Yeni Üyelik
34.
Bölüm

Kaybolan Yıllar| 32

@mutlusonsuz222

 

32.Bölüm

“Sen Hakan abiyi sevmiyor musun Sinem abla?” Burçe’nin meraklı bir sesle sorduğu soruyla birlikte Sinem bakışlarını kahve bardağından çekti. Keyifsiz bir şekilde Burçe’ye bakarken cevap verdi. “Seviyorum.”

Bu tek kelime Sinem’in itirafıydı. İçinde birçok anlam barındırıyordu. Bu odadaki üç kişide bu kelimenin anlamını net bir şekilde biliyordu, tanıyordu. Çok güzel ve herkesin sahip olması gereken bir duyguydu.

“O zaman sorun ne?” dedim merakla. Hakan’ı öpmüştü, sarhoşluğunun arkasına sığınıyormuş gibi davranıyordu. Onu severken neden acı çektiriyordu anlamıyordum ama kafasının karıştığını görüyordum. Hakan’ın trip attığının da farkındaydık. Sinem tek bir itirafıyla her şeyi hallederdi. Ama çekingen davranıyordu bu konuda.

“Bilmiyorum ama pişmanım, keşke ona duygularımı açsaydım.” Sesindeki üzüntüyü, pişmanlığı duymamak imkansızdı. Pazartesi günü döndüğümde bana sarılıp ağlamasından üzüntüsünü iliklerime kadar hissetmiştim. “Ona duygularını açsaydın şu an heyecandan yerinde duramazdın zira Hakan’da öyle.” Dediğimde Sinem iç çekti. “Şöyle söyleyerek daha çok vicdan azabı çekmemi sağlıyorsun biliyor musun?”

“Vicdan azabı çek diye söylemiyorum, sadece gerçekleri söylüyorum.” Sinem başını geriye doğru atarak koltuğa yaslandı ve kucağında tuttuğu yastığı yüzüne bastırdı. Kendine sinirli olduğunu anlıyordum. “Hakan geldiğinde duygularını söyle, bitsin bu azap.” Dedim üstüne giderek. Sinem yüzündeki yastığı hafiften indirip bana baktı. “Ne diyeceğim dün inkâr ettim sonra düşündüm de ben seni seviyorum mu?”

Söylediklerini başımla onayladım. “Aynen öyle söyleyeceksin.” Dediğimde Sinem kaşlarını çattı. O sırada Burçe araya girdi. “Sen her şeyi rahatlıkla söylersin nerede o Sinem abla?” dediğinde Sinem dudaklarını büzdü. “Bir bilsem… Konu Hakan olunca bir köşeye sindi galiba.”

“Sindiği köşeden çıksın, gitsin Hakan ile konuşsun.” Dedim kararlılıkla. Ben daha sözlerimi bitiremeden odanın içinde yankılanan kapı zil sesiyle birlikte oturduğum yerden ayağa kalktım. Sinem panik olmuş bir biçimde yerinde doğrulurken konuştum. “Bak geldiler, hadi söyle şimdi.” Diyerek Sinem’e yöneldim ve kolundan tutarak onu çekiştirdim.

Sinem bir iki çırpınsa da peşimden geldi. Kapıyı araladığımda direkt olarak görüş açıma sevdiğim adam girdi. Toplantı uzun sürmüştü anlaşılan çünkü saat dokuzu geçmişti. “Hoş geldin.” Dedim tebessümle. Pamir, Sinem ile bana bakarak cevap verdi. “Hoş buldum.”

“Hakan yok mu?” Sinem’in pat diye sorduğu soru ile Pamir’in şaşırdığını hissettim. “Bugün nöbetçi.” Aldığı cevapla Sinem büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Bakışlarını yere doğru eğerken Pamir sözlerine devam etti. “Aranızda ne geçti bilmiyorum ama Hakan’ı ilk defa böyle gördüm.”

Aslında aralarında ne olduğunu biliyordu ama burnunu sokmak istemiyordu. Bu huyunu çok seviyordum. Zaten öyle olmalıydı, birinin ilişkisine üçüncü kişi karışmamalıydı. Bizde öyle yapmıştık. Sadece Sinem’i birazcık cesaretlendirmiştik o kadar.

“Bir eşeklik yaptık yüzümüze vurma.” Dedi Sinem kaşları çatık bir şekilde. Ardından ekledi. “Şimdi nöbette ya ben gitsem görebilir miyim?” kararlı bir şekilde sorduğu soru ile Pamir belli belirsiz başını salladı. “Görürsün, git.”

Sinem’in kararsız hallerine alıştığımı sanıyordum ama şu an alışmadığımı anlamıştım. Daha biraz önce kaçarken şimdi yanına gitmekten bahsediyordu. Belki de kaçmanın bir çözüm yolu olmadığını anlamıştı kim bilir.

“Ben hazırlanıp çıkayım madem.” Dedi Sinem bana bakarak. Başımı sallayarak onu onayladığımda hızlı adımlarla odasına doğru ilerlemeye başladı. Bense bakışlarımı ondan çekip Pamir’e doğru çevirdim. “İçeri gelsene sana bir sürprizim var.” Diyerek elini tutup onu içeri doğru çektim.

Pamir yüzündeki sırıtışla konuştu. “Beni eve mi atıyorsun?” sorduğu soruyla bende sırıttım. “Neden olmasın? Bence bunu istersin…” diyerek Pamir’in koyulaşan göz bebeklerine baktım. “İsterim…” dedi keyifli keyifli bir tınıyla.

Elini tutup onu salona doğru çektim. İçeri girdiğimiz anda Burçe’nin heyecanlı sesi kulaklarımızı doldurdu. “Sürpriz!”

Pamir şaşkınca kardeşine bakarken konuştu. “Sen nereden çıktın?” Verdiği tepkideki hödüklüğe karşılık göz devirmeden edemedim. “İnsan kardeşini görünce böyle bir tepki mi verir?” diye sitem ederken Burçe dudaklarını büzdü. “Ben alışığım yenge boş ver.”

“Gel buraya, gel.” Pamir birkaç büyük adım atarak Burçe’ye yaklaştı ve kollarının arasına aldı. Sıkı sıkı kardeşini sararken birkaç kez saçlarını öptü. “Hoş geldin fıstığım.” Burçe’de abisinin beline sıkı sıkı sarılırken cevap verdi. “Hoş buldum abicim, çok özlemişim seni.”

Ben, Pamir ile sürekli yan yana olmama rağmen göreve gittiğinde onu çok özlüyordum. Burçe ondan uzaktı ve sürekli bu özlemle baş etmek zorundaydı. Zordu gerçekten, kendimden iyi biliyordum bunu.

“Senin üzerinde erkek parfümü mü kokuyor?” Pamir sorgulayıcı bir biçimde hafifçe Burçe’den ayrılıp çatık kaşlarla kardeşine bakarken düşüncelerimden sıyrıldım. Biz hiç kokusunu bile almamıştık ama o dakikasında bu kokuyu almıştı. “Sanki tanıdık bir parfüm.” Diye düşünceli bir şekilde mırıldanırken Burçe’nin panik olduğunu gördüm.

Pamir ise bir süre gözlerini kısıp düşündükten sonra ekledi. “Sanki Batuhan’ın parfümü…” diye tereddütle kardeşine bakarken Burçe daha da panik oldu. Bende şaşırmıştım ama müdahale etmem gerekiyordu.

Bu panik ifadeyle abisine bakmaya devam ettiği sürece Pamir her şeyi anlayacaktı. O yüzden araya girerek müdahale ettim sakin bir biçimde. “Benim yüzümden.” Dediğimde ikisinin bakışları da bana döndü. Burçe onu kurtarmam için yalvarırcasına bana bakarken Pamir anlamaya çalışırcasına bana bakıyordu.

“Öyle kendime parfüm alacaktım, sonra sana da alayım dedim. Kokularına bakarken üstüme sinmiş olmalı. Burçe’de gelince tabi çok özlemişim onu sarıldık uzunca. Kokusu ona bulaşmıştır. Batuhan’ın parfümü mü bu? Hiç aklıma gelmedi.” Dedim gülmeye çalışarak. Pamir’e yalan söylemeyi hiç sevmiyordum ama Burçe için bunu yapmak zorundaydım.

Pamir dikkatlice yüzüme bakarken belli belirsiz başını salladı. “İyi, sen öyle diyorsan.”

Bana olan inancını suistimal ettiğim için kendimden nefret ettim. Ne dersem koşulsuz bir şekilde kabul ederdi. Aklında şüphe olsa da sorgulamazdı çünkü bana güveniyordu ama ben ondan gerçekleri gizliyordum. Bu durum içime oturmuştu. Bir an önce gerçekleri Pamir’e anlatmalarını istiyordum.

Burçe rahatlamış bir şekilde bana teşekkür edercesine bakarken dudaklarımı yaladım ve tekrar Pamir’e döndüm. “Karnın aç mı yemek hazırlayayım.” Dediğimde Pamir reddetti. “Aç değilim, yedim. Ama bir kahveye hayır demem.” Diyerek kanepelerden birine geçerken Burçe hızlıca konuştu. “Ben yapayım abim özlemiştir benim kahvelerimi.” Diyerek koşar adımlarla salondan çıktı.

Pamir arkasından bakıp dilini dişlerinin üzerinde gezdirdikten sonra konuştu. “Bu kız bir şeyler karıştırıyor ve bu benim hiç hoşuma gitmeyecek bundan eminim.” Tahammülsüz bir biçimde dile getirdiği sözle birlikte yutkundum. Pamir yaslandığı yerden bana doğru bakarken belli etmemek için omuz silktim. “Bence gayet normal.”

Sezgileri kuvvetli olduğu için söylediğim cümleyi umuruna bile getirmedi. İçten içe bir şeyleri hissediyordu. Belki de erkek arkadaşı olduğunu tahmin ediyordu ama onun timinden bir asker olduğunu tahmin edemezdi.

“Neden orada dikiliyorsun güzelim, gelsene yanıma.” Diyerek bileğimden tuttu ve beni kendi yanına doğru çekti. İsteğini yerine getirerek bedenlerimiz birbirine değecek şekilde yanına oturdum. Kolunu omzuma doğru atıp göğsüne yaslanmamı sağlarken burnunu saçlarıma gömüp derin bir nefes aldı.

“Yorgun musun?” diye mırıldandım merakla. Pamir aynı benim gibi cevap verdi. “Yorgundum ama seni görünce geçti, şimdi dinleniyorum.” Dedi kokumu kastederek. Yerimi daha da rahatlatıp göğsüne yerleştim.

Birbirimize sarılmış bir vaziyette Burçe’yi beklerken Sinem salonun kapısından göründü. “Ben gidiyorum.” Dediğinde onayladık. Pamir ekleme yaptı. “Bizimkinin gönlünü almadan gelme gelin hanım.” Dediğinde Sinem kaşlarını çatıp elini beline yasladı. “Gelin hanımmış, asıl sen arkadaşımı kızdırma damat bey.”

“Ben ne yaptım şimdi?” Pamir şaşkınca konuşurken Sinem omuz silkerek kapıya ilerledi. Onların iletişimine gülmeden duramazken Sinem, Burçe ile de vedalaşarak evden çıktı.

Burçe kahveleri hazırladıktan sonra yanımıza gelirken telefonumun çaldığını duyarak oturduğum yerden kalktım. Arayanın babam olduğunu görerek gülümsedim. Görüntülü bir şekilde arıyordu. “Babam.” Diyerek bana merakla bakan Pamir ve Burçe’nin merakını giderdiğimde Pamir oturduğu yerde doğrularak düzgün bir konum aldı. Onun bu hazırlanışına gülerken telefonu açtım.

“Efendim babacım?” Babam beni görünce büyükçe gülümserken konuştu. “Nasılsın kızım? Nasıl gidiyor?” dediğinde cevap verdim. “İyiyim, Pamirle Burçe burada, oturuyoruz.” Diyerek kamerayı onlara doğru çevirdim. “Oo keyfiniz yerinde, kahveler içiliyor.”

Babam neşeli bir şekilde konuşurken Pamir ona hitaben konuştu. “Sende gel Turan baba, birlikte içelim.” Nazik ve saygılı bir şekilde konuşurken babam güldü. “Sağ ol oğlum, inşallah gelirim. Operasyon iyi geçmiş aldım haberlerinizi, sağ salim dönmüşsünüz çok şükür.” Babacan bir şekilde Pamir ile konuşurken Pamir cevap verdi. “Çok şükür.”

Babam, Pamir’den sonra Burçe’ye doğru döndü. “Burçe, sen nasılsın kızım? Sınavların bitmiş, abinlere sürpriz mi yapayım dedin.” Dediğinde Burçe onayladı. “Evet Turan amca, yaz tatili boyunca sıkılacaktım. Abimle yengemin yanına geleyim dedim.”

“İyi yapmışsın hem yardım edersin onlara.” Dedi Babam. Bense araya girdim. “Sen nasılsın babacım?” dediğimde babam iç çekti. “Emekli bir insan nasıl olursa öyleyim, günlerimi geçirmeye çalışıyorum.” Dedi sıkıntılı bir şekilde. Bense konuştum. “E atla gel o zaman babacım, hem bak sana bir şey diyeceğim.” Diyerek Pamir’e doğru baktım.

