktı. Çok özlemişti... Çok değişmişti. Zayıflamıştı, saçlarını kestirmişti ve lanet olsun her haliyle hala çok güzeldi.
Rüya ise transa girmişti. Hayaldi. Evet. Hayalden başka bir şey değildi. Hiç değişmemişti. Aynı Selim’di. Aynı bakışlar, aynı gülüş... Hayır hiçbiri aynı değildi. Uzaktı, yabancıydı ve Rüya o eski Selim’i deli gibi özlemişti.
“Rüya!” diye fısıldadı Selim. Sonra hemen kendini toparladı. “Hoşgeldin. Nasılsın?”
Rüya onun umursamaz haline takılmadı. Bunu bekliyordu. İstiyor muydu bilmiyordu ama bekliyordu. Çünkü onu öylece bırakıp gitmişti. Adama göre sebepsiz, habersiz. O da isterdi onunla elele atlatmayı ama onu da o kör uçuruma atamazdı. O bile bilmiyordu yolun sonunu. Şimdi onu görünce, o soğuk, hissiz bakışlarını görünce kalbi acıdı. Bekliyor olsa acımıştı işte.
“Merhaba Selim. İyiyim teşekkür ederim. Sen nasılsın? Burada olacağını bilmiyordum,” derken Beste’ye ters ters baktı. “Kimse söylemedi bana.”
Beste en tatlı halini yaydı yüzüne “Ya sürpriz oldu... Bana da... Ne iyi oldu değil mi? Tesadüf işte. Buraya tatile gelmiş arkadaşları ile. Kafeye de kahve içmeye gelmişler, yani zaten başka neden geleceklerdi ki, değil mi ama? Öyle karşılaştık. Çınar’ın da doğum günü olunca illa kal diye ısrar etmesem de kaldı işte.” Kesinlikle sevimliydi.
“Ya ne hoş.” Etrafına bakındı, “Nerede benim prensim bakayım? Halası ona neler aldı neler. Kusura bakma annesi tüm hediyeler paşama.”
“Gezmeye gitmiş tabi oraya, o alışveriş merkezi senin bu alışveriş merkezi benim geze geze durmuştur mübarek,” diye homurdandı Selim.
O sırada içeriden paytak paytak yürüyüp elinde patlamış balonları tutan Çınar yüzü asık bir şekilde çıktı. “Anni, paytladı. Delim paytladı,“ dedi Selim’i göstererek.
“Ah annecim. Selim mi patlattı hepsini? Pis Selim, Ted Selim.”
“Lan, bu yaşta mı başladın ispiyonlamaya? Ayrıca onlar patlak, hepsi! Çürükler!” diye sinirle bağırdı. Ama siniri kimeydi o muammaydı.
“Pis Delim.”
“Sensin pis, hem de en gıcık ve serseri pissin,” deyip kucağına alıp onu döndürdü. Çınar kahkaha atarken, Rüya onları izliyordu. Gözlerinden akan yaşlarla... Bunun için gitmişti işte, bunun için terk etmişti, şimdi bu gerçek tokat gibi yüzüne çarpıyor ve ‘O adamdan uzak dur!’ diye bas bas bağırıyordu. Selim’e hiçbir zaman veremeyeceği mutluluk için gitmişti, o mutluluğu başkasıyla yaşasın diye gitmişti. Rüya onun için ondan vazgeçmişti.
Başını başka yana çevirip, gözyaşlarını sildi ve Çınar’a kollarını açtı. “Halacım, bana sarılmak yok mu?” çocuk yine paytak adımlarla geldi yanına. Tanımaya çalışır gibi baktı. Sonra Rüya kucağına alıp, sarıldı. “Ben küçük, minnak, tatlı hala.”
“Ala.”
“Eh o da olur şimdilik.” Sanki özlemini içer gibi, ona bulaşmış Selim’in kokusunu içene hapseder gibi sarılıyordu o küçük bedene. Selim’e sarılır gibi...
Selim ile Rüya doğum günü boyunca kaçamak bakışlarla birbirlerini izlediler. Parti bittiğinde Selim, Berzan ve Destan otellerine giderken, Rüya hemen üst katta olan Beste’nin evine geçti.
Uykuya dalan Çınar’ı yatağına yatıran Beste odaya geçtiğinde Rüya kahve yapıp, balkondaki rahat minderlere kendini atmıştı.
“Neden onun geleceğini söylemedin bana?” diye aniden konuya girmişti, Beste’nin yüzüne bakmıyordu. Gökyüzünü izliyordu. Canı yanmıştı, ona sarılamadığı için, bir daha kavuşamayacağı için...
“Rüya inan planlı bir şey değildi. Hem iyileştin artık bitti. Neden yeniden...”
“Saçmalama Beste. Adamın bana bakışları Sibirya’dan daha soğuk. Fark etmedin mi? Eksi ellilerde resmen. Üstelik ben...” -Ona asla yetemem artık. “Yani kendimi affettiremem.”
“Abartma. Sadece kızgın,” deyip vurgulu bir ses tonuyla ekledi, “Doğal olarak! “
“Tamam haksız demiyorum. Ama artık biz olamayız. Olmaz...”
“Neden?”
Dayanamadı ve içindeki o korkunç acıyı ilk kez sesli bir şekilde kustu, “Lanet olsun Beste. Benim bir daha çocuğum olmayacak!”
“Engel değil.”
“Engel Beste.” Gözündeki yaşı sildi. “Ben mutlu muyum sanıyorsun? Bugün ona koşup sarılmamak için nasıl çaba sarf ettim bilemezsin. Anlayamazsın o acıyı.”
“O seni hala seviyor Rüya. Sadece gidişine kızgın ve aklınca seni unutmak için, seni cezalandırmak için hayatına devam etmeye çalışmış. Ama beceremediği o kadar belli ki...”
Rüya konuyu değiştirmek için hemen topu kızın üstüne attı, “Peki ya sen, abime ne zaman söyleyeceksin? Gelmedi mi şu bana dediğin doğru zaman? Çınar büyüyor...” eğilip, ekledi “Babasız. Sence de bu çok acımasızca değil mi?”
“Bilmem,” deyip o da gökyüzüne baktı. Gelmiş miydi o zaman? Dönse... Karşısına geçse, en azından Çınar babasını tanısa... “Biliyor musun Rüya, gelseydi her şey hallolurdu. Bir kere gelseydi.”
O dakikada kafenin önünde durup, yan tarafa park eden araba, yavaşça farlarını söndürdü. Sonra şoför kapısı açıldı, genç adam arabadan inip kafeye bakarken pis pis sırıtıyordu, “Bakalım beni görünce ne yapacaksın küçük kahveci kaçak!”
???
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.12k Okunma |
518 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |