Yeni Üyelik
18.
Bölüm

Hazan Vakti| 17

@mutlusonsuz222

🖇️Herkese merhabalar, nasılsınız

🖇️Umarım bölümümüzü beğenerek okursunuz. Keyifli okumalar dilerim..💖

🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın..🙏

17.Bölüm

Yazarın anlatımından,

Alparslan elindeki çay bardağını dudaklarına götürerek bir yudum içti çayından. Ortada hoş bir sohbet dönüyordu ama Alparslan zihnini pek veremiyordu onlara. Aklı biraz önce aşağı inen kızda kalmıştı. Yalnızca aklı da değil kalbi de onunla birlikteydi. Kolundaki saate bakarak kızın aşağı inmesinin üzerinden 15 dakikadan fazla bir süre geçtiğini gördü. Elindeki çay bardağını masaya bırakarak oturduğu yerden ayaklandı. Şimdiye kadar gelmiş olması gerekiyordu ama belki işi uzamıştır diye düşündü Alparslan.

Fırat ve Murat'ın bakışları ona kaydığında eliyle bir şey yok manasında işaret verdi. Ardından seri adımlarla merdivenlerden inerek kapıdan dışarıya çıktı. Kapıda Hazan'ı görmeyi beklerken karşılaştığı koca bir boşlukla kaşları hafiften çatıldı. Kalbinde bir sancı oluştu. Kıza kapıdan uzaklaşmamasını söylemişti ama inatçı keçi yine kendi bildiğini yapmıştı belli ki. Alparslan kapıdan birkaç adım uzaklaşarak kızın gidebileceği yerlere baktı ama hiçbir yerde yoktu.

Onu bulamamanın verdiği sıkıntıyla derin bir nefes aldı Alparslan. Cep telefonunu çıkartarak Hazan'ın numarasını tuşladığında telefon bir süre çaldı ama açan olmadı. Alparslan tekrar tekrar numarayı aradı ama yine sonuç aynıydı. Koşar adımlarla çadıra doğru ilerledi. Belki de buraya gelmiştir Hazan diye düşündü. Ama hayır burada da yoktu.

Telefonunu tekrar çıkartıp numarayı tuşladığında artık telefon kapanmıştı ve telesekreterin sesi duyuluyordu. "Aradığınız numaraya şuan da ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyin."

Alparslan'ın kalbine bir sıkıntı düştü. Elini kalbine doğru bastırarak mırıldandı. "Allah'ım ne olursun düşündüğüm şey olmasın."

Telefonundan Fırat'ın numarasını tuşladı ancak telefon çekmediği için telsizini çıkartarak konuştu. "Tim derhal toplanın. Dışarıda sizi bekliyorum." dedi panik olmuş bir biçimde.

Alparslan çadırdan çıkarak tekrar evin önüne doğru ilerledi koşar adımlarla. Yoktu hiçbir yerde yoktu Hazan. Yürüdüğü her yerde gözleri sevdiği kadını aramıştı ama yoktu. Gözleri o çok sevdiği kahvelerle buluşmamıştı. Buluşamamıştı.

"Komutanım ne oldu?" diyerek kapıdan çıkan Fırat'a doğru baktı Alparslan. "Hazan yok." Telaşla söylediği şeyle birlikte bu sefer Murat konuştu. "Nasıl yok?"

"Telefonla konuşacağım dedi, kapının önüne çıktı. 15 dakika oldu çıkalı. Ama yok hiçbir yerde yok. Telefonu kapalı, ne çadırda ne de hiçbir yerde yok." Telaşlı telaşlı anlatmaya devam ederken Barış konuştu. "Komutanım sakin olun, buluruz. Belki buralardadır." dediğinde Alparslan başını iki yana salladı. "Yok, eğer hastaya falan gitseydi mutlaka haber verirdi bana." dedi düşünceli bir sesle.

Elini yüzüne götürerek sıvazladı. Aklı durmuştu neredeyse. Hiçbir zaman kendini kaybetmeyen, olaylara anında müdahale eden adam Kıdemli üsteğmen Alparslan Türkoğlu gitmiş, yerine duygularıyla hareket eden, mantığını devre dışı bırakmış Alparslan gelmişti. Sakin olamıyordu. Kalbi Hazan'a bir şey olacak düşüncesiyle sıkışıyordu.

"Kesin başına bir şey geldi." diye mırıldandı Alparslan. Korka korka söylediği bu cümleden sonra Kadir konuştu. "Nasıl kaşla göz arasında kaçırdılar kızı? Kapıya kadar gelemezler, doktor hanımı ayaklarına çekmeleri lazım." diye tahminde bulunan Kadir'e karşılık Alparslan acıyla güldü. Kandırmaları kolaydı. Hastamız var gelmeniz gerek deseler Hazan koşa koşa giderdi hiç çekinmeden. Ama haber de verirdi. Bu zamana kadar kendi kafasına göre bir şey yapmamıştı ki Hazan.

Alparslan yere doğru çökerek gözlerini kapattı. Ellerini uzamaya başlayan saçlarının arasından geçirdi. Aklını toparlaması gerekiyordu. Böyle hiçbir şey yapmadan bekleyemezdi. Çaresizce beklemek onun lügatinde yoktu. Sevdiği kadını kurtarması gerekiyordu. Bir süre düşünerek yerde durmaya devam etti. Ardından konuşmaya başladı.

"Tahir, Kerim ve Akif siz konvoyla birlikte geri dönüyorsunuz. Biz de burayı didik didik edeceğiz." diyerek oturduğu yerden kalktı Alparslan. Ardından Fırat'a döndü. "Hazan'ın numarasını istihbaratla paylaş yer tespiti yapılsın. Ne olursa olsun bulacağız onu." Timden onaylayan sesler çıktığında Alparslan telefonunu çıkartarak Harun Yarbay'ı aramaya koyuldu. Onun da bilgisi dahilinde Hazan'ı arayacaklardı.

Komutanıyla konuşup gerekli bilgileri verdikten sonra onayını almıştı. Artık resmi olarak Hazan'ı arayabilirlerdi. Teçhizat durumları da yeterliydi. Buraya gelirken olabilecek her şeye hazırlıklı gelmişlerdi. O yüzden fazladan eşyaları vardı.

Konvoyla birlikte dönecek olan görevliler bir bir evden dışarı çıkarken Buse, Hazan'ı göremeyince merakla etrafına bakındı. Alparslan'ın yanına ilerlerken içinde büyük bir merak vardı. "Komutanım Hazan nerede?" Alparslan duyduğu sözle yutkundu. "Hiçbir şekilde ulaşamıyoruz ama bulacağız."

"Nasıl ulaşamıyoruz?" dedi Buse şaşkınca. Dili sormaya varmasa da zorla konuştu. "Kaçırıldı mı yani?" Alparslan hiçbir şey söylemeden Buse'ye bakarken Fırat yanlarına doğru yaklaştı. Arkadaşının ne kadar zorlandığını gözleriyle görebiliyordu. O yüzden Buse'nin onun üzerine gitmesine izin veremezdi. "Şuan bundan şüpheleniliyor. Siz arkadaşlarla birlikte hastaneye geri dönün. Biz Hazan'ı bulacağız."

Fırat, Buse'ye tane tane durumu anlatırken Alparslan onlardan uzaklaştı. Kız gülerek şuradan gelse, sizi kandırdım dese hiç gıkı çıkmaz öylece ona sarılırdı. Ama yoktu. "Bulacağım seni Hazan, ne olursa olsun bulacağım." diyerek içinden hem kendisine hem de Hazan'a bir söz verdi.

◔◔◔

Hazan Eraslan'ın anlatımından,

Bilincim yavaş yavaş yerine gelirken gözlerimi araladım. Ancak gördüğüm manzara yalnızca koca bir karanlıktı. Gözlerimi bağlamış olmalılardı. Burnumdan nefes vererek ellerimi oynatmaya çalıştığımda ise yine büyük bir hayal kırıklığına uğradım çünkü bağlanmıştı. Ellerimi ve ayaklarımı oynatmaya çalışırken sol tarafımdan gelen sesle dikkat kesildim.

"Doktor hanım uyanmış." diyen adamla ses çıkarmadım ama ellerimdeki iplerden kurtulmak için çırpınmaya devam ettim. "Hiç boşuna çırpınma, kurtulamazsın." diyen adama karşılık bağırdım. "Kimsiniz siz, ne istiyorsunuz benden?"

Birkaç gülme sesi duyduğumda ağırca yutkundum. Biraz önce benimle konuşan adam cevap verdi. "Gidince öğreneceksin, şimdi kes sesini."

Burnumdan nefes vererek hareketlerimi kestim. Korkuyordum. Çok korkuyordum ama onlara bu korkumu belli edemezdim. Kim olduklarını, beni neden kaçırdıklarını bilmemek ise daha da korkutuyordu beni. Önlüğümün cebindeki telefonun zil sesi duyulduğunda irkildim. Sert bir biçimde cebimdeki telefon alındığında biraz önceki adamın sesini duydum.

"Vay vay vay arayan Alparslan Üsteğmen. Kim bilir seni nasıl merak etmiştir ama şansına küssün senin ancak leşine ulaşabilir." dediğinde tüylerim ürperdi. Alparslan beni ne pahasına olursa olsun bulurdu. Bunların eline bırakmazdı. Ben ona güveniyordum.

Arabanın camının sesi açıldığında telefonumu attıklarını anlayarak gözlerimi sıkıca kapattım. Beni bulmaları artık imkânsız hale gelmişti. Arabanın sallanarak gitmesi yolların düzgün olmadığının göstergesiydi. Belli ki beni şehrin dışında bir yerlere götürüyorlardı.

Ne kadar süre geçtiğini anlamadığım bir zamanda araba durdu. Arabanın kapıları açıldığında biri kolumdan tutarak beni çekiştirdi. Arabadan çıkmamak için çırpınırken kulağımın dibindeki adamın bağırmasıyla yüzümü buruşturdum. "Zorluk çıkarma! İn şu arabadan!"

Arabadan zorla indirdiğimde ayaklarım bağlı olmadığı için yanımdaki adamlara tekmeler atmaya çalıştım ancak nafileydi. Kollarımdan o kadar sıkı tutuyorlardı ki eminim moraracaktı. Sürükleyerek bir yerlere götürmeye devam ederlerken bacaklarımda hissettiğim darbelerle gözlerimi kapattım. Daha şimdiden canım acımaya başlamıştı. Kim bilir daha neler yapacaklardı. Düşüncesi bile korkunçtu.

Bir şeyin üzerine oturtulduktan sonra bacaklarımda sıkıca bağlanmıştı. Şimdi elim, kolum, bacağım her şeyim bağlıydı ve ben ne yapacağımı hiç bilmiyordum.

"Getirdiniz mi doktoru?" diye soran farklı bir erkek sesiyle birlikte düşüncelerimden sıyrıldım. "Getirdik başkan." Adım sesleri yanıma doğru yaklaşmaya başladığında tedirgince beklemeye başladım.

Gözümdeki bezi çıkardıkları an gözlerimi yavaşça araladım ve net bir şekilde görebilmek için arka arkaya kırptım. Görüşüm netleştiğinde tam karşımda orta yaşlı, sakallı bir adam belirdi. Adamın suratını gördüğüm an yüzümü hafifçe buruşturarak ağırca yutkundum. Gözlerimi etrafta gezdirmeye başladım. Çokta büyük sayılmayan depo gibi bir yerdeydik. İçeriye tek bir camdan güneş ışığı giriyordu o da aydınlatmaya pek yetmiyordu. Etrafta 5'ten fazla eli silahlı terörist vardı.

Camın tam altında ise derme çatma yatakta yatan bir adam vardı. Bakışlarımı başkan denilen adama çevirerek konuştum. "Ne istiyorsunuz benden?" Başkan yüzüme tip tip bakmaya devam ederken konuştu. "Kör müsün?" dedikten sonra gözüyle karşıda yatan adamı işaret etti. "Oradaki adamı iyileştireceksin!

"İyileştirmezsem?" dedim bakışlarımı yatakta yatan adamdan çekerek. Başkan yürüyerek tam karşıma doğru geldi ve yüzünü bana doğru eğdi. "Bu güzelliğe yazık olur." diyerek bedenimi baştan aşağı süzdü. Yaptığı bu hareketle birlikte bende yüzüne hafifçe yaklaşarak tükürdüm. Başkanın yanında dikilen iki terörist silahı bana doğrulttuğunda başkan yüzündeki tükürüğü sildi.

Ardından hiç beklemediğim bir anda yüzüme tokat yapıştırdı 5 parmağının izinin geçebileceği sertlikte. Yüzüm yana doğru düşerken hissettiğim acıyla gözlerimde dolmuştu ama yılmayacaktım. Onlara korktuğumu belli etmeyecektim. Beni burada öldürseler bile belli etmeyecektim. Daha dudağımdan akan kanın yeni yeni farkına varırken başkan denen adam çenemi sertçe kavrayarak başımı kendine doğru çevirdi.

"Uslu dur yoksa seni şuracıkta gebertirim, leşini kimse bulamaz." dediğinde alayla burnumdan nefes aldım. "Beni böyle korkutacağını düşünüyorsan yanılıyorsun, beni öldürmen bir şey değiştirmez." dedim kararlı bir sesle. Böyle yapmam belki aptallıktı ama eninde sonunda öleceksem onlara boyun eğerek ölmek istemiyordum.

"Sabrımı daha fazla taşırma benim, bu adamı iyi edeceksin." diyerek elini yüzümden çekmeden başımı yatakta yatan adama doğru çevirdi. Ardından elini yüzümden çekti ve başıyla yanında duran adamlara işaret verdi. Adamlar yanıma yaklaşıp elimi ve ayaklarımı çözdüklerinde Başkan kolumdan tutup beni kaldırdı. Ardından da adama doğru hızlıca itekledi. Dengemi sağlayamayarak yere düştüğümde dizlerimin parçalandığına yemin edebilirdim. Çünkü içerisine giren taşları net bir biçimde hissetmiştim.

Yüz üstü düşmemek için yere koyduğum ellerimi yerden kaldırdım. Taş parçalarının izi çıkmıştı. Yavaş yavaş taşları elimden çektim ve acıyan bileklerimi ovaladım. "Ne bekliyorsun, bak şu adama!"

Yanı başımda bana bağıran adama karşılık vermeden yatan hastaya yaklaştım. Yaranın üzerine kapatılan bezi kaldırdım. Sol tarafında, alt abdominal bölgesinde kurşun yarası vardı. Arkamdaki adamlara dönmeden konuştum. "Biri bana yardım etsin."

Yanıma gelen adamla birlikte hastayı yan döndürdüm ve kurşunun çıkıp çıkmadığına baktım. Kurşun hala içerideydi. Hastayı eski haline getirdikten sonra bezi tekrar yaranın üzerine kapatarak konuştum. "Çok kan kaybetmiş, takviye lazım. Ancak hastanede yapılabilir bu."

"Kes sesini de kurşunu çıkar." diyen adama doğru döndüm. Bana doğrultulmuş namluları gördüğümde ağırca yutkundum ve konuştum. "İlk önce o silahları indirin." dedim taviz vermeyen ses tonuyla. Başkan denen sinirle konuştu. "Sana kurşunu çıkart dedim!" diye bağırdığında gözlerimi sıkıca kapattım ve tekrar konuştum. "İlk önce silahları indirin." dedim her kelimenin üzerine basa basa. Sonra da alayla gülerek ekledim. "Tabii arkadaşınızın ölmesini istemiyorsanız."

Adam pes ederek başıyla adamlarına emir verdiğinde bana doğrultulan silahlar indi. Dudağımın kenarı hafifçe kıvrıldığında yaralı adama doğru döndüm. Benden 4-5 yaş ancak büyük olmalıydı.

"Gözüm üzerinde doktor, en ufak hatanda patlatırım o güzel beynini. Acımam." Başkan denen adam yanımdan ayrılırken adamları başımda dikilmeye devam ediyordu. Onları umursamayarak işime koyuldum.

İlk önce işaret ve orta parmağımı birleştirerek boynundan nabzını almaya çalıştım. Nabız vardı. Adamlara dönmeden konuştum. "Kurşunu çıkarmam için eldiven ve alet gerekiyor." Arkamdan birkaç adım sesi geldikten sonra bir kutunun içerisindeki ameliyat malzemeleri önüme doğru fırlatılarak bırakıldı.

Kutuyu elime aldıktan sonra aletlere baktım. Hiçbir şekilde steril değildi. Hasta bunlarla ameliyat edilirse enfeksiyon kapardı. Tabii bu onların sorunuydu. Ben bana denileni yapar kurşunu çıkartırdım. Açıkçası bu adamın ölüp ölmemesi ya da enfeksiyon kapıp acıdan gebermesi hiç umurumda değildi. Belki meslek etiğime tersti böyle düşünmek ama bu pisliğe acıyacak değildim. Aynı şekilde eldivende diğerleri gibi temizlikten uzaktı. Eldivenleri giymeden evvel bu soğukta alnımda biriken terleri sildim kolumla. Ardından eldivenleri takarak yaranın üzerindeki bezi kaldırdım.

Kurşun çok derinde gözüküyordu. Ayrıca çok fazla kan kaybediyordu. Kurşunu rahat bir şekilde çıkartabilmek için yaranın iki yanına küçük kesikler attım. Pensle deriyi ayırarak kurşunun olduğu yere doğru ilerledim. Kurşun neredeyse bağırsağı parçalayacak kadar derine inmişti. Kurşunu kavrayarak çıkardığımda gazlı bezle kanamasını durdurmaya çalıştım.

"Çok kanaması var, böyle dayanamaz." dediğimde Başkan denilen adamın sesini duydum. "Sen benim dediğimi anlamadın herhalde doktor, bu adam ölürse sende ölürsün!" dudaklarımı dişleyerek stresten akan terimi koluma sildim.

Gazlı bezle kompres yaparak kanamayı kısa sürede durdurduktan sonra sütur atmak için hazırlanmaya başladım. Sütura başladığım anda hastanın ağzından boğuk bir inleme döküldü. Onu umursamayarak dikme işlemine devam ettim. Şerefsiz bir teröristi umursayacak değildim. Yarayı dikmeye devam ederken yanıma yaklaşan adım seslerini duysam da dikmeye devam ettim.

"Bak isteyince ne güzel yapabiliyormuşsun doktor." Güler bir sesle konuşan teröristle yüzümü buruşturdum. "İş bu kadarla bitmiyor. Enfeksiyon kapmaması için serum, antibiyotik lazım." dedim dikiş işini bitirdiğimde. "Onu biz düşünürüz. Sen işine bak. Hem güçlüdür o, dayanır." adamın dediği şeyle derin bir nefes verdim.

Yaranın üzerini sargı beziyle kapatarak elimdeki eldivenleri çıkardım. Oturduğum yerden ayaklandığımda anında iki kolumdan da teröristler tuttu. Başkan denilen adam yaralıya bakarak güldü. "Aferin sana." Hiçbir şey söylemeden tip tip yüzüne bakmaya devam ederken yanıma yaklaştı.

Biraz önce tokat attığı yanağıma elini getirdiğinde hemen yüzümü çevirdim onun dokunmaması için. İğrençti. Başkan yaptığım harekete sırıtarak konuştu. "Bağlayın şunu." İcabına daha sonra bakarız."

Teröristler başkan denilen adamın dediğini yaparak beni deponun köşesinde bir yere götürerek sertçe yere oturttu. Ardından da kollarımı sırtımda sabitleyerek bileklerimi bağladılar. Aynı şekilde ayak bileklerimi de bağladıktan sonra yanımdan ayrıldılar.

Dediklerini yapmıştım. Şimdi bana ne olacaktı hiç bilmiyordum. Ama Alparslan ne pahasına olursa olsun beni bulurdu. Ona güveniyordum. Benim olmadığımı anladığı anda aramaya başlamıştı eminim ki beni.

Kapıdan içeriye eli tüfekli başka bir adam girdiğinde bakışlarımı ona doğru çevirdim. Adam bana hiç bakmadan telaşlı bir biçimde direkt olarak başkan denilen herifin yanına doğru adımladı ve konuştu. "Türk askeri doktoru aramaya başlamış, sığındığımız birkaç mağaraya çökmüşler bile." duyduğum sözlerle yüzümde gülümseme oluştu. Biliyordum, Alparslan'ın beni bulacağını biliyordum.

Başkan karşısındaki adama fısır fısır bir şeyler söylerken söylediklerini anlayamadım. Ama bakışları benim üzerimde olduğundan benimle ilgili bir şeyler söylediği gayet belliydi. Bakışlarımı onlardan çekip bağlı olan ayaklarıma getirdim. Başımda bekleyen terörist yoktu ancak deponun dört bir yanında teröristler dikilmeye devam ediyordu.

Ellerimi oynatarak bileklerimdeki ipleri çözmeye çalışıyordum ancak bu sadece bileklerimin daha da tahriş olmasına neden oluyordu. Ki ellerimi çözsem bile bunca adamdan kurtulup buradan kaçmam pek mümkün değildi.

Aniden önüme doğru bırakılan tepsiyle birlikte bakışlarımı tepsiye çevirdim. Bir parça ekmek ve yanında bir bardak su vardı. "Ye şunları!" diyerek bana emir veren adama karşılık başımı kaldırdım. "İstemiyorum." Onların verdiği hiçbir şeyi yemezdim. İçerisine ne kattıkları belli olmazdı. "İsteyip istemediğini sormadık zaten. Seninle işimiz bitmedi hala." diye cevap verdi başkan.

Onun dediğini umursamayarak başımı başka tarafa çevirerek söylediklerini kale almadım. Birden çenemden tutulup yüzüm eski pozisyonuna çevrildiğinde yüzümü buruşturdum. "Sana bir şey diyorsam yapacaksın." dedi başkan yüzünü yüzüme iyice yaklaştırarak. Böylece bedeni de biraz daha yakınıma gelmişti.

Çenemde tuttuğu elini yüzüme çıkartıp dudaklarıma doğru yaklaştığını hissettiğimde dikkatsizliğinden faydalanarak ayaklarımı kaldırdım ve bacaklarının arasına sertçe tekme attım. Yaşadığı acıyla iki büklüm olarak benden uzaklaştı ilk önce başkan. Bir süre iki büklüm vaziyette durduktan sonra bakışlarını bana çevirdi. Daha önce görmediğim bir öfkeyle bana bakarken yutkundum.

"Sen çok oldun artık sürtük!" diyerek üzerime doğru atıldı. Elleri boğazlarımı bulurken sertçe beni duvara doğru itti. Sırtım ve başım sert bir biçimde duvara yaslandığında acıyla inledim. Daha başımın acısını yeni yeni kavrarken tüm gücüyle boğazımı sıkmaya başladı. Ellerim bağlı olduğu için hiçbir şekilde müdahale edemiyordum. Nefesim yavaş yavaş azalıyor, dudaklarımdan kesik kesik soluklar almaya çalışıyordum ama nafileydi. Karşımdaki adamın görüntüsü bulanıklaşmaya başlarken gözlerimi kapattım. Onun yüzünü görmektense karanlıkta kalıp sevdiklerimin yüzünü görmeyi yeğlerdim.

Boğazımdaki eller birden çekildiğinde burun deliklerimden hava tekrar ciğerlerime doldu. Derin derin nefesler almaya çalışırken bir yandan da ellerimi boğazıma götürmek istiyordum acısını geçirmek için ama bu mümkün değildi. Nefes almaya çalışırken yana doğru düşerek omzumun üzerine yattım. Bacaklarımı kendime doğru çekerek ciğerlerime derin derin nefes çekmeye çalıştım. Bir yandan öksürmem bir yandan nefes alamamam, ölecek gibi hissediyordum. Başımın ağrımaya başlaması ise cabasıydı.

Başkanın sesini işittiğimde kapalı olan gözlerimi usulca araladım. "Seninle işimiz bitmedi daha sonra mutlaka hesaplaşacağız." Kolundan başka bir terörist tutmuş onu zorla dışarıya çıkartıyordu.

Nefesim yavaş yavaş düzelmeye başlarken gözlerimi tekrar kapadım. Buradan kurtuluşum var mıydı bilmiyorum ama buradan çıktığımda iyi bir durumda olmayacağıma emindim. Biraz önce yaşadığım olaya dayanamayarak gözyaşlarımın akmasına izin verdim. Umudumu kaybetmek istemiyordum ama artık yavaş yavaş tükeniyordu.

◔◔◔

Yazarın anlatımından,

"Temiz." Alparslan duyduğu kelimeyle gözlerini bir kez daha sıkıca kapattı hayal kırıklığı içerisinde. Bu girdikleri kaçıncı ev, kaçıncı depo, kaçıncı mağaraydı. Yoktu. Hazan hiçbir yerde yoktu. Çaresizlik içerisinde kıvranıyordu resmen.

Aklından bin bir çeşit düşünce geçiyordu. İyi miydi, aç mıydı, neredeydi daha önemlisi de hayatta mıydı? Çok kez görmüştü, yaşamıştı böyle olayları Alparslan. Önceki görev yeri olan Hakkari'de de birçok kaçırılan doktor görmüştü. Kimisini sağ, kimisini şehit olmuş bir biçimde bulmuşlardı. Sağ bulduklarının ise psikolojisi alt üst olmuştu. Onca eziyet görmüşlerdi. Kimisi tecavüze bile uğramıştı. Ama hiçbiri canını bu kadar yakmamıştı. Biri kalbini avucunun içine almış sıkıyordu sanki. Düşündüğü şeylerden birisinin bile Hazan'ın başına gelmiş olma ihtimali canını çok acıtıyordu.

"Neredesin Hazan, neredesin?" diyerek derin bir nefes aldı. Daha doğrusu nefes almaya çalıştı. Hazan'a bir şey olduğu düşüncesi nefesini kesmeye yetmişti çünkü.

Gittikleri köyü didik didik etmişlerdi, her eve girmiş Hazan'ı aramışlardı ama bulamamışlardı. Ardından Hazan'ın telefon sinyallerini incelediklerinde telefonun atıldığı yeri bulmuşlar ve hızlı bir şekilde telefonun bulunduğu yere gitmişlerdi. Ancak başka hiçbir ize rastlamamışlardı. Civarlardaki köylere tek tek bakmaya başladıklarında ise hala Hazan'dan bir iz bulamışlardı.

Alparslan kendini suçlamadan da duramıyordu. Çoğu zaman kızı göz hapsinde tutardı, ondan uzak olduğu zamanlarda bile ama aşağı indiğinde bakmamıştı. 5 dakika telefonla konuşur gelir diye düşünmüştü. Yanılmıştı. Onu yalnız bırakmaması gerekiyordu, o nereye giderse onunla birlikte gitmesi gerekiyordu. Ama yapmamıştı. Bu ufacık hata belki de Hazan'ın hayatına mal olacaktı.

"Komutanım burada da kimse yok." duyduğu olumsuz cümleyle birlikte Alparslan hiçbir şey söylemedi.

Kolunu yanında duran ağacın gövdesine yasladı. Ardından da alnını koluna yasladı. Bulması gerekiyordu, daha Hazan'a duygularını açacaktı. Biliyordu kız da ona karşı boş değildi. Hayatında ilk defa kalbini böyle delicesine attıran bir kadınla tanışmıştı. Onu da kaybedemezdi. Bu yüzden bulmak zorundaydı Hazan'ı. Ne pahasına olursa olsun bulmak zorundaydı.

"Nerde, nerde, nerde!?" diye bağırarak başını kaldırdı kolundan. Tim üyeleri şaşkınlıkla komutanlarına bakarken Murat Alparslan'ın yanına yaklaştı. "Sakin ol , bulacağız." diyerek omzuna elini koydu Murat. "Nasıl sakin olayım abi! Yok hiçbir yerde yok. Nasıl sakin olayım! İyi mi, nerede bilmiyorum! Daha yaşıyor mu onu bile bilmiyorum." Son cümleyi söylerken sesinin titremesine engel olamadı. Dolan gözlerini saklamak için hızla gözlerini kapattı. Burnundan sert bir nefes verdi. "Bulamıyorum, çok korkuyorum." diye itiraf etti.

Komutanlarının zıvanadan çıktığına ilk defa şahit olmuştu tim arkadaşları. Alparslan üsteğmen daima mantıklı olmuş, soğukkanlılıkla operasyonları yürütmüştü. Şimdi bu halde olması komutanlarının doktora karşı gerçekten bir şeyler hissettiğini net bir biçimde açıklıyordu. Zaten aralarında bundan şüpheleniyorlardı ancak artık anlamışlardı.

Alparslan'ı teselli edecek cümleleri yoktu. Çünkü terör örgütlerinin kaçırdıkları kişiye neler yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. Eziyetler, psikolojik şiddetler, fiziksel şiddetler ve ağızlarına almak istemedikleri daha kötü şeyler...

Alparslan yüzünü sıvazlayarak derin bir nefes aldı. "Tamam, devam edelim. Girmediğimiz yerler var." dedi hızla. Vakit kaybetmek istemiyordu. Burada kaybettiği bir saniye de Hazan'ın yaşayacağı şeyler artıyordu.

Askerleri Alparslan'ı onayladığında ilerlemeye başladılar. Alparslan eliyle herkese dağılması gereken yerleri işaret etti. Kendisi de Fırat ile birlikte ilerlemeye devam etti. Sessiz bir biçimde her yeri aramaya devam ettikleri sırada telsizde Emre'nin sesi duyuldu. "Komutanım burada örgütten biri var."

"Hemen alın." Alparslan'ın emriyle birlikte Emre ve Caner adamı etkisiz hale getirerek Alparslan ve Fırat'ın bulunduğu alana doğru ilerlemeye başladılar. Barış, Kadir ve Murat ise gittikleri yerden çıktılar ve alanda toplandılar.

Caner ve Emre adamı iki kolundan tutmuş çekiştirerek alana getirip Alparslan'ın önüne doğru attılar. Adam dizlerinin üzerine çökmüş bir biçimde Alparslan'ın karşısında durmaya başladı. Alparslan bir iki adım atarak adamın iyice yanına yaklaştı. "Sana bir kere soracağım, kaçırdığınız doktor nerede!?" diyerek adama doğru bağırdı.

"Bilmiyorum." diyerek cevap verdiğinde Alparslan elini adamın suratına götürerek çenesini tuttu ve yüzüne doğru eğilerek bağırdı. "Biliyorsun söyle!" elini öyle bir bastırıyordu ki parmaklarının izi adamın yüzünde çıkacaktı neredeyse.

"Gerçekten bilmiyorum." diye sızlanan teröristle birlikte Alparslan sinirlerine hakim olamayarak kemerinde asılı duran silahı çıkardı ve ateş etmeye hazır hale getirdikten sonra adamın alnına dayadı. "Madem bilmiyorsun, o zaman işimize yaramazsın. Ülke de senin gibi şerefsizden kurtulur." dedi sırıtarak.

Silahı adamın alnına iz çıkacak bir biçimde bastırırken elini tetiğe yasladı ateş etmek için. Terörist panikle bağırdı. "Dur tamam, biliyorum."

"Ha şöyle." dedi Fırat teröriste karşı. Alparslan silahı adamın kafasından çekmeden konuştu. "Konuş!" Adam birkaç saniye tereddütle bakarak konuştu. "Beni koruyacaksınız ama yoksa beni öldürürler." Alparslan sertçe konuştu. "Bizimle pazarlık yapma, konuşacaksan konuş yoksa kafana mermiyi yersin." parmağını tekrar tetiğin üzerine getirdiğinde adamın korku dolu sesi duyuldu. "Tamam söyleyeceğim dur!"

Alparslan beklentiyle adama bakarken adam konuştu. "10 kilometre ileride boş bir depo var. Orada tutuyorlar doktoru." dediğinde Alparslan duyduğu şeyle biraz da olsa rahatladığını hissetti. Bulmuştu Hazan'ı. "Eğer yalan söylüyorsan, ne olacağını söylememize gerek yok biliyorsun." dedi Murat silahını teröriste doğrultarak.

"Doğruyu söylüyorum. Bugün köye yardıma gidenlere baskın yapıldığında bizden rütbe olarak daha büyük biri vuruldu. Onun için kaçırdılar doktoru." diyen adamla birlikte Alparslan'ın içini tekrar korku kapladı. Bir an önce gidip Hazan'ı o alçakların elinden kurtarması gerekiyordu. Hazan o rütbeliyi gören tek sivil olduğu için onu öldürürlerdi işi bittiğinde.

Alparslan silahını tekrar kemerindeki kılıfa yerleştirerek konuştu. "Umarım yalan söylemiyorsundur yoksa bunu çok ağır ödersin." dedi mırıltı şeklinde. Adamın korktuğu gözlerinden belliydi. Doğru söyleme olasılığı yüksekti. Yine de ona tam olarak inanamazdı. Onları tuzağa da çekiyor olabilirdi. Bunu anlamanın tek yolu ise dediği yere gitmekti.

Hazan'a ulaşabileceği tek yol buysa Alparslan oraya koşa koşa giderdi. O yüzden teröristten birkaç adım uzaklaştılar. Emre ve Caner teröristin başında beklerken Alparslan etrafına toplanan timine karşılık konuştu. "Çok dikkatli olmamız gerekiyor, tuzak olabilir."

"Tuzak olsa bile Hazan'ı bulmanın tek yolu bu olabilir komutanım." dedi Barış. Alparslan başını sallayarak onu onayladığında Murat konuştu. "Aynen öyle o yüzden bir an önce gitmeliyiz."

Hepsi toplu bir karar aldığında Alparslan buldukları yeni bilgiyi komutanıyla paylaşarak gidecekleri yerin bilgisini verdi. Ardından da Hazan'ı bulmak üzere tekrar ilerlemeye başladılar.

◔◔◔

Hazan Eraslan'ın anlatımından,

Gözlerimi usulca aralarken etrafı net bir şekilde görmeye çalıştım ancak karanlık çöktüğünden bu pek mümkün değildi. Başım çok ağrıyordu. O kadar sert çarpmıştım ki bir süre bu ağrıyı çekecektim. Uyuşan bacaklarımı ileriye doğru uzatarak yerimde kımıldandım. O kadar soğuktu ki. Üzerimdeki önlük hiçbir işe yaramıyordu. Uyumaya devam etsem soğuktan donup ölebilirdim. Deponun ortasında iki tane varil vardı ve varilin içerisinde ateş yanıyordu. Etrafında ise teröristler ısınmaya çalışıyordu.

"Başkan doktoru ne yapacağız?" diye soran adama baktığımda bugün köye gelen, Alparslan'ın kovduğu çocuk olduğunu görmemle gözlerim büyüdü. Zaten hal ve hareketlerinden normal olmadığını anlamıştım ama burada görmeyi de beklemiyordum onu. "Büyük patron daha iyileşmedi. Yarasında sorun yok ama her an bir şeyler olabilir. Doktor işimize yarar." diye cevap verdi Başkan.

Büyük patron diye bahsettiği benim iyileştirdiğim adamdı. Demek ki bu itlerin başıydı o adam. Pişmanlıkla gözlerimi kapattım. Belki de ben onu tedavi etmesem geberip giderdi ve bu ülke onun gibi bir pislikten daha arınırdı.

Gözlerimi tekrar araladığımda başkan denen adamla bakışlarımız birleşti. Gözlerimi hızla ondan çekerek başka tarafa çevirdim. "Uyuyan güzel uyanmış." dediğinde hiç cevap vermeden başka yöne bakmaya devam ettim. "Haberleri izler misin doktor?"

Söylediğine tekrar cevap vermezken kendi sorusuna kendi cevap verdi. "İzlersin tabii, geçenlerde askerlerden birinin haberi yapıldı. Askeri aracı patlatmışlardı." deyip duraksadı ve tekrar konuştu. "Ya da dur belki sen kendi gözlerinle görmüşsündür. Ne de olsa hastanede çalışıyorsun."

Görmüştüm. Bizzat ameliyatına ben girmiştim. Benim masamda şehit olmuştu. Cenaze törenine gitmiştim. Sevdiği kadını teselli etmiştim. O anlar gözlerimin önüne gelirken gözlerimi sıkıca kapattım. O anları tekrar yaşadım. Al bayrağa sarılı tabut, sevgilisinin feryatları gözlerimin önüne gelirken tüylerimin diken diken olmasını engelleyemedim.

"İşte o patlamanın mimarı benim." dedi sırıtarak. Ardından ekledi. "Tabii amacım daha çok leş çıkartabilmekti ama bir tanesi bile sizi delirtmeye yeter." dediğinde ağırca yutkundum. "Allah belanızı versin sizin." dedim yüksek bir sesle.

Verdiğim tepkiyle etraftaki teröristler gülerken başkan denen adam tekrar konuştu. "Sözde kahramanlık yapmaya gidiyorlardı ama sonucu kötü öldü. Tahtalı köyü boyladı içlerinden biri." Sözleriyle etrafta bir kez daha kahkaha tufanı koparken sinirden gözlerimin dolmasını engelleyemedim. "Kes sesini." dedim serçe.

Karşımda gülmeye devam ederlerken gözlerimden yaşların akmasını durduramadım. İğrençlerdi. Hepsi iğrençti.

"Bu kadar üzülme be doktor, senin de gideceğin yer orası. Bir hiç uğruna geberip gideceksin. Tıpkı askerleriniz gibi." diyerek damarıma basmaya devam etti. Söylediklerini sindiremiyordum. Kendimi geçmiştim artık, ne olacağı umurumda değildi ama bizim için hayatlarından vazgeçen askerlerimize böyle şeyler söylemesini hazmedemiyordum. Özellikle buraya geldikten sonra onların zor şartlarına daha çok hâkim olmuştum. Kesinlikle bu sözleri hak etmiyorlardı.

"Biz haberleri izlemeyi çok severiz mesela." diye tekrar konuştuğunda yere bakmaya devam ettim. Başkansa onu dinleyip dinlemediğimi önemsemeyerek konuşmasına devam etti. "Şehit haberlerini izlemek bize zevk verir. Nasıl öldüklerini bilmek, anasının babasının tabutunun önünde ağlamasını izlemek zevkli." dediğinde dişlerimi dudaklarıma bastırdım. Ellerimi kulaklarıma götürerek kapatmak, onu duymamak istiyordum ama yapamıyordum. Acıyla gözlerimi kapattım.

Aralarında gülmeye devam ederlerken oturduğum yerde onları izlemeye devam ettim. Elimden hiçbir şey gelmiyordu ki. Ellerim bağlıydı, ayaklarım bağlıydı. Yapabileceğim tek şey beni kurtarmalarını beklemekti. Bu soğukta ne kadar bekleyebileceğim ise belli değildi. Şuan Alparslan'ın sıcacık kolları arasında olmayı o kadar isterdim ki. Beni sıkıca sarsın, her şeyin bittiğini ve her şeyin güzel olacağını kulağıma fısıldasın çok isterdim. Ya da parkasını yine omuzlarıma bıraksın ve buranın havasına alışık olmadığımı tekrar tekrar söylesin isterdim.

Ama hayaller Alparslan iken yaşadığım buz gibi bir deponun köşesinde beni kurtarmalarını ya da ölümü beklemekti.

Aramızda ikimizin de farkında olduğu bir şeyler vardı. Birbirimize itiraf etmesek bile kendi içimizde kabullenmiştik belli ki. Ben hala korkuyordum ama denemek de istiyordum. Çünkü Alparslan bana o güveni sağlamıştı. O benim ailem olmuştu. Bana desteği, söyledikleri çok önemliydi. Buradan çıkma şansım var mıydı bilmiyordum ama çıktığımda Alparslan'a duygularımdan bahsetmek istiyordum.

İnleme sesine benzer sesler depoda yankılandığında bakışlarım sabah ameliyat ettiğim hastaya kaydı. Ağrısı olmalıydı. Bakışlarımı ondan çekerek tekrar yere indirdiğimde başkanın sesini işittim. "Neden böyle inliyor?" bana sorduğu soruya karşılık gözlerimi devirdim. "Ağrısı vardır. Size ağrı kesici ve antibiyotik alması gerektiğini söylemiştim."

Başkan düşünceli bir şekilde büyük patrona döndü. Bir süre ona baktıktan sonra tekrar konuştu. "Ne zaman kendine gelir?" dediğinde omuz silktim. "Bilmiyorum."

"Başkan ben evlere girerek ağrı kesici bulabilirim." diye konuşan bir teröristle başkan bir süre düşündü. Ardından da konuştu. "Tamam, hızlıca gidip gel. Sakın yakalanma. Yakalanırsan ne olacağını biliyorsun." Başkanın tehditkar ses tonuna terörist başını salladı. Deponun kapısından çıktıktan sonra gözlerimi kapattım. Başımın ağrısı geçmek bilmiyordu.

Teröristin ağrı kesici bulmaya gitmesinin üzerinden ne kadar süre geçmişti bilmiyorum ama bana bir asır gibi gelmişti. Hava daha da soğumuştu. Yaktıkları ateş hiçbir şekilde beni ısıtmıyordu. Resmen donarak ölecektim. Titrememi önlemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ama vücudum artık uyuşmaya başlamıştı hep aynı pozisyonda durduğum için.

Aklıma Halil takılmıştı. Ben kaçırılmadan evvel onu görmüştüm. Peki o da mı bu işin içindeydi? Oysa bakışları çok masumdu. Belki de onu da zorlamışlardı. Ya annesi, onun bundan haberi var mıydı acaba? Yoksa o da mı bu örgütün bir üyesiydi. Belki de öyleydi ve oğlunu da buna alet etmişti. Bunu hiçbir zaman net bir biçimde öğrenemeyecektik.

"Başkan! Başkan!" telaşla bağıran bir adamın sesini duyduğumda düşüncelerimden sıyrıldım. Adam koşarak içeri girdiğinde başkan da etraftaki adamlar da merakla ona bakmaya başladı. "Kesik yakalanmış." dediğinde hafifçe kaşlarım çatıldı. Kesik biraz önce ağrı kesici almaya giden adam olmalıydı. Sözlerine devam etti adam. "Askerler bu tarafa doğru geliyor. Haber geldi." dediğinde yüzümde büyük bir gülümseme oluştu.

"Kahretsin!" diye bağıran başkanın bakışları yaralı yatan adamı buldu. Ardından hızla etrafındaki adamlara bağırdı. "Hemen arabayı hazırlayın, patronu taşıyacağız. Onu bırakamayız."

Geliyorlardı, kurtulmama az kalmıştı. Alparslan beni ne pahasına olursa olsun bulur, bırakmaz demiştim. Dediğim gerçekleşiyordu. O çok beklediğim gözleri görebilecek, sıcacık kollara sığınabilecektim.

Dışarıda araba çalışma sesi duyduğumda başkan başıyla adamlarına işaret verdi patronu taşımaları için. Dört tane terörist patronun yattığı battaniyeyi dört ucundan kavrayarak adamı taşımaya başladılar. Adam yapılı olduğu için dört kişi zor taşıyordu. Adamlar kapıdan çıktıktan sonra içeriye teröristlerden biri girdi ve başkana hitaben konuştu.

"Patronu arabaya yerleştirdik. Başka bir emrin var mı?" dediğinde başkan kısaca etrafına bakındı. Ardından da başını iki yana sallayarak cevap verdi adamına. "Yok." Teröristin bakışları bana döndüğünde büyükçe yutkundum. "Bunu ne yapacağız?"

Başkanın bakışları da bana döndüğünde öylece onlara bakmaya devam ettim. Başkan yanıma doğru adımlarken tedirgin bir biçimde dudaklarımı yaladım. Tam önüme dikilerek yüzüme doğru eğildi. Elinin tersini yanağıma getirerek yüzüme sürdü. "Çokta güzelsin. Keşke biraz daha vaktimiz olsaydı." diyerek burnunu saçlarıma doğru götürdü ve derin bir nefes çekti.

Kafamı hızla çevirerek elinin temasından kurtuldum. "Dokunma bana." Elini yüzümden çektiğinde gözleri yüzümde dolanmaya devam etti. "Çok yazık olacak, çok." diyerek bakmaya devam ettiğinde gözlerimin dolmasına engel olamadım. Yolun sonuna gelmiştim.

Başkan belinden silah çıkartıp emniyet kilidini indirdi. Ardından da silahı bana doğru doğrulttu. Silah karşısında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Elim, ayağım bağlıydı kaçamazdım. Kabullenerek gözlerimi kapadım. Arkamdan üzülecek birkaç kişi bırakacaktım. Hepsi de burada tanıştığım, bana aile olan insanlardı. Bir tek onlar arkamdan gözyaşı dökerdi. Ben ise mutlu olurdum belki gittiğim yerde.

Tek pişmanlığım duygularımı Alparslan'a söyleyememekti. Onun dışında yaptığım hiçbir şeyden pişman değildim. İçim rahat bir şekilde ölecektim.

◔◔◔

Yazarın anlatımından,

Alparslan'ın kalbi yerinden dışarı çıkacakmış gibi atıyordu. Teröristin tarif ettiği depoya çok az bir mesafe kalmıştı. Yaklaşık 10 dakika gibi bir mesafe.. En önden hızlı hızlı yürüyordu Hazan'ı bir an önce kurtarabilmek için. Yorulmuştu, susamıştı ama hiçbiri umurunda değildi. Kızı kollarına aldığı an yorgunluğu geçerdi, kokusunu içine çektiği an susuzluğu giderdi. Yeter ki Hazan kurtulsun başka bir şey istemiyordu Alparslan.

"Bu ağrı kesiciyle ne yapacaktınız?" diye sordu Emre yakaladıkları teröriste. Terörist hızla cevap verdi. "Yaralının ağrısı vardı, doktor lazım deyince ağrı kesici aramaya çıktım." Yaptığı açıklamayla birlikte hiç kimseden bir ses çıkmadı.

Alparslan ise aklındaki soruyu sordu. "Doktora bir şey yaptınız mı? İyi mi?" merakla sorduğu soruyla birlikte teröriste sert sert bakmaya başladı. Duyacağı şeylere hazır mıydı onu da bilmiyordu çünkü bu şerefsizlerin boş durmayacağını biliyordu. "Bir şey yapmadık, bağlı bir şekilde deponun köşesinde bekliyor.

Alparslan o anları hayal etti. Hazan'ın çaresiz bir biçimde deponun bir köşesinde oturmasını. Üzerinde beyaz önlüğünden başka bir şey yoktu. Bu soğukta onunla donardı. Zaten bünyesi hassastı. Şimdi kesinlikle hasta olur diye düşündü Alparslan. Onu bulduğu an kolları arasına alıp ısıtacaktı. Hasta olursa da kendi elleriyle iyileştirir, gözü gibi bakardı.

Depo gözükmeye başladığında kapının önünde bir arabanın çalıştığını gördüler. Arabanın etrafında birçok terörist vardı. Kadir'in sesi duyuldu. "Komutanım hareketlenme var."

Alparslan sakin olmaya çalışarak konuştu. "Tamam, teröristleri etkisiz hale getirip içeri gireceğiz. Emre, Barış siz bununla burada kalın." diyerek gözleriyle ele geçirdikleri teröristi işaret etti. Ardından da diğer askerlerine döndü. "Barış sen benimle deponun sağından gel. Murat ve Fırat da solundan gidip teröristleri etkisiz hale getirin. Caner sen de tüfeğinle birlikte bir yere gizlen, senin atışlarına ihtiyaç duyabiliriz."

Askerleri emirlere gereken cevabı verdiğinde sessiz ve gizli bir şekilde ilerlemeye başladılar. O sessizliğin içerisinde iki el ateş sesi ise boşlukta yayılarak kulaklarına ulaştı. Alparslan her zaman duymaya alışık olduğu bu sesle olduğu yerde kaldı. Kalbine saplanan acıyla nefes almaya çalıştı ama alamadı. İlk defa silah sesini duyduğunda soğuk soğuk terlemeye başladı. İlk defa bu iki el ateş sesinden korkuyordu. Kendine bir şey olmasından değil, sevdiği kadının bedenine giren iki kurşunun doğurabileceği sebeplerden korkuyordu.

Bölüm Sonu

‣‣‣Bölümü beğendiniz mi?

‣‣‣Bu bölüm Alparslan'ın duygularını net bir şekilde gördük. Hazan'a karşı neler hissettiğini, onun kaçırıldığını öğrendiğinde ki tepkilerini.. Beğendiniz mi?

‣‣‣Hazan'ın ağzından anlatılan paragraflar hakkında ne düşünüyorsunuz, beğendiniz mi?

‣‣‣Sizce Hazan'a ne oldu? Umarım bölüm sonunda bana çok kızmamışsınızdır:)

‣‣‣Bu kaçırılma olayı Hazan'ın psikolojisini çok etkiler mi sizce?

‣‣‣Sizce diğer bölümlerde neler olacak?

Bölümle ilgili yorumlarınızı merakla bekliyorum... Diğer bölümde görüşmek üzere..💖

Loading...
0%