
Gelecek acıları bilirsin,
Ya da gelmeyecek mutluluğu...
Beklemediğin günlerin de geleceğini bilirsin
Ya da istemediğin yalnızlığın...
Ama sen...
Sen beklenmiyordun peri kızı...
Seni beklemek ne demekti ben bilmiyordum...
Ama geldin,
Bana rağmen geldin...
Bana da bir tek ‘Hoşgeldin’ demek düştü...
-*-
Adam siteye girdiğinde saat gece yarısını geçiyordu. İş yerinden çıkınca eve gelmeyi istememişti. Biraz dolaştı, kafasında dolanan ‘evlilik’ düşüncesini tarttı, ne yapacağını kestiremeyince çareyi bara gidip, içmekte buldu. İçkisini yudumlarken Beste’nin yakıcı gözlerini düşündü, sözlerini, tenini, sıcaklığını ve yüreğine taht kuran aşkı...
Sonra ona söylediği yalanlar aklına bir bir geldi. Şimdi nasıl hiçbir şey olmamış gibi onunla devam edecekti. Dahası evlenecekti. Evliliğe zaten sıcak bakan biri değildi. Tamam Beste’yi seviyordu, hayatında istiyordu. Ama evlilik sanki onu boğan bir urgan gibiydi. Özgürlüğü elinden alınacaktı. Sonuçta karşısındaki karısı olarak daha fazla hakka sahip olacaktı üstünde ve bu haklar git gide aralarında uçurumlara sebep olacaktı. Bir de çocuk meselesi vardı. Çocuk en son istediği şeydi Rüzgar’ın. Belki bir on sene sonra olabilirdi. Ama şimdi Beste’yi kimseyle paylaşmak, dahası o yasaklı aylara, isteksiz sevişmelere hazır değildi.
Hem şuan zaten evli gibiydiler. Açıkçası ilişkilerindeki bu özgürlüğü de seviyordu. Bunda Beste’nin kimsesi olmamasının etkisi de vardı. Kimseye hesap vermek zorunda olmamak iyiydi. Ama şimdi Beste’nin bir abisi, daha da kötüsü koca bir aşiret olan ailesi ortaya çıkmıştı. Ve onunla evlenmezse Beste’yi alıp götürecekti.
Başını kaldırıp, son kattaki dairelerine baktı. Işıklar yanmıyordu. Bu iyiydi. Demek onu beklememiş uyumuştu. Tamam, iyiydi de neden bu canını sıkmıştı. Onu beklemesini, merak etmesini istiyordu. Dün ilk kez birlikte olmalarına rağmen kadınlığını adama cömertçe sunmuş, istekleri karşısında bir kere bile mızıldanmamıştı. Şimdi yeniden o bedeni istiyordu. Uyumuşsa da uyandırırdı. Bencildi evet. Hem şu evlilik işini bir geceliğine unutsa ne olurdu ki?
Asansör kendi katlarında durduğunda tembel adımlarla kapının önüne geldi. Bir süre öylece bekledi. Sonra yavaşça açtı kapıyı ve direkt kendi odasına gittiğinde Beste’nin onun odasındaki koltukta uyuya kaldığını görünce içi buruldu. Kendine küfretti. Ne kadar da rahatsızdı uyurken. Yanına gitti, saçlarını okşadı. Ondan ayrılmasına imkan yoktu. Özlerdi. Deli gibi özlerdi. İçi ezildi. Dişlerini sıktı.
“Evleneceğiz minik cadı. Seni asla bırakmam!” diye mırıldandı. Evlilikse evlilik. Ona bakınca bu hiç de korkutucu gelmemişti. Hem Beste bir imzayla değişecek bir kız değildi. Ömür boyu bir tek onu istiyordu zaten, başka hiç kimse umurunda değildi.
Kız yumuşak okşayışlarla gözlerini araladı. Demin duyduğu şeyin önce rüya olduğunu sandı. Ama Rüzgar’ı görünce şaşırdı. Gerçek miydi?
“Ne dedin sen?“ diye buğulu gözlerle adama baktı.
Adam kızın dudaklarını öptü, sonra da elleri ile yüzünü avuçlayıp, yüzüne bakarken içinden gelen dürtü ile gülümsedi. Saçlarına burnunu değdirip, içten bir sesle, “Evlen benimle Beste’m, dedim. Evlenelim mi?”
Beste gülümsedi. Gerçekten bunu mu istiyordu? Gerçekten evlenmek mi istiyordu onunla? Yanlış anlamış olamazdı değil mi? Yüreği yerinden çıkacaktı. Öyle hızla atıyordu ki, ölmek üzere olduğunu sandı.
“Rüzgar...” dedi inanamayarak. “Gerçekten evlenmek mi istiyorsun? “ diye sordu tekrardan.
Rüzgar homurdandı. “Evet veya Hayır demen lazım küçük cadı. Bir cevap ver artık!”
“Ama yemek yapamıyorum.”
“Ben yapıyorum. Değişen bir şey olacağını sanmam,” dedi yüzünü buruşturarak ve bıkkın bir şekilde yeniledi cümlesini, “Best of Rüzgar cevap ver artık!”
Beste kahkaha atarak boynuna atladı. “Evet tabiki. Elbette evlenirim seninle,” diye adamın boynuna öpücükler kondurdu.
Rüzgar onu kendinden uzaklaştırdı ve dudaklarına yapıştı. O an dünya dönmeyi, Rüzgar nefes almayı, Beste ise dertlerini unutmuştu. O an odadaki tek ses nefeslerinin sesiydi, bedenlerindeki ateşti akıllarını da kalplerini de yöneten.
*
Sabah uyandıklarında adam yanında çıplak yatan kadına baktı. Başı çok ağrıyordu. Dün gece bu kadar içmeyecekti. Sonra aklına bir bir geldi olanlar, sorulan soru, verilen cevap... “Siktir,” diye küfretti sessiz bir şekilde. Resmen evlenme teklif etmişti, bir de bu fikri nedensizce sevmişti. Bir daha bu kadar içmeyecekti. Kesin, net!
Geri de dönemezdi. Hem dönüp ne yapacaktı, abisinin onu almasına izin mi verecekti? Asla, diye geçirdi içinden. Ölürdü de vermezdi onu kimseye. Beste sadece bedenine değil, aklına, ruhuna ve kalbine de hakimdi artık ve yalnızca onundu.
Yanındaki kıpırdanmayı hissetti. Beste’nin gözleri mutlulukla ona bakıyordu. “Günaydın,” dedi adam düşüncelerinden dolayı donuk bir sesle.
“Günaydın. Eee?“ dedi genç kız muzur bir gülüşle.
Adam gözlerini kısıp kadınına baktı. “Ne eee’si? “
Kadın çıplak olmasına aldırmadan yatakta doğruldu ve ellerini beline koydu. “Kuru bir şekilde evlenme teklifini kabul ettim ama yüzüğümü istiyorum beyefendi. Hem de bugün,“ diye cırladı.
Rüzgar “Yüzük mü? Saçma!“ dedi. “Asla yüzük almam da takmam da ufaklık. Aklından bile geçirme, benim de aklıma hiç sokma öyle şeyleri. Kaçıncı yüz yıldayız Allah aşkına? Hem yüzük...” derken yüzünü buruşturdu, “Bence gereksiz bir kelepçe görevi görüyor. Biz gönülden bağlıyız ne de olsa değil mi? Öyle sembollere ihtiyacımız yok-”
İKİ SAAT SONRA...
“Bu nasıl Rüzgar?” dedi sağ elini havaya kaldırıp, yüzüğü adama göstererek.
Rüzgar gözlerini kıstı, “Sanki bu daha mı güzeldi Beste’m. Bak,” derken çiçekli bir pırlantayı ona uzattı, “Çok zarif ve oldukça kocaman. Herkes görür.”
“Hee,” dedi kız adama ters ters bakarak. “Milletin gözüne sokmaya gerek yok sevgilim. Ben kibar ve naif bir yüzük istiyorum.”
“Allah Allah, alıyorsak milletin gözüne de sokarım ben. Okulda da herkes bilir nişanlı olduğunu. Şunu alıyoruz,” diyerek adama uzattı.
“Hayır bunu alıyoruz. Sana da şu sade alyansı beğendim.”
“Benimki neden düz düz,” dedi alyansı eline alarak.
“Taşlı tuşlu mu olacaktı Rüzgar bey? Ay senin de bir bo-yani halttan anladığın yok aşkım.”
Rüzgar ofladı ve “Çiçekli alınacak Beste’m. Konu kapandı,” dedi ve adama ödemeyi yapıp, oradan ayrıldılar.
Galiba gerçekten de evleniyorlardı...
***
Adam yine kızın kapısının önündeydi. Neredeyse iki hafta olmuştu. Ama ne kızı görmüştü, ne de onunla ilgili bir şey öğrenmişti. Telefonları da kapalıydı. Delirmek üzereydi. Sözleşmişler gibi kimse de ondan bahsetmiyor, soruları ya geri püskürtülüyor, ya da cevaplar geçiştiriliyordu: ‘İyi değil’ , ‘yalnız kalmaya ihtiyacı var’ ...
Ama kimsenin Selim’i anladığı yoktu. Onun Rüya’ya ihtiyacı vardı. Onun gözlerine, onun dokunuşlarına ihtiyacı vardı. Neden herkes kaybı bir tek Rüya’nın yaşadığını düşünüyordu. O da bebeğini kaybetmişti. O da acı çekiyordu. Sadece Rüya değildi canı yanan. Ama Rüya da dahil herkes öyle davranıyordu. Oysa adam bebeğini kaybetmiş, üstüne de sanki Rüya da ellerinin arasından kayıp gidiyormuş gibi hissediyordu. Ama buna izin veremezdi. Başka yolu yoktu, zorbalıkla da olsa onunla bugün konuşacak, en azından neden görüşmediğini öğrenecekti.
Arabadan indi ve büyük demir kapıya ilerledi. Kapıdaki korumalar onu tanıdığı için arama gereği duymadan Selim’i içeri aldılar. Ahşap kapıya gelip zili çaldığında yüreğinde garip bir his vardı. Bunu Rüya’yı görecek olmasına yorsa da bu his hiç hoşuna gitmedi. Kapıya evdeki yardımcılardan biri çıktı.
“Hoşgeldiniz Selim bey,” dedi güler yüzlü kadın.
“Hoşbuldum Feride Sultan. Feray teyze yada Uğur amca evde mi?” diye sorarken gözleri etrafta geziniyorlar.
“Feray hanım yoklar ama Uğur bey salonda,” dedi kadın.
Selim hızlı adımlarla içeri girdi. Yukarı çıkan merdivenlere baktı. Sevdiği kadın bu merdivenlerin sonundaydı. Birazdan bu özlemi son bulacak ve ona kavuşacaktı.
Uğur bey adamın sesini duyar duymaz salonun kapısına doğru gelmiş, gülümsemişti, “Hoşgeldin Selim oğlum.”
“Hoşbulduk Uğur amca. Nasılsınız?” Feray hanım da Uğur bey de sınıf takıntısı yüksek insanlardı. Ama Selim gayet tanınmış bir aileden geliyordu. O yüzden ona karşı her zaman sıcaklardı.
“İyiyim evladım. Sen nasılsın? Annenler nasıl?”
“İyiler teşekkür ederim.” sonra adam yana çekildi, “Gelsene oğlum,” dedi. Birlikte salona geçtiler ve pencere kenarındaki koltuklara oturdular.
Uğur bey “Selim oğlum bu gelişini neye borçluyuz?” diye sordu.
Selim onun sıkıntılı halini fark etmişti, o yüzden lafı uzatmamıştı, “Aslında Rüya’yı merak ettim. Hastahaneden sonra göremedim. Gerçi Rüzgar’dan haberlerini alıyorum ama yine de kendim görmek istedim.”
Adamın şaşkın ifadesi gözünden kaçmadı. Ama Uğur beyin şaşkınlığı başkaydı.
“Tabii ki oğlum. O senin de kardeşin sonuçta ama Rüzgar sana söylemedi mi?”
Selim ‘kardeşin’ lafına dişlerini sıktı, ama şimdilik susması gerektiğini biliyordu. Önce Rüya ile konuşması gerekiyordu. “Neyi söylemedi mi?”
Adam sakallarını sıvazladı. “Rüya yurtdışına gitti.”
Selim’in duydukları ile dünyası durdu, önce kelimeleri beyninde birleştirdi, şimşek çakması gibiydi her kelime. ‘Rüya yurtdışına gitti’ ve bu üç kelime ile kafasında bir sürü sorular dolaştı, 'ne zaman?’ ‘nereye?’ ‘neden?’ ne zaman dönecek?’ en en önemlisi onun neden haberi yoktu.
Ve daha da acısı neyin artık önemi kalmıştı ki, Rüya gitmişti. Üstelik ona bir şey demeden. Bir veda ya da bir telefon etmeden. Selim yaşadığı kızgınlık, öfke ve hayretle yerinden kalktı ve sadece “Teşekkür ederim. Rahatsız ettim Uğur amca. Görüşürüz,” diye bir şeyler mırıldandı ve hızlıca evi terk etti. Nefes alması gerekiyordu. Dışarı çıktığında kapıyı kapatıp, sırtını dayadı. Serin havayı içine çekti. Kravatını gevşetip, gömleğinin düğmelerini açtı. Gitmişti. Sevdiği kadın, onun kadını gitmişti. Arabasına bindi, gazı köklerken gideceği yer, bunun hesabını soracağı kişi belliydi. Dostu dediği kişiye gidecekti.
***
Rüzgar bir haftadır yaşadığı şaşkınlık ve mutlulukla karışık bir güne daha başlamanın verdiği telaşla iş yerine geldi. Beste’ye günlük olağan öpücüğünden daha derin bir öpücük verirken her sabah olduğu gibi bütün gözler onların üstünde ve bütün dedikoduların tek malzemesi onlardı. Bunların kimisi tatlı, ama çoğunluğu onları çekemeyenlerin dedikodusuydu.
Beste etraftaki kızlara bakıp, saçını savurarak yerine otururken, Rüzgar da yanından ayrılıp odasına girdi. Aradan on dakika geçmemişti ki kapı sert bir şekilde açıldı. Selim bir boğayı andıran sinirle ona bakıyordu. Oysa Rüzgar’ın üstünde kırmızı olabilecek tek bir nokta yoktu. O zaman bir tek şeye bu kadar sinirli olabilirdi ve Rüzgar zaten bunu bekliyordu.
Öğrenmişti...
Yanılmadı da...
“Rüya nerde?”
“Hoşgeldin Selim-”
“Siktirtme lan bana hoşuna da gelişine de! Rüya nerede?” diye bu sefer tüm gücüyle bağırdı.
“Önce bir sakin olsak mı?”
“Sakin falan olamam geri zekalı herif. Rüya nerede hemen söyle! Yoksa birazdan o estetik görünümlü burnuna veda edeceksin.” Yüreği korkuyla atıyor, içindeki o korkuda onu şiddete yönlendiriyordu. Şuan burayı da bu dünyayı da yerle bir edebilirdi. Hatta bu adamı da altında bırakabilirdi o enkazın altında.
“Gitti. Gitmesi gerekiyordu. Bak biraz yalnız kalmaya, olanları düşünmeye ihtiyacı vardı”-
“Bana masal okuma Rüzgar Soylu!” dedi adamın sözünü keserek. Acı, öfke... Hepsi karmakarışıktı içinde. “O benim ve benim olanı istiyorum. Gittiğini öğrendim. Lafı uzatma ve nereye gittiğini söyle. Hemde hemen!”
“Bende bilmiyorum. Kimseye söylemedi. Ama içini rahatlatacaksa söyleyim. Annem yanında. Merak etme, iyi olacak ve dönecek-”
“Merak etme mi? Dönecek öyle mi seni ahmak budala herif? Senin elinden Beste’yi alsalar sen ne yaparsın ha? Merak etmez misin? Öylece oturup, dönmesini bekleyebilir misin? Yapamayacağın şeyleri benden isteme!”
“Selim ona biraz zaman ver. Kimse senin elinden onu almadı. O gitmek istedi. Gitmek zorundaydı. Lütfen anla ve saygı göster.”
“Seni de o Poyraz’ı da...” dedi dudakları titrerken. “Rüya’yı da asla affetmeyeceğim. Siz benim dostumdunuz, o ise her şeyim, her şeyimi elimden aldınız.”
Sözlerini üç el silah sesi kesti. Rüzgar ve Selim aynı anda sanki görebileceklermiş gibi kapının tarafına baktılar. Rüzgar silik bir sesle “Beste!” diyebildi sadece. İkisi aynı anda dışarı çıkmışlardı.
İnsanların koşturmaları, çığlıkları birbirine karışmıştı. Uzun bir zaman gibi gelen adımların sonunda Rüzgar Beste’nin odasına yetişti.
“BESTEE!“ diye bağırıp onu arıyordu. “Beste!” etrafında döndü, “Lanet olsun neredesin Beste?”
