Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1- HASTALIĞIN TEHDİDİ

@naz.avg

 

 

His katili.

Bu tanım benim için babamdı sanırım. Küçükken yaşıtım çocuklarla dışarı çıkmama izin vermeyen babam, tatlı atıştırmalıklar yememe izin vermeyen babam, çoğu kıyafeti giymemi yasaklayan babam, arkadaş edinmemem için elinden geleni yapan babam, aldanmayan ama aldatan babam, beni bana rağmen terk eden babam.

Beni yaptıklarına rağmen onu sevdiğim için terk eden babam. Küçükken çok isterdim, bir arkadaşım olsun oynayayım, maç yapalım, körebe oynayalım, parklarda düşüp dizlerimizi yaralayalım.

Ama gerçek şu ki, ben yalnız bir çocuktum. Yapayalnız büyümüştüm ve bu geçmişimi o kadar etkiledi ki etrafım kalabalık, ama ben hâlâ yapayalnızım.

Tek arkadaşıma çocukken sahip oldum, Gülsüm. Onu o kadar sevip bağlandım ki başka bir arkadaşa ihtiyaç duymadım, yapayalnız kaldım. Hayır, kendimi yapayalnız bıraktım. Nankörlük etmiyorum evrene karşı, ama içimde de bir kırgınlık var, birkaç tane daha arkadaşım olsa, bu benim açımdan hiç de sorun teşkil etmezdi.

Ama sonra biri geldi, en az benim kadar acı çekmiş. O da yaralanmış, babasından.

Tıpkı benim gibi.

Nigel, hazırlık okurken tanıştığım sessiz sakin birisiydi. Genelde konuşmaz ve sadece simsiyah gözleriyle etrafa bakarak tepkisini ortaya koyardı. Kimseyi kendi çizgisinden içeri almaz ve o çizgiden dışarı adım atmaz. Açıkçası yanına yaklaşmaya da korkuyorduk zaten.

Bir gün okul çıkışı babamla kavgamıza denk gelmişti, olaylar kızışınca kriz noktasına gelmiştim ve bana yardım etmişti. Normalde anlatmam ama kriz gibi durumlarda dilimin bağı çözülür ve dökülüverirdim. Nigel'e anlattıklarımdan sonra bana bakış açısı değişmeye başlamıştı ve o da hayat hikayesini bana anlatmaya başladı.

Acılarımız bizi birleştirdi ve şuan 5 yıllık mutlu bir ilişkideyiz.

Ben Lale Parlak, şuan bunları her şey yolunda gitmesine rağmen yazıyorsam, içimde bir şeyler kesinlikle yolunda gitmiyordur. İçime attıklarım artık içimi parçaladığı için yazmaya başlamışımdır, içimdeki sesi susturmak için.

Olaysız hayatımın ilk gününe hoş geldiniz, sanırım günlerim hep böyle sıkıcı geçecek.

Otobüsün bir anda durmasıyla hem kalemim bir anda rotasını şaşırmış ve cümlemi tamamen çizmişti hem de kulaklıklarım kulağımdan düşmüştü. Kafamı kaldırdığımda zaten geldiğimi bilmeme rağmen dışarıya baktım. Sonrasında ise ayaklanarak otobüsten indim.

O kadar çok gelmiştim ki buraya, artık ne kadar cümle yazdığımda, ne kadar şarkı dinlediğimde buraya vardığımı bile ezberlemiştim.

Ve karşımızda Asri Şehir Mezarlığı.

Buraya her pazar geliyordum, ilk başlarda neden geldiğimi bilmiyordum ama sonrasında sanırım nedenini bulmuştum. Mezarlık ortamını seviyordum, bana hissettirdiklerini, bazen insan ortamından bile daha güvenilir oluşunu. Sanırım biraz da vicdan yüküm vardı, gelmek zorunda gibi hissediyordum, onlarca kişi, bazıları kimsesiz, bir kişi bile gelmemiş, unutulmuş.

Bazılarını sulardım, bazılarının kötü otlarını yolar, temizlerdim. Bazense birkaç dua okurdum. Nadir de olsa çiçek alıp diktiğimde oluyordu, zamanla da alışkanlık olmuştu işte.

Elimdeki beyaz adaçayına gülümseyerek bir bakış attım ve mezarlığın içine doğru yürümeye başladım. İlla ki güzel çiçekler olması gerekmiyordu bence, ki beyaz adaçayı gayet güzel bir seçenek, bazen de hem kendin hem karşındaki kişi için yapardın bazı şeyleri.

Karşındaki bir ölü. Evet, bu işleri biraz daha değiştirirdi sanırım.

Mezarlıktaki işim bittikten sonra geri otobüs beklemek için durağa kadar yürümüştüm, ehliyetim vardı ama mezarlığa pek arabayla gidemezdim. Gözlerimi ellerime indirdim, toprakla uğraştığım için hafif tozlanmıştı. Silkeleyerek onlardan kurtulmaya çalıştım.

Otobüsün sesiyle birlikte ayaklandım ancak şaşırdığım şey benimle birlikte binecek bir kişinin daha olmasıydı. Otururken onu hiç fark etmemiştim ve bu durakta genelde sadece ben olurdum, birisi, hele önümdeki gibi genç birisi, oldukça nadir olurdu. Neredeyse hiç kadar nadir, neredeyse hiç.

Otobüse binerek boş bir koltuğa oturduğumda yanıma da benimle birlikte binen kişi oturmuştu. Zaten gözleri kapalı olduğu için beni göremez rahatlığıyla gözlerimi üstüne dikerek, tabiri caizse öküzün trene baktığı gibi, izlemeye başladım.

O sırada radyodan gelen haber sesleriyle dikkatim dağılmıştı.

"17 Yaşındaki genç kız Açelya Yıldırım'ın cesedi bugün bir deniz kenarında bulundu. Genç kızın uçurumdan atlayarak intihar ettiği ve deniz kıyısına sürüklendiği tahmin ediliyor. Ailesine Allahtan rahmet ve sabır diliyoruz."

Evet, bazen de hayatına son vermek bu kadar kolaydı işte. Dudağımı ıslatarak ağzımın içerisine yuvarladığımda dikkatimi yola verdim. Dakikalar sonra ineceğim yere geldiğimde ise yanımdaki kişiden izin isteyerek kalkacaktım ki bileğimi tutmasıyla geri durmak zorunda kaldım. Dönerek ona bir bakış attığımda gözlerini oturduğum yere çevirdi.

"Kulaklığın, kalkarken düşürdün." Uzanıp kulaklığımı alarak bana uzattı. Onu düşürdüğümün yeni farkına varıyordum. Kulaklığı elinden teşekkür ederek alırken ise ağzından dökülen son cümlelerin gelecekte beni uykularımdan edecek cümle olduğunu bilmiyordum.

"Bundan sonra sık sık görüşeceğimizi hissediyorum, kulaklığını daha fazla düşürmeye bak Nafta." O an bunu anlamamıştım. Ki hâlâ anlamıyordum.

Nafta. Son zamanlarda aklımı oldukça kurcalayan bir kelime olmuştu açıkçası, bir anlamı yoktu.

Elimdeki kalemi çevirerek boş duvara öylesine odaklanmışken kafama yediğim defterle kendime gelmiştim. Sağ olsun, canım baş belam yine benim ruhumu şenlendirme görevini üstlenmişti.

“Kızım sen hâlâ o ruhsuz bakışlarınla duvarlarla konuşabileceğine mi inanıyorsun. Kalk hemen daha akşam için hazırlanmamız lazım! Evet, sen sormadan söyleyeyim o aşık olduğun duvarların olmadığı bir parti.” Huzursuz bakışlarımla beraber yeniden önüme döndüm. Gülsüm benim zıttım olarak aşırı sosyal, eğlenmeyi bilen ve-

“Ruh sağlığını peynir ekmekle yediğin kankam, tamam bu kadar surat asma o benden çok daha fazla sevdiğin sevgilin de orada olacak. Beraber bir köşeye oturur somurtursunuz yani.” Ve fazlasıyla kıskanç.

Gülerek başımı ona doğru çevirdim.

“Pekala kuzum, önerilerin için teşekkürler. Ama akşam ben yokum maalesef. Halletmem gereken bir proje var ve hayır, Nigel kesinlikle gelmiyor. Bana yardım edecek.” Cümlemi bitirdikten sonra Gülsüm yanağını havayla doldurup yüzüme doğru üflemişti. Gülerek eşyalarımı toplamaya başladım. Gülsüm her zamanki Gülsüm’dü işte.

Otogara indiğimizde hızlı adımlarla arabaya bindim ve çalıştırdım.

Ya da çalıştırmaya çalıştım.

“Of, evren senin benim tarafımda hiç olmamam çok sinir bozucu.” Kapıyı açıp arabanın önüne geçtim, kaputu açarak ne olduğunu anlamaya çalışırken boynumda hissetim sıcaklıkla kafamı istemsizce sağa doğru yatırmıştım.

“Yavrum?” İstemsiz bir refleksle onay mırıltıları çıkarmıştım.

“Burada bir sorun var gibi görünüyor sanırım.” Ne ara belime dolandığını bile fark etmediğim elleri kollarımın üstünden geçerek anlamadığım birkaç şey yapmıştı. Merakla izlerken bir anda arkamdan gülme sesleri geldi.

“Hiçbir şey anlamayıp öyle meraklı bakıyorsun ya, hapsolmak istiyorum şu kahvelerinin içine.” Benimde dudaklarım kıvrılırken gözlerim kapandı, gözlerimi öptükten sonra ise benden ayrılıp arabanın kaputunu geri kapattı.

“Artık tamamen sorunsuz.” Bunları söylerken arabaya yaslanmış ellerini koluna bağlamıştı. Kaşlarımı kaldırırken konuşmaya başladım.

“Sanayide işçi kıtlığı var. Bence hemen başvurmalısın, havada kaparlar seni.” Alaylı sözlerimle kaşları çatılırken dudaklarını kıpırdattı.

“Ha bir teşekkür yok bana yani?” Gülerek kollarının arasına girdiğimde dudaklarımı büzdüm.

“Teşekkür ederim. Yetenekli sevgilim benim.” Gülerek yanağını öptüm ve hemen geri çekildim.

“Şimdi hemen benimle gelip projeme yardım ediyorsun. Senin çizimlerin olmadan hayatta ödevimi tamamlayamam.” Serseri bir gülüş attığında belimden tutarak beni kendine çekti. Dudaklarımız arasında az bir mesafe kaldığında bakışlarım otomatik olarak dudaklarına inmişti.

O sırada ceketimin cebinden tüy gibi bir his geçti ve Nigel bir anda geri çekilerek elindeki araba anahtarını gösterdi.

“Atla o zaman bebeğim.” Sürücü koltuğuna giderken arkasından ismini bağırmıştım ama pek bir etkisi olmamıştı sanırım.

Pes ederek yan koltuğa bindiğimde onun evine doğru yola çıkmıştık. Aklıma takılan soruyla Nigel’e döndüm.

“Nigel, nafta ne demek?” Sorumu duyunca önce duraksadı. Sonrasında ise gözleri bana döndü.

“Fransızca ama anlamını bilmiyorum. Neden sordun?”

“Hiç öyle, birinden duydum bugün. Merak ettim bende.” Kafasını sallayarak önüne döndü. Yolun geri kalanı ise sessiz geçti. Sorduğum soruyla bir ilgisi olduğunu düşündüm ama cevabını kendi içimde verememiştim.

Eve vardığımızda ise Nigel önce atıştırmalık hazırlamak için mutfağa geçti. Yardım etmek istiyordum ama izin vermiyordu yorgunluğum yüzünden.

Nigel ailesinden ayrı yaşıyordu. Bir kız kardeşi vardı, annesiyle bazen iletişim kuruyordu. Babası ise…

Ondan kurtulmak için çok uğraşmıştı. Bazı kişiler ebeveyn olmamalıydı. Bazı iyi insanlar bazı kötü insanlara özenerek onlar gibi olmaya çalışmamalıydı, özünü kaybetmemeliydi.

Nigel ile ilk tanıştığımda babasının etkisindeydi. Korkusundan dolayı onun izinden gidiyordu. O olmazsa olacaklardan korkup onun gibi olmaya çalışıyordu.

Ondan hâlâ korkuyordu. Ama artık kendi özündeydi, onu ben mi kurtarmıştım bilmiyorum ama onun değişimi hayata devam etmesine değmişti.

Projem sonunda bittiğinde saat gece yarısı olmuştu. Yorgunluğumuzun üstüne ikimizde salonda uyuyakalmıştık. Sabah ise çok güzel bir kahvaltı kokusuyla uyandım.

Gözlerimi ovuşturarak açtığımda bu mis gibi kokuyla karnım guruldamıştı adeta, hemen kalkarak elimi yüzümü yıkadım ve mutfağa koştum. Mutfağın kapısında Nigel ile çarpışmış ve geriye sendelemiştim.

“Kızım yavaş biraz, koşturmasana! Düşeceksin bir yerine bir şey olacak şimdi!” Beni çocuğuymuş gibi azarlamasını gram umursamayarak ne yaptığına bakmıştım. Kahvaltılık malzemeler ile patates kızartmıştı. Hevesle beklediğim sırada bir anda ayaklarım yer ile bağlantısını kesti.

Nigel beni mutfağın tezgâhına oturttuğunda üstüme eğilmişti.

“Yemeğe böyle bakarsan ben seni yemek zorunda kalacağım anlaşılan.” Gülerek dil çıkardığımda kaşlarını kaldırmış eliyle dilimi sıkmıştı.

“Bak sen şu cimcimenin hareketlerine. Dur bakalım burada.” Yanımdan ayrılarak buzdolabına gittiğinde merakla ona bakıyordum. Elinde bir tabakla geri çekildiğinde içindeki sufleyi gördüm. Gözlerimi büyüterek ona baktığımda ağzımdan kelimeler dökülüvermişti.

“Sen mi yaptın bunu?”

“Evet.”

“Ne zaman? Nasıl şimdiye kadar vermezsin bana. İnanmıyorum sana Nigel ya.”

Gülerek başını salladığında eline çekmeceden bir kaşık alarak yanıma geldi ve kaşığı içine daldırarak ağzıma doğru uzattı.

“Al tat bakalım nasıl olmuş.” Kaşığı ağzıma aldığım gibi erimiştim resmen. Şahane olmuştu.

“Mmmm mükemmel olmuş!” Dudaklarımı yaladığımda ikinci kaşığı bekliyordum.

“Kızım sadece kendine değil her yerine yediriyorsun sen de çikolatayı ya.” Eğilerek sus çizgimi emdiğinde nefesimi tutmuştum. Geri çekildiğinde sırıtıyordu.

“Haklısın. Gerçekten mükemmelmiş.” Utanarak başımı eğdiğimde gülerek yanağımı sıkmıştı. Sonrasında kızaran patatesleri de bir tabağa almış ve masaya koymuştu.

“Ama şimdi doğru düzgün beslenme zamanı. Çikolatanı kahvaltıdan sonra yersin.” Kafamı sallayarak tezgâhtan indim ve sandalyeye oturdum. Oturduğum gibi de yemeye başladım.

“İnanmıyorum kendime ya. Ne ara bu kadar çok yemeye başladım hiç bilmiyorum. Huyum da değil oysa ki.” Nigel de bana baktığında konuşmaya başladı.

“Tek kişilik yemiyorsun. İlaçlarını içmedin mi yoksa?” Sorusuyla kaşlarımı çattığımda ‘ne ilacı?’ dercesine bakmıştım. İmasını anlayınca ise baştan sona kızarmış ve çatalı direkt olarak kafasına atmıştım.

Neyse ki refleksleri kuvvetliydi de yüzüne gelmeden yakalamış ve pis pis gülmüştü.

Kahvaltının geri kalanını çok şükür imalar olmadan yapınca rahatlamıştım açıkçası. Beraber masayı toplayıp bulaşıkları yıkadıktan sonra ben okula gitmek için arabaya binmiştim. Nigel ise şirket işlerinden dolayı şirkete gitmişti.

Normalde grafik tasarımcısıydı ama mimari işlerle de ilgileniyordu. Her şeye yetişmeye çalışıyordu yani bir nevi.

Okula gelerek projemi teslim ettiğimde rahat bir nefes vermiştim. O kadar sıkıyorlardı ki insan her türlü geçemeyeceğinden korkuyordu. Birkaç ders sonrası kafeteryada Gülsüm ile buluşmuştuk.

Gittiği partide olay çıkmış ve herkes erken dağılmıştı anlaşılan. İki kişi birbirine girmişti. Okuldan değillerdi, partidekilerde tanımadıklarını söylemişlerdi. Nereden geldikleri bilinmiyordu yani. Okul dışı davet yoktu.

Okulda derslerimiz bittikten sonra yurda geçtik. Normalde yurtta kalıyordum ama ben ara sıra Nigel’e gidiyordum. Şimdi ise aylardan ocak, yılbaşı çoktan geçti gitti. Herkes kaldığı yerden devam ediyor.

Zorundasın çünkü, devam etmek. Yaşamak. Sen yaşamayacaksın da kim yaşayacak senin yerine.

Özel günleri sevmem. Düğünleri, anneler gününü, babalar gününü, hatta bayramları bile.

Çünkü hayat bu, kimi dünyanın en mutlu gününü yaşarken kimisi de hayatının sınavıyla çatışır.

Ölüsünü ağırlar, annesinin mezarına gider, babası yoktur, yalnızdır.

Hiçbir zaman yalnız değildim. Gülsüm var eğitim hayatımdan beri yanımda, asla yalnız bırakmadı. Nigel var, hayatımın destekçisi, bir kere bile beni suçlamadı. Annem vardı, yirmili yaşlara kadar her yatağa girdiğimde geceleri. Onsuz uyuyamazdım.

Annen hâlâ var.

Evet var, ama eski annem yok. Artık büyüyen annem var. Büyürken beni de büyüten. Parıl parıl gözlerden ruhsuz gözlere geçen annem var.

Hayat gibi.

Evet, tıpkı hayat gibi.

Kısacası yalnız değildim, ama yapayalnızdım. Etrafımdaki hiçbir kalabalık beni bu kadar yalnız hissettirmemişti.

İlk yalnız hissettiğimde 16 yaşındaydım sadece. O zamanlar çok konuşmak isteyen vardı, çok arkadaşım vardı. Ama olmuyordu. Benim için olmuyordu. Kendimi en iyi hissetmediğim zamanlardı. İlaçlara başladığım zamanlar. İlaçlarla ayakta kaldığım, annemin gözünün feri gittiği zamanlar.

Belki çok derdim yoktu, sıradan bir hayat sürüyordum ama o kadar anlayanım yoktu ki. Her zaman birine anlatmaya özenirdim dertlerimi. Belki de anlatamadığım için bu kadar büyüdü.

İçime attıklarım içimi parçalamaya başladı.

İnsan kendi hayatını kurtaranı unutur muydu hiç? Ben unutmuştum.

Mutlu olduğum birkaç olay olmuştu, anlatacak birilerim vardı tabii ama kimse benimle o mutluluğu yaşamamıştı. Erkek arkadaşım olmuştu birkaç kez ayrılık nedenim bile sorulmamış, üzülmem kimseyi ilgilendirmemişti. Çirkin bir çocuktum, bundan şikayet ettiğim her an ‘ergen’ kalıbı giydirilmiş ve önemsenmemiştim. Zamanla agresifleşip tüm mutluluğumu kaybetmiştim. İnsanlarla bağım azalmış, en samimi olduklarımla bile birkaç cümleden fazla konuşamaz hale gelmiştim. Sohbetim sarmıyordu, komik değildim, onlar için konuşulabilecek bir insan tipi değildim.

Haklılardı.

Çok küçük dertler belki de, dışarı da ne hayatlar yaşanıyor değil mi? Şükretmiyoruz, nankörüz, doğru yetiştirilmemişiz.

Ama sevgiye ihtiyacı olan bir çocuğa sarılmayı çok gören ebeveynlerle büyüdük. Büyüdü nasıl olsa, büyüyünce geçer, anlarız. Sonuçta bize böyle dendi.

Ama ben kendi çocuğumu sevgiye aç büyütmem. Nasılsın, neyin var diye soramasam da en azından sımsıkı sarılırım. Mutluluğunu yaşarım.

Şayet sizin de bunlarda dert mi, daha hayatı yaşamadınız dediğiniz sorunlar intihara kadar yol açabiliyor. Aile sevgisi görmeyen çocuk sevgiyi başkalarında arıyor, bulursa ne ala, bulamazsa…

Geçmiş olsun, ülkede yeni bir suçlu doğuyor. Kişi tam olarak kendinden sorumlu değil aslında, birçok şey bizim elimizde olmadan oluyor. Sevgiyi bulamayan çocuk artık beni sevsinler diye odak noktası olmak, fark edilmek, kendini kanıtlamak istiyor. Bunun için de kötü yollara başvuruyor.

Bir sarılma bir çocuğa, kendi çocuğuna çok görülmemeli. Kötü bir çocukluk geçirmedim. Annem ve arkadaşlarım vardı. Ama çok yalnız bir çocukluk geçirdim, ne sarılacağım bir kişi, ne bir tek beni anlayan, ne de ciddiye alan tek bir kişi yoktu.

Çığlık attım. Ağzımı açtım ve çığlık attım. Attım ama denizin altındaydım, boğuluyordum. Sesim çıkmadı. Kimse duymadı.

Bu bende intihar düşüncesi oluşturdu, etmeye çalıştım, Kendime zarar vermek beni rahatlattı bir süre sonra. Daha fazlasını istedim. Kapanmayacak yaralar açmak istedim. Sürekli akacak, kan damarda durmayacak.

İlaçlarla bunları atlattım, ama birçok çocuk atlatamaz.

Biliyorum bir insan kendinden başkasına merhem olamaz. Sadece yara açar, ziyan eder.

İnsana kendinden başkası hep yara olur, bir tek kendi merhem olur. Tamam yarayı açar açmasına, gerekirse deşer tırnaklarıyla da ama o yarayı gün sonunda yine o sarar.

Kendine açtığı yarayı yine kendi sarar. Başka yolu yoktur, çıkmaza girer. Anlamaz toslar duvara.

Kafamı dayadığım pencereden kaldırarak derin bir iç çektim. Sürekli böyle düşünürsem tabi ki insanlar sıkıcı olduğumu düşünürdü. Depresiftim, her zaman.

“Yuh ya! İyi ki bir yetenek kazanalım. Günlük yazalım, ileride bastırır ünlü oluruz dedik! Fiyatlara bak kağıda yazacağım şey bu kadar para mı verilir! A4’e yazarım daha hesaplı ya!” Gülerek ona döndüm. Gülsüm ise benim tam tersimdi işte. Birbirimizi mi tamamlıyorduk bilmiyorum ama şansımdı o benim.

Başımı çevirerek duvardaki saate baktığımda yerimden fırladım. Saat neredeyse altıydı ve benim Nigel ile buluşmam lazımdı.

“Bebitom, seni öpüp kendi kavgalarınla baş başa bırakıyorum ve geç kaldığım buluşmaya koşarak gidiyorum.” Hızla yanına gidip yanağına bir öpücük kondururken Gülsüm’de mırıldanıyordu.

“Aman aman git zaten. Kaçtı kocan bak. A pardon, şuan sen kocaya kaçıyorsun en yakın arkadaşını yalnız bırakarak. Kurtların önüne atarak!” El hareketleriyle onu geçiştirirken hemen kapıdan çıkıp kapıyı kapattım. Hâlâ sesi geliyordu.

“Çarp çarp sen o kapıyı, babanın malı zaten! Koşarak git!” Gülerek merdivenlerden inmeye başladım. İkişer üçer atlarken en alt kata geldiğimde nefes nefese kaldım. Ellerimi dizlerime koyarak soluklandığım sırada önümde iki tane ayakkabı belirdi.

Dudaklarımı ısırarak yukarı baktığımda karşımda Nigel vardı. Mahcup bir gülümseme yollayıp eski konumuma geri döndüm. O da gülerek elimi tuttu ve yürümeye başladı.

“Senin geç kalmalarına bu kadar alışmam can sıkıcı olsa da bir şey demeye kıyamıyorum. Söyle bakalım kabul ettiler mi projeyi?” Gülerek bir iki adım öne attım ve arkamı dönerek yürümeye başladım.

“Ettiler nasıl etmesinler o kadar uğraştık. Ama senin o muhteşem çizimlerin olmasa hayatta etmezdiler. Nigel ya ben çok teşekkür ederim gerçekten.”

“Ne demek yavrum, benim için bir görev biliyorsun ama ben sözlü teşekkür yerine bir öpücük tercih ederdim açıkçası.” Pislik sırıtışını gönderirken bir anda gülümsemesi kayboldu ve ağzını açtı. Ama sanırım iş işten geçmişti çünkü bodoslama birine çarpmış ve sendelemiştim.

Çarpmanın etkisiyle hafif sallanırken belime yerleşen elleri hissettim ve düşmekten kurtuldum. Nigel diye düşünüyordum ama çarptığım çocuktu.

“Hey, iyi misin?” Kafamı kaldırarak baktığımda suratı tanıdık gelmişti.

“Evet, teşekkür ederim ve özür dilerim önüme bakmıyordum. Benim hatamdı.” Sorun yok dercesine kafa salladığında bir anda belime yeni yerleşen eller beni arkaya çekti ve bir bedene yapıştım.

Kafamı kaldırarak Nigel’e baktığımda çocuğa kafasını salladı ve beni önünde itekleyerek yürütmeye başladı.

“İnanamıyorum sana Lale. Önüne baksan ölürsün zaten. Bir de düşüp çocuğun seni tutmasını sağlıyorsun. Beline yerleşen elleriyle.” Özür dilercesine bir bakış attım ve omuzlarımı kaldırdım.

“Fazla heyecanlanınca ne bileyim işte ya.” Yan bir bakış atıp geri önüne dönmüştü.

Sonrası pek de olaylı değildi. Sahilde yürüyerek dondurma yemiştik ve tabii Gülsüm’e de almıştım. Şeytan tüyü vardı her zaman anlardı yiyip yemediğimizi. Getirmediğimizde de burnumuzdan getirirdi. Bazen büyü yapıp yapmadığından şüpheleniyordum açıkçası.

Eve geldiğimde Gülsüm’e dondurmasını verdiğim için 5 dakikalık bana bulaşmama kararı almıştı ve benimde düşünmeye fırsatım olmuştu. Çarpan kişi tanıdıktı ama nerden. Kafam çatlayacak gibi oluyordu. Yatağıma girdiğimde bu tarz soruları sormayı bıraktım ve dünyaya gözlerimi kapadım.

Hisler geleceğin habercisidir derler. Hissediyordum, bir şeylerin benim için iyi olmayacağını hissediyordum. Hatta biliyordum, hani otururdu ya insanın içine, sanki az derdi tasası, sıkıntısı varmış gibi, biraz daha sıkıntı, dert tasa. Aldığın nefes haram gelirdi, boğardı seni, boğulurdun. İşte öyle bir andayım. Sanki her şey çok güzel ilerliyor gibi, içimde bir kaygı var. İçimde sürekli geleceğin nasıl geçeceği hakkında bir sıkıntı var. Bu gelecek, gelecek tamam ama, nasıl geçecek? Geçebilecek mi? Aklımdaki soruların ne cevabı vardı, ne de cevabını verebilecek.

Geleceği bilemezdin, nasıl bileceksin sürekli değişirken. Sanki sadece senin için gelecek. Düşünme Lale. Düşünme. Yersin kafayı, düşünme. Düşünceler şüpheleri doğururdu, şüpheler ihtimalleri. İhtimaller ise önünde sonunda gerçekleşirdi.

Lanetliydim ve hayır, bu bir şüphe değil ben gerçekten lanetliydim. Bunu biliyordum ve bir diğer emin olduğum şey ise benim lanetim herkesin sonu olacaktı. Bunu hissediyordum. Ancak sadece beni öldürecekti. Bunu biliyordum. Hisler yalan söylemezdi ama yanıltırdı insanı, aldatırdı. Hisler yalan söylemezdi, önüne iki seçenek sunar ve birini gerçekleştirirdi. O seçeneklerinde dışına çıkmazdı. Tabii seçenekleri fazla da tutabilirdi o ayrı, ama bilmek böyle değildi. Bir şeyi biliyorsan o netti. O kaçınılmazdı, ben benim lanetimin herkesin sonu olacağını hissediyor, ancak sadece kendimin öleceğini biliyordum.

Çocuklar, geleceğin umudu. Neslin devamı. Bir çocuğu kırma, ona muhtaç olduğu sevgiyi ver. Sen o çocuğu bugün üzersen, ileride oturur izlersin yaptıklarını. Nasıl yıprattığını hatırlarasın, nasıl da deştiğini o çocuğu. Herkese över övünür, kendinle kalınca ağlarsın.

Okşamak istersin, geçti dersin, bir daha olmayacak. Yalan söylersin inandırırsın kendine, yazık edersin, ziyan edersin.

Şimdi gönlünü al git de o çocuğun, yeniden öğret hayatı bakalım olacak mı eskisi gibi.

Kalp dört odacıktan oluşan bir kutu, bir kutucuğu sevgiyle dolu. Sen o çocuğa o sevgiyi vermezsen günü gelir o sevgi kutucuğunu senden alır. Ateşe verir, yakar, kül eder.

Yok olursun.

Ama bazen ters teper bu durum. O zamanda kendini yok edersin. Tıpkı benim gibi.

Lafın kısası çocuğu sev, çocuğa sarıl, öp bazen. Yanında ol, yanında olduğunu hissettir.

Yataktan kalkarak tuvalete ilerledim ve elimi yüzümü yıkadım. Hayat herkese adil değildi maalesef. Ama bu durumda senin yapabileceğin pek de bir şey yoktu.

Küçükken inandırdım sevileceğime, sevgiyi herkes tarafından bulacağıma ama şimdi büyüdüm ve bakıyorum da. Birkaç kişi var sadece aslında.

Annemle babam ben küçükken ayrılmıştı. Bu beni hiç üzmemişti ama annem öyle değildi. Her şeye, tüm ona yaptıklarına rağmen onu sevmişti, onu seviyordu ve ben bunu hazmedememiştim. Üstüne gitmiştim belki de ve sonuçları ağır olmuştu. Önce beni yalnız bıraktı, sinirinin geçmesini beklerken kendi benliğinin içinde kayboldu, gözlerinin ışığını kaybetti.

Sonrasında ise beni suçlamaya başladı. Küçükken anlam veremezdim ama şimdi anlıyordum. Benim yüzümden o kadar suçlu hissetmişti ki bir suçlu aramış ve vicdanını rahatlatmak istemişti. Benim suçumdu.

Sonra terapiye başlamış ve düzelmişti. Ama ilaçlar sadece duygularını değil bana olan sevgisini de almıştı. Annemle o zamandan beri iyi değildik. Bencillik yaptım, o da bana en acı yolla cömert olmayı öğretti.

Onu artık suçlamıyorum, bu bana güçlü olmayı öğretti. Yıkılmamayı ve her şeye rağmen duygularımı belli ettirmemeyi. Belki yalnız bıraktı ama yalnızlığımı bile sırtlayıp benimle beraber götürmemi sağlayacak kadar güçlendirdi. Acı güçlendirirdi, yeterince acı çeken her acıyı kucaklardı. Ayakta kalırdı, acı çekerek.

Gülümseyerek tuvaletten çıktım ve üstümü değiştirerek Gülsüm’ü uyandırdım. O da hazırlanınca beraber kahvaltıya indik. Yurt sıkıntılıydı çünkü yemek seçerdim. Genelde sevdiğim yemekler de çıkmadığı için aç kalırdım. Bugünde sucuklu yumurta ve pastırma vardı.

Ben burun kıvırarak zeytin peynir gibi şeyler alırken Gülsüm tüm orduyu doyuracak kadar hepsinden almıştı.

Evet, aç kaldığında beni bile yiyebilirdi. Öyle bir mide.

Beraber ufak sohbetlerle kahvaltımızı yaparken hissettiğim izleniyormuş hissiyle kafamı çevirdim. Etrafımda herhangi bir şüphe göremeyince geri tabağıma döndüm ama o kahvaltı sonrasında benim için diken üzerinde geçmişti.

Son zamanlarda günlerim böyleydi. İzleniyor gibi hissediyordum, kafama ağrılar giriyor ve her uykumda kabusları konuk ediyordum rüyalarıma.

Kafamda kuruyordum. Kafamı sallayarak geri kendime geldim. Çok düşünmemek gerekiyordu bazen, bazense hiç.

Tatille beraber vizelerimde yaklaştığı için artık günlerim çok daha yoğundu. Her okul çıkışı ya kütüphanede Gülsüm ile çalışıyor ya da Nigel’e gidip onun beni çalıştırmasını sağlıyordum.

Bu yoğun tempo ve yorgun günlerin arasında birkaç kez annem aramıştı ama bir türlü konuşacak zamanım olmamıştı. Meşgul olduğumu belirten birkaç mesaj yazıp onu daha sonra arayacağımı söylemiştim sadece.

“Lale.”

“hm?”

“Biliyorum son günler oldukça yoğunuz ancak annenle artık konuşman gerektiğini düşünüyorum.”

Gözlerimi Gülsüm’ün üstüne çevirirken neden dercesine kafamı salladım.

“Ya sen bir türlü arayamayınca beni aradı biz konuştuk dün gece biraz. Sesi pek de iyi gelmiyordu.”

Gülerek ona baktım.

“Saçmalama Gülsüm anneme bir şey olmaz benim. Aramadım diye naz yapmıştır o bilmiyor musun annemi.”

Sıkıntılı bir nefes vererek önündeki kitabı kapattı.

“Ya biliyorum tabi ki ama sana diyorum ki öyle değildi. Ciddi bir şey gibiydi.”

Kafamı sallayarak arayacağım konusunda bir şeyler geveledim ve önümdeki derse ilgimi vermeye başladım.

Pegasus

Konumuz mitolojik yaratıklar ve efsanevi hayvanlardı.

Pegasus ise mitolojiye göre Medusa’nın kesilen kafasından akan kanla doğan bir attı.

Kanatlı bir at.

Konu hakkındaki görüşlerimiz önemliydi ve yazmamız gerekiyordu. Ama ben kişisel görüşlerimi okuyan kişinin benim deli olduğum kanaatini getireceğine emindim.

İnsanların akıl seviyesinin bir yere kadar olduğunu düşünüyordum. Bir yerden sonra artık durduklarını, akıl edemeyeceklerini. Bu yüzden böyle olaylara inanırdım kendi açımdan. Sonuçta ata kanat veya boynuz ekleme fikri kime nasıl gelebilirdi ki? Veya ejderhalar, nasıl bir insan akıl edip öyle mükemmel bir varlığı çizer, bir de ağzından ateş püskürttüğünü iddia ederdi. Saçmalıktı benim için. Kimse görmeden veya bilmeden çizemezdi.

Ama fikir özgürlüğü aşırıya kaçarsa maalesef deli görülürdünüz. Bunu birisine demek risk almak demekti. Bu yüzden hayatımdaki kimse onlara inandığımı bilmiyordu. Bilmemeleri daha da iyiydi belki de. Kitabımı kapatarak başımı kaldırdım. Bir günlük moladan çok da zarar gelmezdi. Gülsüm’e dışarı çıkıp birazdan geleceğimi ve eğer kahve isterse getirebileceğimi söyledim.

Tabi hemen kabul etmişti.

Dışarı çıktığımda soğuk hava buz gibi çarptı yüzüme ve tüm hücrelerimi uyandırdı. Dışarıda kar yağıyordu. Kendi şehrimde pek mümkün olmazdı görmek ama insan başka şehirde de bir iki kez görünce ilk hevesini kaybediyordu.

Burnumun ucuna bir kar tanesi düştüğünde gülümsedim. Telefonumu çıkararak annemi aramaya koyuldum.

“Lale.”

“Anne… Görüşemedik bayağıdır, nasılsın?”

“Lale’m iyiyim ama sen ne zaman geleceksin.”

“İki haftaya gelmeye çalışacağım anne.” Derin bir sessizlik oluştu aramızda. En sonunda konuşan annem olmuştu.

“Peki kızım. Konuşuruz yine gelince o zaman, iyi bak kendine.” Aramanın kapanma sesi çınladı kulaklarımda. Telefonu kulağımdan indirememiştim. Annemle en uzun sohbetlerimiz, böyleydi hep.

Gözlerimi kapatarak telefonu cebime koydum. Geri açtığımda ana dönmüştüm. Nefesimi vererek sağımdaki nergislere baktım. Hikayeleri beni hep etkilemişti.

Nercissus o kadar güzel ve eşsiz güzellikte biriymiş ki. Gören herkes ona aşık olur, ondan gözlerini alamazmış. Annesi herkesin ona nasıl baktığını gördüğü için kendisini merak etmesinden korkmuş. Kendisine hayran kalırsa başına bir şey geleceğinden eminmiş. Bu yüzden yıllarca ona asla yansımalardan kendisine bakmamasını söylemiş. Ona hep tiksinerek bakmış ve zorunlu kalmadıkça ellememiş. Nercissus annesinin bu tavrından dolayı da hep çok çirkin olduğu için annesinin ona böyle davrandığını, ve insanların onun çirkinkiğine şaşkın şaşkın baktıklarını düşünmüş. Bu yüzden hep kendi yansımasından kaçıp kendisini görmekten korkmuş. Bir gün şans eseri kendisini bir gölün yansımasından görmüş ve gözlerine inanamamış. Kendisine öyle hayran kalmış, öyle aşık olmuş ki hemen dokunmak istemiş güzelliğine. Suya doğru eğilip kendisine dokunmaya çalışırken bir anda dengesini kaybetmiş ve suyun içerisine düşmüş. Boğulmuş. Doğa ona öyle üzülmüş ki hep onun güzelliğini anımsatacak bir çiçek yaratmış Nercissus’un durduğu yere. Nergis.

Yarattıkları o çiçek bir rivayete göre hâlâ canlı ve çiçeklerin en güzeli, en eşsizi.

Nergis güzelliği temsil eder. Ama aynı zamanda ölümü, intiharı.

Çünkü bir başka söylenişe göre Nercissus güzelliğini gördüğünde o kadar korkmuş ki bu kadar güzel olmaktan, o nehre bilerek atlayıp boğulduğu söylenir. Ölümün çiçeği.

Yanlarına giderek nergislere baktım, sevdim ve dokundum. Hikaye ne olursa olsun nergisler bana birçok fikir verirdi. Bunları da ben dikmiştim zaten okulun bahçesine.

İçeri geçerek iki kahve aldığımda birini Gülsüm’e verip birini kendim almıştım. İçi rahatlasın diye de annem ile konuştuğumun altını çizmiştim.

Sonunda gece olduğunda ise birkaç kişiyle toplanıp sahile gitme fikrini atmıştı Gülsüm. Yabancılık çekeceğimi ve rahat edemeyeceğimi bildiği içinde gönülsüzce Nigel’i davet etmişti laf arası. Gerçekten kıskançtı.

Nigel’in geleceğini duyunca kabul etmiştim bende işime geliyordu yalan yok yani… Özlüyordum belki de yarama çiçek ekmeye çalışanı.

Beraber sahile indiğimizde altı kız altı erkektik. Birkaç oyun oynama fikri ortaya atıldı ama önce birbirimizi tanımamız için sohbet etmeyi tercih ettik.

Kızlardan tanıştığım kişiler Eva, Lidya, İlgin ve Zeren olmuştu. Eva benden bir yaş büyükken Lidya, İlgin ve Zeren benden bir yaş küçüktüler ve Gülsüm ile aynı yaştaydılar. Zaten ortak ders arkadaşlarındandı. Eva ile İlgin ise kardeşti, buradan tanışıyorlardı.

Erkekler tamamen ayrı kafadaydı. İrşat, Lemi, Berge, Erinç, Nigel ve Arden. En büyüğümüz Arden’idi. Hüzünlü bir çocukluğu vardı anladığım kadarıyla. Bir yetimhane de nefretle büyümüştü. Önüne bakmak varken ardında takılı kalmıştı. Onu suçlayamazdım.

Ufak sohbetlerden sonra fazla seçenek yoktu. Aklımıza doğruluk ve cesaretlik oynamak gelmişti.

İlk şişe çevrildi. İlgin soruyor Nigel ise cevaplıyordu.

“Evet, doğruluk mu, cesaret mi?” Nigel’e baktım. Yüz hatları kasılmış ve oldukça ciddiydi. Bana baktığında ‘Doğruluk’ diye söylemişti.

“Evet, diyelim ki bir yalanın ortasına düştün. Yolların kapandı, kaçacak deliğin kalmadı. Senin için en değerli kişiyi geride bırakman gerek. Kurtulmak için bu yalandan, kaçar gider miydin arkana bakmadan?” Sorunun garipliğiyle hepimizin bakışları İlgin’e dönmüştü. Sadece 3 kişi şaşırmamışa benziyordu. İlgin, Nigel ve Arden.

Nigel’in bakışları önce bana sonra şişeye döndü. Oyunun zorluğu pas geçmek yoktu, cevaplamak zorundaydın. Nigel cevabı henüz vermemişti. Düşünüyordu.

“Ben… Ondan gitmezdim ama yanından giderdim, kalbinin yanında olurdum, gözlerinden ırak. Kendimi yıpratır, onu korurdum.” Nigel’e hayran hayran bakarken gülümseyerek alnıma bir öpücük kondurmuştu. Şişeyi uzun bir süre çevirip sıradan sorularla devam etmiştik.

Bu sefer şişe benim ve İlgin’in önünde durduğunda İlgin bana soruyordu. Cevabım direkt doğruluk olmuştu çünkü cesarette yapacak bir şey bulamayıp saçmalıyorduk.

“Evet Lale. Diyelim ki senin geçmişin pek de masum değil, çocuksun herkes masumdu diyor. Ama telafisi olmayan yaralar açtın. İleride bunu öğrenirsen yapacağın şey ne olurdu?” Sorunun ağırlığıyla yutkunmak zorunda kaldım. Boğazımdan geçmemişti nefesim, derince içime çekerek soruyu düşünmeye başladım.

“Bilmiyorum, üzülür zarar verdiğim kişiyi arardım. Açtığım yarayı dikmeye çalışırdım. Ancak dikiş tutmaz ve yara kapanmazsa, çocukluğumu affederdim. Sonuçta çabaladı, onunda bir affa ihtiyacı olurdu.”

“Ama o kişinin, çocukluğunu affetmesine izin verecek bir çocukluk bile bırakmadın. Ona bu hakkı vermedin, bunu sen yaptın. Ucu sana dokunmadı nasıl olsa diye, bıraktığın enkaza sadece bir gül mü koymaya çalışıyorsun?” Ağzım açık kalmıştı. Böyle demek istememiştim.

“Hayır, tabi ki öyle değil. Ama çocuğum en başında, benim çocukluğumu ben affetmezsem herkes üstüne yüklenir, altında kalır en sonunda. Çabalarım, çok çabalarım ama verimsiz bir toprakta bir çiçek yetiştiremiyorsan bu senin elinde değildir.” Ağzını açacaktı ki Gülsüm’ün sesi sohbetimizi bozdu.

“Tamam, yeter bu kadar bu soru hakkında konuştuğumuz. Hadi başka kişiye.” Gülsüm çevirdiğinde Arden ile kendisi gelmişti. Arden soruyor, Gülsüm ise cevaplıyordu.

“Ben direkt cesaretlik diyorum ya. Sıktı bu kadar bir şeyleri cevaplama merakınız.” Arden gülerek onayladı kafasıyla.

“Ben senden uzun süreli bir şey isteyeceğim ama?” Hepimiz merak ederken Gülsüm’de meraklanmış ve kafasını sallamıştı.

“Sana bir uğur böceği getireceğim. Yazın yaralıyken buldum. İyileştirdim, günlerce başında bekledim. Kış olunca ölür dedim ama ölmedi. Ona bakmanı istiyorum, ölene kadar. Ama öldüğü an bana haber vermeni istiyorum. Saniyesi saniyesine.” Bakışları bana dönmüştü. “Çok da bir ömrü kalmadı. Kavanozda yaşıyor. Her gün pet şişe kapağına biraz su doldurup yaprak gibi yeşillikler ver. Ekstra bir çaba harcama yaşatmak için.”

Ortamdaki herkes bu istek üzerine şaşkına dönmüştü. Kimse böyle bir şey beklemiyordu. Hepimiz topluca Gülsüm’ün cevabını beklerken o çoktan şaşkınlığını atlatmıştı.

Bir süre sonra başıyla onaylayarak kabul ettiğini belirtti. Arden gülümseyerek yarın eline ulaştıracağını söylediğinde oyunumuz da burada bitmiş bulunuyordu.

Günün yorgunluğuyla yurda gider gitmez uyumuş ve anlık olarak hafta sonuna girmiştik. Arden ise söylediği gibi uğur böceğini sabah yurda getirmişti. Gülsüm son bir saattir neden bunu kabul edip böyle bir sorumluluk aldığını düşünürken ben böceği inceliyordum. Adını bile benek koyarak onu ailemize dahil etmişti ama bunun sorumluluğunu aldığı için kötü hissediyordu.

Onu öldürmek istemiyordu, kendisini suçlu edip vicdan yapacaktı. Bu yüzden bende istemiyordum. Birkaç saat sınavlar için ders çalıştıktan sonra Nigel ile buluşmak için hazırlanmaya başlamıştım. Gündelik şeyler tercih ederek dışarı çıktım ve Nigel’in gelmesini bekledim.

Nigel gelidğinde beraber yakınlardaki bir kafeye gitmiştik. Son zamanlarda olan konuları onunla da konuşmak istediğim için ben kafeyi tercih etmiştim. Kahvelerimiz geldiğinde konuşmaya başladım.

“Nigel, biliyorsun annemle uzun zamandır görüşmüyoruz. Normalde tatile gitmeyi bekleyecektim. Ama vizeler biter bitmez gideceğim sanırım. Yani bu günler garip geliyor annem bana, bugün sabah konuştuktan sonra daha da emin oldum. Annem iyi değil. Babamın onu yine rahatsız ediyor olmasından korkuyorum. Onu gönderebilecek tek kişide benim.” Nigel sözümü bitirdikten sonra kafasıyla beni onayladı.

“Bebeğim, son zamanlarda ki sıkıntıdan bende haberdarım. Kararının arkasındayım, eğer istersen beraber gidebiliriz. Sen nasıl daha çok rahat edeceksen.” Gülümseyerek konuşmaya başladım.

“Biliyorum. Yanımda olduğun için de çok teşekkür ederim. Ama ben yalnız gitsem daha iyi olur bizim için.” Kararımı desteklediğini belirttikten sonra tekrar sıradan konulara dönmüştük.

Nigel böyleydi işte. Kafanızda dolaşan tilkileri anlattığınız da hep sizi destekleyip bir seçenek sunardı. Sonra kararı size bırakır ve her daim yanında olacağını söylerdi.

Başlarda böyle değildi aslında. Değişmişti, birlikte değişmiştik. Yaşadığı aileden dolayı çok hırçın ve agresifti, Hayatta değer verdiği tek kişi kız kardeşiydi. Uzun bir süre o evde kalmış sonrasında ise Rehabilitasyon Merkezi’ne yatırılmıştı. Tedavi görmüştü çünkü öfkesini yenemiyordu. İnsanlara zarar veriyordu ve bunlar ufak tefek yara değillerdi. Bir çocuğu öldürüyordu. Az kalsın bir çocuğu öldürecekti. O olaydan sonra asla işler daha da çok karışmış ve zarar verdiği her kişi için kendinde bir yara açmıştı. Artık durum intihara kadar gelince ise Rehabilitasyona yatırılıp tedavi görmüştü. İşe yaramıştı, hayata tutunmuştu. Ama bu sefer duygularından olmuştu. Hiç konuşmamış ve sadece yaşamıştı. Tanıştığımızda böyle birisiyken zamanla eski haline dönmüştü. Biz birbirimizin şansıydık.

Kafeden kalkarak geri yurda döndük. Soğuk hava yüzünden dışarıda kimse yoktu. Vedalaşıp yurda dönecekken Nigel’in elimi tutmasıyla merakla durdum.

“Dur, saçın da bir şeyler var.” Eli kaküllerimde gezinirken bir anda gözümün önünde durmuştu ve elinde ufak bir papatya gördüğümde gülerek ellerimi eline çıkardım.

“Bunu nasıl yaptın?” Hayranlıkla ellerine bakarken gülerek kulağıma yaklaşmıştı.

“Senin için yapamayacağım bir şey yok Lale Parlak.” Huylanarak başımı ona doğru eğmiştim.

“Ben buna fırsatçılık diyorum daha çok Nigel Russo” Ellerimi boynuna uzattığımda bir ‘hm’ sesi çıkararak ellerini belime yerleştirmişti.

“Ne fırsatçılığı, ben gayet masum bir adamım.” Bunları dudaklarını bükerek söylemişti. Gerçekten inanabilirdim, eğer bu sözleri söylerken gözleri tamamen dudaklarımda olmasaydı.

Yüzüme doğru yaklaşmaya ve nefesi dudaklarımı kaynatmaya başladığında onu mırıldanmayla onaylıyordum. Dudaklarımızın arasında milim varken yukarıdan gelen bir bağırma sesiyle korkarak bir anda Nigel’den ayrıldım.

“Ya yuh amına koyayım ama! Aile var burada aile! Ararım ha jandarmayı, iliğinizi kuruturum yemin ederim!” Nigel ağzının içinde söverken bende gülmekle meşguldüm. Ta ki içeriden bir ses gelene kadar.

“Blok A numara 11. Gülsüm Gök, yurt müdürünün odasına bekleniyorsunuz. Ha siz ‘ya ben ne yaptım gene de çağırılıyorum?’ Diye sormadan ben söyleyeyim. Yine birilerine koydunuz. Bağırarak. Tüm yurt inledi. Ne yaptım diye sormadan geliniz. Teşekkürler.” Artık kahkaha atıyordum. Nigel’de gülerken Gülsüm söverek camı kapatıp içeri giriyordu.

Nigel tekrar bana yaklaştığında saati göstererek gitmem gerektiğini belirttim. Hızlıca yanağına bir öpücük kondururken merdivenlere çıkmaya başlamıştım. Nigel’e bir bakış attığımda arkamdan alık alık baktığını görünce daha çok gülmeye başladım. Özlesindi biraz iyi olurdu.

Merdivenleri koşarak çıktığımda kalbim az önceki heyecanın da etkisiyle yerinden çıkacak gibi atıyordu. Odama geçtiğimde Gülsüm’de yeni geliyordu. Gördüğüm an gülmeye başlamamla kafama bir anahtarlık yemem bir oldu.

Aradan birkaç saat geçti. Koluma çizdiğim gül ve üstündeki uğur böceğine bakıyordum. Boş kaldığımda kafamı dağıtmak için yaptığım eylemlerden biriydi. Çizdiğim uğur böceğine bakarken gözüm kavanozda ki kendi böceğimize takıldı. Çok benziyordu. Gülsüm ona o kadar iyi bakıyordu ki ben bile onun lüks yaşamının yanında fakir yaşıyordum.

Telefonumun çalmasıyla bir anda irkilerek ayağa kalktım. Ekranda ki isimi gördüğümde ise ellerim işlevimi yitirmişti.

Hayır! Beni rahat bırak!

Lütfen, lütfen sadece git.

Bunu ona nasıl yapabildin… O, o benim her şeyimdi…

Kafamı sallayarak geçmişin o karanlık hatırasından kurtardım kendimi. Zihin. Zihin bir hücre duvarıydı. İçeriye giren kişiler çıkamazdı. Müebbet yemiş bir kişiydik hepimiz aslında. Yaşadıkların ve unutamadıkların, unutamayacakların. Zihnimiz parmaklıkların arasındaydı ve maalesef asla o parmaklıkların dışında kalamayacaktık.

Selam baba, ben seni o geçmişe rağmen unutamadım. İyileşemedim. Sense bir türlü kızına yardım etmek istemiyorsun bu konuda.

Bir… İki… Üç… ve telefon sustu. Derin bir nefes alarak arama kısmına girdim ve numarayı geri aradım. Evet, numarasını silmiştim. Ama ezberimden silemezdim. Zihin mezarlığı. Senin için, ölen kişiler asla akıllardan çıkmazlar.

Telefon açıldı. İlk başta sadece nefes sesleri vardı ve bu konuşmanın en güzel ânıydı.

“Âl.” Nefesimi sertçe bıraktım. Bana böyle seslenmesinden nefret ederdim. Onunla ilgili her şeyden nefret edersin sen.

Doğru. Öyleydi.

“Efendim.”

“Nasılsın?” Alaylı bir şekilde güldüm. İşi düşmüştü.

“Sadede gel baba.” Onunda aynı şekilde güldüğünü duydum.

“Senin nasıl olduğu sormak için aradığım hiç aklına gelmiyor değil mi?” Ağzımda bir ‘cık’ sesi çıkmıştı.

“Peki. Asıl söylemek istediğim şey şu ki. Birkaç gündür seni gözlemliyorum ve tek gözlemleyen ben değilmişim Âl. Buralarda artık tek bir kişi konuşuluyor. O da sensin. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlatmama gerek yok bence. Üstünden gözleri çekmelisin Âl. Yalnız kalmalısın, en eskiden olduğu gibi.” Nefesimi tuttum ve gözlerimin doluluğuyla yukarı baktım. Yalnız kal. Tıpkı eskisi gibi. Nigel’den ayrıl. Gülsüm’le aranı boz.

“Baba. Bunca yıl sonra neden? Ne yapmaya çalışıyorsun bilmiyorum ama hayır. Bu sefer değil. İzin vermeyeceğim, öyle bir şey olmayacak.” Sona doğru dişlerimi de sıkmanın etkisiyle sesim iyice kısılmıştı. Tam telefonu kapatacaktım ki söyledikleriyle durdum.

“Bana saygısızlık yapıyorsun Lale Parlak. Dediklerimi yap. Benim lafımı ikiletme. Büyüdükçe daha çok baş kaldırıyorsun, bunun sonu senin için iyi bitmez.” Gülerek telefonu geri kulağıma götürdüm. Özüne dönmüştü en sonunda.

“Geldiğim yeri unutmadım baba. Kimin kızıyım en iyi sen biliyorsun bence. Bu yaşıma kadar beni hiç yönetemedin ve yönetemeyeceksin.” Telefonu kapattığım gibi yatağın üstüne fırlattım. O kadar ne yaptığımı bilmiyordum ki duvarın dibine çöküp parmaklarımı saçlarımdan geçirmiş öylece duruyordum.

Ağlayamıyordum çünkü bu yaşamda ağlamak bile hak görülmemişti bana. En son küçüktüm, küçücük bir çocuktum ağladığımda. Zihnimin silik anılarında dizlerinin üzerinde durup ağlayan bir kız çocuğu var hâlâ.

12 Mart 2010 saat 13.20

“Anne, anne, yarın doğum günüm! Kakaolu pastamı yiyeceğim değil mi? Ben yarın on iki yaşıma gireceğim değil mi anne? Anne beraber yiyeceğiz de mi pastamı anne?” Küçük Lale, annesi onun kakaolu pastasını yaparken sorularına devam ediyordu. Leyla buna içtenlikle gülüyor ve kızının sorularını sabırla cevaplıyordu.

Kızının ısrarları sonucu sonunda doğum günü olduğu için, kızının gece yarısına kadar uyumamasına izin verdi. Ancak onun minik huysuzu dayanamamış ve koltukta Sevimli Hayalet Casper izlerken uyuyakalmıştı. Kızının bu haline gülen Leyla’nın gülüşlerinin solması ile an meselesiydi.

Şiddetle çalan kapıyla yerinden sıçrayan Leyla, ve kapının sesiyle uykusundan korkuyla uyanan Lale. Leyla kızını alarak hemen odasına koştu ve odasının balkonunda ki kiler kapısının içine koydu. “Sakın dışarı çıkma, sessiz ol.” Demeyi ve çıkarken kapıyı kilitlemeyi unutmadı.

Kızını orada bırakıp koşar adımlarla kapıya indi Leyla. Kapı deliğinden kim olduğuna baktı ve dudaklarından korkulu bir nefes kaçtı. Kapıda duranı daha fazla sinirlendirmemek adına açtı kapıyı. Ancak kapıyı açar açmaz suratına yediği sert tokattan belliydi geç kaldığı.

Lale o gecenin sabahına kadar bağırış sesleri dinledi. Burnuna daha o yaşında ezberlediği kanın kokusu doldu. Küçücük yaşında bu kokuyu ezbere bilmesi ise sadece onun suçsuz ama bahtı kara çocukluğundan dolayıydı. Kapıyı açmaya çalıştı elleriyle yumruklar attı ve hatta orada duran bir cam kavanozu kapıya attı çıkabilmek için. Kendini kanattı. Aldığı kan kokusu içeriden mi geliyordu yoksa elleri mi kokuyordu emin bile olamamıştı.

Ancak çok kan kaybetmişti, ve etmeye devam ediyordu. Çıkamıyor, nefesi daralıyordu. İçerideki oksijen seviyesi odanın küçüklüğü ve tozlu eşyalardan dolayı iyice düşmüştü.

Sabaha karşı annesi kilidini açarak hiç Lale’ye bakmadan gitmişti. Onun kendisini böyle görmesini istemiyordu. Ya da onu görmeyi. Lale uyanır uyanmaz her şeyin bitmesinin ve pastasını sonunda yiyebilecek olmasının sevinciyle kilerden çıktı. Ellerinde kurumuş kanın izleri vardı ama bu onun umurunda değildi. Hem artık özgürdü. Onunkisi bir çocukluk aklıydı, bir gecenin ne kadar kötü geçerse geçsin sabahına düzeleceğine inanırdı. Ancak evde beklediği o huzurlu ortam yoktu, aksine ev tamamen dağılmış ve her şeyi yerine koyduğu kişi yoktu. O an pastası aklına bile gelmedi ve bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Koşarak dışarı çıktı ve bağırarak onu çağırmaya başladı. O kadar hızlı koştu ki şans eseri arabanın altında kalmaktan kurtuldu. Öyle ki arkasından “Lale, dur!” Diye bağıran annesini bile duymadı.

En sonunda dizlerinin üzerine düştü ve en sevdiği eylem olan ağlamaya başladı. Çünkü ne zaman ağlasa olurdu istediği, ne zaman ağlasa geri gelirdi ona kaybettikleri. En azından o böyle sanıyordu bir zamanlar. Ağladı bekledi ve bekledi. Hiç kimse gelmedi, ağlaması bu sefer bir işe yaramadı. Annesinin ona sarılan ellerini hissetti üzerinde. Daha şiddetli ağlamaya başlayarak annesine şikayet etti, ‘getir.’ Diye. Annesi getirirdi onu. “Anne, gitti anne. Anne lütfen geri getir, gitmesin anne.” Burnunu çekerek daha çok ağlamaya başladı. O gün bir deprem olup başına yıkılmıştı ve artçıları asla geçmeyecek bir depremdi bu. Onu yıkacak ama etkisi asla geçmeyecek.

Lale o günden sonra asla doğum günlerini kutlamadı, asla en sevdiği olan kakaolu pastalar yemedi, asla bir daha kapalı alanlara girmediği girdiği an sevdiği kişiyi kaybedeceği korkusundan. En önemlisi, asla ağlamadı. Ağlamaktan her zaman nefret etti.

Lale en son dizlerinin üzerinde, her şeyini kaybettiği için ağladı ve ağladığında kaybettiklerinin ona gelmeyeceğini en acı şekilde anladı. Bunu anladığında yaşı sadece on ikiydi.

Daha sonra hiç ağlamadı.

O günün ya üstesinden gelecek ya altında kalacaktı. O yaşında henüz kararları da kendisi veremediği için annesi üstünden gelmesini tercih etti.

Ve unuttu. Zihninin puslu hapishanesinde o anıyı çıkarmamak için tutsak etti. Hatırlayamayacağı bir tutsak. Her şeyini unutamadı elbette. Ama yaşananları unuttu ve geriye sadece geri dönmesini beklemek zorunda kaldı. Çünkü temelli gittiğini bilse bu yaşında bile yaşayamazdı. Onu bir yalana inandırdılar, geleceği yalanına.

O ise buna seve seve inandı.

Günümüz

“Lale. Lale.” Omuzlarımı sarsan eller ve ismimin zikredilmesiyle daldığım yerden çekebilmiştim gözlerimi. Gülsüm endişeyle bakarken nasıl olduğum hakkında bir şeyler söylüyordu. Kısaca başımı sallayarak geçiştirdim ve sonra konuşacağımızı belirttim. Kafamı toparlamak için uyumayı tercih ettiğimde uyumak benim için hiç bu kadar azaba dönüşmemişti daha önce.

Sabah 6 da kalktığımda tekrar uyuyamadım. Bu yüzden yaklaşık 2 saat ders çalışıp sonrasın da mezarlığa gitmiştim. Mezarlığın önünde otobüsten indiğimde elimde bir buket vardı.

Mezarlığın ismini okudum sonra, saçma geldi bir an. Adı kimsesizler mezarlığı olmalıydı, çünkü tam olarak öyleydi. İçeriye adımlarımı attığım da yan taraftan gelen sesle irkildim. Buralar genelde sessiz olurdu. Etrafıma baktığımda kimseyi göremeyince sadece bir kedi olduğunu düşündüm ve yürümeye başladım.

Ezbere bildiğim yollarla en eski mezarlığa yürüdüm. O kadar eskiydi ki ne ismi okunuyordu ne de hangi ay da öldüğü. Sadece gün ve yıl vardı. 16/1937.

Bu mezarı bulmak günlerimi almıştı. Her gün gelip saatlerimi burada geçirip tüm mezarları tek tek incelemiştim resmen. Ama sonunda bulunca, en çok çiçeği bu mezara koymuştum, en çok bu mezarı sulamış ve en çok bu mezarla ilgilenmiştim. Çünkü en çok o kimsesizdi. Yaşayan yakın bir akrabası bile olmadığını biliyordum. Çok araştırmıştım. Kimse gelip gitmiyordu ben dışında.

Dilerim ki, ben ölünce de birileri gelip ilgilenirdi.

Buketi suladığım mezarın üstüne koyarak gülümsemiştim. Tam konuşmaya başlayacaktım ki tekrardan arkamdan ses gelmesiyle hızla arkamı döndüm. Bu sefer birini görmüştüm. Uzun boylu ve simsiyah giyinmişti. Benden fazla büyük sayılmazdı ama oldukça sert ve ciddiydi.

“Pardon, korkuttum ben sanırım.” Başımı sallayarak sorun olmadığını belirttim.

“İlk kez kendim dışında birini gördüm de. Alışık değilim pek.” Dudaklarını bükerek başını salladı.

“Evet, haklısınız. Yakın zamanda bir yakınımı kaybettim.” Bana doğru adımlamaya başladı. “O yüzden bundan sonra sık sık karşılaşacağa benziyoruz.” Ellini uzatarak konuşmaya başladı.

“Alkan Lami ben.” Gözlerine baktım. Orada ki bir şeyler beni huzursuz etmişti. Kaşlarımı çatmamak için dişlerimi dudağıma geçirdiğimde uzattığı elini tuttum.

“Lale. Lale Parlak.” Elimi geri kendime doğru çekerek ellerimizi ayırdığımda sonunda aklım bir işe yarayı hatırlamayı başarmıştı.

Alkan o gün mezarlıktan çıkarken karşılaştığım, yanıma oturan kişiydi. Gözlerim büyüdüğünde ona baktım. Tanıdık gelen bir an daha vardı. Geriye yürürken çarptığım kişi.

Gözlerim geri yere indirdiğimde ona söyleyip söylememek arasında kararsız kaldım ama belki de sadece bir benzetmeydi. Kafamı sallayarak bu fikirden vazgeçtiğimde garip sessizliğimi bozarak benimle durağa yürümeyi teklif ettim. Kabul ettiğine beraber kimsesizler mezarlığından çıkmak için adımlamaya başladık.

“Peki. Sen buraya neden geliyorsun, bir yakının mı var?” Bana yönelttiği soruyla boş yola odaklanmıştım. Sorusu için biraz düşündükten sonra cevap verdim.

“Aslına pek sayılmaz. Yani travmatik bir olaya dayanıyor biraz. Yalnız bir çocukluk geçirdim, şimdi de çok çevrem yok. Bu mezarlığa geldiğim günden beri çok az kişi gördüm. Kendime çok benzettim. Yatan kişilerin neredeyse hepsi kimsesiz. Burada tek bir mezar kalmamıştır elimin değmediği. Hepsine birisi olmaya çalıştım işte tanışmışlığım olmasa da.” Daldığım yerden gözlerimi ayırarak Alkan’a baktığımda bana şaşırarak baktığını gördüm.

“Hey, ne?”

“Yani hayran oldum sanırım. Bu çok ince ve özel bir davranış. Bana öldüğümde birisi böyle yapsa, bunu severdim sanırım.” Gülerek başımı salladığımda otobüs durağına da gelmiş bulunuyorduk. Otobüsün gelmesini beklerken de minik konuşmalarımız oluyordu.

“Peki, söyle bakalım Lale. Konuşmamızdan beri yer yer gülüyorsun. Hep gülüyorsun. Nenden o gülücük gözlerine ulaşmıyor bakalım?” Bir anda gülüşüm söndüğünde tam bir şey diyecektim ki lafım yarım kaldı.

“Hiç bana yok farkında değilim yalanlarını söyleme Lale. Ben gerçek bir cevap istiyorum senden.” Dudaklarımı yalayarak düşüncelerimi dile getirdim.

“Çoğu zaman fark ediyorum bunu aslında. Yanlış anlaşılmaktan korktuğum için belli etmemeye çalışıyorum ama sen fark ettin. Özel olarak yaptığım bir şey değil yani aslında komik geliyor o an gülüyorum da içime gelmiyor. Emin değilim depresif bir ruhum var sanırım. Ölüyüm ama yaşıyorum. Hayatımın amacını arıyorum oysa çoktan kayboldum kafamın içinde,” Derin bir nefes aldım. Hadi ama şuan ne yapıyordum ben? Yakınlarıma bile bu kadar fazla konuşmazken nasıl bir yabancıya bu kadar içimi açabilirdim. “O boşlukta ruhum yaralarla dolu bense hâlâ iyileşsin diye çabalıyorum bir şekilde.”

Sözlerimi bitirdikten sonra sözü o devralmıştı.

“Bence doğru yerde değilsin Lale. Yalnızlık senin zehrin ve sen o zehri kendine bilerek içiriyorsun. Yollarını değiştirmek yerine hep aynı yere çıkan yollar yapıyorsun kendine. Ama unutma Lale. Bir çiçek çok güzel bakılmasına rağmen açmıyorsa olduğu yeri sevmiyordur. Saksıyı değiştirmek lazım bazen. Bence senin de saksıyı değiştirmen gerekli.” Sözleri bittiği sırada otobüs tam zamanında gelmişti. Çünkü sözlerine diyebilecek bir şeyim yoktu benim o an için. Belki de haklıydı. Bulunduğum yerin bana iyi geldiği konusunda yanılmıştım. Babam beni gereksiz fikirleriyle aldatmıştı.

Yol boyu büyük ihtimalle bana düşünme alanı yaratmak için o da susmuştu. Ama konuşsa daha çok iyiliği dokunurdu büyük ihtimalle çünkü benim düşünecek şeyim bile yoktu şuan kafamda. Bomboştu.

Kafamda ki şeyler yarımdı, bütün olabileceğini de şuan için hiç sanmıyordum. Yol boyu düşünmek yerine içinden şarkı söylemiştim. Sonunda ineceğim durağa geldiğimde Alkan’a doğru dönerek veda etmeye başladım.

“Teşekkür ederim bugün için. Hem güzel cümlelerin hem de yeni bir yoldaş edindirdiğin için.” Bana bakarak hafif tebessüm etti. Tanıştığımızdan beri hiç gülmemişti ama pek gülemediğini söyleyip beni dinleyişini ve bir şeyler anlatışını samimi bulduğumdan dolayı pek takmamıştım.

“Ne demek. Benim için bir zevkti.” Güldüğümde tekrar ona baktım.

“Görüşürüz o zaman. Konuşmamız için numaramı verebilirim istersen.” Bana baktı.

“Gerek yok Lale. Emin ol zaten daha çok sık görüşeceğiz, numaraya gerek kalmayacak. Görüşürüz sanada.” Kaşlarımı çatarak söylediklerini düşünmüştüm ama anlam yükleyemeyince tekrar görüşürüz diyerek otobüsten indim. Tam otobüs gittiğinde yurda yürümek için arkamı dönmüştüm ki Alkan’ın da arka kapıdan inmiş öylece durup bana baktığını gördüm.

“Yoksa?” Tanıştığımızda beri ilk kez gülerek bana doğru geldi.

“Saksını değiştirmek konusunda gerçekten ciddiyim Lale Parlak. Bir senedir aynı okulda aynı derslere giriyoruz. Yemekhane de yüz altı kez yan yana yemek sırasındaydık ve elli yedi kez aynı masaya oturduk. Bence etrafına bakma zamanın gelmiş.” Gülümseyerek arkasını dönüp gittiğinde gözlerim kocaman ağzım açık bir şekilde ona bakıyordum.

Yaklaşık 5 dakika sonra şaşkınlığımı üstümden anca atabilmiştim ve sarsak adımlarla yurda yürüyordum. Kapıyı açıp içeri girdiğimde Gülsüm ortalıkta yoktu. İçime anlamsız bir neşe doğmuştu. Değişmek, bunca zaman sonra benim değişmem mümkün müydü gerçekten. Kendiliğimden gülmeye başladığımda hayal kurarak yatağıma uzandım.

Hayal kurdum, özgüvenli bir şekilde insanların yanına oturup onlarla konuşup tanışıyor ve arkadaş oluyordum. Yemek masasında beraber oturduğum insanların sohbetine dahil oluyor ve arkadaş oluyordum. Sınavda yanımdaki kişilere kopya verip alıyor ve arkadaş oluyordum. Yüzümde ki kocaman gülümseme yavaş yavaş silinmeye başladı.

Bu sefer düşünüyordum. Yanına oturduğum kişiler neden sorarak oturmadığımın hesabını soruyorlardı. Yemek masasındakiler bana senin fikrini sorduk mu bakışlarını atıyorlardı. Sınavdakiler kopyadan yakalandığımız için beni suçlayarak kim senden kopya istedi ki diyorlardı. Gözlerimi açtım. Umut benlik bir yer değildi, benim yerim karanlık bir yerdi.

İçimde fırtınalar koparken tekrar gözlerimi kapattım gelen ağlama isteğimle. Ağlayamadığın sürece, ağlamak istemek senin cezan Lale. Ben bir yıkıntıydım ve üste çıkmak için çırpındığım her an daha da dibe batıyor, altında kalıyordum. Hayal kurmayı bile denemiştim ama olmamıştı, düşüncelerim yine ortalığı aleve vermişti içimdeki sancıyla. Bende düşüncelerime direnmemiştim. Düşüncelerime karşı genelde hep kaybederdim zaten.

Hayallerim ayakta kalma sebebim, düşüncelerim ise susturamadığım gerçeklerim.

Paslı hayallere, diri düşüncelere sahiptim. Benden de bir bok olmazdı kısacası. Nefesimi derince vererek yan döndüm ve odam da ki böceğe baktım. O kadar bana benziyordu ki. Bir kafesteydi ama etrafta ki güzellikleri görebiliyordu. Görüp de dokunamıyor, konamıyordu. Uzaktan seyirciydi ve onu neyin engellediğini bile bilmiyordu. Sadece görünmez bir şeye çarpıp duruyordu. Onu bu kadar anlamanın ağırlığının altında ezilmiştim.

Pencereleri çekerek geri yatağıma döndüm. Uyursam, sabah olduğunda geçerdi.

Uyandığımda başım da bir adet endişeli Gülsüm gözleri vardı. Gözlerimi ovalayarak kalktığımda anlamsız bakışlarımı ona yolladım.

“Kuzu sen iyi misin ya? Hiç bu kadar uyuduğunu hatırlamıyorum ben senin.”

“Sadece yorgunum.” Diyerek geçiştirmiştim. Kahvaltı için yemekhaneye indiğimizde gözüm Alkan’ı aradı. Tüm masalara bakıp gözlerim ona ulaşamayınca yönümü yemek sırasına çevirdim. Yemeğimi alıp Gülsüm’le boş bir masaya geçtiğimizde yanımda bir anda hareketlilik hissettim.

Ve bingo. Alkan tam yanımda oturuyordu. Gözlerimi açarak gülümseyerek ona baktığım da göz kırparak önüne dönmüştü.

“Buradasın, vay be.” Gözlerini bana çevirdi.

“Her zaman.” Diyerek göz kırptı. Gülümsediğimde Gülsüm de sorgulayıcı bakışlarını atıyordu. Ona sonra anlatırım bakışını atarak tekrar Alkan‘a döndüm. Tüm arkadaşları da masaya oturmuştu ve çoktan koyu bir sohbete başlamışlardı bile. Gülsüm henüz şokunu atlatamamışken bu sefer ben ilk adımı atmak istedim. Anlık olarak bir gazla sohbete aniden dahil olmuştum.

“Hey, Marvel’ın bende tüm filmlerini izledim. Hatta Avengers’ın yeni filmin de tekrar Robert Downey Junior’ın oynayacağı teorileri var.” Sözüm bittiğinde masada bir sessizlik oluşmuştu. Tam pişman olmak üzereydim ki bir kız kalkarak sıkıca bana sarıldı arkamdan.

“Biliyordum biliyordum biliyordum! Bu dünyada R.D.J’nin geleceğine tek inanan kişi değilim biliyordum!” Bir elini kaldırarak karşımızda oturan arkadaşlarını gösterdi. “Bak bunlar var ya bunlar. Hepsine dedim döneceğini hepsi geçiştirdi. Bakın Lale’de benimle aynı fikirde!” Gülerek başımı salladım ve dediklerini kabul ettim. Adımı nereden bildiğini anlamasam da büyük ihtimalle Alkan bahsetmişti.

Sohbet akıp gitmişti dizilerden ve filmlerden. Bir çoğuyla o kadar çok ortak özelliğim vardı ki resmen her şeyimizi öğrenmiştik 1 saatte. Derse gitmek için kalktığımız da birçoğuyla arkadaş olup sosyal medyalarımızı almıştık. Masada gözlerim Gülsüm’ü aradığında görememiştim. Kaşlarımı çatarak yemekhaneyi tararken yemekhanenin kapısından çıkıyor olduğunu gördüm.

Onu biraz boşlamıştım belki de sinirlenmişti, haklıydı da ama onun arkadaşlarının yanında da ben böyleydim. Hiçbir zaman aynı tepkiyi vermemiştim. Sonrasında onunla konuşmayı aklıma not ederek dersimin olduğu sınıfa doğru yürümeye koyuldum.

Derslerimin hepsine girerek kafamı tamamen derse odakladığımda bir yandan da vizelerin yarın başlayacağını düşünüp geriliyordum. Hiçbir zaman notlarım düşmemişti. Bir kere hariç. 6. Sınıfta. Annemle babamın yeni boşanma zamanlarıydı. En kötü yaşımdı büyük ihtimalle. O zamanlar olan olaylardan dolayı derslere hiç çalışmamış, okula sınavlar harici gitmemiş, hep kaçmıştım. Okul dışı birkaç kez sigara içtiğim bile olmuştu.

Ama dönem sonu elimde eve boş bir kağıt ile gelmiştim. Annem ondan sonra E Okul’a girerek tüm notlarımı ve devamsızlığımı görmüştü. Başarılı olmam için tüm yaz odaya kilitleyip ders çalıştırmış, bizzat kendi hazırladığı sınavları çözdürmüştü. Nefes bile aldırmamıştı.

O yazı bana o kadar zor geçirmişti ki bir daha eve düşük notla gitmeyi göze alamamıştım. Şuan bile önümde tonlarca ders kitabı varken sağlıklı düşünemiyordum. Sağlıklı düşünmeyi bir süre önce bırakmıştım zaten.

Bir yalan ile hayatımın tüm gerçeklerini taşıyordum. Mesela daha sadece yedi yaşındaydım bir sokak ötemdeki bakkala izinsiz gidemeyeceğimi anladığım zaman da. Daha on bir yaşındaydım ‘sen hâlâ küçüksün böyle şeyler giyinemezsin’ deyip en sevdiğim elbisemi yırttıkları zaman da. Daha on sekiz yaşındaydım ‘Reşit olman benim seni yönetemeyeceğim anlamına gelmez.’ Dediklerinde. Daha çocuk yaşımdaydım özgürlüğümü tamamen kısıtladıklarında.

Bir yalan hayatımın doğrusuydu, bunu bende ileride öğrenecektim.

Ben kimdim mesela gerekten. Dopdoğrusuyla kimdim ki ben. Lale A. Parlak? Hayır, ben hiçbir zaman Lale A. Parlak olamazdım. Bu kurallarım dışıydı. Ben hep Lale Parlak olacaktım. Tüm hayatım boyunca en korktuğum şey kim olduğumu bilememek. Ama ben kim olduğumu biliyorum. Kendini bilmeden yaşayabilir mi bir insan? Yaşayamazdı.

Bence herkesin en korktuğu , ama kimseye itiraf edemediği şey. Bilinmezlik.

Nasılsa bir çukura düştüğünde, çukuru tanımazsın ilk başta. Ağır gelir, zorla çıkarsın o çukurdan. Hatta bazen çıkamazsın. Tekrar daha derinlerine düşerken bulursun kendini. Bazense çıkmak istemezsin, tanımak istersin. Uzaktan gördüğün yabancı gelir sana hatırlamadığında. Ama insan defalarca düşünce tanır artık. Derki bu benim çukurum, tanırdı, tanımaması imkansızdı. Tanırdın, tanımalıydın, tanımazsan sıkıntıydı.

Ama diyelim ki ya çukur tanımadı seni. Senin her düşüşünde ona sığınmana rağmen unuttu. O zaman düşünür insan, yerine oturtmaya çalışır. Adaleti yoktur çukurun, seni kahreder. Tanır dersin, ama bunu hep yapar. O bilinmezlik seni öyle zorlar ki, suyun bile tadını alamazsın.

Kendini hatırlatmaya çalışırsan, rezil olursun hatırlamadıkça düştüğün dillere.

Baştan alalım. Ben Lale Parlak, annesinin kızıyım. Merhametliyim ama yeri geldiğimde acımasızım, en çok yakınıma acımasızım. En son ağlayabildiğim tarihi hatırlamıyorum, ama çok küçükken yere düşüp dizimi yaraladığım da ağladığımı tahmin ediyorum.

Acım var ama neden bilmiyorum. Son zamanlar da çok kötü şeyler olacağına dair hislerim var ama neden bilmiyorum. Hayatıma neden bu kadar çok insan girdi bilmiyorum. Üçledin. Ben son zamanlarda hiçbir şeyin neden olduğunu bilmiyorum ve bilinmezlikten nefret ederim.

Şimdiyse “Ne yapmalıyım?” Sorusunun cevabını gerektiğini bilmiyorum. Yaralarımı sarmalı mıyım, nedenini bulmalı mıyım? Yoksa görmezden gelip yoluma devam mı etmeliyim?

Nefesimi verdim. Bir vakit sonra derdi insana yük olmayı bırakırmış bırakmasın ama, o derdi taşımaktan kamburu çıkarmış insanın. Dünya kadar derdim yoktu elbette. Ama dünyadan fazla derdim vardı. Bunu biliyordum, kambur kalmıştım çünkü. Bir yenisi daha eklenirse ne yapardım onu bilmiyordum ama.

Ya dayanamaz atardım kendimi okyanusa bir gölden, ya da yine dayanamaz sallandırırdım kendimi bir yer olmaktan uzak o ipten.

Belki de atlarım ateşlerin içine gözü kara, oysa çok korkarım cayır cayır yanacağım alevde kendime yer ayırmaya.

Belki yine başarısız olurum ama, her şeyde olduğum gibi. Belki, ölmeyi bile beceremem. Birçok şeyde, birçok yerde başarısızlığıma ve bunu bilmeme rağmen neden savaşıyordum ben? Aslında cevap basitti. Hayattı bu çünkü. Ya savaştın, ya savaşacaksın. Savaşmak istemesen bile gireceksin o savaşa, tamam savaşmayacaksın. Ama o savaşta bulunacaksın. Ya bile bile her defasında yenileceksin. Ya kazanacaksın. Ama kaç kere mağlup olursan ol, tekrar çıkacaksın galip gelmeye. Belki de hayatın sunduğu en güzel şey budur bize. Sonuçta ne kadar yenilirsen yenil tekrar sana kazanman için bir fırsat verecek ve sen anlayacaksın belki de bu sefer savaş vermen gerektiğini.

Savaş vermezsen cahil kalacağını.

Cahil kalırsan bırak başkalarının hayatını, kendi hayatına bile ses çıkaramayacağını.

Cahil bir insansan bulunduğun konuma ses çıkaramazsın, isyan edemezsin.

Bu yüzden çabalıyordum ve belki de bu yüzden çabalamam gerekiyordu.

Ancak bilmem gereken bir diğer şey, kazansan bile savaşa devam edeceğin gerçeği, bak bu da en büyük kötülüğü işte. Engelleri aştıkça yeni engeller gelecek. O zirveye çıkacaksın, ama orada da kalmayacaksın. Başka bir zirveye doğru yola koyulacaksın. Evet, defalarca kaybetsen bile sonunda kazanman için fırsat var ama kazandığında da işin bitmiyor. Sürekli savaşa devam ediyorsun, etmek zorundasın, sıkıyorsa etme.

Doğru yolda mıydım bilmiyordum ama yanlış yolu hiçbir şekilde etrafımda göremiyordum.

Belki de çok takıyordum, inan bilmiyorum. Bazen zaman algımı götürüyor geçmişin içinde daldığım o derin sular. Belki de sadece akışına bırakmam gerekliydi hayatı. Ama geçmişte o kadar müdahale edememiştim ki kendi hayatıma, kendi hayatımın yabancısı olmuştum zamanla. Şimdi ne yapabilirsem kendim için, o kadar yapmak istiyordum sorumluluklarımın içinde kendimi bulmayı.

O kadar çok düşünmüştüm ki sonunda akşam olmuştu. Geriye kalan 2 haftamı sadece vizelerle boğuşarak geçirdim. Neredeyse hepsini fullemiştim. Sadece birkaç dersim bir, veya iki yanlışlı geldi. Şimdiyse bavulumla beraber uçağımı bekliyordum. Annemin yanına Ankara’ya gidecektim.

Aslında annemle aramız çok iyiydi, sadece bazen eskiyi hatırlıyordum. Klasik annemi, takıntılı annemi. Ankara’ya en uzak şehirlerden birine gitmek istemiştim. Daha doğrusu kaçmak istedim hapis olduğum o hayattan. Annem fazla takıntılıydı benim gibi özgür ruhlu birisi için.

Evet, benim için ev değil hapishaneydi. Hapishane sadece çıkamadığın demir parmaklıklarla kaplı bir yer değildi. Özgürlüğü kısıtlamak hapishaneydi. Tabii ki giydiğime, arkadaşlarıma karışmazdı. Ama belki de daha kötüsü, yapmam gerekenlere çok karışmıştı.

Mesela on beş yaşıma kadar tek banyo yapamamıştım, o kadar utanç vericiydi ki bu. Ama öyleydi, yapmak istediğimde onun için hep çocuktum ben, hiç büyümemiştim. Banyoyu sonunda çıkardığım bir isyanla yapmaya başlamıştım ama saçımı tarayamazdım banyodan sonra. Ya da o saç her gün taranırdı ve tarayan hep annem olurdu. Giyeceğim şeyleri ben alamazdım çünkü aldığım yerde kıyafetleri bozardım(!) bu yüzden hep annem verirdi. Giyineceğim yeri bile seçemezdim üstümü çıkarırken kirlenir diye. Bazen mutfakta ki savanda, bazen odam da ki çarşafın üstünde. Banyo öncesi makyajı hiç yapamadım mesela, makyaj yaparken bile altıma çarşaf serilirdi çünkü yere dökülmesin diye. Yüzüme o çok istediğim ve belki beni güzelleştirir diye umut ettiğim sivilce kremlerini süremezdim, annem sürmek zorundaydı. Yüzümü içeride yıkayamaz, dişlerimi içeride fırçalayamazdım. Dışarıda ki lavaboda bunları yapmak zorundaydım. İçeride yaparsam annem orayı da silmek zorunda kalır ve burnumdan getirirdi. Bulaşık veya çamaşır makinasını çalıştırmayı bilmiyordum çünkü annem bana hiç öğretmek istememiş ve hiçbir zaman o işleri bana yaptırmamıştı. Bulaşık yıkatmadı, dizdirmedi, özel hayatım diye bir şey yoktu çünkü odama çat kapı girerdi ve giyinirken bile girip çıkmazdı. Annemdi, rahatsız olmamalıydım ama ben bir genç kızdım ve bu durumdan olabildiğince rahatsızdım. Mutfakta yiyecek bir şey hazırlayamazdım etrafı kirletirdim. En basitinden canım bir tatlı istese asla tek başıma yapamazdım. Yaptığım tek tatlı kekti ve ondada hep annem vardı yanımda. Hep yumurtayı o kırardı, ununu o döker, sütünü o doldururdu.

Tüm kızlar bunları yaptığı için isyan ederdi ama canın çektiğinde bir alternatif yumurta bile kıramamak çok can yakıcıydı. Evde iznin yoktu, başka arkadaşlarına gittiğinde rezil durumuna düşebilirsin, teyzene gittiğinde sana saçını taramayı bilip bilmediğini ciddi bir şekilde sorabilir. Sense susarsın, hep susarsın, Hep sustuğun için geldi bunlar başına. Başka bir şehirde yurtta okumak benim için kurtuluştu. O zaman herkes okuyamaz annenin yanına gelirsin demişti. Bense tatillerde bile sadece birkaç günlüğüne geliyordum.

Al bak istediğin kadar sus şimdi, ne de olsa alıştın özgürlüğünün kısıtlanmasına. Yarana pamuğu basabilirsin dimi?

Anneme o kadar susup boyun eğdim ki, sustuklarım kuru yağmurlar kadar çoktu. Şimdi bir konuşsam neler dökülürdü bilmiyordum ama çok kalp kırardım fikrimce.

Her şeye rağmen seviyordum, nasıl sevemezsin ki. Senin tek ailen o, ailenden tek kalan o.

Uçağım geldiğinde inene kadar uyumuştum. İndiğim an da ezbere bildiğim yolları yürümüştüm kısa bir süre. Annem beni görür görmez ağlamaya başlamıştı. Bende tüm düşündüklerimi silerek yelkenleri suya indirdim ve sarılmıştım hemen. İçeri geçip ayaküstü biraz sohbetten sonra yemeğe geçtik.

Annemin karnı gereğinden biraz fazla şişti pek dikkat etmemeye çalıştım. Sonuçta uzun zamandır biz görüşmüyorduk ve kilo alma ihtimali oldukça fazlaydı.

Ama gideceğim gün çat kapı geldiğinde dayanamayıp sorma ihtiyacı hissetmiştim.

 

 

Bir buçuk ay sonra

12 Mart 2020 saat 20.00

Acil aramayla Ankara’ya gidiyordum. Annemi aradığımda onun yerine bir başkası açmıştı ve direkt kim olduğumu sormuştu. Kızı olduğunu söylediğimde ise derhal Ankara’da ki Memorial Hastanesine gelmemi söylemişti. Kendisi orada çalışan bir hemşireydi ve annemin o hastane de yattığını söylemişti. Hemen yola çıkmış ve bulabildiğin ilk otobüsle Ankara’ya doğru yola çıkmıştım.

Gerginlikten tırnak etlerimi yerken bir yandan da kendimi sakinleştirmek adına nefes alıp vermeye başladım. O kadar acele çıkmıştım ki Gülsüm ve Nigel’e bile doğru düzgün bir şey söyleyememiştim. Tek diyebildiğim annemin hastanede olduğuydu. Gülsüm haber et dedikten sonra direkt çıkmıştım yurttan.

Kafamda ki bin bir farklı senaryoyla sonunda otobüsten indiğimde bir taksi çağırarak hiç beklemeden hastanenin ismini söyledim. Saat 22.00 olmuştu ve annemi ne zaman arasam meşgul çalıyordu. Hâlâ hiçbir şey yapmamış olmak beni delirtiyordu şuan. Sonunda hastaneye geldiğimde titreyen ellerimle taksiciye rastgele bir para verdim ve hemen inerek hastaneye koştum. Girişteki ilgili kişilere hemen isim ve soy isim verdiğimde şuan da yoğun bakım odalarında olduğunu söylediler.

Hemen o kata gittiğimde ise şanslı olarak içerinden çıkan bir hemşireyi yakaladım. Nefes nefese onu durduğum an konuşmaya başladım.

“Annem. Annem nasıl, iyi mi?” Bana hüzünle baktığında konuşmaya başladım.

“Canım, telefonda seninle konuşan bendim ama maalesef benim bir şey deme yetkim yok. Zaten tam olarak bende bilmiyorum. Doktor bey ancak açıklamanı yapabilir. Onun çıkmasını beklemelisin.

Hiçbir şey demeden kafamı salladığımda omzumu okşayarak yanımdan geçip gitti. Kapının önündeki duvara çökerek çaresizce ellerim kafamda beklemeye başladım.

Bir buçuk ay önce

“Tamam annem. İyi bakacağım kendime anladım. Günde iki kez fotoğraf atıp seni unutmayacağım anladım. Yahu hayvan mı sahiplendiriyorsun, aşı sözleşmesi de imzalayayım mı?” Bu sözleri der demez kafama terliği yemiştim. İyi nişancıydı lanet kadın! Kapıdan çıkmaya çalışırken hâlâ annemin kaynana dırdırını çekiyordum. Kadın sanki yurtdışına gönderiyordu. Alt tarafı üniversite için yaklaşık 4 yıldır gittiğim gibi üniversiteye Samsun’a gidiyordum.

“Sus karşı gelme anneye! Ben neler diyorum sen benimle dalga geçiyorsun. Yazık değil mi annene ha? Düşünmüyor musun sen anneni hiç?” Duygu sömürüsü yapan minik tırtılıma baktım ve gülerek ona doğru ilerledim. Son kez sıkı sıkı sarıldım.

“İyi bak kendine.”

“Sende kızım sende.” Yaşarmaya başlayan gözlerine bakarak derin bir iç çektim.

“Yahu kadın gerçekten hasta olacaksın sen, tamam her ay geleceğim annem, niye bu kadar üzüyorsun kendini?” Birkaç ayda anormal bir şekilde şişen karnına tekrar gözlerim ilişti. “Hem bak gerçekten iyi etkilemiyor seni. Hamile misin diyorum. “Hayır değilim” diyorsun. E o zaman şu karnına bak. Emin misin hamile olmadığına? Şu saatten sonra miras bölüştürtme bana ya.” Alay ederek sarf etmiştim sözleri ve eder etmez pişman olmuştum.

Bunu der demez koluma okkalı bir şamar yemiştim çünkü. Eli ağırdı füze gibi değiyordu ya!”

“Değilim diyorum kızım, değilim! Tövbe estağfurullah ne kardeş isteklisiymişsin, ben sana torun nerde diyor muyum? Ne bileyim ben işte şişiyor bir şekilde. Çok su içiyorumdur belki.” Bu saçma cevapla gözlerimi devirdim. Ben de çok kalp kırıklığı çekiyorum ama daha dağılmadı kalbim vücudumun dört bir yanına gördüğün üzere anne! O işler öyle olmuyor yani.

Evet kendi ergen duvar sözüme de yüzümü buruşturmuştum, bazen ağır drama quenn olabiliyordum.

Ayrıca torun ne ya, yirmilerimde gencecik çıtırım ben daha?
“Allah korusun bak ciddi bir şey vardır belki. Git diyorum doktora ne diye dinlemiyorsun sen beni. Bak bana diyorsun hastalanma hastalanma, sen hastalanacaksın.” Dedim ve tekrar pamuk kalplimin kollarına gömüldüm, çok özlemiştim hain kadını. Geri çekilirken ise yavaştan vedalaşıyorduk konuşarak. Susarak vedalaşmazdık asla çünkü bilirdik, kalpte sunulan vedaların asla dönüşü olmazdı, bunu ikimiz de öğrenmek zorunda kalmıştık.

Nereden bilebilirdim sadece bir buçuk ay sonra bu diyeceğimin gerçek olacağını?

Keşke kendi ellerimle o gün götürseydim hastaneye de gitmeseydim o üniversiteye.

12 Mart 2020 23.58

Kapının açılmasıyla beklemekten mahvolmuşluğum bir anda tamamen gitti ve ayağa fırladım. Doktor beni görünce bana adımlamaya başlamıştı ancak koşar adımlarla çoktan yanındaydım.

“Annem. Annem nasıl? Lütfen bana bir şey söyleyin artık.”

“Hastanın kızısınız sanırım. Üzülerek söylemek zorundayım ki anneniz bağırsak kanseri. Hastalık son evre de. Acil ameliyatlara girmesi ve kemoterapiye başlaması gerek.”

Saatin tik tak sesleri çınladı kulağımda. Gözlerim saate kaydı.

00.00

13 Mart.

Hoş geldin 24.

 

Loading...
0%