Nikah tarihi aldığımızı söyleyecektim. Babamda gelirse işler daha kolay olurdu. En azından hep birlikte hallederdik işleri. Pamir bana onaylarcasına bakarken aklımdakini söyledim. “Pamirle nikah tarihi aldık, 27 temmuzda nikahımız var.” Dediğimde babam duraksadı. Şaşkınca bize doğru bakarken korkmadan edemedim. Sessizliğinin hayra alamet olup olmadığını düşünüyordum.

“Babacım?” tedirgin bir şekilde babama bakarken babam iç çekti. “Benim küçük kızım evleniyor ha?” hüzünlü bir sesle söylediği cümle içime oturdu. Babam burukça bana bakarken ekledi. “Bugünleri göreceğime ihtimal bile vermezken gözbebeğimiz evleniyor.”

“Ya baba…” diye itiraz ettim. Böyle konuştukça içimdeki ağlama isteği artıyordu. Babam hüzünlü havayı dağıtmak için konuştu. “Bende yakında gelirim o zaman, el birliği ile işleri hallederiz.” Dediğinde onayladım. “Çok güzel olur.”

Babamla bir süre daha konuştuktan sonra telefonu kapattık. Babama haberi vermişken Pamir’in anne ve babasına da vermek iyi olurdu çünkü babam muhtemelen direkt olarak Serhat babamı arardı. Haberi bizden önce o söylerse ayıp olurdu. O yüzden Pamir’in telefonundan onları görüntülü bir şekilde aradık.

Pamir ortada, solunda ben, sağında Burçe oturmuş üçümüzde telefona bakıyorduk. “Nasılsınız?” Serhat babam ve Halide hanıma yönelik konuşurken yüzümdeki gülümsemeyi eksik etmedim. “Sizi gördük daha iyi olduk güzel gelinim.” Dedi Halide Hanım samimi bir biçimde. Tebessümle ona bakarken Serhat babam konuştu. “Siz nasılsınız? Yüzleriniz gülüyor maşallah.”

Haklıydı, üçümüzün yüzü de gülüyordu. Benim sevdiğim adam yanımdaydı, kardeşim gibi gördüğüm görümcem yanımdaydı daha ne olsundu ki. “İyiyiz bizde, Burçe’yi gördüm daha iyi oldum.” Dedi Pamir kolunu kardeşinin omzuna atarak. Sonra bakışlarını bana doğru çevirip diğer kolunu da benim omzuma attı. “Nişanlımda yanı başımda, ben mutlu olmayayım da kim olsun.” Burçe de bende Pamir’e gülümseyerek bakarken Halide hanımın sesini duydum. “Mutluluğunuz daim olsun annem.”

“Nişanlın yanında, kardeşin yanında ama mutluluğunun sebebi başka bir şey ha aslanım?” Serhat babam gözlerini kısmış oğluna bakarken Pamir dudaklarını büzdü. “Böyle hiç keyifli olmuyor yalnız, sen her şeyi şıp diye anlayacak mısın?” sitemli sözlerine karşılık Serhat babam yamuk bir gülümseme ile cevap verdi. “Sen daha giderken ben köşeyi dönüyordum aslan parçası, yaşlı kurduz biz gözümüzden bir şey kaçmaz.”

Serhat babam iddialı bir biçimde konuşurken güldüm. Babamda böyleydi. Şıp diye anlardı her şeyi. Tabii ki bu meslekte kaç yıl geçirmişlerdi, anlamaları normaldi.

“O zaman o yaşlı kurdu sevindirecek bir haber verelim.” Dedi Pamir. O sırada Halide hanım araya girdi. “Yaşlı kurt seviniyor da ben sevinmiyor muyum?” sitemli sorusu ile Burçe yüzünde imalı gülümseme ile konuştu. “Önceden olsa sevinmezsin derdim ama şimdi bilemiyorum.”

Gözlerimi belerterek Burçe’ye doğru baktım. Benim bakışlarımı gördüğünde omuz silkti Burçe. Ben Halide hanımdan uzak durup hiç bu muhabbetlere girmesem de sağ olsunlar Burçe ve abim bu konuyu laf sokarak hallediyorlardı.

Pamir genzini temizleyerek bu muhabbeti keserken bana doğru baktı. Söylemesi için başımı salladığımda Pamir ailesine doğru baktı. “Devrimle nikah tarihimizi aldık, 27 Temmuz.” Dediğinde ikisinin de tepkisine baktım. Yüzlerinde mutluluk ifadeleri vardı. Buna rağmen Halide hanımın panik olmuş sesini duydum. “Ay çok erken değil mi?”

“İkimize de en uygun tarih bu.” Dedi Pamir, ardından ekledi. “Malum işlerimiz gereği yoğunuz, bir nikahla evlenelim istiyoruz. Daha fazla ertelersek hiç evlenemeyebiliriz.” Dediğinde gülmemek için kendimi zor tuttum. Haklıydı. Araya mutlaka bir şeyler girerdi yine.

“Nikah mı?” Bu tepki de Halide hanımdan gelmişti. Kaşlarını çatmış bize bakarken bu sefer ne geleceğini merak ederek baktım yüzüne. “Bir tanecik oğlum var, kuru kuru nikahla mı evlendireceğim?” dedi buz gibi bir sesle.

“Anne kimi davet etmek istiyorsan nikaha davet edersin, ha düğün ha nikah.” Dedi Burçe araya girerek. Bir sorun çıkacağından korkar gibiydi. Serhat babamda araya girerek konuştu. “Çocuklar nasıl isterse, sonuçta evlenecek olan onlar. Ama nikah salonu büyük olsun, çağıracağım arkadaşlarım var. Babanın da vardır mutlaka.”

Serhat babam bana hitaben konuştuğunda olumlu manada başımı salladım. “Nikah salonu büyük merak etme Serhat baba, zaten nikah sonrası küçük bir yemek düzenleriz. Topluca eğleniriz.”

“Olmaz öyle şey efendim.” Halide hanımın itiraz dolu sesiyle bakakaldım. Neden her işi böyle yokuşa sürüyordu ki? Pamir sıkkın bir nefes verdikten sonra annesine baktı. “Anne düğün olsa ne olmasa ne? O gün bizim en mutlu günümüz olacak.” Dediğinde onaylarcasına başımı salladım. “Pamir, onca akrabamız var. Öyle kuru kuru nikah olmaz. Anlı şanlı düğün yapılması en uygun olanı oğlum.”

Sıkıntıyla sırtımı geriye doğru yasladım. Tadım kaçmıştı. Abim ve babam sürekli bana destek olurken neden Halide Hanım böyle yapıyordu anlamıyordum. Yine de Pamir’in üzerine bu kadar gitmemesi gerekiyordu. Bunu isteyen bendim.

“Pamir’e yüklenmeyin Halide Hanım.” Dedim nazik olmaya çalışarak. Pamir elini dizime yasladığında bakışlarımı anlık olarak ona çevirdim. Başını belli belirsiz iki yana salladı suçu üzerime almamam için. Ama onu dinlemeyerek tekrar Halide hanıma döndüm. “Nikah olmasını ben istedim, annemin yokluğunda düğün yapmak istemedim eksikliğini hissetmemek için.” Dedim dudaklarımı birbirine bastırarak. Pamir dizimin üzerindeki elinin baş parmağını oynatarak desteğini belirtirken ona bakmadım.

Belki annem yerime koyabileceğim biri olsaydı düğün konusu böyle canımı yakmazdı. Halide hanımla kaynana gelin değil de anne kız ilişkimiz olsun çok istemiştim, kısmet olmamıştı. Şimdi böyle bir şey mümkün olmayacağından düğün olsun istemiyordum. Yine gelinlik giyecektim, yine bu evden telli duvaklı olarak çıkacaktım. Tek farkı düğün olmayacaktı. Bunda bir sorun olduğunu düşünmüyordum.

“Devrim… bilemedim ben.” Dedi Halide Hanım üzgün bir şekilde. Ardından ekledi. “Kusura bakma. Tamam, siz nasıl istiyorsanız öyle olsun.” Sesinden mecburiyetten kabul ettiğini net bir şekilde anlamıştım. Yine de bunu umursamadım. “Anlayışınız için teşekkür ederim.” Dedim yalnızca.

Serhat babam aramızdaki hüznü dağıtmak için konuştu. “O zaman biz yakında geliriz, yardım ederiz size.” Dediğinde Pamir onayladı. “Turan babamda gelecek, el birliğiyle hallederiz. Zaten bir ev tutulacak, eşyaları da biz Devrim ile hallederiz. Yakında düğün davetiyeleri de basılır, yakınlara ulaştırırız.”

Gerekli konuşmaların ardından telefonu kapattık. Hüzünlü bir şekilde koltukta oturmaya devam ederken Burçe’nin heyecanlı sesini duydum. “Ay ben heyecan yaptım, nasıl bir elbise giysem acaba?” dedikten sonra ekledi. “Senin gelinliğin yenge?”

Tepkilerine istemsizce gülerken cevap verdim. “Gelinliği seçtim sadece satın alınması kaldı, tabii birkaç tadilat gerekebilir. Onları da yakında hallederim.”

“Ay çok güzel olacak.” Dedi Burçe ellerini birbirine vurarak. Pamir başıyla Burçe’yi işaret etti. “Sanki kendi evleniyor şu heyecana bak.” Diye alay ederken Burçe kaşlarını çattı. “Tabii heyecanlanırım, abim evleniyor. Hem de ablam gibi gördüğüm biriyle.” dedikten sonra bana doğru baktı. “İkiniz adına o kadar mutluyum ki.”

Kollarımı ona doğru açtığımda Burçe hızlıca Pamir ile benim arama geçerek kollarıma girdi. Çok şanslıydım onun gibi bir görümceye sahip olduğum için. “Şuna bak çocuk gibi nişanlımın kollarına gidiyor.” Pamir söylenirken Burçe ile güldük sesli bir şekilde. Her şeye rağmen çok güzel bir aileye sahiptim ve onlar sayesinde her şeyin güzel olacağına inanıyordum…

 

◔◔◔

Yazarın anlatımından Sinem ve Hakan,

Sinem arabasını taburun önüne park ettikten sonra girişte nöbetçi olan askerlere doğru ilerledi. Heyecanlıydı, buraya gelene kadar Hakan’a ne söyleyeceğinin planını yapmıştı ancak hala daha kafasında tam olarak toparlayabilmiş değildi. Pat diye seni seviyorum diyemezdi. Ama kendini affettirmeliydi.

“Size nasıl yardımcı olabiliriz?” Nöbetçi askerin ona hitaben konuşması ile Sinem genzini temizledi. “Üsteğmen Hakan Gediz ile görüşecektim.” Dedi gergin bir şekilde. Aslında Hakan’a sürpriz yapmak istiyordu ama buraya elini kolunu sallayarak giremeyeceğini biliyordu.

Tam olarak bu düşüncelerdeyken tanıdık birinin sesini duydu. “Sinem hanım?” Soner’in tanıdık sesini duyduğumda başını ona doğru çevirdi. Sonra yanındaki Taner’i gördü. “İyi akşamlar.” Dedi tebessümle. Sonra ekledi. “ Hakan’ı görmek için gelmiştim.” Dedi yardım isteyen bir sesle. Taner ile Soner bıyık altından gülmek isteseler de bunu bastırdılar. Soner olaya müdahale ederek nöbetçi olan askere döndü. “İçeri alabilirsin asker, bizim misafirimiz.”

“Emredersiniz komutanım.” Nöbetçi asker kapıyı açarken Sinem taburdan içeri girdi. Minnettar bir biçimde yan yana dikilen ikiliye yaklaştı. “Çok teşekkür ederim.” Dediğinde Taner başını eğip kaldırdı. “Ne demek hâkime hanım, komutanım odasında. Odasının kapısının yanında ismi yazıyor.”

“Sağ ol, kolay gelsin size.” Diyerek yanlarından uzaklaşmaya başladı Sinem. Her bir adımında içi heyecandan dolup şaşarken binaya girdi. Ardından da koridorda ilerlemeye başladı. Tek tek odaların isimlerini okurken Pamir ile Hakan’ın odasını bularak kapının önünde duraksadı.

Elini kalbine yaslayarak derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. Ardından işaret parmağını büküp arkasıyla kapıya vurdu. İçeriden Hakan’ın sert ve otoriter sesini duydu. “Gel.” Hep nazik ve yumuşak sesini duymuştu, tabii bir de sürekli dalga geçer sesini. Şimdi bu ses çok karizmatik gelmişti ona.

Zihninde bu düşünceler varken kapının kulpunu indirdi ve başını kapıdan uzattı. Hakan kapıya bakmadığı için gelen kişinin bir askeri olduğu düşündü. “Söyle asker.” Dedi kendinden emin bir sesle. Sinem istemsizce buna gülümserken tatlı bir şekilde konuştu. “Gelebilir miyim komutanım?”

Hakan, duyduğu ince ve zarif sesle anında başını kaldırdı dosyadan. Şaşkınlık içerisinde kapıda dikilen kadına bakarken anlık olarak hayal gördüğünü düşündü. Sinem ise dikkatle ona bakmaya devam ediyordu. Öyle ki Hakan ile bakışları buluştuğu anda mavilerinin koyulaştığını, gözbebeklerinin büyüdüğüne şahit olmuştu.

Oturduğu yerden ayağa kalkarken kaşlarının çatılmasına engel olamadı Hakan. “Senin burada ne işin var?” dedi merakla. Gece gece burada neden olduğu aklını karıştırmıştı. Sinem’in daha önce buraya geldiğini görmemişti hiç, şehit cenazesi dışında. “Sen misafirlerine hep böyle kaba mısındır?” dedi Sinem yüzündeki tebessümü silmeden.

Hakan afallayarak baktı kıza. Geçen gün neler söylerken şimdi neler söylüyordu. Yine de neredeyse 2 güne yakındır onu görmemişti ve Sinem’i gördüğü an sakinleştirdiği kalbi yine heyecanla kasılmaya başlamıştı. “Genelde misafirim gelmez, askerime de nazik olduğum söylenemez.” Dedi Hakan umursamaz bir tavırla.

Sinem bu tepki ile dudaklarını birbirine bastırdı. Hakan ise kızı kapıda bekletmemek için eliyle masasının önündeki sandalyesini işaret etti. “Geçsene.” Sinem aldığı direktifle odadan içeri girdi çekimser bir şekilde.

Odaya girdiğinde ilk gözüne çarpan Hakan’ın masası oldu. Masanın üzerinde belli sayıda dosyalar, içerisinde üç tane kalem bulunan küçük, yuvarlak ve siyah bir kalemlik, bir tane de çerçeve vardı. Bakışlarını masanın üzerinde gezdirirken Hakan aklına takılan soruyu ciddi bir şekilde sordu. “İçeri nasıl aldılar seni, beni arayan olmadı.”

“Seni aratıyordum o sırada Soner ile Taner’i gördüm, sağ olsunlar yardım ettiler.” Dedi tane tane. Aklında hala daha lafa nasıl girmesi gerektiği vardı. Odaya geldiğinden beridir Hakan’ın beklenti içinde olduğunu biliyordu. Hakan aldığı cevap karşısında ufak mırıltıyla cevap verdi. Mırıltısına ek olarak ciddi bir şekilde ekledi. “Otursana.”

Sinem, Hakan’ın tavrı karşısında iç çekmeden edemedi. Yine de sinirlenmeden Hakan’ın işaret ettiği yere geçerek oturdu. Normalde kaşlarını çatıp ona karşı çıkardı, inat ederdi. Ama şimdi amacı bir yanlış anlaşılmayı düzeltmekti. O yüzden sakince karşısındaki adama odaklanacaktı.

Hakan’da Sinem’in bu tavrına alışık olmadığı için şaşırmıştı ama bunu belli etmeden göz ucuyla kıza bakarak mırıldandı. “Ne içersin, bir şey ikram edeyim sana. Sonra misafirine bir şey ikram etmedin olmasın.” Dedi ima ile.

Bunu Sinem’i kışkırtmak için yapıyordu. Sinem taşın ona geldiğini anlayarak gülümsedi ama samimiyetten uzaktı bu gülüş. “Böyle başıma kalka kalka ikram edeceksen kalsın. Zaten bir şey içmek için gelmedim, bir şey içecek olsam kafeye giderdim.”

Hakan, Sinem’in sınırlarını zorladığını bilerek dudaklarını birbirine bastırdı. Onun bu halleri hoşuna gidiyordu, amacına da ulaşmıştı. Yine de üzerine gitmekten vazgeçmedi. “O zaman neden geldin?”

Sinem aniden oturduğu yerden kalktı. İçinde büyüttüğü cesareti yavaş yavaş küçülmüştü. Hakan’da hiç yardımcı olmadığı için düşündüklerini dile getirip getirmemek konusunda tereddüde düşmüştü. “Belki de hiç iyi bir fikir değildi gelmek.”

Başka hiçbir şey söylemeden kapıya yaklaştığı sırada bileğini tutan el adımlarının duraksamasına neden oldu. Gelen ani temasla kalbinin hızına söz geçiremezken sertçe yutkundu. “Yine mi kaçacaksın?” dedi Hakan sabırsızca. Sinem’in duygularından kaçtığının farkındaydı. İlk önce bunu kendini sevmediği için olduğunu düşünmüştü ama durum böyle değildi.

Sinem bu sözle yerinden kıpırdayamadı. Hakan ise kızın üstüne gitmekten çekinmedi. Çünkü biliyordu, Sinem’in üzerine giderse cevap alabilecekti. “Yine mi inkâr edeceksin?” dediğinde Sinem derin bir nefes aldı. Hakan ise tekrar üsteledi. “Yine mi beni umutlandırıp umutlarımın üzerinde tepineceksin?”

Sinem bu cümlenin içine oturduğunu hissederken gözlerini kapattı. Neden bu kadar zordu ki? Hakan canının sıkıldığını belli edercesine devam etti. “Yaptığın şeyin arkasında durmuyorsun, senden uzaklaştıkça peşimden geliyorsun. Neden?” Aslında cevabı belliydi. Aşktandı.

Daha fazla dayanamadan arkasına doğru döndü Sinem. Hakan ile yüz yüze gelirken gözlerini ondan çekemedi. Mavilerinde kalakaldı. Bazı şeyleri sarhoşken yapmak daha kolaydı diye geçirdi içinden. Hakan ise kahvelerde kaybolmamak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Çünkü kaybolursa gardını indirirdi.

“Her şeyin farkındasın, kalbimi avucunun içine aldın. Onunla oynuyorsun.” Hakan’ın acımasız bir şekilde dile getirdiği şeyle Sinem kaşlarını hafifçe çattı ve yutkundu. Hakan ise umursamadan devam etti. “Belki de bu hoşuna gidiyor ama ben buna katlanacak bir adam değilim Sinem. Açık açık söyle, seni istemi-“

Hakan kartları açık oynayarak, canının yanacağını bilerek sözlerini dile getirirken Sinem karşısındaki adamın laflarına dayanamamıştı. Buraya gelirken içinde toplanan cesaretin fişeği bu sözlerle ateşlenirken aklı başında olaraktan dudaklarını Hakan’ın dudaklarına bastırarak adamın sözlerini kesmişti. Duymak istemiyordu.

Sinem’in dudaklarının baskısı aklını yitirecek gibi olmasına neden olurken yine kalakalmıştı Hakan, karşılık verememişti. Şaşkındı. Ondan böyle bir atak beklememişti çünkü. Sinem hafifçe gözlerini araladığında Hakan’ın şaşkınca ona baktığını gördü. Utanç tüm vücuduna yayılırken Hakan mırıldandı. “Yine sarhoşluğun arkasına saklanmayacaksın umarım…”

Dudaklarının arasında santimler vardı. Birbirlerine bakıyorlardı, birbirlerinin nefeslerini hissediyorlardı. Karşı koymakta zorlanıyorlardı ama konuşmak zorundalardı.

Sinem başını iki yana salladı aheste aheste. “Sarhoş değilim, aklım başımda. İstediğim için yaptım.” Dedi cesurca. Hakan’ında istediği buydu işte. Sinem’i lafını esirgemeyen, sert, cesur bir kadın olarak tanımıştı ve konu aşk olduğunda da öyle olsun istiyordu. Uzun süre kaçınsa da nihayet o cesareti gösterebilmişti. Titrek kahveleri, mavilerle dalgalanırken Hakan’ın dudakları kıvrıldı. Beklediği an gelmişti.

“Kabul ediyorsun yani?” dedi tereddütle. Sinem başını salladı. Kabullenmişti artık duygularını. “Kabul ediyorum. Kaçtım senden, laf soktum. Şimdi karşındayım işte, tüm çıplaklığımla karşındayım. Dilim söylemiyor belki ama gözlerimden anla.” Diyerekten dikkatle adamın gözlerine bakmaya devam etti. Aşkını, sevgisini, huzurunu, isteğini gözlerinden anlasın istedi. Hakan anlardı çünkü biliyordu.

Biraz önce kahvelere kapılmamak için çırpınırken şimdi kendini kızın kahvelerine bıraktı Hakan. İçine akıp giden, baktıkça bakası gelen gözlere uzun uzun baktı. Kızın istediği gibi duygularını gözlerinden anlamaya çalıştı. Anladı da. Korktum, kaçtım senden. Ama şimdi karşındayım, her şeye razıyım diyordu o gözler. Tam bir teslimiyet vardı.

Hakan elini usulca kaldırarak kızın yanağına getirdi. Baş parmağı ile belirgin olan elmacıklarını severken Sinem, Hakan’ın dokunuşları ile heyecanlandı. Adamın mavi irislerin çevrelediği gözbebeklerinin büyüdüğüne şahit oldu. Aynı gözlerde başka şeylerde vardı. Bir yoğunluk, derin bakışlar, sevgi, hayranlık içeren pırıltılar ve bunlar dışında izin ister gibi bir hali vardı.

Sinem bu isteğe kayıtsız kalamazdı. İzin niteliğinde gözlerini kapatıp dudaklarının arasındaki santimleri azaltmak istercesine parmaklarının üzerine yükseldi. Hakan bu hamleyle hiç beklemeden dudaklarını birleştirdi. Bir eli kızın yanağında dururken diğer eliyle belini kavrayıp kendine çekti. Dudakları, kızın dudaklarının hakimiyetini ele alıp eze eze öperken içinin eridiğini hissetti. Çok beklemişti bu anı. Ama hiç aklına getirmemişti bir gün olabileceği ihtimalini.

Sinem, elinin altındaki kalbin kendi için attığının bilincinde olarak içindeki heyecana engel olamadı. Şimdi Hakan elini kalbinin üzerine yaslasa onun için atan kalbini hissedebilirdi. Mutluydu Sinem, artık kaçmak yoktu. Halletmişti. İyi ki diyordu içinden. Karşısındaki adamı seviyordu, onu reddetmek canını çok yakardı. Adamında onu sevdiğini biliyordu. Böylece birbirini seven iki kalp birleşmişti.

Belki karşılaşmaları bir tartışmayla başlamıştı, birbirimizi bir daha nerede göreceğiz demişlerdi. Şimdi aylar sonra bu iki kalp birbirlerini görmek için can atar kıvama gelmişti. Kah birbirlerine kaçamak bakışlar atmışlar, kah birbirleriyle uğraşmışlar, kah birbirlerini savunmuş, kah birbirlerinden kaçmışlardı. Ama şimdi birbirlerinden kaçmak bir yana birlikte olmak için her şeyi yaparlardı…

 

◔◔◔

4 gün sonra…

Devrim Akyol’un anlatımından,

Kolumdaki saate baktığımda saatin gece yarısı 1.30 olduğunu gördüm. Teslimat gece 4’te idi ve biz teslimat öncesi konuştuğumuz gibi emniyette buluşarak planımızın üzerinden geçecektik. Aynada kendime son kez baktım. Üzerime siyah, askılı, düğmeleri olan ayrobin tarzı bir yelek, altına da siyah kumaş bir pantolon giymiştim. Hava sıcak olduğu için saçlarımı tepeden at kuyruğu yapmıştım.

Topuklu ayakkabılarımı alarak evin kapısını çektim. Burçe ve Sinem uyuyorlardı. Bu gece bir operasyon olacağından haberleri yoktu. Gizli bir operasyondu. Sadece başsavcım, ben ve emniyetten görev verdiğim birkaç kişi biliyordu. Dolayısıyla Pamir’in de abimin de haberi yoktu. Ayakkabılarımı giyerek apartmandan çıktım. Heyecanlıydım. Uzun süre sonra sahada bir operasyona katılma düşüncesi yüreğimin heyecanla çırpınmasına neden oluyordu.

“Devrim?” Arabama doğru ilerlerken aniden duyduğum sesle olduğum yerde kalakaldım. Hiç kimsenin haberi yoktu, herkesin uyuduğunu düşünürken Pamir’in sesini duymak büyük bir sürpriz olmuştu benim için. Hatta canımın sıkılmasına neden olmuştu bu durum. Başımı yavaşça sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde Pamir’in soru işaretleri barındıran gözleriyle bana baktığını gördüm.

Balkondaydı. Elinde sigarasıyla kollarını balkonun demirlerine yaslamış bana bakıyordu. Muhtemelen sigara içmeye çıkmıştı ve tesadüfe bak ki beni görmüştü. “Bu saatte nereye gidiyorsun?” sorgularcasına bana bakarken aklında bin bir çeşit düşünce geçiyor gibiydi ama bunlardan en baskını meraktı.

“İşe gidiyorum.” Dedim dudaklarımı yalayarak. Gecenin sessizliğinde sadece ikimizin sesi duyulurken Pamir tek kaşını kaldırdı. Balkondaydı ama sokak lambaları aydınlattığı için yüzünü net bir şekilde görebiliyordum, zaten 2.katta oturuyorduk. Benim şanssızlığım Pamirlerin oturduğu dairenin arabamızı park ettiğimiz yere bakmasıydı.

“İşe gidiyorsun?” diyerek söylediğimi tekrarladı Pamir. Sesinde bariz bir merak ve alay vardı. Ardından ben bir şey diyemeden balkonun kapısına yöneldi ve içeri girdi. Şaşkınlıkla balkona bakarken onun nereye gittiğini sorguladım kendi içimde. Ardından da bir dakika içinde apartmanın kapısının açıldığını duydum. Bakışlarımı oraya çevirdiğimde Pamir’in yanıma doğru geldiğini gördüm.

Bakışları kısa bir an için vücudumda oyalanırken belimde takılı olan silahta takılı kaldı. Bunu anladığım an gözlerimi kapatıp dudağımı ısırdım. Yanıma çanta almadığım için silahı belime takmak durumunda kalmıştım. Hiç kimseye yakalanmayacağımı düşündüğüm içinde bunu sorun etmemiştim.

“Kimi kandırıyorsun?” hesap sorarcasına gözlerime bakarken sesindeki sertliği hissetmemek imkansızdı. “Saat gecenin bilmem kaçı, işe mi gidiyorsun gerçekten. Bildiğim kadarıyla adliyede mesai saat 9’da başlıyor. Bugün nöbetinde yok. Yarın da cumartesi…” gözlerini gözlerimden çekmeden cümlelerini söylerken gerildim. Ona yakalanmam hiç iyi olmamıştı.

Sessiz kalıp gözlerine bakmaya devam ettim. Diyebileceğim tek şey işe gidiyorum cümlesiydi. Görev gizliliği diye bir şey vardı ve ciddi manada bu davada en önemli şey gizlilikti. Bu Pamir’e olan güvenimle alakalı değildi, işime olan saygımdan dolayıydı.

Gözleri belimdeki silahı işaret ederken naziklikten uzak bir şekilde konuştu. “Yine başını belaya sokmaya gidiyormuşsun gibi geldi bana.” Açık sözlülükle dile getirdiği cümle kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Yine? Sesindeki bezginliği anlamamak için salak olmak gerekiyordu.

“Mesleğimi yapmaya gidiyorum.” Dedim benden beklenmeyecek derecede soğuk bir sesle. Genelde bu tonu suçlular duyardı ama sabrımın sınırına ulaştığımda herkese karşı kullanabilirdim.

Pamir başını aşağı yukarı salladı. “Bu saatte seni yataktan kaldıracak kadar önemli bir operasyon o zaman.” Anlamıştı. Zaten anlayacağını biliyordum. “Ve yine senin gitmen gereken bir operasyon çünkü kolluk kuvvetleri bu görevi yerine getiremez.” Dudaklarında alaylı bir ifade vardı, bakışları soğuktu. Sanki sinirlenmem için bilerek yapıyordu.

“Yine mi aynı konu?” dedim tahammülsüzce. Artık bıkmıştım bu mevzudan. Pamir başını salladı. “Evet aynı konu.” Gözlerimi kapatarak sakin olmaya çalıştım. Ama olamayacağımı biliyordum. “Sen sürekli benim işime karışmaya devam mı edeceksin!?” dedim kendime hâkim olamayarak. Artık çizgiyi aşmaya başlamıştı. Bu konuyu sürekli konuşmamıza rağmen.

Yaralanıyordum, azar yiyordum. Operasyona çıkıyordum, azar yiyordum, kızılıyordum. Bir davayı başarıyla bitiriyordum yine yaptığım şeyler yüzüme vuruluyordu. Bu durum artık canıma tak etmişti. Abim bir yandan Pamir bir yandan üzerime geliyordu. Bu konuyu konuşup sonuca bağladığımızı düşündüğüm an işler tersine çevriliyordu. Her zaman alttan alan ben oluyordum, aramızı düzgün tutmaya çalışıyordum ama soncunda üzülen yine ben oluyordum. Zaten gergindim, tedirgindim şimdi bu üzerine tuz biber olmuştu.

Pamir çıkışımla birlikte şaşırdı. Saniyelik olarak şaşırma ifadesini yüzünde gördüm ancak büyük bir profesyonellikle bunu gizledi. “Kendini ne zaman tehlikeye atmaktan vazgeçersen o zaman aynı konu konuşulmayacak.” Sakinliği sinirimi daha da bozarken gözümde bir seğirme hissettim.

“Hala tehlike diyor ya?” dedim alaylı bir şekilde gülerek. “Bunu bana sen mi söylüyorsun Pamir, Allah’ın her günü ölümle burun buruna olan adam mı söylüyor bunu bana!?” sesime hâkim olamayıp bağırdım. Pamir etrafa bakıp kimsenin olmadığını görerek bana karşılık verdi. “Aynı şey mi!?”

“Aynı şey!” dedim üstüne bastırarak. Ardından devam ettim. “Ya bu benim mesleğim anlamıyor musun, mesleğim? İster masamın başında otururum ister operasyonun ortasına dalarım sana ne!?” ağzımdan çıkan cümleleri umursamadım. Pamir afalladı, bakışlarındaki sertliğin azaldığını gördüm ama umursamadım.

Sinirlerim o kadar gerilmişti ki hâkim olamıyordum artık. “Ben masanın başında oturmak için eğitim almadım onca yıl! Masanın başında oturmak isteseydim başka bir meslek seçerdim. Artık bu masa başı mevzusunu ısıtıp ısıtıp önüme getirme, kabullenmeye çalış!”

Ateş saçan gözlerle ona bakarken Pamir bu halimi aylar sonra ilk defa görüyordu. İlk geldiği günler ona ateş saçıyordum, laflarımla ezip geçiyordum, canını yakıyordum. Sonra aramız düzeldiğinde ona aşk dolu, nazik, sevgi dolu cümlelerimi sıralamaya başlamıştım. Ben ona böyle davrandıkça üzerimde hakimiyet kurmaya çalışıyordu ve ben bunu çok iyi anlamıştım artık.

“Kabullenemiyorum, zor geliyor. Her gün hangi çatışmaya gireceksin düşüncesi uykularımı kaçırıyor.” Pamir’de benim gibi düşüncelerini dile getirdiğinde büyükçe yutkundum. Ne güzeldi, benim duygularımı anlamaya başlamıştı ama empati kurmak istemiyordu. “Gerçek dünyaya hoş geldin Pamir, şimdi benim hissettiklerimi anlıyor musun?” dediğimde kaşları çatıldı. Bense hiç duraksamadan devam ettim sözlerime. “Bencilsin.”

Söylediğim kelime onda şok etkisi yaratırken ağzını araladı bir şeyler söylemek için. Sonra da hiçbir şey söylemeden dudaklarını birbirine bastırdı ama gözlerindeki hayal kırıklığını görmüştüm. İlk defa bu kadar ciddi kavga ediyorduk, ilk defa dilimin ayarını yapmıyordum. Bundan dolayı ne diyeceğini bilmiyordu ama sınırı o kadar aşmıştı ki ben ağzımı kapatacak durumu çoktan geçmiştim.

“Çok bencilsin hem de…” dedim gözlerine bakarak. “Sadece kendini düşünüyorsun. Aklım Devrim’de kalmasın diyorsun…” dedim onun zihninden geçen düşünceyi dışa vurarak. “Peki benim aklım! Bir gidiyorsun aylarca yoksun. İyi misin, kötü müsün bilmiyorum. Sana diyor muyum mesleğini bırak, operasyona çıkma! Ya da masa başında otur takip et operasyonu diye! Sadece sen mi korkuyorsun bir şey olmasından? Neden tüm fedakarlığı ben yapmak zorundayım?”

Sinirden zangır zangır titrerken hırsımdan gözlerimde dolmaya başlamıştı. Bu huyumdan nefret ediyordum. “Yıllarca senin yasını tuttum…” dedim boğuk bir nefes vererek.

“Yıllarca ağladım, zırladım. Okulumu bırakacak raddeye geldim. Yokluğunda mesleğime sarıldım.” Dedim ciğerlerime oksijen çekmeye çalışırken ama zor geliyordu. “Geldin, tüm düzenimi siktin attın. Kendimi tanıyamayacağım hale getirdin. İşin ucunda vatan var dedin, zor oldu ama kabul ettim. Seni tekrar kaybedeceğimi bile bile evet dedim, mutluluğumuzu çalmaya hakkımız yok dedim.”

Birkaç kere yutkunarak dudaklarımın arasından nefes aldım. Sesim daha sakin çıkıyordu şimdi. Ama nefes nefeseydim. Pamir’in bakışlarında endişeli pırıltılar gördüm. Endişenin yanında pişmanlık, hüzün, korku ve birçok ifade daha. Pişman olmuştu, bu aralar bunu sürekli yapıyordu ama.

“Bu adam mesleğine aşık, bu meslek için yıllarını verdi. Operasyondan operasyona koştu dedim. Aynı düşünceyi senden de bekledim ben!? Hala daha da bekliyorum.” sesim tekrardan yükselirken birkaç gözyaşı yanağıma damladı. Üzüntüden değil, hırstandı bu damla. Sinirdendi.

Pamir bana yaklaşmak için bir adım attı. “Devrim…” pişmanlığını iki metre öteden bile anlardım ama şu an bunu kabullenecek güçte değildim. Elimi kaldırdım hızla. “Yaklaşma!”

Söylediğim cümle ile acı ifadesi geçti gözlerinden. Onun canı acıdı, ben o acıyı yüreğimde hissettim. Ama bunu umursamadım. Hem kendimi hem onu acıtmayı istemiştim bu gece. Yanağımdaki yaşları sertçe sildiğimde yanaklarım sızladı ama bunu da umursamadım. Sinirlerim o kadar gerilmişti ki kendimi tutamıyordum.

“Sen naptın? Her defasında burnumdan getirdin. Ne yaptıysam ne yaşadıysam yanımda oldun belki ama sözlerini esirgemedin. Benim savcı olmamı kabullenemedin. Her defasında seni güzellikle uyardım, her defasında hallettik sandım ama benim salaklığım bu.” Dedim alayla gülerek. Bir gülüyordum, bir bağırıyordum, bir ağlıyordum. Kendimi kaybetmiştim.

Bakışlarımı yere doğru eğdim. Sakinleşmem gerektiğinin bende farkındaydım. Operasyona gidecektim, aklımın burada kalmaması gerekiyordu ama burada kalacaktı. Yine de kendimi toparlamak için yere doğru baktım. Bakışlarım parmağımdaki yüzüğe takıldı.

Şu yüzük takıldı takılalı kavgalarımız artmıştı. Belki de Pamir’e bana bu kadar karışma hakkını ben vermiştim. Belki değildi, bu böyleydi. Ben ona bu hakkı tanımıştım sürekli alttan alarak. En azından bu konuda böyleydi.

“Devrim, hayır…” Pamir ne düşündüğümü anlayarak çaresizce fısıldadı. Bakışlarımı yüzükten çektim ve ona çevirdim. Hafifçe gözlerinin dolduğunu gördüm, sanki çaresizlik tüm bedenini sarmıştı, omuzları çökmüştü. Tek sözümle yıkılacak gibi duruyordu.

“Ben senin olmamı istediğin kadın olmayacağım Pamir…” dedim fısıltı şeklinde. Başını hızla iki yana salladı. Gözleri sen zaten benim istediğim kadınsın dercesine bakıyordu. “Hayır Devrim…” yalvarırcasına konuşacağı sırada sözünü kestim. “Masanın başında oturmayacağım, evde hiç oturmayacağım ben yıllarımı bir adamın sözü üzerine çiğnemem. Başarılarımı, isteğimi, hayallerimi feda edemem. Bu kadar fedakârlık fazla.” Dedim kararlı bir biçimde.

Bakışlarım tekrar yüzüklere kaydı. Bunları çıkardığım an her şey biterdi. Biz biterdik. Çıkarmak istiyor muydum? Hayır, asla. Ama buna dayanamıyordum. Mesleğim söz konusu olduğunda üstümde baskı hissetmek istemiyordum, benim değer verdiğim kadar karşımdakinden de değer görmek istiyordum. Saygı görmek istiyordum. Neden fedakarlığı hep ben yapmak zorundaydım, neden saygı görmüyordum?

“Pamir…” dedim ilk önce ona bakarak. Benden ne geleceğini biliyormuş gibi korkuyla gözlerime bakıyordu. Ağlamamak için bakışlarımı gökyüzüne çevirdim, ardından da burnumu çektim. “Belki de yol yakınken vazgeçme- “diyeceğim sırada sözlerim kesildi anında.

“Asla vazgeçmem senden. Aklının ucundan bile bu geçmesin ne olursun, sakın devamını bile getirme bu cümlenin.” Dedi can havliyle. “Haklısın sen, ben bencilim. Ama n’olur vazgeçme bizden.” Yalvarırcasına cümlelerini sıralarken göz bebekleri titredi. Sesinden de gözbebekleriyle yarışır cinsten muhtaçlık akıyordu. “Sen olmazsan olmaz, yapma bunu bize.”

Beni kaybetmemek için sıralıyordu bu cümleleri, iki gün sonra aramız düzeldiğinde yine aynı şeyleri yaşamayacağımızın garantisi yoktu ki. Şimdi can havliyle söylüyordu. Küçük bir erkek çocuğu gibi titrekçe bana bakıyordu. Sanki annesinin şefkatli kollarına ihtiyacı varmış gibiydi bakışı. Dudaklarımdan çıkacak olan iyi bir cümleye muhtaç gibiydi. Onu kollarımın arasına almak isterdim her zaman ama ilk defa bunu yapmadım.

“Düşünmeye ihtiyacım var…” dedim mırıltıyla. Düşünmek için vaktim bile yoktu. Bu kafayla koştur koştur operasyona gidecektim. Sonra eve gelip dinlenecektim tabii zihnimdeki düşünceler buna izin verirse. Ardından ekledim. “Düşünmeye ihtiyacımız var…”

Onun da düşünmesi gerekiyordu, beni anlaması gerekiyordu. Bu konu ikimizi de yıpratıyordu. Böyle olmazdı, olmamalıydı. Biz evlenecektik. Bu şekilde yıpranırdık.

Pamir’in yüzüne bir kez daha bakmadan arkamı döndüm ve arabama doğru ilerlemeye başladım. Elimi kalbime yaslayarak gözlerimden birkaç damla daha yaşın akmasına izin verdim. Bugün burada o yüzükleri çıkarmadıysam bile bunu sorgulamak bile ilişkimize büyük bir zarar vermişti. Kırmıştı Pamir’i. Fedakârlık yapmaktan yorulmuştum, bir şeyleri alttan almaktan yorulmuştum, sürekli herkesin iyiliği için uğraşmaktan yorulmuştum. Şimdi arkamda Pamir’i perişan bir halde bırakmıştım ama bir şeyleri sorgulamanın sırası artık ondaydı…

*****

“Savcım 7 kişilik bir ekip sağdan, 9 kişilik diğer ekip soldan kuşatacak. Benim ekibim ise sizi korumakla görevli, operasyonu izleyebilmeniz için bir minibüs ayarladık, gerekli yerleri kameralarla kuşattık. Kameralardan minibüsün içine görüntü aktarımı yapacağız. Böylelikle emniyetinizi sağlamış olacağız.” Serkan komiserin sözleri ile düşüncelerimden sıyrıldım. Aklım hala daha Pamir’deydi. Aramamıştı. Operasyona katılacağımı bildiğinden aramamıştı bunu biliyordum.

“Tırın etrafı kuşatılıp teslimatı yapan kişiler yakalandığında kelepçelerin takıldığını bizzat göreceğim.” Dedim kendimi toparlayarak. Her ihtimale karşılık üzerime giydiğim çelik yeleği çekiştirerek rahatlamaya çalıştım. İnsanın aklında iş dışında başka bir şeyin olması çok kötüydü.

Teslimat saati yaklaşmıştı, polislerimiz yerlerine geçmişti. Şu an tek yapmamız gereken beklemekti. Gecenin serinliği çökmüştü, kollarımı birbirine dolarken derin bir nefes çektim ciğerlerime. Biz nasıl bu hale gelmiştik?

Aklımda dönüp duran soru buydu, boşluk bulduğu an zihnimde bu düşünceler geziniyordu. Pamir’e bunu yaptıran kaybetme korkusuydu ama o korkuyla yüzleşmesi gerekiyordu artık. Benim mesleğime bu kadar karışamazdı, ben hiçbir zaman masa başında oturmayı isteyen bir savcı olmayacaktım. Eğer öyle birini istiyorsa yol yakınken benden vazgeçmesi onun için iyi olurdu. Bu şekilde devam ettiği taktirde ikimiz de çok yıpranırdık. Bunu düşünmek bana çok acı verse de belki de en iyisi bu diye de aklımdan geçirmiyor değildim.

“53 KBH 19 plakalı tır, teslimat bölgesine giriş yaptı.” Telsizden yankılanan sesle birlikte irkildim. Minibüsün kapısı Serkan komiser tarafından açıldığında hiç beklemeden içeri girdim. Kameraların bulunduğu duvarın önüne doğru geçip oturdum.

1 numaralı kamera kaydından epey uzun bir dorsesi olan tır giriş yaptı. Plakasını net bir şekilde görebiliyorduk. Beklediğimiz tır gelmişti. Tır girişten sonra kameraların bulunduğu diğer yollara sapa sapa teslimatın yapılacağı bölgeye girdi. Tırın park edildiği yerde on kişiden fazla siyah takımlı korumalar vardı.

Korumaların biri tırın şoför kapısına yaklaşarak bir şeyler söyledi. Tırın şoförü camdan bir tane kağıt uzattığında koruma kağıda baktı bir süre. Ardından tırın dorsesine giderek kapağını açtı. Kasanın içinde net bir şekilde un çuvalları olduğu görünüyordu.

Korumalardan bir diğeri büyük kırmızı bir leğen getirdiğinde merakla onları izlemeye devam ettim. Leğeni kasaya doğru yerleştirdiğinde kasanın başında bekleyen koruma cebinden çıkardığı çakı ile un çuvalına kesik aldı. Kesikten sızan unlar leğene dökülürken yüzümde alaycı bir gülümseme oluştu. İşlerini iyi biliyorlardı, hiç iz bırakmıyorlardı.

Unlar döküldükçe içindeki siyah cisim görüş açımıza girdiğinde onun ne olduğunu bu minibüsün içindeki herkes biliyordu. Böylece gerçekten silah kaçakçılığı yaptıkları kanıtlanmış olmuştu. “İşte bu kadar!”

Zaferle gülümserken korumalardan biri telefonunu çıkardı ve birini aradı. Muhtemelen Azad veya Şehmus’tu. Yaklaşık beş dakika içinde 1 numaralı kameradan siyah Audi A6 model araç bölgeye giriş yaptı. Tırın ilerlediği güzergahta ilerleyerek tırın yanındaki yerini aldı. Araçtan çok yakından tanıdığım Azad ve babası indi. Kendi elleriyle ecellerine gelmişlerdi.

“Alın adamları.” Diye telsizce emir verdiğimde kameralarda bizimkiler göründü. “Hadi gidiyoruz.” Diyerek oturduğum yerden kalktım. Minibüsün kapısını açıp inerken Serkan komiserin sesini duydum. “Siz gelmese miydiniz savcım, tehlikeli olabilir.” Dediğinde tersçe ona doğru baktım. “Neyi yapacağımı sana mı soracağım?”

Aniden onu azarlamamla birlikte dudaklarını birbirine bastırdı. Herkes yaramın üzerine basıyordu sonra da ağızlarının paylarını alıyorlardı. Nefret ediyordum bu durumdan.

En önde ilerlerken benim arkamdan 4 kişi daha geliyordu. Tıra doğru yaklaştıkça sesleri net bir biçimde duyuyorduk. “At silahları at! At! at!” Korumalar şaşkınlıkla polislere bakarken Azad hepsini öldürecek gibi korumalarına bakıyordu. Aynı zamanda polislerin emirlerine uyarak bellerindeki silahları çıkartıp yere doğru atıyorlardı.

10 kişilik koruma ordusuna yaklaşık 20 polis düştüğü için çatışma çıkartmaları mantıklı olmazdı. Ayrıca devletin polisine silah sıkmaktan da yargılanmak istemeyecekleri için doğru seçimi yapmış ve dediklerini yapıyorlardı. Şehmus ve Azad ellerini teslim olurcasına kaldırırken topuklu ayakkabılarımın sesi etrafta yankılanmaya başladı.

Bu sesi duyarak bakışlarını bana doğru çevirirlerken yüzümde zafer gülümsemesi vardı. Bir çetenin daha kökünü kurutacaktık inşallah. Bakışları beni bulduğunda ikisinin yüzlerindeki şaşkınlık ifadesi görülmeye değerdi. “Sizinle tekrar karşılaştık ha beyler?” keyifle yanlarına doğru yaklaştım.

Bakışları her hareketimi takip ederken Şehmus ağa denilen herifin önünde durdum. “Dilan ile Azad’ın düğününe gelemediğim için üzülmüştüm, sonuçta özel olarak davet edilmiştim ama kısmet bugüneymiş ha Şehmus ağa?” dedim sırıtarak. Şehmus ağa dişlerini sıkarken Azad’a doğru döndü bakışlarım. “Ha Azad ağa? Avukatınız kurtarabilecek mi bakalım bu sefer sizi? Silah kaçakçılığında suçüstü, sizce kaç yıl yatarsınız?”

İkisi de bana nefretle bakarken benim yüzümde onların nefretlerini artırmak için özellikle takındığım gülümseme vardı. Birkaç adım daha atarak aramızdaki mesafeyi kıstım. “O zaman tam olarak tanışmamıştık Şehmus ağa.” Dedim yüzümdeki sinir eden gülümsemeyle.

Ardından ekledim. “Ben cumhuriyet savcısı Devrim Akyol, seni hapishaneye tıkacak olan savcı. Bu ismi iyi belle.” Dedim sert, acımasız ve soğuk bir sesle. Ardından başımla yanımızda dikilen iki polis memuruna işaret ettim. “Takın şunlara kelepçeyi.”

Polis memurları Şehmus ve Azad dahil tüm korumaların ve tır şoförünün bileğine kelepçeyi takarken konuştum. “Bıçak verin bana.” Elimi uzattığımda anında avuçlarımın içine bıçak konuldu. Hiç beklemeden diğer un çuvallarını kesmeye başladım. Birinde olmasa da diğerinde mutlaka silah vardı. Kim bilir kaç defa bu şekilde silah alıp satmışlardı. Hepsi öğrenilecekti.

“Tırı olay yeri incelemeye çekin, güzelce incelensin. Sanıklar da nezarethaneye alınsın, pazartesi günü ifadeleri alınacak. Götürün araçlara.” Emirlerimi sıraladığımda söylediğim şeyler bir bir yapılmaya başlandı. Kalabalık olacaklarını bildiğimiz için getirilen dolmuşa sanıklar yerleştirildi ve onlarla belli bir sayıda poliste araca bindi.

Onların önündeki ekip aracına ben ve Serkan komiser bindik. En arkadaki araçta da diğer polis arkadaşlar vardı. Araçlar emniyete vardığında sanıkları Serkan komisere emanet ederek emniyetten çıktım. Bir işten daha anlımın akıyla kurtulmuştum. İfadelerini alıp nezarethaneye yerleştirdiğimde her şey daha da güzel olacaktı. Mesleğimde başarılıydım ama aynı şeyi ilişkimde söylemek zordu, işte tam olarak zoruma giden de buydu…

*****

Gece hava aydınlanmadan lojmana varmıştım. Arabamı eski yerine park ettiğimde farlar duvar kenarındaki banka vurmuş ve bankın üzerinde dirseklerini dizlerine yaslamış, elleriyle ensesini sıvazlayarak oturan Pamir’i net bir şekilde görmeme neden olmuştu. Öyle dalgındı ki aracın farları yüzüne vurduğunda dahi kafasını kaldırmamıştı. Ben araçtan inip kapıyı kapattığımdaki sesten irkilip bakışlarını bana çevirmişti.

Ela gözlerinin kızardığını ilk o zaman fark etmiştim. Uykusuzluktan olma ihtimali vardı ya da kendimi kandırıyordum. Üzüntüsünden bu şekildeydi, belki de ağlamıştı. Bakışlarımız buluştuğunda yüzümde hiç mimik oynamadı. Oysa ben onu gördüğümde gülümsemeden duramazdım. Neden böyle olmuştuk?

Anında oturduğu yerden ayaklanırken gözleri vücudumda oyalandı. İyi olduğumu gördükten sonra derin bir nefes alıp sesli bir şekilde verdi. Korkmuştu ama şimdi iyi olduğumu görerek rahatlamıştı. Bu hep böyle olacaktı. Eğer biz birlikte devam edeceksek her görev dönüşü iyi olduğumuzu görüp derin bir nefes verecektik ya da acıyla sınanacaktık. Ben bunu ona evet derken kabullenmiştim ama o kabullenememişti.

Eliyle binanın girişini gösterirken elinin titrediğini gördüm. Bu durum kaşlarımı çatmama neden olurken istediğini yaparak hiç konuşmadan binaya ilerledim. Onun da birkaç adım uzağımdan geldiğini hissediyordum. Aramızdaki mesafe azaldıkça üzerine sinen sigara kokusunu da alıyordum. Uzun zamandır çok az sigara içiyordu, sigara içse de kokusunun bana gelmemesi için elinden geleni yapıyordu ama şimdi net bir şekilde alıyordum kokuyu. Kim bilir kaç tane içmişti? Şu an bunun hesabını soracak kadar iyi hissetmiyordum kendimi.

Dairelerin bulunduğu kata ulaştığımızda hiçbir şey söylemeden kapıya yaklaştım ve anahtarla kilidi açarak içeri girdim. Kapıyı ardımdan sessizce kapattım. Sonra hiç beklemeden kapının deliğinden apartmana baktım. Pamir’in merdivenin başında öyle üzgünce bizim evin kapısına baktığını gördüğümde vicdanım el vermese de delikten çektim bakışlarımı. Sırtımı kapıya yasladıktan sonra kendimi sıkarak tuttuğum gözyaşlarımı bıraktım.

Orada ağlayıp salonda uyuyan Burçe’yi rahatsız etmek istemediğim için odama çekildim bir süre sonra. Yatağın kenarına çökerek gözyaşlarımı akıtmaya devam etmiş, kaç dakika ağladığımı bile bilmezken zorlukla ayaklanmış ağrıyan başım için ağrı kesici içtikten sonra kendimi yatağa bırakmıştım. Yorgundum, vücuduma büyük bir halsizlik çökmüştü. Hayal kırıklığı yıpratmıştı. Üzüntüm tüm dirayetimi düşürmüştü…

 

◔◔◔

Pamir Arslan’ın anlatımından,

Devrim ve Pamir bir hikâyenin iki ana karakteri… Acılar çekmiş, birbirleriyle iyileşeceklerine inançları tam olan iki ana karakter. Birisinin korkuları her şeyi berbat ederken diğerinin öfkesi kül ediyordu. Yeri geldiğinde birbirlerini canını verecek kadar çok seven ikili yeri geldiğinde birbirini kırıp dökmeyi umursamıyordu. Her ilişkide tartışma olurdu ama bu bizim için ilkti.

Ben Pamir Arslan bugün uzun süreden sonra ilk defa Devrim’in benden vazgeçmesi ihtimaliyle yüzleşmiştim ve bu ihtimalden nefret etmiştim.

Senelerce kalbimde büyüttüğüm aşkı, sevgiyi sözlerimle elimin tersiyle itmiştim. Batırmıştım. Batırmaktan da öte kendim batmıştım ve o bataklıktan nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Birinin karşısında yalvarmıştım, çaresizliğimi bu kadar göstermiştim. Bu Devrim’e karşı olan ilk çaresizliğim değildi. Görev dönüşümde de aynı çaresizliği hissetmiştim ama belli bir süre sonra beni anlayacağını bildiğimden vazgeçmemiştim.

Şimdi? Aramızdaki onca güzel şeyi ben bozmamış mıydım? Her şey düzgün giderken ağzımı tutamamanın bedelini Devrim’in bizden vazgeçişiyle mi ödeyecektim?

O gittiği an arkasında kalakalmıştım ve bir gün böyle terkedilme ihtimali yüzüme vurmuştu. Beni bırakıp gitmişti. Gitmesi gerektiği için gitmişti. Kendimi böyle teselli etmiştim ama canımın acımasına engel olamamıştım. Nefes alamadığımı hissetmiştim.

Üşüyordum. Temmuz ayında, yazın tam ortasında iliklerime kadar üşüyordum. Beni sarıp sarmalayan kadın yoktu, beni teselli eden cümleleri yoktu. Onun yerine gitmeden önce söylediği can yakan sözleri vardı. Benden tek bir şey istemişti; Saygı.

O beni affederken bile sadece zaman istemişti, kendi içinde halletmişti her şeyi. Şimdi defalarca kez mesleğine karışmamamı istemişti ama ben her seferinde korkularımın esiri olmuştum.

Peki vazgeçmek bu kadar kolay mıydı? Nasıl bu kadar kolay dile getirmişti bunu? Benden, bizden vazgeçmek için bu kadar mı hevesliydi? Aslında değildi. O yüzüğü çıkartıp atmadıysa vazgeçmemek için bir sebep bulmak istemesindendi. İşte içimi tek rahatlatan şey buydu.

Bencildim ben, her konuda bencildim. Vatanım konusunda bencildim mesela. Vatan için ailemin acı çekmesine göz yummuştum. Buna fedakarlıkta denilebilirdi. Sevdiklerim konusunda bencildim. Onları paylaşmak istemezdim. Ama Devrim apayrı bir meseleydi benim için. Ona ne zaman bu kadar kapılmıştım, kalbimi avuçlarının arasına ne zaman koymuştum bilmiyordum. Tek bildiğim şey sözleriyle canımı da yaksa, kalbimi avuçlarının arasına alıp sıksa da bu kalp yalnızca ona aitti.

O bana kalbini emanet etmek istemezse de ona aitti. Ben anneme tek bir şey söylemiştim. Eğer Devrim beni affetmese de ben onu sevmeye devam edeceğim. Bu her zaman böyle olacaktı.

Kırmıştım onu, üzmüştüm, üzerine fazla gitmiştim, boğazı yırtılacak kadar bağırmasına ve neredeyse sinir krizi geçirmesine neden olacak kadar çok hırpalamıştım. Onun üzerinde baskı kurduğumu düşünüyordu. ‘Ben masa başında oturmam, evde hiç oturmam.’ Bu cümleleri söylerken onu mesleğinden edeceğim düşüncesi zihninde yer edinmişti belli ki. Ama asla öyle bir düşüncem olmamıştı benim. Ben sadece korkularımın üzerine gitmek yerine Devrim’i değiştirmeye çalışmıştım bencilce. İşte bu konuda haklıydı. Ben bencildim.

Onun korkularını hiçe saymıştım. O benim mesleğime hep saygı duymuştu. Görevden döndüğümde bile mesleğini bırak Pamir, o zaman sana dönerim gibi bir şart koşmamıştı. Bu duyguyla baş etmek için kendini hırpalamıştı. Peki ben ne yapıyordum, onun bana yaptığının tam tersini. Bunları yüzüme vurması o kadar iyi olmuştu ki, bende yaptıklarımın farkına varmıştım. Belki de benim gerçekleri anlamam için bunların yüzüme vurulması gerekiyordu ki öyle de olmuştu.

Sadece aklımda kendimi nasıl affettireceğim vardı. Devrim her zaman beni anlardı değil mi? Her zaman beni anlayacak, bana hak verecek bir şeyler bulurdu. Eğer bulmazsa ben ölürdüm.

Yeter ki sağ salim dönsündü. Onun iyi olduğunu gördükten sonra elimden gelen her şeyi yapacaktım. Kendimi ona anlatacaktım, bizden vazgeçmemesi için ne gerekiyorsa canım pahasına olsa yapardım. Yeter ki o iyi olsun, yanımda olsun. Başka hiçbir şey istemezdim. Ben zaten bu hayatta Devrim’den başka hiçbir şeyi bu kadar istememiştim ki…

Saatlerce onu bekledikten sonra nihayet iyi olduğunu görmüştüm. Arabanın kapısı kapandığında irkilmiştim. Onun iyi olduğunu görmek içimi ferahlatmıştı ama bakışlarındaki uzaklık tekrar içimin kararmasına neden olmuştu. Devrim bana öyle bakmazdı ki hiçbir zaman…

Şimdi konuşmayacağını bildiğim için binayı işaret etmiştim. Uyuyup dinlenmesi gerekiyordu, sabah konuşurduk. Arkalı önlü eve çıktığımızda hiçbir şey söylemeden evine girip kapıyı kapattı. O an tekrardan içim yanmıştı. Beni öpmeden, iyi geceler dilemeden gitmişti. Daha önce bunu da yapmamıştı. Bugün ilkleri yaşamıştım.

Sabaha kadar gözüme hiçbir şekilde uyku girmemişti. Gece boyunca da düşünüp durmuştum. Ne yapacağımı, neler söyleyeceğimi, kendimi nasıl affettireceğimi düşünmüştüm. Bugün işe gitmeyeceğim için rahattım.

Hakan öğlen Sinem’le buluşacakları için evden çıkmıştı. Burçe’de benden arabamın anahtarını almış Ahsen ile buluşacaktı. Burada anlaştığı kişilerin olması güzel bir şeydi. Devrim’in de onlarla buluşmaya gideceğini düşünmüştüm ama Burçe onun hala uyuduğunu söylemişti evden çıkarken. Dün bütün gece uyumamıştı, geç saatlere kadar uyuması normaldi.

Saat öğleden sonra ikiyi bulduğunda artık daha fazla dayanamadan evden çıktım. Duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Ben Devrimle konuşmazsam sanki aramızdaki soğukluk ve mesafe artacak gibi geliyordu ve bu düşünce beni boğuyordu. Buna dayanamazdım. Kapının önüne gidip zile bastım ve kapının açılmasını beklemeye koyuldum.

Birkaç dakika geçtiğinde hala kapı açılmazken kapıyı tekrardan çaldım. Uyuyor olabilirdi. Biraz daha bekledikten sonra hala kapı açılmazken endişe tüm vücudumu sarmaya başladı. Arka arkaya kapıyı tıklatırken açılmıyordu. “Devrim!” Apartmanda sesimin duyulmasını umursamadan seslendiğimde hala daha ses gelmiyordu. Evde olduğuna emindim. Çıkmamıştı, çıksa kapının sesinden anlardım.

Sinem’i arayamazdım, Hakan ile ilk buluşmalarıydı. Muhtemelen Devrim’in anahtarı da içerideydi. Ya kapıyı kıracaktım ya da çilingir çağıracaktım ama çilingiri bekleyecek gücü kendimde bulamıyordum. Endişe tüm bedenimi ele geçirmişti. Dün eve giderken iyi görünüyordu, sadece yorgunluğunu görmüştüm. Bir şey olmasından korkuyordum.

Geri gidip hızlıca kapıya yaklaşarak sert bir hamleyle kapıya tekme attım. Kapı ardına kadar açılıp duvara çarparken büyük bir gürültü koptu. Devrim’in iyi olduğunu gördükten sonra kapının tamir ettirilmesi gerekiyordu. Bunu sonra halledecektim.

“Devrim!” Kalbim korku ve endişeyle kasılırken odasına doğru ilerledim. Kapısı kapalıydı. Hızlıca kapıyı açtığım sırada yatakta yatan Devrim’i gördüm. Yan bir pozisyondaydı. Çaldığım onca zili, seslenmelerimi dahası kapının kırılma sesini dahi duymaması garipti, insanın aklına korkunç şeyler getiriyordu. “Devrim…” diyerek odadan içeri girdim.

Gözleri hala daha kapalı bir şekilde dururken Bora’nın söylediği cümle zihnime düştü. ‘Her odaya girdiğimde acaba uyuyor mu yoksa başka bir şey mi oldu diye aklım gidiyordu.’

Hatırladığım bu cümle benim kıyametim oldu. İçimden bir şeyler aktı gitti, kalbimde korkunç bir ağrı hissettim. Nefesimin ciğerlerini zorladığını, sessizlik içinde damarlarımdan akan kanın bile yavaşladığını hissettim. Korkunç bir histi. “Devrim!” dedim tekrardan. Bakışlarım yatağın yanındaki ilaca kaydığında kalbim duruyor sandım. Ağrı kesici ilaçtı ama nedense birden fazla içmesi ihtimali zihnime düşmüştü. Yapmazdı, bu kadar kötü değildi psikolojisi.

Yatağın ucunda durmaktan vazgeçerek korkarak Devrim’e yaklaştım, zangır zangır titreyerek omzunu tuttum ve sarstım. “Devrim! Uyan güzelim.” Yine bir tepki alamazken korkuyla daha sert salladım. “Devrim’im aç gözünü güzelim.”

Son hamlemle birlikte inlemeyle karışık kısık sesli mırıltısını duydum. “Pamir…” sesini zar zor duyarken derin bir nefes verdim. Sanki onun sesini duymak yeniden doğmama neden olmuştu. Omzumdaki tüm yük kalkmış, içimdeki yangın sönmüştü. Ciğerlerim sanki daha yeni nefes alıyormuşçasına bayram etmişti. Çok korkmuştum. Ona bir şey oldu sanmıştım. “Allah’ım çok şükür…” diyerek elimle yüzümü sıvazladım.

Ardından elimi Devrim’in saçlarına götürerek saçlarını geriye doğru iterek yüzünün açılmasını sağladım. “Geldim güzelim, buradayım.” Elim alına doğru kaydığında avuçlarımın arasında dağılan sıcaklık ateşinin olduğunu yüzüme vurdu. Hem de öyle böyle bir ateş değildi, yanıyordu. “Devrim, uyanman gerekiyor birtanem.”

Gözlerini kısıkça aralarken halsiz gözlerle bana bakmayı sürdürdü. Gözlerini sanki açık tutamıyordu. Bu böyle olmayacaktı. Üzerini çıkarmamız gerekiyordu. Zaten dün eve geldiği kıyafetlerle yatmıştı. Nazikçe koltuk altlarından tutarak sırtının yatakla temasını kestim. Arkasına doğru oturup sırtını bana yaslamasını sağladım. Sonra da üzerindeki yeleğin düğmelerini açmaya koyuldum. Bakışlarım anlık olarak boynundaki kolyeye kaydı, söylediği gibi hiç çıkartmıyordu.

Bana hiçbir şekilde müdahale etmemesi de ağzından inlemeye benzer sesler çıkarması da çok fazla hastalandığının kanıtıydı. Başını göğsüme doğru yaslamış kendini bana bırakmışken bir yandan düğmeleri açıp bir yandan da saçlarını öptüm. Bir kitapta okumuştum insanın ruhu hasta olmadıkça bedeni yatağa düşmezmiş diyordu, ruhu çok incindiği için mi bu kadar hastalanmıştı? Bu gerçekten canımı sıkmıştı.

Düğmeler açıldığında hiç beklemeden benimle olan temasını keserek yeleği üzerinden çıkardım. Bunu yaptığım için bana çok kızacaktı. Çünkü üzerinde sadece siyah dantelli büstiyer sütyeniyle kalmıştı.

Bakışlarımı saniyeler içerisinde vücudundan çekerek yutkundum. Şu an etkilenmenin hiç sırası değildi. Pantolonunu da çıkarmak iyi olurdu ama bunu yaptığımda muhakkak beni vururdu. O yüzden hiç beklemeden belinden ve dizlerinin altından kollarımı geçirerek kucağıma aldım.

“Çok soğuk.” Başını boyun girintime saklayıp sıcaklığıma sığınırken kalbimde oluşan kıvılcımla onu ısıtmak istedim ancak ateşinin düşmesi gerekiyordu. “Biraz üşüyeceksin ama iyiliğin için.” Dedikten sonra onu duş kabininin içine soktum. Dizlerinin altından tutmaya devam ederken belinde duran elimle suyu açtım ve soğuk suyun duş başlığından üzerimize doğru akmasını sağladım.

Soğuk suyun üzerimize akmasıyla birlikte Devrim kollarını boynuma sararak sudan kaçmaya çalıştı. Soğuk su şok etkisi yaratmış olmalıydı ki biraz kendine gelmişti. “Pamir, çıkar beni!” Kollarını boynuma sıkıca sararken cevap verdim. “Birazcık daha, ateşinin düşmesi lazım.”

“Pamir!” İtiraz dolu ama titreyen sesiyle beni ikna etmeye çalışırken güldüm. Kendine geliyordu. Suyun altına biraz daha girerek üzerimizin ıslanmasını sağlarken Devrim kucağımdan inmek için çırpındı. “Bırak gideceğim ben.” Kollarımı daha sıkı sararak hareket alanını kısıtladım. “İzin vermiyorum.”

Birkaç dakikanın ardından elimin altındaki tenin sıcaklığının azaldığını hissetmemle birlikte kucağımdaki kadınla duş kabininden çıktım. “Yere basabilecek misin?” dediğimde Devrim belli belirsiz mırıldandı. “Basarım

Yavaşça kucağımdan indirerek ayaklarının yere basmasını sağladıktan sonra belinden destekledim. Kapının arkasındaki havlusuna uzanacağım sırada konuştu. “Mor olan benim.” Hiç beklemeden bornoza uzanıp aldım ve sıkıca vücuduna sardım.

Devrim kaçamak bir şekilde bana bakarken gözlerindeki hüzünlü ifade canımı acıttı. Dünü hatırlamış olmalıydı. Bakışları vücudumda oyalanırken konuştu. “Sende üzerini değiştir, hasta olma.” Dediğinde içimde çiçekler açtı. Hasta haliyle beni düşünmesi içimi kıpır kıpır etmişti.

Başka bir şey söylemeden odasına ilerlerken beklemeden bende çıktım banyodan. O üzerini değiştirene kadar bende eve geçip iki dakika içinde üzerimi değiştirdim ve tekrardan eve döndüm. Kapının kilidi kırılmıştı, değiştirmesi için bir çilingir çağırdıktan sonra mutfağa geçmeden önce Devrim’in odasına ilerledim.

Kapıyı tıklatmadan evvel banyodan saçlarını kurulamak için havlu aldım. Eminim kurutmazdı saçlarını. Evet hava sıcaktı ama şu an hastaydı ve daha fazla hasta olması hiç isteyeceğim bir şey değildi. Kapıyı çalıp gerekli komutunu aldıktan sonra odaya girdim.

Üzerini çoktan değiştirmiş, yatakta oturup boş boş etrafına bakınıyordu. İçeri girmemle birlikte saniyelik olarak bana baktı. Bakışları elimdeki havluya kayarken mırıldandım. “Saçlarını kurutalım, daha fazla hasta olma.”

Söylediğim şeyle yüzünde hoşuna gittiğine dair bir ifade oluştu. Mahsun bir şekilde bana bakarken odaya girerek yatakta Devrim’in arkasına geçtim. Islak olan saçlarını kaldırıp havluyu omuzlarına sererken istemsizce saçlarının kokusunu ciğerlerime çektim. Çok güzel kokuyordu. İnsanı huzura sürükleyen, düşüncelerinden koparan bir kokusu vardı. En sevdiğim koku olabilirdi bu, sevmekten asla vazgeçmeyeceğim bir koku.

Havluyla saçlarını nazikçe kurularken Devrim sessizce oturuyordu. Konuşsun istedim, bir şeyler anlatsın, dün nasıl geçti, suçluları yakaladı mı, hepsini anlatsın susmasın istedim ama Devrim konuşmamaya yemin etmiş gibi susuyordu.

“Dün gece üşütmüş olmalısın…” dedim sessizliği bozmak adına. Devrim kısa süre cevap vermedi. Sonra tarazlı sesini duydum. “Belki de çok sevdiğim insanın yokluğu beni üşütmüştür.”

Cümleden çıkartmam gereken anlam içime oturmuştu. Benim hastalıklı düşüncelerim onu üşütmüştü, düşünmemesi gereken şeyleri düşünmeye itmişti. Özür dilemek istiyordum ama şu an hastayken bu doğru olur muydu bilmiyordum.

“Çok mu kırdım seni? Ruhunu incitip hasta edecek, yataklara düşürecek kadar mı?” Kendimi tutamadan sorduğum soru ile başını omuz hizasında döndürdü. Tam olarak bana bakmadı ama yan profilinden onu görmemi sağladı. “Belki de konuşulması gerekenleri konuşmamız için iyi bir adım atmışsındır.” Benim söylediğim cümleyi es geçerek konuyu başka bir taraftan ele aldığında büyükçe yutkundum.

Sessizce saçlarını kurutmaya devam ettim. Islaklığını aldıktan sonra aklıma gelen fikirle konuştum. “Öreyim mi?” Daha rahat ederdi, hava sıcaktı bunalmazdı en azından. “Masanın üzerinde lastik var.” Bu ör demekti. Verdiği izinle hızlıca yataktan kalktım ve masanın üzerinden siyah renkli lastik alarak yatağa geri döndüm.

Burçe’nin saçlarını birkaç kere örmeyi denemiştim. Öyle çok büyük bir iddiam olmasa da örmeyi biliyordum. Bir keresinde Devrim’in de saçlarını örmüştüm. Ben Hakkari’ye gitmeden, bir yaz günü bunaldığında örmeyi teklif etmiştim. Çok mutlu olmuştu. Onun gözlerindeki mutluluk parıltılarını görmek için sürekli örmek istemiştim ama kısmet olmamıştı.

Saçını üç parçaya ayırıp parçaları birbirinin üzerinden geçirerek ördükten sonra lastikle tutturduktan sonra arkasından kalkarak önüne doğru geçtim. Devrim güzel gözleriyle gözlerime bakarken bakışlarından teşekkürü almıştım bile.

Yüzüne doğru eğilerek alnına dudaklarımı bastırdım. Bu hareketimle anlık olarak irkilse de kendini geri çekmemesi rahat bir nefes vermemi sağlamıştı. Aynı zamanda ateşini de öğrenmiş olmuştum. Düşmüştü çok şükür. “Hadi sen uzan biraz daha, ben sana çorba yapayım. Sonra da ilaç veririm.” Dediğimde Devrim söylediğimi dinleyerek yatakta uzandı. İtiraz edemeyecek kadar halsizdi belli ki.

Mutfağa giderek hızlıca kolay bir çorba yapmaya başladım. O sırada gelen çilingirde kapıyı tamir etmişti ve bizi büyük bir yükten kurtarmıştı. Çorbanın hazır olmasıyla birlikte bir kaseye koyarak mutfaktan çıktım. Devrim’in odasına girdiğimde gözleri kapalı olduğunu gördüm, belli ki uyuyordu. Kapıdan çıkacağım sırada sesini duydum. “Uyumuyorum.”

Gözlerini aralayarak bana bakarken hiç beklemeden odaya girdim. “Sana çorba yaptım.” Devrim yatakta doğrulup sırtını başlığa yasladığında kaçamak bir şekilde gözlerime baktı. “Yemek yapamıyordun hani?” Sesi hala daha istediğim sıcaklıkta, samimiyette değildi. Uzaktı bana. Bundan nefret ediyordum. “Senin için yapamayacağım bir şey yok.” Dedim sesimi nazik tutmaya çalışırken.

Devrim birkaç saniye yüzüme baktı öylece. Gülümsemedi… İşte bu çok koymuştu. O bana baktığı andan itibaren gülümserdi. Onun gülümsemesi teşekkürdü, minnettarlıktı, hayranlıktı. Ben güzel sözler söylediğimde dudaklarındaki gülüş büyürdü ve kendine aşık edecek cinsten güzel bir şekilde bana bakardı. Yapmıyordu. Bu hareketi kalbime hançer girmesine neden oldu.

Pes etmeden tepsiyle birlikte getirdiğim kâseyi dizlerinin üzerine bıraktım. Devrim kaşığı eline alarak çorbadan bir kaşık aldı ve zorlukla içti. Muhtemelen canı istemiyordu ama birkaç kaşıkta olsa içmeliydi. Beklentiyle ona baktığımı fark ettiğinde ise konuştu. “Ellerine sağlık, güzel olmuş.” Geçiştirdiğini belli edercesine söylediği bir cümleydi bu. Soğukluğu üşütüyordu.

Çorbadan birkaç kaşık daha içerken merakla konuştu. “Sen içeri nasıl girdin?” dediğinde dudaklarımı büzdüm. “Kapıyı kırmış olabilirim.” Dediğimde kaşları havalandı ve şaşkınlıkla baktı bana. “Kapıyı mı kırdın?” Söylediği cümleyle başımı salladım olumlu manada. Devrim başını iki yana salladı gözlerini kapatarak. Bundan sonra gelecek olan cümleyi biliyordum. ‘Sen gerçekten delisin veya eşkıya mısın sen?’

Ne diye kapıyı kırıyorsun? Eşkıya mısın, anahtar denen bir şey var.” Sakin ama biraz da olsa sinirli bir şekilde söylediği cümle ile gülümsedim. Devrim ne gülüyorsun der gibi yüzüme baktığında gülümsememi bozmadan cevap verdim. “Yanımda anahtar yoktu. Sinem’de Burçe’de evde değil. Nasıl açabilirdim ki?” dedikten sonra ciddi ve endişemi gizlemeden devam ettim. “Kaç kere zili çaldım, seslendim. Açmadın. Bir şey oldu sandım. Çözümü kapıyı kırarak buldum, çilingiri falan bekleyemezdim.”

Devrim dikkatle beni dinlerken bakışlarım baş ucundaki ağrı kesiciye takıldı. Devrim’de benim baktığım yere bakarken gözleri büyüdü. “Sakın bana düşündüğün şeyi söyleme.” Dediğinde sıkıntılı bir nefes verdim. Anlamıştı. Başını geriye doğru attığında kendimi savunmak adına konuştum. “Abin bahsetmişti, korktum Devrim. Neden böyle düşündüm bilmiyorum ama ilacı görünce ilk aklıma gelen ihtimal o oldu. Odaya geldim, kaç kere seslendim. Cevap vermedin, korkudan delirecektim.”

O anlar tekrar gözümün önüne gelirken korkumu gizlemedim. Ben zaten çoğu duygumu Devrim’den gizlemezdim. İsteklerimi, duygularımı hep onunla paylaşırdım. Saklamama gerek yoktu.

“Kavga ettik diye intihar mı edecektim? Oradan bakıldığında bu kadar berbat bir psikoloji de mi görünüyorum!?” Sinirli bir şekilde bana baktı. Cümlelerini başımı iki yana sallayarak reddettim. Elbette öyle değildi, sorun bendim. O sağlıklıydı, zor olmuştu ama atlatmıştı. Üzgün gözlerle ona bakarken bakışlarında küçük bir yumuşama gördüm.

“İyi olmayan, berbat bir psikolojide olan benim.” Dedim açıkça. Bunu kabul ediyordum. Bütün gecede düşünmüştüm. “Görüyorsun yaptıklarımı, söylediklerimi. Psikiyatriye de gidiyorum biliyorsun, belki de ilaç dozunu artırmalıyız bilmiyorum. Ben bunu Nuran Hanımla konuşacağım, belli ki iyi gelmiyor ilaç bana.” Dedim suçlu bir şekilde. Psikolojimin arkasına sığınıyormuşum gibi gözükebilirdi ama ben bu değildim. Hiçbir zaman bu şekilde davranmazdım… yani eskiden.

“Belki de sana ben iyi gelmiyorum.” Dedi Devrim bakışlarını yere eğerek. Anında kaşlarım çatıldı bu cümlesiyle. Ne demekti iyi gelmiyorum? Bu hayatta bana iyi gelen, beni yaşama bağlayan şeylerden biriydi Devrim. O bana iyi gelmese ben onun beni affetmesi için çabalar mıydım?

“İyi gelmiyorsun öyle mi?” dedim sorgular bir biçimde. Devrim bakışlarını bana çevirmezken ayakta dikilmekten vazgeçerek bacaklarının yanındaki boşluğa oturdum. “Senin yanında ne kadar mutlu olduğumu, eski Pamir olduğumu, güldüğümü, duygularımı bir tek sana açtığımı da mı görmüyorsun?”

Devrim bakışlarını bana çevirdi. Gözlerinin dolduğunu gördüm. Gözyaşlarını akıtması hiç hoşuma gitmiyordu ama dünde bugün de ben akmasına neden oluyordum. Boğazımda bir yumru oluşurken Devrim konuştu. “Belki de bunlar yeterli değil, evlenecektik biz Pamir. Ama sürekli tartışıyoruz aynı meseleden dolayı.”

Söylediği cümlelerde tek bir şeye takılmıştım. ‘Evlenecektik.’ Neden geçmiş zamanlı konuşuyordu? “Evlenecektik?” dedim kaşlarımı çatarak. “Neden geçmiş zamanlı konuşuyorsun? Tek bir tartışmada vaz mı geçeceksin yani bizden?” dedim korka korka.

“Ben sıkıldım Pamir, bıktım. Dünde söyledim, ben senin olmamı istediğin kadın olmayacağım.” Dediğinde sakin olmaya çalıştım. Her bir cümlesi beni umutsuzluğa sürüklüyordu. Biraz önce yüreğime sapladığı hançeri döndürüp kan akmasına neden oluyordu ama pes etmeyecektim canım ne kadar yansa da.

“Tamam, tamam diyelim ben seni değiştirmeye çalışıyorum.” Dedim kabullenerek. “O zaman neden beni tekrar sev diye uğraştım Devrim, beni her gördüğünde sessizliğe boğuluyordun. Neden konuş, her şeyime müdahale et istedim? Yanımda şakalar yap, hatalarımı yüzüme vur, her şeyi yap. Yeter ki eskisi gibi ol istedim. Evet bu konularda seni değiştirdim. Eskisi gibi yanımda rahat ol diye yaptım ama seni mesleğinden etmek gibi bir şeyi nasıl yapayım?” dedim kırgınlıkla.

Bunu düşünmüştü, belli bir süre sonra ondan bunu isteyeceğime emindi hatta. Son cümleleri bunu net bir şekilde bana bunu anlatmıştı; ‘Ben masanın başında oturmam, evde hiç oturmam.’ Beni böyle birisi sanması çok kırmıştı. Yüzüğü çıkartmayı düşünmesinin kırgınlığını söyleyemiyordum bile.

“Ama sözlerin bunu istiyormuş gibi.” Dedi durgunca. Bağırmaktan, kavga etmekten yorulmuş gibi çıkmıştı sesi. Hasta olması da cabasıydı. “Sürekli otur, davaları oturduğun yerden çöz diyorsun. Kolaysa sen harekât merkezinde otur, operasyonları takip et.” Dedi sinirle. Kaşlarını çatmış sertçe bana bakmaya çalışıyordu ama gözlerindeki masumiyet buna engel oluyordu. “Ama yapamazsın, operasyon emri geldiğinde ilk önce sen çıkarsın o merkezden.”

Haklıydı, oturamazdım. Hiç alışmamıştım böyle bir şeye. Ben sahada çalışmaya alışıktım. Yapamazdım. Kendi düşüncelerime dalmışken Devrim tekrar konuştu. “Bak gördün mü, cevap bile veremiyorsun. Kabul etsen de etmesen de savcılık benim mesleğim ve sen buna karışamazsın. Tıpkı benim sana karışmadığım gibi. Söylesene Pamir, operasyona çıkma desem beni dinler misin?”

Cevabımı merak edercesine gözlerime baktı Devrim. Dinlemezdim, dinleyemezdim. Emredileni yapmak zorundaydım çünkü. Emir bana verildiyse yapamam diyemezdim. Bana bırakılsa da dinlemezdim. Çünkü mesleğimi severek yapıyordum, katıldığım her operasyondan haz alıyordum. Kendimi Devrim’in yerine koyduğumda yaptığım hatayı da anlıyordum.

“Dinlemezdim.” Dedim kısık bir sesle. Devrim başını salladı ve gülümsedi biliyordum dercesine. “O zaman bana karışmaya da hakkın yok.” Dedi tahammülsüz bir şekilde. Düne göre sakindi. Şu an böyle olsa da ben zaten ağzımın payını almıştım, bir daha onu o derece kızdıracağımı da sanmıyordum.

“Özür dilerim…” diyerek gözlerinin en içine bakıp samimiyetimi, içtenliğimi hissettirmeye çalıştım. Dün yapmam gerekeni bugün yapıyordum. Zira dün onun beni dinleyeceğine veya konuşacağını sanmıyordum. Birden patlamıştı, günlerce birikimin üzerine sinirini dün atmıştı üzerinden. “Üzerine fazla gittim, sürekli aynı şeyleri söyleyip durdum. Karışmamam gerekiyordu, karıştım. Sadece korktuğumdan yaptım.” Diye devam ettirdim sözlerimi.

Devrim derin bir iç çekti. Burnu hafiften tıkalı olduğu için ağzından nefes alıp veriyordu. “Bunu daha önce de konuşmuştuk ve bana söz vermiştin. Karışmayacaktın. Yine sözünü çiğnedin. Bu hep böyle mi olacak?” dedi düşünceli bir şekilde. Hızla başımı iki yana salladım. “Olmayacak, yemin ediyorum.” Dedikten sonra ekledim. “Ama terör hakkında söylediklerim geçerli, onlar ayrı bir konu. Diğer türlü hiçbir şeye karışmayacağım, endişemi içimde yaşayacağım. Şerefim üzerine yemin ederim.”

Bu konuda itiraz kabul edemezdim. Adı üstünde teröristti onlar. Acımaları yoktu. Daha kundakta olan masum bebekleri bile gözlerini kırpmadan öldüren canilerdi. Bir kadına hatta bir savcıya hiç acımazlardı. Amaçları birden fazla kişiyi öldürmek veya üst tabakadan olan kişileri öldürüp sansasyon yapmak, gözdağı vermekti. Zevk alıyorlardı bundan. Ben onlarla mücadele ederken sevdiğim kadını onlara yem edemezdim. O yüzden bu tartışmaya kapalıydı.

“Dava önüme gelince bunlar terörist ben bakamam mı diyeyim?” dedi Devrim itiraz ederek. Başımı iki yana salladım. “Hayır, sadece işi profesyonellere bırak. Sana gelme deniyorsa gelme, onlarla çatışmaya girme.” Dedim daha önce girdiği operasyonu hatırlatmak amacıyla. “Emriniz olur Pamir bey.” Dedi gözlerini devirerek.

Şimdi böyle söylüyordu ama beni dinleyeceğini biliyordum. İkimizde ağzımızın payını almıştık bu konuda. Bende onun istediği şekilde davranacaktım. Ona karışmayacaktım. Karışırsam ne olacağını görmüştüm.

“Vazgeçmiyorsun değil mi bizden?” dedim düşünceli bir şekilde. Hala içimde geçmeyen korkular vardı. Net bir şey söylememişti. Sadece benim sözlerimi dinlemişti. İkna olmuş muydu, bana inanıyor muydu, güveniyor muydu bakışlarından anlamıyordum. Ağzından duymaya ihtiyacım vardı.

Devrim parmağındaki yüzüklere çevirdi tekrardan bakışlarını. Düşünceli, dalgın, üzgündü bakışları. Dün onları çıkarmayı düşünmüştü. Bu kadar kolay düşünmesi gerçekten kırıcıydı ama bende üzerine gittiğimi kabul ediyordum. Dün çok saçma konuşmuştum. O da tüm düşüncelerini başımdan aşağı boca etmişti. Ama nereden bakarsan bak ihtiyacımız olan bir şeydi bu. Aklımı başıma getirmişti. Artık kendimi kontrol etmem gerektiğini öğretmişti bana.

“Bu yüzükler parmağımıza takılırken birbirine bağlı olan kırmızı kurdele gibi aramızdaki bağın böyle olması gerektiği vurgulanmıştı.” Dedi Devrim düşünceli bir şekilde. Bakışlarını yüzükten çektikten sonra bana çevirdi. Ağzından çıkacak olan her bir kelimede kalbimin duracağını hissediyordum. Bu kadın bir cümlesiyle beni havalara uçurup başka bir cümlesiyle yere çakılmamı sağlayacak kadar büyülüydü.

“Tek bir kavgada çıkartıp atsam aramızdaki bağın ne anlamı kalır.” Dediğinde büyük bir rahatlama hissettim. Devrim tek kaşını kaldırarak işaret parmağını bana uzattı. “Ama bu sondu, sınırımı aştığın anda neler olabileceğini gördün.” Dedi ciddi bir şekilde.

“Gördüm, görmez olur muyum? Bu halini de ayrı bir sevdim.” Dedim şakayla karışık. Aslında amacım aramızı yumuşatmaktı. Onun ağzından bizden vazgeçmediğini duyup rahatlamıştım, bakışlarındaki yumuşamayı da görmüştüm ama tamamen rahatlamamız gerekiyordu. “Hiçbir fırsatı kaçırma.” Dedi Devrim gülmemeye çalışarak.

Yüzünde oluşan o küçük tebessümle kalbime saplanan hançerin varlığını hissetmez oldum. Delik deşik olan kalbimin onarıldığını hissettim. Düşüncelerimin üzerindeki kara bulutlar dağıldı. Rahatlık tüm bedenime çöktü.

“Bende özür dilerim.” Dedi çekimser bir sesle. Neden olduğunu sorgularcasına ona bakarken Devrim mırıldandı. “Bu yüzüğü parmağımdan çıkarmayı düşündüğüm için…” aldığım cevapla dudaklarımı birbirine bastırdım. “Bu canımı sıkmadı diyemem ama sonuca odaklanmak ikimiz içinde daha iyi olacak sanırım.” Devrim’in aldığı cevapla birlikte yüzünde küçük bir tebessüm daha oluştu.

Bakışlarım dudaklarındaki tebessümde takılı kalırken Devrim genzini temizledi. “Ben biraz daha uzansam iyi olacak.” Dediğinde oturduğum yerden ayağa kalktım. Çorba kasesinin bulunduğu tepsiyi elime aldım. Çok az yemişti ama ilaç içmesi için yeterli sayılırdı. Getirdiğim ilacı paketinden çıkartarak su ile ona uzattım. Devrim itirazsız ilacı alıp içtikten sonra yatağa uzandı.

Tepsiyi alıp odadan çıkacağım sırada uzanıp bileğimi tuttu. Adımlarım bu hamlesiyle duraksarken masum sesini duydum. “Biraz önce sormuştun, ruhunu bu kadar mı incittim o yüzden mi yataklara düştün diye.” Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde Devrim gözlerinden gözlerime doğru adını koyamadığım duygular aktı. Belki biraz aşk, sevgi, hastalığın vermiş olduğu duygusallık…

“Şimdi o ruhu inciten kişinin iyileştirme vakti… Beni iyileştirmek için yanıma gelmeyecek misin?” Masum masum sorduğu soru ile içimin eridiğini hissettim. Yine bana sığınıyordu. Yarayı ben açmıştım, onu iyileştirecek kişinin ben olduğumu biliyordu ve bu çok güzel bir histi.

Hastayken o kadar tatlıydı ki. Elimdeki tepsiyi komodinin üzerine bırakarak bileğimi tutan elini kavradım. Benim için yatakta açtığı yere uzanırken kolumu ona doğru açtım. Devrim hiç itiraz etmeden başını sağ göğsüme yaslayıp elini kalbimin üzerine koydu. Yanağımı başının üzerine yaslamadan önce saçlarının kokusunu içime çekip uzun bir öpücük kondurdum. Onu kırmışken yine bana sığınması, kollarımın arasında şifasını bulmaya çalışması o kadar güzeldi ki. Onu neden bu kadar çok sevdiğimi bana hatırlatan cinsten bir hamleydi.

Biz birbirimizi kırsak da küssek de şifamızı yine birbirimizin kollarında buluyorduk. Belki de aramızdaki kuvvetli bağın nedeni buydu. Birbirimize sığınıyorduk sürekli. Ne zaman birbirimize sığınmazsak işte o zaman aramızdaki bağ kopardı, birbirimizden kopardık. Ama bu kadar aşıkken, kalplerimizde sevgimizi büyütürken bunun mümkün olacağını düşünmüyordum…

 

Bölüm Sonu

‣‣‣ Bölümü nasıl buldunuz? Sahneler biraz karışıktı…

‣‣‣ Sinem ve Hakan çifti sonunda oldu, nasıldı sahneler?

‣‣‣ Devrim ve Pamir sahnesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Açıkçası böyle bir sahne olması gerekiyordu çünkü bu meslek konusunda Pamir çok üzerine gidiyor Devrim’in. En azından bu şekilde hatasını anladı. Malum zaten bizimkiler gelgitli normal o yüzden ahahah

‣‣‣ Pamir’in anlatımından olan kısım ilk defa bu kadar uzundu. Beğendiniz mi?

‣‣‣ Operasyon sahnesi nasıldı?

‣‣‣ Diğer bölümde belli zaman atlamaları olacak şimdiden bilgi vereyim…

Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…

Loading...
0%