Rüzgar koridora çıktığı sırada güvenlik görevlileri geldi. “Rüzgar bey silahlı üç dört adam Beste hanımı da alıp uzaklaştılar.” adam hem mahcup hem telaşlı haliyle olayı anlatıyordu fakat geri kalan cümleleri Rüzgar duymadı.
Selim’e döndü... Selim de şaşkındı. Hemen telefonla birilerini aramaya koyulmuş, ama Rüzgar kimi aradığını, ne dediğini hiç anlamıyor, tüm öfkesini ve acısını karşısında duran güvenlik görevlilerine yöneltmişti.
“Siz ne işe yarıyorsunuz Allah’ın cezaları? Kızı aldıklarında siz ne bok yiyordunuz? Bir kaç adam gelip benim nişanlımı buradan alıp gidebiliyor ve siz hiçbir halt yapamıyorsunuz öyle mi?“ diye tüm acısı ve öfkesiyle bağırdı.
“Rüzgar bey bize ‘Berzan Moran’ ismini verdiler. Beste hanımla görüşmek istediklerini söylediler. Bizde aradık. Beste hanım da kabul etti. Sonra aşağı indiklerinde Beste hanımın tuhaf hali dikkatimizi çekti. ‘Bir sorun mu var?’ diye sormamıza kalmadan Fikret adamın silahını fark etmiş. Beste hanımın sırtına dayamış, kamufle etmişti. Silahını çıkarmasıyla, adamın onlara ateş etmesi bir oldu.”
“Beste nasıl? Vuruldu mu?” diye sordu çaresiz ve tükenmiş bir sesle.
“Hayır efendim. Beste hanım iyi. Siyah bir minibüsle gittiler. Fikret yaralandı. Şimdi hastahaneye götürdüler onu.”
“Ahmaklar. Hepiniz beceriksizin tekisiniz. Ve Beste’yi sağ salim bulmam için dua edin. O zaman sadece işinizden olursunuz. Eğer onun saçının teline zarar gelirse işte o zaman hepiniz ölürsünüz.” Sözlerini bitirip, odasına geçti. Kasayı açıp, silahını aldı ve Selim’in şaşkın bakışları arasında asansöre yöneldi. Selim de peşinden gitti.
“Rüzgar sakin ol, ben polisleri ara-”
“Kes Selim!” Telefonunu çıkarıp, rehberden aradığı kişiyi buldu ve arama düğmesine bastı. Bir kaç çalıştan sonra telefon açıldı ve adam konuşmadan Rüzgar “Neredesin?“ diye sordu.
“Otelde. Ne oldu?”
“İstanbul da mısın hala?”
“Evet de...” adamın sesi titremişti.
“Hemen buluşmamız lazım. Konum atıyorum. Acil!”
O sırada Selim Poyraz, Çağatay ve Çağan’a haber veriyordu.
Yaklaşık yarım saat sonra herkes Rüzgar’ın bahsettiği yere gelmişti.
“Ne oldu Rüzgar? Bir sorun mu var?” diye sordu Berzan telaşla. Buraya yetişene kadar ömründen ömür gitmişti.
“Senin şu küçük gelin. Galiba Beste’nin yaşadığını öğrenmiş. Beste’yi kaçırdılar ve lanet olsun ki nerede olduğuna dair en ufak bir ipucu ya da bir fikrim yok.”
Berzan dahil hepsinin kanı dondu. Berzan yanda duran masayı sinirle kaldırıp, attı.
“Nasıl ya nasıl? Ben sana emanet etmiştim onu. Koruyacaktın Rüzgar. Ne demek Beste’yi kaçırdılar, onu nasıl koruyamazsın! Sen... Sen nasıl...”
“Berzan şimdi o küçük gelinini ara ve sevgilimin yerini sana söylesin! Yoksa ben çok güzel konuşturmasını bilirim.”
Herkes Berzan’ın kim olduğunu merak etse de kimse sorma gereği duymadı. Berzan eline telefonu aldı ve ilk çıkan ismi tuşladı.
“Beste nerede?” diye öfkesini kusar gibi gürledi. Karşıdaki kadının sessizliği Berzan’ı çileden çıkardı. “Sana diyorum Destan! Allah kahretsin Beste nerede Allah’ın cezası, Beste’m nerede?”
“Bilmiyorum,” dedi cılız sesi ile.
“Yemin ederim seni öldüreceğim. Eğer onun saçının teline senin yüzünden zarar gelsin, bütün aileni ve seni yok ederim Destan. Aşkından gebersem de bunu yaparım,“ deyip sustu. Son söylediği kelime ikisinin de şaşırmasına neden olmuştu.
Ama bir anlık bir şaşkınlıktı ve Destan hemen kendini toplamış, savunmaya geçmişti. “Ben söylemedim. Evet yaşadığından şüphelendiğimi abime söyledim. Ama yemin ederim başka bir şey söylemedim. İstanbul’a son gidişinde seni takip ettirmiş olmalı. Büyük ihtimalle Boran’a yaptırmıştır. Başka da bir şey bilmiyorum Berzan yemin ederim,” dedi ve Berzan bir şey söylemeden telefonu kızın yüzüne kapattı. Bir şey bilmiyor. Aslında kendisinin bir fikri vardı ama onları karıştırmak istemiyordu. Ne de olsa bu onun davasıydı. Ve o iti bulunca hemen öldürmeyip, etlerini lime lime edecekti. Ama bunun uzun zaman alacağını elbette biliyordu. Emin olduğu tek şey Ferman’ın Beste’ye bir şey yapmayacağıydı. Ama onu çok ama çok iyi saklayacağını adı gibi biliyordu.
Ve öyle de olmuştu...
AYLAR SONRA...
Bahar mı gelmişti? Çiçek kokuları burnuna gerçekten geliyor muydu, yoksa yine hayal mi görüyordu. Genç kız gözünü yine aynı yerde açtı. Aylardır bu sözde ev denilen ama kendisini hapishanede hissettiği yerde buldu. Hayır bu çiçek kokusu değildi, bahar gelmişti evet, ama kendisi hala ayazın içindeydi. Ferman onu aylardır buraya tıkmıştı ve ne kendisi geliyordu ne de tanıdığı her hangi biri vardı etrafında. Korkuyordu. İliklerine kadar korkuyordu. Rüzgar’ı özlemişti. Ama geçmişini bilmediği için onu bulması imkansızdı. Tek umudu abisiydi.
Rüzgar...
Gülümsedi...
Acaba ne yapıyordu bunca zaman? Onu arıyor muydu? Yoksa hayatına devam mı ediyordu? Belki de umudunu kaybetmişti. Ya abisi? O da umudunu kaybetmiş, aramaktan vaz mı geçmişti onu? Neden bunca zaman bulamamışlardı onu.
“Yardım edin...” diye cılız bir sesle kapıdakilere seslendi. Kapı açılıp, yine o sarışın genç gelince “Su...” dedi.
Genç çocuk dışarıdan küçük bir şişe su getirip, kıza verdi ve yeniden dışarı çıktı. Bir yandan kadına içi parçalanıyor, bir yandan da patronundan deli gibi korkuyordu. O yüzden de elinden geldiğince burada ona kendi göz kulak oluyor, en azından bir şeyler istediğinde hemen yardımcı oluyordu.
*
Berzan İstanbul-Mardin arası mekik dokuyor, ama bir türlü kardeşinin izine ulaşamıyordu. Ferman’ın da izini kaybetmişti. Destan’ı öldürmekle tehdit etse bile ortaya çıkmamış, kardeşi umurunda olmamıştı. Yine İstanbul’da bilgisayar başında Berat’la araştırma yapıyorlardı. Kamera kayıtlarından bir şey çıkmamıştı. Bir yerden sonra kameranın olmadığı bir yolda muhtemelen arabayı değiştirmişlerdi.
Telefonunun çaldığını, arayanın da Destan olduğunu görünce duygusuz bir ifade ile açtı, “Efendim. “
“Beste’nin yerini öğrendim.” Duyduğu bu üç kelime ile nefesini tekrar kazanmış gibi hisseden Berzan hızla ayağa kalktı.
“Nerede?”
“Hatay. Hatay’da.” Ve adresi verdi adama. Berzan hiçbir şey demeden kapattı. Hatay’daydı. Hiç ummadığı bir şehirde. Hızla dışarı çıktı. Gülerek arabasına koşar adım gitti. Tam şoför koltuğuna oturmuştu ki yan kapı ve arka kapılar açılıp, içeri adamlar doluştu.
“Bu zevki sana tek başına yaşatacağımı mı sandın Berzan Moran? Yoksa gerçekten vazgeçtiğimi mi düşündün?”
???
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.12k Okunma |
518 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |