Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2- GEÇMEMİŞ OLAN GEÇMİŞ

@naz.avg

Yukarı değil bak dünyaya,

Bazen gerçek evdeki sırda,

İhanet eden bir yalansa,

Arkanı kollamalı, kafayı kullanmalısın.

 

“Anneniz bağırsak kanseri. Hastalık son evrede.”

“Acil ameliyata girmesi gerek.”

Son bir saattir kafamın içinde bu sesler çınlıyordu. Haberi o kadar hazmedememiştim ki bayılmamak adına tırnaklarımı avuç içlerime geçirmiştim. Doktora sadece kafamı sallayarak bir köşeye geçmiş, duvardan destek almıştım. Hâlâ aynı duvar dibindeydim. Bir elim duvara yaslı bekliyorum. Neyi beklediğimi bile bilmiyorum oysa. Kenardan çıkıp ‘şaka’ diye bağıracak birisini mi, annemin gelip ‘hemen de inandın kız zilli’ demesini mi. Neyi bekliyorum ben.

Sonunda nefes alabildiğimi hissettim. Toparlanarak güçlükle de olsa yürümeye koyuldum. Hastane o kadar karışıktı ki. Doktorlara bağıranlar, kendi karısını susturmaya çalışanlar, bağıranlar.

Tepkisiz kalarak telefonumu çıkarttım. Gülsüm’e neler olduğuna dair çok kısa bir açıklama yaparak telefonumu geri cebime koydum. Doktorla tekrar konuşmak istiyordum. Çünkü birçok şey yarım kaldı, konuşamamıştım ki zaten. Şoka girmiştim o an, adımı unutturmuştu bana söyledikleri. Doktor adımı sorduğunda cevap bile verememiştim.

Adın ne?

Sahi benim adım neydi?

Okumayı bile unutmuştum mesela. Doktorun adı ezberimdeydi, ama odaların üstünde yazan isimleri okuyamıyordum. Kaç saat geçti bilmiyorum ama arkamdan bir anda beni tutan elleri hissettim.

“Lale.” Ağlayan bir Gülsüm, ağlayabilen bir Gülsüm.

Beni kendine çekip sıkıca sarıldı. İlk başta ne yapacağımı bilememiştim, sonra yavaşça sırtına uzandı ellerim. Ağlamasını kıskanmam garipti şuan ama ağlayamadığım için yine kendimi suçlamıştım bugün.

Arkasından gelen Nigel’i de gördüğümde kendimi daha da kötü hissettim. Başımı sallayarak geri çekildiğimde. Gülsüm ağlamaklı gözlerle tekrar arkasını döndü.

“Doktor.” Sesim çatallaştığı için duyulmuyordu neredeyse. Öksürerek tekrar konuşmaya başladım.

“Doktorla konuşmak istiyorum. Ama odasını bulamadım.” Doktorun ismini verdiğimde Nigel başını çevirerek odaların üstüne baktı. En son benim hemen yanında durduğum kapıya baktığında dudağını ısırdığını gördüm. Sonrasında bana baktı ve kapıyı işaret etti.

Orası olduğunu en başından beri biliyordum. Neden girmedim bilmiyorum. Belki tek başıma girecek gücüm yoktu. Burada beklemiştim sadece saatlerce. Derin bir nefesle kapı kolunu indirdim ve içeri girdim. Arkamdan Nigel ve Gülsüm’de girmişti. Doktor başını yukarı kaldırıp beni gördüğünde ayağa kalktı.

“Sonunda kendinize gelebildiniz.” Kafamı sallayarak birkaç adımla sandalyeye oturdum. Duyacaklarımın hoşuma gitmeyeceği ise doktorun suratından belliydi.

-

Sinirle ayağa fırlayarak ellerimi masaya setçe koydum. “Ne demek haberi yok? Ya ne demek haberi yok annemin hastalığından, delirdiniz mi siz ya? En çok onun hakkı var bunu bilmeye. O yaşayacak bu hastalığın en büyük zorluğunu. Siz geçmiş karşıma “Üzülmesin diye söylemedik.” Diyorsunuz. Hangi mantığa sığar bu, ha hangi mantığa?” Sanırım sinir krizi geçiriyordum. Şuana kadar geçirmemem bir mucizeydi zaten. Kollarımdan tutan Gülsüm her ne kadar bir şey yapamasa oda o da bir nevi böyle destek çıkmaya çalışıyordu.

“Bakın bayan-“ Sözünü tamamlayamadan arkamda hissettiğim Gülsüm yok oldu ve önüme geçti. Dişlerini sıkarak konuşmaya başladı.

“Ya doktor bey. Görüyorsunuz kızın hâlini üste çıkmaya çalışıyorsunuz hâlâ. Lütfen anlayış göstermeye çalışın biraz.” Doktor ayıplar gibi bakarak arkasını döndü ve odadan çıktı. Aslınsa haklıydı o elinden geleni yaptığı için hiçbir insanın ona bağırmaya hakkı yoktu. Normalde ben asla böyle davranmaz, Gülsüm’de asla böyle söylemezdi. Ama dedim ya normal de, şuan pek de normal bir durum değildi yaşadıklarımız.

Sidik yarıştırmak gibi olmasın ama, acı saygıyı deler geçerdi.

Bu tarz doktor ithamlarına asla kayıtsız kalmaz ve izin vermezdim, şiddetle de karşıydım. Ama hangi kişi annesi, sevdiği biri öldükten hatta en basiti ciddi bir şekilde hastalandıktan sonra sakin tepkiler verebilirdi ki. Düzeltiyorum hangi insan insani bir şekilde tepki verebilirdi? Öldürme, darp, sözlü şiddet gibi tavırlardan tabii ki bahsetmiyorum ama onlarda normal sakin bir tepki veremiyor maalesef. Sakin bir tepki verebilecek bir psikoloji kalmıyor ortada çünkü.

O yüzden şuan normalde olduğundan daha az takıyordum.

Niye mi?

Annem kanser.

Yazması kolay, kanser. Sadece beş harf, iki hece ve bir kelime. Dile getirmesi de kolay hatta, kanser.

Peki benim annem kanser demek? Benim annem kanser yazmak? Tüm dilleri getirin söylemeye çalışın. Sembollerle yazmaya çalışın. Her şekilde imkansız.

Keşke ben kanser olsaydım, ama o sağ olsaydı dedirtecek kadar çaresizlik veriyor.

En kötüsü de şuan şu dakika ayakta kalmak zorundayım. Halletmek, bunun da üstesinden gelmek zorundayım. Annem için de sağlıklı olmak zorundayım.

Gözlerimle aynı anda başımı da kaldırdım ve sırtımı dikleştirdim. Asıl şimdi annemin kızıyım. Çünkü annem her yaşadığına rağmen bana baktı, şimdi ben ona her yaşadığıma rağmen güçlü görüneceğim.

Nigel’e döndü önce bakışlarım. İyiyim anlamında kafamı salladım ve annemin odasına yürümeye başladık. Bunca saat doktorun içerde olma sebebi ameliyata alınmasıymış. Karnındaki su çok acil çekilmiş ve kanserin boyutu, huyu, annemin vücudunun direnci için çeşitli testler yapılmış.

En son uyutuluyordu, ama uyanmış olma ihtimali daha cazip geliyordu. Annemin odasına giderken sessizdik. Adımlarımız konuşuyordu, sessiz hastane koridorlarında. Belki geri geri gitmek istiyordu şuan. Ama kalp ister, akıl karar verir. Ne kadar geri gitmek istersem o kadar ileri adımlamak zorundayım. Annemin odasına.

Ruh bedene bağlı değil.

Kafamın içinde doktorun cümleleri yankılandı tekrardan. “Hastalık son evresinde. Acil ameliyata girmesi gerekiyor.” Sonra gözüm tekrar saate kaydı. Tik tak. 24. Hoş geldin 24.

Sahi söylesene, neden gelsin 24? Acı vermeye mi, yara almaya mı? Bu cümleyle mi gelecektin bana, dönseydin keşke geri kapıdan usulca. Canımı alarak gelsen daha az acı verirdin oysa.

Bir mum diktim bu gece. Bizim için, hayır, karaladım üstünü. Senin için, bir dilek hakkım olsun istedim. İlk dileğim değildin belki ama uzun süre boyunca tek dileğim olacaktın anneciğim. Eğer yaşayabilseydim doğdukça.

1 hafta sonra

Zaman bir boka yaramadığı zaman gerçekten çok hızlı geçiyordu. Bir hafta sadece hızlı geçmekle kalmamış, üstüne omuzlarıma daha fazla yük yüklemişti.

Annem bugün ameliyata girecekti. Kanser hücrelerini alabildikleri kadar alabilmek için. O gün. Evet öğrenip anneme söylemedikleri için yaygarayı çıkarttığım gün. O gün anneme hiçbir şey diyememiştim. Sadece endişelenecek bir şey olmadığını basit birkaç sorun olduğunu sallayabilmiştim. Evet, en çok bilmek onun hakkıydı, ama insan diyemiyor işte. Olmuyor. Doktorlara kızıyorsun, tüm söylemeyenlere kızıyorsun. Ama aslında sende söyleyemiyorsun. Kendin söylemeye gelince de dilin tutuluyor, ağzından bırak cümleleri kelimeler bile anlamsız çıkıyor.

Dili varmıyor insanın ki bir kere. Sen nasıl geçip annenin karşısına ‘Anne sen kansersin.’ Diyebileceksin? De sıkıyorsa. Dilin varsa, kalbin varmaz. Kabullenemezsin, kabullenemezdim, ben kabullenemedim de zaten. Kendim kabullenemedim ya ben daha, anneme nasıl derdim ki ben.

Dilim lâl olur, yüreğim feryat figan. Kafayı yerdim kısaca.

Dilimin izin verdiğine, kalbim izin veremiyordu işte.

Boşuna dememişti Sezan Aksu o ünlü şarkısında, dil söylemez yüreğin harbini, diye.

Birazdan ameliyata girecekti ve ben tek başımaydım. Tek başıma doktorla ameliyat hakkında konuşuyordum ama benim burada ne işim vardı. Annemi görmem lazımdı ameliyattan önce, ve hâlâ burada oyalanabiliyordum ben. Bazen nasıl bir evladım asla anlayamıyorum.

Son bir haftadır Gülsüm’ün birkaç kez uğramasını saymazsak annemle bolca yalnız kalmıştım ve bağırsak kanseriyle ilgili o kadar çok şey araştırmıştım ki, beynim şuan allak bullaktı. Uykusuzdum, belki şu 1 haftada sadece 3-4 saat uyuyabilmiştim, ama annem vardı. Annem hep olmalıydı, olmamaya, beni bırakmaya hakkı yoktu. O olmazsa olmazdı. Annem şuan vardı, ya olmasaydı.

Annem şuan vardı. Şuan. Şimdi ki zaman, yarının garantisini bana verebilecek miydi peki acaba?

Doktor, bana bir doktor getirin. Ne olursun…

Doktor dışında kimse annemi veremezdi. Bazen doktorda vermezdi ya neyse. Rüşvet istesinler mesela belki milyonlar belki trilyonlar. Ama yarının garantisini verin benim annemin. Desin ki, yarında göreceksin, yarın da sevecek seni. Yarında saçları olacak. Yarının bugünden tek farkı takvimde ki gün değişikliği olacak. Senin annen yaşayacak, desin. Bugün bir yalana inanmaya ihtiyacım var. Benim bir yalanla hayata tutunmaya ihtiyacım var. Senin o yalana her gün ihtiyacın var.

Puf, kendi yalanıma kendimi inandırdım.

Başka çarem yoktu, annecim. Özür dilerim ama benim bu yalanla yaşamam lazım.

Bu acımasız dünya kendi yalanına kendini inandıran insanların çaresizliğini de yazacaktı. Ben ağlamıyordum ama artık araştırdığım her site, yazdığım her harf, adım attığım tüm yerler içim içim kan ağlardı bana. Bir tek ben ağlayamıyordum şu koca hayatta ama elimin değdiği her yer ıpıslaktı gözlerimin de aksine. Geceler bile ağlıyordu artık, geceler bile haram bilmişti kendini.

Şimdi vazgeçsem ben her şeyden, inanmasam hiçbir doktora ve çekip gitsem annem ile birlikte. Değişir miydi her şey, yaşar mıydı benim annem? Yoksa masal olmadığımızı kanıtlar nitelikte söküp alır mıydı hayat annemi benden?

“Tekrar dediğim gibi elimizden geleni yapacağız temizlemek için. Ameliyattan sonra haftada bir kez serum kemoterapi alacak. Bir, iki saat sürüyor yaklaşık. Sulandırıcı vurarak da destekleyeceğiz, bol bol yürüyüş yapsın. Beslenmesine ve tuvalet düzenine dikkat edin. Şimdilik net bir şey yok istediği gibi evde kalabilir. Ama ilerleyen durumlarda hastane de kalmak zorunda olabilir.”

“İyileşecek mi?” Diye sordum ben o anda zehirli soruyu. Sorma, ne olur sorma demek istedim kendime, ama susturamadım bir türlü içimi. Açtım ağzımı, şimdi bedelini ödeme zamanı.

“Ömrünü uzatmak için elimizden geleni yapacağız…” Gerisini dinlemedim. Döndüm arkamı ve annemin yanına gittim. Ben bu hastalığı araştırmıştım.

Çoğu kişi atlatıyor ama o kanserde anneme iyileşecek garantisi vermediler.

Ömrünü uzatmak için elimizden geleni yapacağız… Sahi ne kadar uzatabilirlerdi benim annemin ömrünü en fazla, bir yıl, belki beş?

Peki ya ondan sonra, ondan sonraki annemsiz geçen yıllarımda ben ne yapacaktım.

Neden garanti vermediler, hani her zaman vardı o umut? Nerede şimdi o umut? Neden doktor benim anneme garanti vermedi?

Dilimi ısırdım, o soruyu hiç sormamalıydım. Bazen yaşamak zorundaydın, bazen o acıyla ölene kadar yaşamak zorundaydın. Lanet olsun ki geçemiyordun sen bu kuralı. Kurtulamıyordun bu enkazdan.

Odaya girmek için elimi kapı koluna uzattığımda kalbimin o yüksek sesi dışarıdan bile duyuluyordu neredeyse. Girdiğim gibi hızla kapattım odanın kapısını ve annemin yanına doğru adımladım.

“Annem, ben geldim.” Annem zorla doğruldu yatağından. Zorlama annem, zorlama.

Sonra ise o konuşkan dedikoducu hâliyle, konuşmaya başladı.

“Kızım benim. Hoş geldin diyeceğim ama hiç gitmiyorsun ki sen ben gitmeyince. Bende sıkıldık artık hadi gireyim şu ameliyata da göndersinler bizi eve.” Öldüm, ama belli edemedim. Annem bilmiyordu çünkü bitmeyeceğini. Onun anlamasını sağlayacak bir hareket yapamazdım. Hislerimi saklamak çok zorken nasıl başarıyordum ben bu zorlu görevi?

“Gideceğiz anne. İnşallah gideceğiz, sabret sen biraz.” Tam bir şey diyecekti ki doktor içeri girdi ve son 5 dakikamız kaldığını duyurdu. Sıkı sıkı sarıldım anneme, kokusunu iyice çektim içime. Vedalaştım, hayır bu bir daha görüşemeyecek olan vedalardan değildi. Geldiğimde seni çok daha iyi göreceğim vedalaşmasıydı.

“Sakın korkma tamam mı?” Geri çekilerek güldü o dolu dolu gözleri. Korku dolu gözleri. Korkuyordu. Elimi sıktı. Gözlerim elimize değdiğinde diğer eliyle de okşamaya başladı.

“Korkmuyorum bebeğim. Korkmuyorum, benim yanımda sen varsın. Bir kapı uzağımda sen bekliyorsun ben korkmuyorum. Neden korkuyum ki?” Gülerek bunları söylerken bile gözlerinden damla damla yaşlar süzülüyordu. Gözlerim o damlanın izlediği yolu takip etti. Çenesine ulaştığında dişlerimi dudağıma geçirdim. Bakışlarım utançla ondan ayrıldı.

Benim yüzümdendi, sebebi bendim.

“Tabi ki buradayım ben anne. Hemen kapının dışındayım. Seni bekliyor olacağım.” Kafamı sallayarak bunları söylediğimde annemde kafasını salladı.

“Gel. Gel öpeyim bir seni bebeğim.” Ona doğru eğildiğimde iki yanağımdan da öptü. En son ise ellerini yanağıma koyarak alnıma öpücük bıraktığında artık maalesef ki çıkmak zorundaydım. Son kez bende onun sağ yanağına öpücük bıraktım.

Arkamı dönüp gittim sonra kapıdan. Ama annem gitme dön dese dönerdim, gerekirse ameliyatın da yanında olurdum, ama döner ve gitmezdim. Biliyordum. Ama sorun şu ki, annem asla tutmazdı beni. Annem beklerdi. Dönmeyeceklerini bile bile. Ameliyat çıkışında beklemediğim iki yüz gördüm. Gülsüm ve Nigel. Hastane koltuklarında yan yana oturuyorlardı. Ameliyattan haberleri olduğu için destek amaçlı gelmeyi istemişlerdi, kesin bir dille reddetmiştim. Çünkü Gülsüm’ün okulu Nigel’in bir işi vardı. Beni dinlemeyip gelmiş olmalıydılar. Sorgulamadım, bir şey de demedim. Usulca ikisinin ortasına oturdum sadece. Bir süre sonra başımı Nigel’in omzuna yasladım, bir elim ise Gülsüm’ün elleri arasındaydı. Son birkaç gündür olduğu gibi her saniyeyi dua ederek, iyi şeyler düşünerek akmayan zamanı geçirmeye çalıştım.

-_-_-

“Bebeğim. Uyan hadi.” Fısıltılı ses ve yüzüme vuran sıcak nefesle gözlerimi kırpıştırdım. Ne zaman uyuyakalmıştım? O kadar uykusuzdum ki Nigel’in omzunda uyumuş olmalıydım. Sesin de bana seslendiğini çok geç olmadan anlayınca gözlerimi ovuşturarak kalktım. Ağzımdan ise ilk çıkan şey herkesin tahmin ettiği o cümleydi.

“Nigel. Annem çıktı mı?” Sesim bile uykunun etkisiyle o kadar boğuk çıkmıştı ki Nigel elinde olmadan gülümsemişti.

“Sana da günaydın bebeğim. Çıktı ama uyutuluyor hâlâ. Birazdan uyandıracaklar. Hadi elini yüzünü yıka da gel. Sonra bir şeyler yeriz diye uyandırdım seni.” Başımı sallayarak hafif bir tebessüm sundum. Ayağa kalkarak yanağına hafif bir öpücük kondurup lavabonun yolunu tuttum. Tabii platoniğim de hemen peşimden geldi.

“Sazan gibi geldi yapıştı yemin ederim. Kızım ben sümüklü çocukluğundan, o sivilceli agresif ergenliğinden beri seninleyim. Daha bir kez uyumadın benim koynumda. E tabi adam nasıl bir muska yaptıysa her gelmesinde onunla uyuyorsun.” Gülerek koluna hafifçe vurdum sonrasında omzuna atarak kendime doğru çektim. Bu kız deli olmasa hayatımda bu kadar çok neye gülerdim hiç tahmin edemiyordum.

“Gel bakalım kıskanç civciv. Senide seviyoruz tabii ama bir karizmamız, şeklimiz var bizimde. Çizilmesini istemeyiz yani.” O da gülerek ‘ya’ temalı bir konuşma yaptı. Ama âşık işte. Ne yapsın.

Sonra tüm gülümsemem soldu ve tekrar döndü o suratsız hâlim. Başımı duvara çevirdim. Kendi içimde kendimi bile yoruyordum. Kendime bile güçlü görünüyordum. Ama başka şansım yoktu işte. Kendimi bile kandırmam lazımdı ki gerçekten güçlü olabileyim.

Yoksa annem kanserdi, gülmek haramdı benim için. Bırak gülmeyi o kanserden acı çekecekken benim acısız kalmam bile haram aslındı. Acı, aslında sadece biraz acı çekmem gerek durumu eşitlemem için.

Keşke… keşke bir tercih hakkım olsaydı da annem yerine kendime geçirebilseydim o hastalığı.

Gülsüm tekrar düşüncelerimde boğulduğumu anlamış gibi elini hemen gözümün önünde şaklattı. Evet, bu süreçte Nigel dâhil yeni tanıştığım birçok arkadaşım yanımda olmuştu, ancak gerçekten şu 1 haftadır en çok yanımda olan kişi Gülsüm’dü. Aramız açıktı en son olan olaydan dolayı ama bu konudan sonra konusu bile açılmamış ve unutulmuştu. Gülsüm karşıma geçip saatlerce bu içimdeki neredeyse yok denecek kadar az olan umudumu kaybetmeme mi sağlamıştı. Annemin ölebilme ihtimalini hep biliyordum, ama öleceğini hiç düşünmemiştim. Ancak Gülsüm olmasa şüphesiz düşünürdüm. O benim bunu düşünmeme asla müsaade etmemişti. Kemoterapi alacağını duyunca benden daha çok üzülmüştü. Annem saçlarını çok severdi. Hatta bazen Gülsüm’ün kıyıda köşede ağladığını bile görmüştüm. Ancak annemin yanındayken, onunla konuşurken asla ikimizde üzülmemiştik. Hatta annemin yanında değilken bile üzülmemeye gayret ettik. Her zaman umut vardı, olmalıydı. Biz de güçlü olmak zorundaydık.

Lavaboda işim bitince yemekhane için alt kata indik. Evet, son bir haftada yeme düzenim de altüst olmuştu. Sadece yaşayabileceğim kadar yediğim için kilo olarak 1-2 kilo vermiş olmalıydım. Tenimin rengi soluktu ve hasta gibiydim.

Nigel ile Gülsüm fark ettikleri için dünyanın yemeğini söylemişlerdi.

Beni önemsediklerini ve benim içi yaptıklarını biliyordum. Ama sorun şuydu ki yemek yememek benim tercihim değildi. İstesem de fazlasını yiyemiyordum. Doymuş oluyor ve kusarak midemi geri boşaltıyordum. Yine de onları sevindirmek adına birkaç kaşık fazla yedim. Sonuçta kusacaktım, midemde kalmayacaktı.

“Tüm hocaların haberi var bu durumdan. Devamsızlığın ve projelerin için ellerinden geleni yapacaklar.” Gülsüm’ün sözleriyle başımı sallayarak teşekkür ettim.

“Ve şu arkadaşın. Alkan mıydı neydi?” Hemen gözlerimi Gülsüm’e çevirdiğimde bana bakıyordu. Alkan. Hâlâ ne telefon numarası ne de bir sosyal medya hesabı vardı. Annemin hastalığı boyunca konuşmadığım tek kişiydi. Ne aramış ne de sormuştu. İstese çok rahat ulaşabilirdi.

“Yanımdan geçerken durdurdu. Geçmiş olsun dileklerini iletti ve yakında seninle görüşeceğini söyledi. Yani daha çok. ‘Nafta’ya görüşeceğimizi söylemeni isterim.’ Gibi bir cümle kullandı.” Kaşlarımı çattım. Nafta. Çok araştırmıştım ama anlamını bulamamıştım.

Nigel kaşlarını çatarak bakarken benimle konuşmaya başladı.

“Arkadaş ne iş? Neden benim haberim yok? Ve ayrıca ne naftası?”

“Birkaç tesadüf karşılaşmadan sonra arkadaş olduk. Bizim okuldaymış meğer, biraz gizemli birisi sadece. Çevremi genişletmek için birkaç kez arkadaşlarıyla konuşmamı sağladı.” Cümlemi bitirir bitirmez Gülsüm son cümlemde imalı bir gülüşle ‘Evet, baya geniş çevresi var.’ Diye mırıldanmıştı. Konuyu kapattık sanıyordum ama bir ara konuşsak iyi olacak gibiydi. Nigel anladım dercesine başını salladı. Son sorusuna cevap vermemiştim çünkü o kelime veya anlamı hakkında benimde bir bilgim yoktu açıkçası.

Yemeğimiz bitince tekrar üst kata annemin odasına gelmiştim. Nigel ile Gülsüm bizi biraz yalnız bırakmak için yemekhanede kalacak ve sonradan geleceklerdi.

Odanın önüne ölü adımlarımla geldiğimde hastayı yormamak şartıyla içeri girebiliyordum. Bende içeri girip annemin uyanmasını beklemeye başladım. Aradan ne kadar geçmişti bilmiyorum ama annem uyanmaya başlamıştı. Gözlerini açar açmaz ise dünyamın yeniden dönmeye başladığını hissettim. Uyanmasını bile dört gözle beklerken zamanı gelince ona nasıl veda edebilirdim ki? annem beni gördüğünde gülümsedi, kalkmaya bile çalıştı ki hemen kızgın bir suratla yanına gittim ve geri yerine hafifçe yatırdım.

“Annem, nasılsın? Ağrıyor mu bir yerin?” Diye sordum beklemeden. Sonra lanet ettim dilime. Kadın daha yeni uyanmıştı, nereden hangi güçle konuşabilecekti, daha yeni kendini kaldırmasına bile kızmışken nasıl hemen soru yağmuruna tutabildim. Tam bir aptalım. Yüzü hafif buruşunca hemen ona doğru eğildim ve yastığını düzelttim. Çok ağrısı oluyor olmalıydı. Bu düşünce bana acı çektirdi. Ancak şaşırtıcı biçimde annem gayet sakin ve normal cevap verdi bana.

“Ay yok kızım, sadece bulantım var. Mideme soktular tabi böyle andik gundik aletleri, kaldıramadı mide. Bıktım valla ha. Gidelim artık.” Annem her yerde annemdi. Ameliyattan çıktığında bile. Hafifçe gülüp başına bir öpücük kondurdum. Bu hastalık belki de sandığım kadar kötü değildi, hem annemle aramız iyileşiyordu hem de annem gayet iyi görünüyordu. Belki de bitmişti artık tüm tehlike.

Annemin sözlerine tek gülenin ben olmadığını fark edince arkamı döndüm. Nigel ile Gülsüm vardı ama ne zaman geldiklerini bilmiyordum. Duymamıştım seslerini hiç. Nigel gülmeyi bırakarak konuşmaya başladı.

“Çıkacağız ha gayret Nergis Başkam.” Herkes tekrardan güldüğünde Nigel de ayağa kalkmıştı.

“Ben artık gideyim. Doktor bugün çıkamazsınız dedi Nergis Abla, yarın götüreyim seni evine, bak söz eve gider gitmez kahven benden, hem evinde iyi bir hasretlensin özlesin seni.” Annem ‘Oh, damat kahvesi.’ Diyerek onu onaylayan sesler çıkardığında. Ben de Nigel ile vedalaşmak ve teşekkür etmek için dışarı çıktım. Hastanenin önüne kadar konuşmadan yürüdük. Hastanenin önü ise akşama doğru olduğu için bomboştu. Nigel’ doğru döndüm.

“O kadar işinin arasında birde burada benim yüzümden oyalandın. Teşekkür ederim, gerçekten. Çok teşekkür ederim.” Gözlerimin battığını hissettim. Nigel başını sallayarak çenemi ellerinin arasına aldı.

“Bebeğim, bir tanem, küçük kanatlı meleğim. Ne teşekküründen bahsediyorsun sen? Benim işim, gücüm, zamanım, kalbim. Hepsi sensin Lale. Hepsi senin, hepsi senin için var, hepsinin sonu sana çıkar benim için. Bu günlerinde de yanında olacağım, bu günleri atlatınca da. Atlatamadın mı? Atlatamadık o zaman. Senin olmadığın o yeryüzünde bende yokum, sen yoksan yokum. Eğer atlatamazsak da beraber gireceğiz o çukura.” Hafifçe güldüm ve başımı göğsüne koyarak sımsıkı sarıldım. Hayatımın en büyük şanslarından biri de tabii ki de bu yakışıklı gencoyu karşıma çıkarmasıydı.

Aşkımızı o kadara içimizde yaşamıştık ki. Ne itiraf edebilmiştik ne inkar. Tabi Gülsüm ile konuşurken anlamıştı bende bir hâller olduğunu ve o cesaretlendirmişti beni. Böylece ilk adımı ben atmıştım. Her ne kadar şuan kendisi bundan defalarca pişman olduğunu ve Nigel’İ öldürmek istediğinden bahsetse de mutluluğum için seviniyordu, bunu biliyordum.

Eh tabi hayatının aşkını da bulamadığı için her gece manifest yapıyordu… Bir gece o yanan mumlar, kağıtlar yüzünden öleceğimizi düşünüyordum. Ki bir keresinde perdeyi ve halıyı yakmayı becermişti. En iyi ihtimalle cinlerin musallat olmasıyla onlarla kanka olacaktık.

Derin düşüncelerimden yeniden sıyrılarak güldüm o geçen gülüm senelere. Kısaca hayatımda çok fazla da kişi yoktu ama zaten az ve öz olması yeterliydi benim için. Bu dörtlüyle ömrümün sonuna kadar mutlu kalabilirdim.

O dörtlüden biri hayatımdan çıkmadığı sürece.

Bu düşüncelerden boğuluyormuş gibi hissedince Nigel’den ayrılmayı denedim ama bırakamamıştım. Gerçi komik, nasıl bırakabilirdim ki tüm duygularım olan bu adamı. Artık gitme vakti geldiği için ayrıldık. İyi geceler diyecekken arkamdan bir öksürük sesi gelmişti.

Arkamı döndüğümde ise en son görmek isteyeceğim yüz tam karşımdaydı.

Baba.

Son 12 yıldır hayatımda sadece bir kelime.

Anlamsızca yüzüne bakarken o arkamdaki Nigel’e bakmayı es geçti ve bana doğru yöneldi. Nigel’in ise arkamdaki gergin duruşunu hissetmemek için ölü olmak gerekirdi.

“Biraz konuşalım mı A-“

“Lale. Adım Lale.” Sözünü kestiğim için sert bir nefes bıraktı. Kafasını salladı ve bahçeyi işaret etti. Arkamı döndüğümde Nigel gitmeyeceğini bakışlarıyla oldukça belli ediyordu. Sorun yok dercesine başımla onaylayarak el salladım. Karşılığında o da başını salladı ve arabaya bindi. Uzun bir süre babamla bakıştıktan sonra asfalt yolda lastik izleri bırakarak gitmişti. Sonrasında babama dönerek bahçeye adımladım. İçimden bir ses Nigel’in gitmeyip belli bir yerden bizi gözetleyeceğini söylüyordu.

Babama güvenmiyordu, babama güvenmiyordu değil. Babalara güvenmiyordu. Beni de gözü gibi sakınıyordu zaten.

“Evet, dinliyorum.” Babama bakmadan konuşmuştum. Pek haz etmediği şeylerdi.

“Erkek arkadaşınla olan vedan umarım ayrılığınızın vedasıdır kızım.” Histerik bir gülüş kaçtı dudaklarımdan, her yerde aynı olmamalıydı bir adam. Aynı kırıcılık, aynı babacılık.

“Evet babacım, bir vedaydı. Ne güzel değil mi en azından veda etmeyi bilmesi, geri döneceğinin sözünü vermesi. Bunlar doğru hareketler dimi baba, gerçi bilirsin pek senlik değil ama.” Babam gözlerini kaçırdı, bunu hissettim, benimse gözlerim ona hiç değememişti zaten. Kafasını salladı ve apayrı bir konu açtı.

“Annen… Nasıl?” Bu sefer kahkaha attım, dalga geçmek amaçlı.

“Neden on iki yaşında bir çocukla yapayalnız bıraktığın bir kadının nasıl olduğunu düşünüyorsun ki? Üstelik her gün bambaşka bir kadının yanında uyanırken.” Doğruydu, gitmişti bir veda bile etmeden, onu bile reva görmeden. Belki de anneme olan düşkünlüğümün sebebiydi kendisi. Belki o gitmese annemin hastalığıyla daha kolay başa çıkardım. Baba biliyorum şimdiye kadar hiç sormadım ama varsay ki geçmişe gittik. Şimdi sen olsan ben kimseye muhtaç olmazdım, peki neden yoksun, neden yoktun? Bana bir sürü ihtimal bıraktın giderken geriye, ama tek biri bile cevaba ulaştıramadı benim küskünlüğümü şimdiye.

Babamın sinirli çıkan nefes sesini işittim.

“Saçmalama Âl, sana yıllardır öğretmeye çalıştığım tek şey benden duymadığınız bir şeye inanmamanız. Ama yıllardır tek öğrenemediğin şeyde bu. Annen dışında hiçbir kadının yanında uyanmadım.” Gülmeye bile mecalim kalmamıştı artık. Annem her gece başka bir kadınla uyandığın fotoğraflara bakarak ağlıyordu diyemedim. Sustum bende her zaman ki gibi. Konuşmak bazen bir işe yaramazdı, gerçek ortada olduğu zaman mesela. Ve benim bu hayatta genelde sustuğum görülürdü.

Ne garip be Lale, yalanlarla büyüdüğünü söyledin ama her zaman, gerçek bir kapı aralığında saklı hazine.

Bahçede ki turumuz bittiğinde hastane kapısının önünde babama döndüm.

“Sakın. Annemin karşısına çıkma. Gerçi hâlâ nasıl çıkacaksın aklım almıyor benim. Ama çıkacağından eminim, sakın çıkma. Ben annemden 12 yıl senin bıraktığın kalp kırıklıklarını topladım. Tekrar kırma o kalbi, ne benim ömrüm yeter ne annemin gücü. Annem bile yoruldu artık senin onun kalbini kırmandan. Rahat bırak annemi, rahat bırak bizi. Birçok şeyi yapmadın, bari ne olursun bunu yap.”

Zamanında yapmadın, şimdi yapman hiçbir şeyi değiştirmeyecek zaten. Bari git, tekrar, yeniden.

Kafasını salladı, hastane çıkışına doğru gitmeye başladı. O zaten hep giderdi. Bir şey söylemezdi tabi, var mıydı yüzü bir şey söylemeye? Arkasına bakmadan giden adamın geri dönmek için bir sebebi olmamalıydı.

Arkasından öylece bakarken omzuma bir elin dokunduğunu hissedince irkilerek arkamı döndüm. Gülsüm olduğunu görünce rahat bir nefes verdim. Kafamı salladığımda geri hastaneye girmek için ilerlemeye başladık. Aklıma takılan şeyle merdivenlerden çıkarken Gülsüm’e döndüm. Amacım soru sormaktı ama Gülsüm yerinde yoktu. Kaşlarımı çatarak etrafa baktım, gözlerim hedefime ulaşamayınca geri önüme döndüm. İki saniyede nereye kaybolmuştu bu kız?

Hemen annemin odasına doğru yürüdüm ve kapıyı açtım. Annem içerideydi.

“Anne Gülsüm nerede?” Annem cevap bile veremeden arkamdan bir ses yükseldi.

“E buradayım ya.” Şaşkınlıkla arkama doğru döndüm.

“Nasıl ya, az önce nereye kayboldun sen?” Kaşlarını çattığında tam bir şey söyleyecekken annem sözünü kesti ve araya girdi.

“Ay Lale amma uzatıyorsun annem ha, kız bana su almaya gitti ya. Hem bak çok durdum ben burada hadi evimize gidelim.” Bana neden haber vermeden öylece gittiğini soracaktım ki Gülsüm’e baktığımda omuz silkerek elindeki su şişesiyle annemin yanına gittiğini gördüm.

Boş boş bakmayı bırakıp yanlarına gittim ama annem konuşarak oturmama bile izin vermedi. Kadında bir çene vardı gerisi Allah vergisi maşallah.

“Kızım bak ben çok iyiyim, çok yoruldunuz sizde. Ben gidemiyorum bari siz gidin lütfen eve yarın gelirsiniz erkenden. Bak sende bir haftadır burada benimle ilgilenmekten helak oldun zaten. Aklım sende kalıyor benim.” Kafamı kaşıyarak ofladım. Sonrasında yatağın bir ucuna oturdum. Gerçekten annemi yalnız bırakamazdım ama kötü etkilenmeye de başlıyordum, bunun gayet farkındaydım. Gülsüm’e baktığımda annemi onayladığını gösteren bir baş sallama hareketi yaptı.

Zaten hastanede ki hemşireler anneme çok iyi bakıyordu. İçimden bir ses gitmemem gerektiğini bas bas bağırıyordu ama burada yapabileceğim hiçbir şey de yoktu benim. Artık ayak bağı oluyordum sadece. Düşünmenin anlamı yoktu, sadece bir günlük ayrı kalacaktım. Hastaneden taksiyle çıkarak eve doğru yol almıştık.

-_-_-

Baş edemem sanmıştım. Sadece 3 ay öncesinde demiştim ki, başıma bir şey daha gelirse dayanmayacağım, o uçurum kenarından gözüm kapalı atlayacağım.

Nah atlayacaksın.

Atlayamamıştım. Kendimize o kadar boş yere eziyet ediyorduk ki. Bu başıma gelirse dayanamam, şu beni düşürürse kalkamam, o bana gelirse baş edemem, onlarla yapamam, dertlerimi sırtlayamam.

Öyle güzel dayanırsın, kalkarsın, baş edersin, yaparsın ve sırtlarsın ki. Sen bile kendine şaşakalırsın. Bak bir tek şeyi yapmazsın mesela. O uçurumdan atlamayı.

Yapamam dediğin her şeyi yapar, bir yaparım dediğini yapamazsın bu hayatta.

Çünkü böyle yetiştik, doğamız böyle değil mi? Güçlü olmak zorundayız, bunu kendimiz bile kabullenemezken öyle olmak zorundayız.

Zorundasın, zorundayım, zorundayız.

Yeter, yeter, YETER! Sikerler böyle işi.

Söyle sen de sıkılmadın mı, bunalmadın mı sen de bu güçlü olmak zorunda olduğun hayattan. Ben sıkıldım, inan ki çok sıkıldım. Sürekli güçlüsün, sürekli yapar edersin sanıyorlar ama bilmedikleri şey gündüz bile en uzun on iki saat uyanık kalabiliyor Güneş’in her daim ışık saçtığı düzende.

Yapamayız demiyorum, güçlü değiliz demiyorum, ben biz de insanız diyorum. Yoruluruz, biraz dinlenmek isteriz. Her zaman güçlü olamayız, bazen anlayış bekleriz. Yanımızda birilerinin varlığını hissetmek isteriz.

Çok basit ve masum bir istek, ama ulaşılması bir o kadar zor bir düzenek.

Öylece oturup sokağı izlerken önümde bir kupanın sehpaya koyuluşunu izledim. Üzerinden sıcacık dumanlar tüten bir kahve. Hiç sevmediğim de zorla kendime sevdirdiğim o içecek. Gülsüm de yanıma oturduğunda ona bakarak gülümsedim.

Birisinin ailen olması kan bağınıza bakmazdı, bunu bana o öğretmişti.

“Aslında bu yaşadıklarımıza kahve az kalırdı. Bir şarap açacaktım ama Nergis sultan bize o şişeyi sokar diye pek yemedi açıkçası.” Gülerek söylediği cümlelerle bende kahkaha atmıştım.

Gülerken bir yandan da gözlerinden düşen yaşlarla daha çok gülmeye başladım. Delirmiştik, ağlayamıyordum. Ağlamaya çok ihtiyacım vardı, daha hiç ağlayamamıştım.

En kötüsüydü içine içine ağlamak ve ben son zamanlarda bunu çok sık yapmaktaydım.

“Lale.” Gülsüm’ün hıçkırıkla karışık gelen ağlamaklı sesiyle dudaklarımı ıştırdım.

“Halledeceğiz. Hallederiz tamam mı? Ama düşünmeden edemiyor sadece insan. İleride o güzel saçları ne olacak, o güzel konuşmaları laf sokuşları bile.” Daha çok ağlamaya başladığında hızla kendime çektim. Saçını okşamaya başladım ve elimin tersiyle burnumu sildim.

“Halledeceğiz.” O zamanlar bunu sorun etmemiştim tabi ki, ama kendi annemin hastalığında bile teselli almak yerine teselli vermiştim.

Yatağıma geçtiğimde saat 4 civarıydı. Gülsüm çoktan uyumuştu.

Her gece yaptığım aktivitemdi aklımı elimle kağıda dökmek. Bazen bu saatler sürdüğü için çok geç uyuyordum. Bazense sadece birkaç dakika. Ama elim kanda da olsa yapmaktan vazgeçmezdim.

Tabi elim aslında her vitilime gittiğinde sadece bir isim gelirdi aklıma. Ona yazardım bir mektup. Hem de tüm duygularla. Özlemle, nefretle, sevinçle, heyecanla bazen aşkla.

Öyle bir şeydi ki yazmak. Hem ilaç hem de zehir gibiydi. Bazen oyun gibi geliyordu. Hayatın, yaşadıkların, yazdıkların.

Zaten kendi yazdığını yaşıyormuşsun gibi. Zaten yazılan senaryoda oynuyormuşsun gibi. Ama kendi hayatının bile baş rolü olamamışsın gibi.

İkinci karakter, yan karakter hatta bazen figüran.

Senarist bile olamayacak kadar yabancısın kendi hayatına.

Kafamı sallayarak daha demin yazmayı bitirdiğim mektubumu da elimden çevirmekten vazgeçip yanımdaki sehpada duran o kutuya koydum. Her yıl yeni bir kutu alıyordum. Diğer kutular ise genelde yatağımın altında olurdu.

Mektup yazmayı tabi ki bırakacaktım bir gün. Yani onun bana geldiği gün.

Geleceğini nereden mi biliyordum? Tabi ki biliyordum çünkü yaşıyordu. Hep gelirdi, hep gelmişti. Gelir biliyorum çünkü hâlâ yaşıyorum, henüz nefes alabiliyorum. Eğer bunları yapmayı daha bırakmadıysam gelecek demektir. Emin olduğum diğer bir şey onun olmadığı bir gün yaşayamayacağım gerçeği çünkü. Hissederim, hissettiğim ilk an o silahı kafama dayar o tetiği çekerim. Bunu yaparım.

Şeytanlarımı yeniden susturarak bugünün 5. Kahvesini içtim. Sonrasında yatağıma uzandığım gibi uyudum.

Çünkü biliyorum ki kahve asla uykuyu ertelemez, uyumak istediğimizde uyuruz. Bizi yanıltan şey kahvenin uykuyu ertelediği düşüncesi, o psikolojiye girip inandığımız için uykumuz yok sanmamız. Yani kısacası kandırılmamız. Birçok şeyde olduğu gibi.

Uyandığımda saat 09:00’du. Başım uykusuzluktan çatlıyor ve gözlerim zar zor açık kalıyordu. Bir kahvenin düzeltemeyeceği bir şey değildi.

Nigel yaklaşık 1 saat sonra burada olacaktı. O zamana kadar bir duş alıp üzerime sinen hastane kokusundan kurtulmaya çalışmıştım. Tabi ki gitmemişti ama en azından zihnim açılmış ve rahatlamıştım.

Gülsüm’le beraber Nigel’i beklemek için aşağı indiğimizde birkaç dakikanın ardından Nigel de gelmişti. Ben ön koltuğa Gülsüm ise arka koltuğa oturduk. Nigel bana doğru eğilerek yanağımı öptü. Bu sırada arkadan Gülsüm’ün öğürme sesleri geliyordu. Yol boyunca bitmek tükenmek bilmeyen dırdırını dinlemiştik. Neymiş o daha çocukmuş, gözünün önünde öpmesinmiş, midesi bulanmışmış, arabanın kamerası varmışmış…

Polise şikayet edecekmişmiş.

Gerçekten tam bir kaynanaydı.

Sonunda hastaneye vardığımızda arabadan inmiştim. İner inmez hastane kapısının önünde annemi gördüğümde kaşlarımı çatarak hızla ona doğru adımlamaya başladım. Annem beni görünce o da 1, 2 adım atmıştı ki hemen ellerimle durdurarak kolunun altına girdim. Ardından Gülsüm’ün kaynana dırdırını kendime uyarlayarak yapmaya başladım. Gen işte, çekiyordu ne yapalım.

“Anne ne işin var burada ya? Oturamadın dimi birkaç saat. Vallahi gören götünde kurt var sanacak kadın! Ne varda aşağı inip üstüne kendi başına yürümeye çalışıyorsun. At mı koşuyor arkandan ya?” Çok konuştuğumu fark ederek sustum. Bilhassa annem öküzün trene baktığı misali bana bakıyordu.

“Ne var be, kurt var kıçımda oldu mu? Bırakın beni doktorum yürü dedi bana.” Gülerek gözlerimi devirdim.

Uzun bir Gülsüm’ün beni anneme şikayet ettiği yolculuğun ardından nihayet evdeydik. Annem eve gelir gelmez bize “Siz benim evime nasıl baktınız böyle. Her yeri pislik pasak götürüyor her yeri. Nerede benim Domestos, nerede Piril, nerede Cif, neredeler benim her şeylerim?” Diye feryat etmişti. Çarpılırdı vallahi, şayet telefonumuzu koyduğumuz yer bile pırıl pırıl parlıyordu. Eve gelir gelmez temizlik yapmıştık. Geleceğimden daha parlaktı yani, öyle diyeyim.

Ama ben zaten annemin bunları diyeceğini biliyordum. Şaşırmamalıydım. Bu durumda bile temizlik düşünüyordu.

Üstün hep kıl! Git banyoda soyun, terliklerini giymeyi sakın unutma Lale!

Hayır, banyodan çıkarken havlunu iste. Sen alamazsın Lale.

Sus Lale! Saçını tarayacağım kapatma o kapını.

Nefes alışlarım hızlandı. Boğazım düğüm düğüm olmuştu.

Kendi evin değil göğüs hapishanen,

Her gece başını koyduğun o yastık.

Aslında bağışlamak yerine kin kuşatan,

Ve o aklın, kuş değil sadece bir mezarlık.

Yeterince iyi misin?

Değilsin.

 

Nasıl olacaksın?

Öldürmeden.

Olamayacaksın.

“Güzel evimi ne hâle getirmişsiniz, sizin bu evde yatacak yeriniz yok. Pis mugglelar!” Annemin sesiyle daldığım yerde kafamı kaldırdım. Annem sonunda susmayı tercih ettiğinde bende susma hakkımı kullanarak odama geçtim.

Uzun zamandır bu oda da yatmıyordum. 12 Yıldır.

Yatamamıştım. Ev aynıydı, o günün travması hâlâ yanı başımda nefes alıyordu sinsice. Hatırlamıyordum o günün ağırlığını ama ben hatırlamadığım bir günün altında ezilmiştim yıllarca. Annemin hayatımda karışmadığı tek şeydi belki de kendi odam da yatmamam. Tozlanmış tablolara ve masaya baktım. Annemle büyük bir kavga sonrası bu odaya girmemesi konusunda ikna edebilmiştim.

Tek bir anahtarı vardı ve o da bendeydi. Ben dışında kimse giremezdi. Ben açmadığım sürece kendimde girmezdim. Ben zaten giremezdim.

Birkaç kez girmeye çalışmıştım ama gözümün önüne o kadar çok şey geliyor ve beni boğuyordu ki. Birkaç kez bayılmıştım bile. Yapamıyordum, geçmişi kaldıramıyordum. Her defasında kendi odamın kapısının önünde kalıyordum. Benimdi, tamamen bana aitti. Anahtarı bile bendeydi ama öylece kapının önünde kalıyordum sadece.

Yutkunarak bir adım atmaya çalıştım. Yapamadım. Bunu da beceremedim. Sadece bir adım. Sadece bir. Nasıl bir adım bu kadar uzak olabilir.

Başımı sallayarak geri çıktım. Odanın kapısını sertçe kapattım ve kilitleyerek yandaki misafir odasına geçtim. Masanın üzerinde duran laptopumu açarken aklımda tek bir şey vardı.

Annemin raporu nasıldı? Açıklanmış mıydı?

Peki ya ben bakabilecek miydim bu kalp atmasıyla.

Derin bir nefes alarak Whatsappa girdim. Henüz birkaç arkadaşım dışında yazan yoktu. Rahatlayarak bir nefes verdiğimde birkaç saat laptop başında beklemiştim. Ama ertelemek sandığım kadar iyi gelmemişti belli ki. Sonuçlar normal de bu kadar gecikmezdi, gecikmemeliydi. Ama kötü düşünmekte istemiyordum. Tabii ben bunları düşünerek kendimi tetiklerken doktordan mesaj gelmişti.

Hiç bekletmeden mesajı açtığımda karşıma anlamadığım birkaç görsel, ek olarak bazı değerler vardı. En son olarak da uzun bir yazı atmıştı.

“Lale Hanım merhaba, size iyi haberlerle geldik. Ameliyatta hücrelerin çoğunu temizlemeyi başarmışız, bu çok iyi bir gelişme. Ancak maalesef kötü haberlerimiz da var. Kanser hücrelerinin bir kısmının durması sebebiyle diğer organlara sıçrama oranı çok yüksek. Nergis Hanım kısa bir sürede çok daha ağır bir ameliyata girmek zorunda kalabilir. Elimizden geleni yapmaya çalışacağız bu durum hakkında ancak lütfen kemoterapiyi, kontrollerini ve sulandırma tedavisini ihmal etmeyin. Aklınıza takılan bir soru da bana danışabilirsiniz. İyi günler.”

Hay sikeyim.

Tamam, her şey yolunda, sadece birer risk. Şuan anneme herhangi bir şeyi belli etmemeliydim. Hayır, ellerimin titrememesi lazımdı, başım dönmemeli, midem bulanmamalı.

Sıçayım, bu nasıl iyi bir gün olacaktı.

Atak. Atak geçiriyordum. Gülsüm’den yardım almalıydım, ona gitmeliydim. Evet, o bana yardım edebilirdi ona gitmeliydim ama çok geç kalmıştım. Hareket edemiyordum, kitlenmiştim. Ayağa kalkamıyordum, beynim komutlarımı gerçekleştirmiyordu. Sesimi çıkaramıyordum. Çığlık atamıyordum. Ağzımı açıyordum ve oda sessiz kalıyordu.

En sonunda beklediğim şey oldu. Birkaç kez daha başıma geldiği için alışmıştım. Yavaşça gözlerim kapanacak ve uykuya dalacaktım. Gözlerim kararmaya başlamıştı bile. Ama annem bana bakmak için odaya girerse bu yazıyı görürdü. Olmazdı, olmamalıydı. Bu benim elimdeydi. Hadi, Lale. Gözlerimin kapanmasını engelleyemedim ama son bir çare olarak kalan gücümle ellerimi hareket ettirerek laptopu kapatmaya çalıştım.

Belki de hayatımın şansını kullandım ve o gün o saatte o laptopu kapattım, ya da sadece öyle sandım.

Gerisi ise benim için sadece sonsuz bir karanlıktı.

-_-_-

Gülsüm GÖK

Saatlerdir Nergis ablanın dırdırını çekiyordum ve uyuz Lale odaya kaçarak kurtulmuştu bu eziyetten.

Ama ona sorardım ben! Nasıl beni yalnız bırakabilirdi ya?

Odaya sinirle bir anda girdiğimde önce kapkaranlık bir oda karşıladı beni. Sadece laptopun loş ışığı vardı. Saat henüz erkendi ama perdelerin hepsi kapalıydı. Garipti çünkü Lale karanlıktan korkardı. Işığı açtıktan sonra ise onu sandalyenin başında başı geriye düşmüş bir şekilde bulmak aklımın ucundan bile geçmemişti.

Telaşla ona doğru koştuğumda gözlerim karşısında ki laptop da açık olan Whatsappa kaydı. Nergis ablanın doktoruyla olan sohbeti açık gördüğümde gözüm hızla yazıyı okumuştu. Okuduktan sonra dolan gözlerim Lale’ye döndüğünde çaresizliğimin gözlerimden okunabileceğine yemin edebilirdim. Keşke sihirli bir değneğim olsaydı dedim içimden. Tek bir dileğim olsa şüphesiz onun için kullanırdım. Mutlu olmayı en çok o hakkediyordu. Çaresizliğimi bir kenara bırakıp saçını okşamaya başladım.

Tıpkı bir abla gibi.

Sanki benim olduğumu anlamış gibi başını daha çok elime yasladı. Saçlarının elime temas etmesine izin verdi.

Her ne kadar Nigel ile o bir aradayken ikisini de bıktırsam da, gerçekten o ve Nigel olmalıydı. Nigel Lale’ye gerçekten âşıktı. Nigel’in Lale’ye bakışlarını gören birisi asla aksini iddia düşünemedi zaten. Lale’yi gözüm kapalı emanet edebileceğim tek kişiydi.

Ancak belki de şuan da düşünmem gereken bunlar değil de onu nasıl yatağına taşıyacağım düşüncesiydi. Belki de dilek hakkımı bunun için kullanmam gerekliydi…

Lale A. PARLAK

Esneyerek gözlerimi ovuşturdum. Uyandığımda baş ağrım sonunda geçtiği için mutluydum. Beynim son yaşananları hatırlamaya başladığında en son yatağımda olmadığına emindim. Gülsüm’ün bir şekilde bu görevi başardığını düşünerek yatağımdan kalktım. Saate bakmak için telefonuma uzandım ancak aydınlık havadan da erken vakitler olduğu anlaşılıyordu.

Sonunda telefonumu bulamadığımda pes ederek lavabodaki işlerimi hallettim. Gülsüm ve anneme bakmak için aşağı kata indiğimde mutfakta gıybet yaptıklarını son merdivendeyken anlamıştım. Sessiz adımlarla mutfak kapısına tünedim ve hain kostokları dinlemeye başladım.

“Ay şu üst kattaki komşunun kızı Sibel var ya Sibel…” Sibel ne alaka şuan ya?

“Eee?” Gülsüm tabi ki annemi konuşturmayıp sanki “Eee?” demezse olayın devamını anlatmayacakmış gibi araya giriyordu. Annem bundan sıkılmış olmalı ki isyan etti.

“Off dur bir kızım anlatıyoruz işte. Ay kız buna evde kaldı diyorlar ya kaç yaşına gelmiş. Kalsın hain sofracı, sofrayı balkondan çırpıp duruyor. Kafama yumurta kabuğu bile düştü Gülsüm!” Yahu kadın sen ne yapacaksın bu saatten sonra ya.

“E tabi kalır. Bir bok da yaptığı yok ki yani estağfurullah estağfurullah. Al aynı Lale. Alt komşunun kızına bak üst komşunun kızını al. Aynı bokun yeşili misali.” Nefes alış verişlerim tekrar hızlanmıştı.

Ben yapmadığım değil anne, sen yaptırmadın.

Boğazımı temizleyerek ortama giriş yaptım. Karşılığını almam ise uzun sürmedi tabi.

“Ay canım kızım gelmişmiş benim. Annesinin boncuk pasaklısı, ben onu vermem kimselere zaten turşusunu kurup hapur hupur yiyeceğim demi annecim benim. Amanım nasıl da dadlı dadlı bakar oy annesinin güzeli.” Anneme büyük bir göz devirme ve oflamayla karşılık vermiştim ki arkadan bir öksürme sesi daha geldi.

“Kimseye vermem ayıp oluyor yalnız Nergis Başkan ya.” Nigel’in sesi ortamda duyulduğunda Gülsüm çoktan kahkaha atarak kapak, işareti yapıyordu. Gülerek dudaklarımı içeri aldığımda annem çoktan konuşmaya başlamıştı.

“Başına k ekle kayıp olsun oğlum. Ben vermemekte kararlıyım kızımı.” Gülerek bana öpücük attığında yanına doğru adımlayarak arkasından kocaman sarıldım.

“Tamam annem. Sen nasıl diyorsan öyle olsun sultanım.” Bunu dedikten sonra ondan ayrılarak Nigel’in yanına gittiğimde mutfağın içinden çıkmıştık.

“Nigel?”

“Yavrum.” Güldüğümde koluna da hafifçe vurmuştum.

“Seni burada beklemiyordum. Şaşırdım yani neden geldin diye.” Mutfağın kapısını kontrol edip ellerini belime yasladığında beni kendisi ve duvar arasında sıkıştırmıştı. Yüzüme doğru eğilerek konuştuğunda konuşmasını anlamak için ekstra efor sarf etmem gerekiyordu.

“Şimdi bebeğim şöyle ki. Seni kaçırmam gereken konular var. İkimizin de ufak bir tatili hakkediyoruz bence.” Kısık ve boğuk bir ses kurduğu cümleleri her ne kadar yaklaşık 10 saniye sonra anlasam da cümleyi bitirir bitirmez başımla onaylamıştım.

“Tamam. Bana birkaç dakika ver hazır olmam için.” Sonunda konuşabildiğimde oda kafasını sallayıp başıma bir öpücük kondurmuştu. Tam çekilecekken mutfak kapısından bir ses duyuldu.

“Oha ya oha! Aile var abi aile. Alo!” Sesiyle korkup aniden başımı geriye atmıştım. Başımı duvara vurmaktan kurtara şeyse Nigel’in tam zamanında elini başımın arkasına koymasıydı. Nasıl, korkacağımı tahmin etmişti bilmiyorum ama etmeseydi büyük ihtimalle şuan başımda keskin bir sızı vardı. Nigel sert nefesini alnımda hissettiğimde Gülsüm’e yaptığında dolayı sinirlendiğini anlamıştım.

“Hadi. İn sen geliyorum ben birazdan.” Söylediklerimi onaylayarak çıkış kapısına doğru gitti. Bende kızgın gözlerimle Gülsüm’e döndüğümde çoktan olay yerinden ayrılmıştı. Gülerek bende mutfağa doğru adımlamaya başladım.

“Ay Nergis ablam verme vallahi verme. Bana bakışlarını bir görseydin var ya. Öldürecek gibi bakmıyordu beni öldürdü orada bildiğin ruhumla konuşuyorsun sen şuan.

Öksürerek dikkatleri üstüme çektiğinde Gülsüm ağzına hayali bir fermuar çekmişti.

“Nesquik?” Sorduğum soruyla gözleri sonuna kadar açıldı ve bağırarak konuşmaya başladı.

“Sonuna değil sonsuza kadar!” Gülerek buzdolabından sütü çıkardım ve kaynatmaya başladım. Dolaptan da iki tabak çıkarttığımda nesquikleri içine doldurmuştum. Kaynayan sütü tabaklara döktüğümde bir tabağı Gülsüm’ün diğer tabağı kendi önüme koydum. Nigel’i hiç dert etmiyordum çünkü aşağıya inerken saatlerce orada bekleyeceğini o da biliyordu zaten.

Ne zaman dakika desem saatler olurdu. Beklesin biraz işi ne sanki.

Tam kaşığı ağzıma alacaktım ki telefonuma gelen bildirimle duraksadım. Whatsapptan bir video gelmişti. Numaranın da kayıtlı olmayışı iyice şüphe uyandırırken videoya tıkladım.

Karşıma direkt olarak bir ameliyat masası çıkmıştı öncelikle. Ciddi anlam da bir ameliyat masası, annemin ameliyat olduğu masa. Elimden kaşık düşerken videoya odaklanmıştım. Video annemin ameliyatının başı değil ortalarıydı. Annem hemen masada uzanıyor ve yüzünü buruşturuyordu. Doktorların elinde kanlı neşterler. Annemin karın bölgesinden süzülen kanları sayamıyorum bile. Ayağa bile nasıl kalktığımı bilmeden odama koştum ve pencerenin karşısında dikildim. Nefes almam lazımdı. Camı açtım, yine de nefes alamadım.

Derince soluklandım. Bir insan acı hissetmezken acı içinde yüzünü buruşturamaz. Tıbben imkansız. O kadar çok mu acı çektin anne, uyutulurken bile yüzünü buruşturacak kadar mı?

Tamam, kendime gelmem lazımdı. Kim neden bana böyle bir şeyi atmıştı? Tanrım, delirmemek için tutunacak tek bir dalım dahi yoktu. Arkamdan annem ve Gülsüm gelmişti. Kapıda anlam veremeyen gözlerle bana bakıyorlardı. Annem zaten zar zor ayakta durabiliyordu. Bir şeyim olmadığını söyleyerek başımdan savdım. Kimseye şuan da böyle bir şeyi anlatmaya mecalim yoktu.

Başım tekrar ağrımaya başlamış ve midemin bulantısı çoktan açlık hissimi bastırmıştı. Sanırım gerçekten bir tatile ihtiyacım vardı. Hızla hazırlanmaya başladığımda çantama yedek kıyafetlerde koymuştum. Yeniden tüm gerçeklerden kaçtım, tüm gerçeklere döndüm arkamı.

Sadece 30 dakika da hazırlanıp aşağı indiğimde Nigel arabanın içinde oturuyordu. Kapıyı açarak ön koltuğa oturduğumda sorgulayıcı bakışlarına maruz kaldım.

“Bebeğim? Senin pek bu kadar erken hazırlanmana alışık değilim. Bir şey mi oldu?”

Kafamı sağa sola salladım.

“Gülsüm ile mi tartıştın?”

“Hayır, bunaldım sadece. Sanırım gerçekten bir tatile ihtiyacım var.” Pek inandırıcı gelmediğini hareketlerinden belli etmişti ama soru da sormadı. Sadece üstüme eğilerek yanağımı öptü ve benim o ana kadar varlığını bile unuttuğum emniyet kemerimi takarak hatırlamamı sağladı.

Arabayı çalıştırıp hızla sürmeye başladığında az çok tahmin edebiliyordum nereye gideceğimizi. Ancak yol üstünde gelen ani telefon işleri biraz değiştirmişti.

“Efendim. Halledin. Geliyorum.” Sadece 3 kelime ve aralarında en az 5’er dakika. Nigel ben dışında böyleydi işte. Yetecek kadar konuşurdu sadece. Ona baktığımda arabanın yönü değişmişti bile.

“Sorun ne?” Oflayarak bana baktı.

“Özür dilerim bebeğim. Şirkette ufak bir sorun çıkmış. Aciliyeti olmasa gitmem ama halledemeyecekler gibi gözüküyor. Söz veriyorum çok kısa sürecek.” Gülümseyerek ona baktım.

“Hey, tamam sorun yok. Hem zaten buradaki şirketini çok merak ediyordum ben senin. Bakmış olurum bende.” Karşılığında o da gülümseyip elini bacağıma yerleştirmişti.

“İşte bu yüzden âşığım sana.” Gülerek gözlerimi bacağındaki elime indirdim.

Nigel zengin bir aile, ilgisiz bir babadan geliyordu. Daha doğrusu kötü ilgili bir babadan.

Onun hiçbir şeyini istemiyordu ama çok geçti çünkü babası zorla kendi izinden götürtmüş ve tüm şirket işlerini ona yığmıştı. Çoğu zaman bu yüzden uykusuz kalıp yorgun oluyordu. Yapmak istemiyor ama yapmak zorunda kalıyordu çünkü babasından korkuyordu. Öyle bir korkuyordu ki bazen onun için babasını öldürmek istiyordum.

O da istiyordu belki de. Ya da bunu istemekten bile korkuyordu.

Onu bu kadar iyi anlamak ise. Dünya çok adaletsizdi, bizim için ise daha adaletsiz olmuştu.

Yolun geri kalanı şirkete gelene kadar sakindi. Burada olan şirketi ilk kez görecektim ve açıkçası heyecanlıydım. Heyecanlanmamın sebebi ne kadar Nigel şirketin başında olsa da bu babası sayesinde değildi. Kendisi en düşük işçi olarak girip herkes gibi çalışmıştı. Herkesten daha fazla çalışarak da şirketin başına kadar geçmişti.

İlk tanıştığımız da daha şirkete yeni girmişti ve o zamanlar tam bir işkolikti.

Sonunda vardığımızda arabadan beraber indik. O kadar büyük ve uzun bir binaydı ki ağzım açık en tepesini görmeye çalışıyordum. Nigel yanıma gelerek hafifçe elimi tutuğunda yavaş adımlarla şirkete de ilerliyordu. Buraya gelmek onun huzurunu kaçırmıştı.

Onun adımlarına eşlik ederek yanında yürüdüğümde şirketin kapısı kendiliğinden açılmıştı. Hiç kimseye bakmadan asansöre doğru yürüdüğünde gerilme sırası bana gelmişti. Nigel bana döndüğünde dudağını ağzının içine aldı.

“Bebeğim. Toplantı odası alt katta, oraya inen bir merdiven yok.” Elimi sıktığında yanımda olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Beni burada bırakmak istemediğini biliyordum. Sanırım başka şansım yoktu.

“Sorun yok.” Kelimeler ağzımdan zorla çıktı. Hayır, vardı. Aslına bakarsan klostrofobim yoktu ama nedenini bilmediğim bir şekilde kapalı alana girince huzursuzlanırdım. Neyden korktuğumu bilmediğim için daha rahattım, ama tam anlamıyla değil.

Belirsizlik de yorardı, korkuturdu insanı. Bu yüzden asansörü kullanmak pek tercihim olmazdı çoğu zaman.

Adımlarımız asansörün içinde durduğunda bu asansörün daha farklı olduğu dikkatimi çekti. Görünüşe göre bu asansörden sadece bir tane vardı ve sadece aşağı kata iniyordu. Neden aşağı kata sadece özel kişilerin girdiğini sorgulasam da bunu sormadım.

Ana katla birlikte aşağıya inen toplam beş kat vardı. Sonunda dayanamayarak sorularım ağzımdan döküldü.

“Hey. Burada neden bu kadar çok kat var? Burası sadece tasarım, reklam vaya grafiker gibi kişiler için değil mi?” Nigel derin bir nefes verdi.

“Pek sayılmaz. Şirketin çok ortağı var. Sadece belli bir alana bağlı değil.” Bu konuyu daha fazla konuşmak istemediğini belli etmek için en alt kata, beşinci kata, bastı. Ama kolay kurtulamazdı, madem beni getirdi bilgi vermek zorundaydı.

“Nasıl yani, başka hangi alanlar var?” Sıkıntılı bir nefes verdi.

“Deney yapan insanlar var.” Kaşlarımı çattım.

“Nasıl deneyler?”

“Yeni bir şeyler bulma çabası.”

“Yeni neyler bulmaya çalışıyorlar?”

“Yapay hava üretmek gibi saçma şeyler Lale.” Adımı seslendiğinde kaşlarımı daha da çatarak sustum. Alt tarafı soru sormuştum ama gerilmişti. Bana ciddi olduğu zamanlar Lale diyordu sadece.

Daha fazla zorlamamak için susarak asansörün kapılarının açılmasını bekledim. Toplantıya giremeyeceğimi bildiğim için acaba bu magmaya yakın yerde nerede bekleyeceğimi düşünüyordum.

Kapıların açılmasıyla indiğimizde önümüzde upuzun bir yol ve yaklaşık beş sağ be, sol da olmak üzere on kapı vardı. Yanlardaki birkaç koltuğa oturacağımı düşünerek oraya ilerlediğimde Nigel elimi bırakmayarak ‘Nereye?’ temalı bir bakış atmıştı.

Beni koridorun en sonuna doğru yürütmeye başladığında gözlerim kocaman açılmıştı.

“Beni toplantıya sokmayı düşünmüyorsun değil mi?”

“Tam da onu düşünüyordum.”

“Nigel!”

“Yavrum?”

Koridorun sonuna geldiğimizde duvarla tamamen aynı renk olan kapıyı fark ettim. Uzaktan anlaşılması zordu. Elini kapının kulpuna koyduğunda yeşil ışık yanarak kapı kendiliğinden açılmaya başladı.

Teknolojiye bak amına koyayım.

“Benim bundan neden haberim yoktu.” Kısık sesle bağırıyordum adeta.

“Oldu işte.” O kadar rahat davranıyordu ki kolunu ısırmak ve izinin asla geçmemesini sağlamak istiyordum. Kapı sonuna kadar açıldığında dikdörtgen şeklinde bir masa vardı.

Sağ da yedi, sol da yedi kişi oturuyordu. Toplam on dört kişiydiler, Nigel on beşinciydi, ve baştaki koltukta oturuyordu.

Nigel’in koluna bir cimcik attığımda mimik oynatmadan benimle birlikte koltuğa doğru ilerledi.

“Geciktin Russo.” Nigel’in suratına baktığımda ona neden soy adıyla seslendiklerini anlamaya çalıştım. Ancak bakışlarım gözlerine değdiğinde korkmuştum açıkçası. Onu ilk defa böyle görüyordum. Kapkara gözleri, ve konuşan adama gözlerini dikmişti.

“Koltuğuna mı yapıştın Katar?” Gelen sesiyle irkilmiştim. Bana karşı asla böyle bir ses tonu kullanmamıştı. Gözleri bana döndüğünde bakışları eskisi gibi olmuştu. Nasıl bu kadar hızlı fark yaratabiliyordu?

Sonrasındaysa beni sırtımdan iterek kendi sandalyesine oturtmaya çalıştı.

“Ne yapıyorsun?” Yine sessiz çığlığımı attım.

“Başka bir sandalye getireceklerdi, geç kalmışlar. Sen benimkine, bense sonradan gelecek olana oturacağım.” Benim aksime ses düzeyi normaldi.

“Ona bende bekleyip oturabilirim ama?”

“Ama sen ayakta kalmayacaksın. Hadi.” Sözlerinden sonra üstelemeyerek gergince sandalyeye ilerledim. Geriye çekerek oturmamı sağladığında, oturduktan sonra da öne itmişti. Bakışlar bendeydi, arkamda Nigel vardı.

“Misafirimiz kim?” Başka bir kişiden ses çıktığında Nigel tekrar aynı bakışlarla o adama baktı.

“Misafir değil. İlgilendirmeyen konuları konuşmayı kesip artık konumuza odaklanalım.” Bu esnada Nigel için ayrı bir sandalye gelmiş, ve yanıma çekerek oturmuştu. Tüm sesler kesildiğinde Nigel Toplantının genelini bilgi eksikliğim yüzünden anlayamamıştım. Tabi bir de çok fazla yabancı dil konuşuyorlardı. Sayamadığım biçimde dört-beş dil geçmişti. Bir vakitten sonra sıkılarak adamlara bakmaya başladım. Çoğu yaşlı olsa da birkaç kişi Nigel ile aynı yaşta duruyordu. Hepsi oldukça ciddiydi.

Fark ettiğim şey genelde özellikle Nigel’e soy adıyla seslendikleriydi. Bunu neden yapıyorlardı bilmesem de birkaç tahminim vardı. Ya buraya babası sayesinde geldiğini yüzüne vuruyorlardı, ya da babasının soy adını taşıdığı için onu suçluyorlardı.

Yaklaşık bir saatin sonunda artık sohbetten o kadar bağımsızlaşmış ve sıkılmıştım ki masada ki mürekkepli kalem ile elime rastgele şeyler çiziyordum. Konuşmalar devam ederken bir anda sandalyemin altında bir el hissettim. Nigel ile zaten yakınken bir anda dip dibe olunca huylanmıştım.

Kafamı kaldırarak etrafa baktığımda gözler üstümüzde değildi, sonrasında Nigel’e baktım.

“Bebeğim, sıkıldıysan toplantıyı şuan bitiririm biliyorsun değil mi?” Gözlerimi kocaman açarak bacağına vurdum.

“Nigel saçmalama lütfen. Bunca insan ne diyecek ne duruma düşeceksin farkında mısın? Böyle bir şey yapmayı aklından bile geçirme.” Nefesini sertçe verdiğinde direkt yüzüme vurmuştu.

Bir elini masaya koyduğunda diğer eli benim bacağımın üstündeydi. “Bak Lale. Anlamadığın şey şu, burası benim. Bu şirket benim.” Elini masadan kaldırarak herkesin üzerinde gezdirdi. Hâlâ kimse bize bakmıyordu. “Burada gördüğün tüm bu adamlar var ya, hepsi, hepsi benim sayemde burada. Hepsini buraya kadar ben çıkarttım. Şimdi kalkıp birini ayağa kaldırsam ve kovsam kimse kılını kıpırdatıp bana bir şey diyemez. Neden mi, benim sayemde burada.” Özellikle kendisinin olduğunu vurgulayan cümlelerinden sonra elini masaya vurarak indirdi.

İrkilerek ona baktığımda bana bakarken ağzından iki kelime çıktı.

“Toplantı bitti.” Sadece iki kelimeydi. Hâlâ bana bakarken ise herkes, ortamda bulunan herkes masadan kalkmaya ve çıkışa yürümeye başladı. Şaşkınca onlara baktığım sırada bacağımdaki eli çeneme ulaştı ve yüzümü kendisi çevirdi.

Bu onun için çok önemli bir toplantıydı, ve sırf sıkıldığım için bitirmişti.

“Şimdi elimi vurup masaya ‘Toplantı bitti.’ Dediğimde kimse çıkıp bana itiraz edemez. Ben olduğum için buradalar, ben olduğum için nefes alabiliyorlar. Bana kalkıp hesap soramazlar.” Açılan ağzımı geri kapattığında dudaklarıma da ufak bir öpücük kondurdu.

“Şimdi bebeğim, bir daha gitmek istediğinde sadece bana söyle. Oyalanma. Elini kanserojen maddelerle boyama. İstersen benimkini boyarsın.” Sadece kafamı sallayabildiğimde memnun olmuş biçimde tekrar dudaklarımı öptü.

Sandalyeden kalkarak beni de kaldırdığında tekrar asansöre binmiştik. Yukarı çıkarak çıkışa ilerlediğimiz de tanıdık bir yüz görmeyi beklemiyordum.

“Alkan?”

“Lale.” Şaşırarak karşımdaki surata bakarken Nigel’in tekrardan değişen nefes seslerini işittim.

“Sonunda seni bulabildim.” Kaşlarımı çattığımda histerik bir gülüş çıkmıştı dudaklarımdan.

“Beni mi arıyordun ki?”

“Evet, annen için geçmiş olsun diyecektim. Burada birkaç işim olduğu için gelecektim, yüz yüze konuşmak daha mantıklı geldi. Yardımcı olabileceğim bir şey olursa söyle bana, uzun bir süre buralarda olacağım.”

“Teşekkür ederim. Halledebiliyorum ama sen benim burada olduğumu nereden bildin?” Nigel sohbet boyunca susarak izlemişti sadece.

“Ah, o mesele. Bilmiyordum aslına bakarsan. Haber edilmeyen bir toplantımı öğrendim ben sadece. Geldiğimde ise Russo toplantıyı bitirmiş bile.” Anlayamayan gözlerle ikisine de baktığımda Alkan tekrardan konuşmaya başladı.

“Hadi ama Russo. Ortağını neden böyle bir toplantıya çağırmadın?” Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında aklıma masanın diğer başındaki sandalye geldi. Boştu, ben sadece dolu gözüksün diye konulduğunu düşünmüştüm. Ama yanılmıştım, koltuk Alkan’ındı. Alkan Nigel ile ortak mıydı?

“Hiçbir toplantıya katılmazsın Alkan. Çağırmama gerek yok, telefonuna her mesaj geliyor.” Alkan gülerek saçlarını karıştırdı.

“Haklısın ortak. Pek değil.” Bana bakarak göz kırptı. “Belli ki gidiyordunuz siz de. Görüşürüz Lale, bir ihtiyacın olursa yazman yeterli.” Kafamı sallayarak tekrar teşekkür ettiğimde Nigel adımlarını hızlandırarak şirketten çıktı.

“Bana neden söylemedin?” Arabaya binmesini engellemiştim.

“Neyi.”

“Alkan ile ortak olduğunu tabi ki.”

“O piçten bahsettiğinizi bilmiyordum.” Sinirli bir nefes verdim.

“Nigel ne oluyor? Bana neden söylemiyorsun, neden böyle söylüyorsun?” Kafam karışmıştı. Nigel nefesini vererek arabaya binmemi işaret etti. Kafamı salladım.

“Cevaplarımı alana kadar binmeyeceğim.”

“Bin.”

“Hayır.”

“Lale, bin.

“Nigel, hayır!”

“Bin! Vereceğim!” Bağırmaya yakın bir ses tonuyla konuştuğunda yaslandığım kapıdan sinirle çekilmiş ve yolcu koltuğuna binmiştim. Kapıyı sertçe çektiğimde Nigel direkt arabayı çalıştırmış ve hızlıca şirketin içinden çıkıyordu.

“Cevap bekliyorum.”

“Alkan denen herifle konuşmayacaksın.”

“Ce-vap!” Hırsla nefesini verdi.

“Bak, o çocuk şirkete hile hurdayla girdi. Girer girmez düzeni alt üst etti ve batırmak için elinden geleni yaptı. Suçu hep benim üstüme attıkları için her gün bunun farklı bir yara izini taşıdım onun yüzünden. Tek bildiği düzenbazlık.” Alkan böyle biri değildi. Olamazdı. Bana hiç böyle davranmamıştı ve hep yardım etmişti.

“Kız kardeşimin bilgilerini bilgisayarında buldum. Neyin peşindeydi bilmiyorum ama o fotoğraflardan sonra büyük bir kavga ettik. Benim hakkımdaki her şeyi biliyor, bir şeyler planlıyor ama ne anlayamıyorum. 1 yıldır çözemiyorum ve çoğu zaman düşünmekten bu siktiğimin beynini durduramıyorum bile!” Elini direksiyona vurarak daha da hızlandığında artık tamamen korkuyordum.

“Olmuyor, neyin peşinde bilmiyorum ama önüme hep bir zorluğu çıkıyor ve uyuyamıyorum. Düşünmekten, bulamamaktan uyuyamıyorum.” Sonlara doğru sesi kısıldığında ona baktım. Elim elinin üstünde durdu.

“Tamam, tamam özür dilerim. Halledeceğiz tamam mı. Söz veriyorum, halledeceğiz.” Elini okşadığımda o da bana baktı. Saçları dağılmış ve gözleri sinirinden kızarmıştı. Elimi elinin arasına alarak dudağına götürdü. Hafifçe öptükten sonra ise yol boyu bırakmadı.

Araba sarsılarak durduğunda titreyerek gözlerimi açtım. Gözlerimi ovalayarak sırtımı dikleştirdiğimde araba çoktan istop etmişti.

“Günaydın bebeğim.” Nigel’in sesiyle eş değer olarak gözlerimi açtım. Önce ona sonrasında ise önüme baktığımda görmeyi beklediğim kesinlikle hastane önü değildi.

“Ufak bir kaçamak derken ben daha çok dinlenmelik bir yerden bahsettiğini düşünmüştüm.” Mırıldandığım sözlerle Nigel kaşlarını çattı.

“Ne? Lale şirketten çıktıktan sonra tatil yapmaktan vazgeçtin. Israrlarımı bile duymazdan geldin.” Böyle bir şey yapmamıştım. Yapsam hatırlardım değil mi? Hayır, yapmamıştım. Gözlerimi kırpıştırarak yere doğru bakarken artık korkuyordum. Hadi ama neler oluyordu şu birkaç gündür bana?

“Pardon… Ben, hatırlayamadım bir an. Peki neden hastaneye geldik?” Nigel bu sefer gerçekten bana inanamıyormuş gibi baktı.

“Lale iyi misin? Seni Gülsüm’ün telefonundan arayıp çağırdılar.” Ne. Ne olmuştu. Tanrım ben neden hiçbir şeyi hatırlamıyorum.

Hızla arabadan inerek hastaneye koşar adımlarla gittim. Nigel’in arkamdan gelen adım seslerini duyuyordum. Görevli kişilerden bilgi alarak sonunda Gülsüm’ün yanına gittiğimizde doktor yeni odasından çıkıyordu.

“İçerideki benim arkadaşım. Nesi var?” Telaşla direkt konuya girdiğimde doktor anlayışla karşıladı ve bana doğru konuşmaya başladı.

“Bakın bu ciddi bir konu, hasta buraya ateşli geldi, neredeyse havale geçirebilirdi. Bu ateşlenme ise bir hastalıktan dolayı olmamış, kasti yapılmış. Hasta yeme yoluyla midesine tebeşir tozu almış. Geç gelseydi çok daha kötü konuşmalar yapıyor olurdum. Aldığı miktar küçük bir miktar değil, aksine fazlasıyla çok. Midesini temizledik ama yine de siz bence arkadaşınıza dikkat edin.” Duyduklarımla kaşlarım anında çatılmış ve donuklaşmıştı.

Gülsüm neden tebeşir tozu yesindi ki? Nasıl yiyecekti? Dışarıda yediği bir şeyden olabilir miydi?

Bu çok saçma geliyordu. Doktor yanımızdan geçmiş olsun dileyerek geçerken telefonuma gelen mesajla cebimde titreşim hissettim. Bilinmeyen numaradan bir mesaj. Lanet ettim, bu telefondan kurtulacaktım. Dişlerimi sıktım ve korkarak mesaja tıkladım. Karşıma tekrar bir video geldiğinde yüzümü buruşturdum. Ancak bu seferki farklıydı.

Videoda annem vardı.

Videoda annem Nesquik için kattığım sütün içine tebeşiri toz haline getirerek koyuyordu.

Tebeşir tozu.

Nesquik.

Sütün içine.

Neler oluyor burada.

Biri benimle çok iyi eğleniyordu, bunun farkındaydım. Ya da kafayı yiyordum, son yaşanan olaylar bile bunun kanıtıydı. Bu video gerçek olamazdı, neden böyle şeylerle sınanıyorum.

Gözlerim kararmaya başladığında Nigel’in elini belimde hissettim. Yavaşça yere çöktüğümüzde artık nefes alabildiğimi hissedemiyordum. Nigel ismimi söylüyordu, bu kadarı çok fazlaydı. Bana bile fazlaydı. Annem böyle bir şey yapmazdı. Neden yapacak olsundu.

Gözlerimi kapatarak sakinleşmeye çalıştım. Başarılı olunca gözlerimi açtım ve Nigel’den destek alarak ayağa kalktım. Endişeli gözüküyordu ama sadece başımı sallayarak geçiştirdim. Telefonuma tekrar baktığımda aynı ilk videoda olduğu gibi silinmişti. Benimle oynuyordu. Başkasının görmesini istemiyordu. Hedefi bendim, delirtmek istediği bendim.

Hızla Nigel’e baktığımda bana anlam veremeyen gözlerle bakıyordu sadece. Bıkkınlıkla nefesimi verdim. “Hava alsam iyi olacak” Diyerek çıkışa yöneldim. Gülsüm zaten uyuyordu, yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ben zaten alışkındım annemden, hiçbir şey yapamamaya.

Hastanenin bahçesine çıktığımda derin bir nefes alarak yere çöktüm ve ellerimi başımın arasına aldım. Bu ağırlığın altında öylece ezilip gidiyordum. Derin bir nefes daha aldığımda Nigel’in yanıma oturduğunu hissettim. Beni kendisine doğru çektiğinde başım omzuna düştü. O kadar yorulmuştum ki, artık idrak edemiyordum çevremdeki olayları. O kadar çok susarak cevap vermiştim ki, artık sessizliğim bile aşamıyordu duvarları.

Gözlerim tekrar kararmaya başladı ancak bu sefer sandığım kadar hızlı aydınlanmamıştı bu sefer.

Sabah gözlerimi açtığımda garip bir biçimde evdeydim. Garipti çünkü hastanede uyanmayı bekliyordum. Saatler geçtiği için Gülsüm’ün uyandığını ve iyi olduktan sonra Nigel’in beni taşımasıyla dönmüş olduğumuz gerçeğini kabullenmek istedim. Tabii tüm bunlar bir rüya değilse.

Yataktan kalkarak hızla Gülsüm’e baktım. Evdeydi, uyuyordu. Derin bir nefes eşliğinde rahatladığımda uyanınca soracağım soruları hazırlayarak mutfağa adımladım. Geri geri gitmek isteseler de, ne kadar korksalar da yapabileceğim hiçbir şey yoktu, yine ve yine.

Dünkü mesajdan sonra yapmam gereken basitti, anneme sormak. Ama soramazdım, hayalle gerçeği ayırt edemeyecek derecedeydim.

Bu yüzden tek mantıklı seçeneğim sütü kontrol etmem gerektiğiydi sanırım. Süte baktım, aynı yerindeydi. Elime alarak tezgâhın üstüne koyduğumda bir kase çıkarttım ve yarısına kadar doldurdum. Dikkatlice baktığımda çok ufak yüzen şeyler vardı ama ben bunun olup olmaması gerektiğini bile bilmiyordum ki. Kokladığımda içgüdüsel olarak kötü kokmuştu. Pes ederek sütün tamamını lavaboya döktüm ve kutusunu çöpe atarak lavaboyu iyice yıkadım.

Gülsüm’ün yanına tekrardan gittiğimde uyanmıştı.

“Günaydın hanımefendi, dökül hemen benim sormama bırakmadan.” Yanına oturduğumda o da kafasını kaşımaya başladı. Gergin olunca böyle yapardı.

“Ya biliyorsun Nergis ablaya çok üzüldüğümü. Kafamı dağıtmak için yürüyüşe çıktım ben sadece. O sıra ne yedim, veya bir şey yedim mi hatırlamıyorum. Sadece o kadar üşüyüp halsizleştim ki. Bir anda gözüm karardı ve yerdeydim. Ondan sonra oradakiler ambulansı aramış gerisini sen biliyorsun zaten. En son da seninle konuştuğum için seni aramışlar.”

Çok mantıklıydı ve hiç mantıklı değildi. Gülsüm’ü de çok yormak istemediğim için sadece kolunu okşayarak durumu kabullendim kendimce. Sonrasında ise kafamı dağıtmak için yürüyüşe çıkma kararı aldım.

Üstümü yürüyüş için uygun kıyafetlerle değiştirdim. Mart ayında olduğumuz için hava hafif de olsa soğuktu. Ben de yünlü giysileri sevdiğim için içi yünlü kıyafetler giymiştim. Anahtarlarımı alarak dışarı çıkrığımda sadece Gülsüm’e yürüyüşe gideceğimi söyledim.

Bazen sınırlarımı zorluyordum, kendi düşüncelerimin esiri olmamak adına oldukça güçlü koşmuştum. Yoruldum, nefessiz kaldım, gözlerim karardı çoğu kez. Ama o düşüncelerin tekrar esiri olmamak adına durmayı zihnimden asla geçirmemiştim.

Ta ki delinin biri saatte 50 kilometre gider gibi, daha doğrusu peşinden at koşturuyormuş gibi, koşarak bana çarpana kadar. Çarpmanın etkisiyle direkt yere kapaklanmıştım ve büyük ihtimalle diz kapağım feci yara içerisindeydi. Bana çarpan zobar herif ise hiç durmadan, özür bile dilemeden yoluna devam etti.

Ama bir bakıma iyi olmuştu çünkü durunca ne kadar yorulduğumu daha iyi anlamıştım.

Soluklarımın arasında çalan telefonumun sesini duydum. Elimi bel çantama atarak telefonumu çıkardım. Arayan Gülsüm’dü. Telefonu açarak kulağıma götürdüğümde maalesef açmamam gerektiğini açtıktan sonra anlamıştım.

“Yahu gerizekalı kızı gerizekalı! Nergis Sultan yanlış anlama biliyorsun sana laf yok, çünkü bu malın senden çıkma ihtimali yok! Zepzeki kadınsın sen bunu kesin çöpten aldın.” Gülsüm bağıra bağıra konuştuğu için telefonu kulağımdan çekmek zorunda kaldım. “Kaç defa aradık seni mal! Korktuk başına bir şey geldi sandık. Daha yeni mi bakıyorsun sen, bakmasaydın keşke hiç ya. Televizyonlardan falan öğrenirdik kayıp olduğunu.” Kaşlarımı çattım, o kadar armış mıydı cidden? Ben nasıl duymamıştım ya.

“Duymamışım pardon, koşu yapıyordum.”

“Başlatma şimdi koşuna! Çabuk ekmek alıp gel, acıktık biz. Sakın almadan geleyim deme vallahi almam eve seni.” Harika, gözlerimi devirerek cevap vermeden telefonu kapattım. Dışarıda olmam gayet de işerine yaramıştı anlaşılan . Ekmeği bana kitlemişlerdi. Gerçi genelde hep bana kitliyorlardı. Annem yaşlıyım derdi, Gülsüm ise misafir(!) olduğu için almıyordu. Vallahi yalandı! Benim evimde benden daha çok ev sahibi kendisi.

Oflayarak bana en yakın fırının bile un uzak olduğu noktaya yürüdüm. Adamlar market ekmeği de yemezdi ki, neymiş bayatmış, pismiş, fırın daha temizmiş. E kolada da fare boku var abi? Niye içiyorsunuz.

Sonunda fırına vardığımda ise yolun ortasına oturup ‘Bana dondurma almıyorlar.’ Diye ağlayarak şikayet eden çocuğa dönmek istedim. Çünkü hiç ekmek kalmamıştı. Neyse ki küçük bir çocuk değildim ve sadece başka bir fırına gitmeye başladım. Orada çok şükür ekmek vardı. Ekmeği alarak evin yolunu tuttum.

Yazardan

Lale o kadar çok istiyordu ki tüm duygularından kaçmayı, arkasından ilk koştuğu andan itibaren takip eden adamı fark edememişti bile. Her çalışında sesini kıstığı telefonun sonradan çaldığını bile hatırlamadı.

O anlayamadı belki, ama onu takip eden adam anladı.

Eğer Lale biraz daha koşsaydı tamamen nefes alamaz hale gelecekti, nefes darlığı çekiyordu. Arkasındaki adam hızını arttırdı ve Lale’ye sert bir şekilde çarptı. Lale öyle bir şokla düştüğünden dolayı birkaç saniye adamın arkasından bakakaldı. Sonrasında küfretmeye başladı.

Ancak adam onun hayatını kurtarmıştı.

O henüz bilmese de.

Bazen öfkeden gözünüzün döndüğü olaylar, sizin lehinizeydi. Siz bilemeseniz de.

“Yaşaması gerekiyor.” Demişti içinden adam. “Henüz ölemez.” Diye devam ettirmişti ve “Daha çok erken.” Diyerek bitirmişti.

Lale telefonun sesini sonuna kadar kıstığı için duyması imkansızdı. Ama onu takip eden adam bunu da düşünüp ayarlamıştı. Lale’nin telefonunu tamamen kontrol edebildiği için telefonunun sesini geri açması onun için hiçte zor olmadı.

Güldü onları izleyen diğer adam. Her geçen gün daha da yaklaşıyorlardı hedeflerine. Lale’yi takip eden adama ufak bir el hareketi yaparak gelmesini belirtmişti. Sonrasında arabaya binerek sigarasını yaktı. İkisi kendilerine en yakın fırına gidip tüm ekmekleri almıştı. Telefonda konuşulanları dinlemişlerdi.

Amaçları neydi bilinmiyordu ama Lale’nin yorulmasını istedikleri de bir gerçekti.

Tıpkı kendileri gibi yorulmasını istedikleri.

Tıpkı kendileri gibi.

Ateş bacayı sarmış, kuş kafesten uçmuş. Bunlar Lale için belki de son iyi günlerdi. Artık yalanların doğrusunu aramak yoktu, yalan bile doğruydu. Hatta öyle bir hâl alacaktı ki, hep, her zaman doğruları isteyen o kişiler bile çıkıp bir kişinin yalanına körü körüne inanmayı bekleyeceklerdi.

Lale o günlerdir izlendiği gibi o günde izlenmişti. Hissetti evet, ama anlamlandıramadı.

Çözemedi o yapbozu.

Çözse halbuki, kurtulacaktı o karanlıktan.

Lale A. PARLAK

Çoğu zaman öldüğümü hisseder ama yaşardım. Nefessiz kaldığımı sanar ama boğulurdum. Nefessiz kalmıyordum, nefesimi kesiyorlardı. Ne zaman ölecektim, bir, bilemedin iki gün sonra mı?
Nasıl ölecektim ya da. Hep korktuğum ama hep yaşadığım gibi boğularak mı, yoksa çok acısız mı olacak. Bir bıçakla atıyorum, şah damarımdan akan kanlarla…

Tam bir ay geçmişti anemin ameliyatının üstünden. Nisan ayındaydık ve şükürler olsun ki annemin durumu oldukça iyiye gidiyordu. Ancak benim durumum acınasıydı, vize haftamdı ve özellikle grup ödevlerimi uzaktan yapmak oldukça zordu. Bu gidişle okulumu donduracaktım. Yapamıyordum, boş yere çabalıyordum sadece itiraf etmesi ne kadar zor olsa da.

Gülsüm yaklaşık iki haftadır yoktu, Nigel ise bir. İkisi de hiç gitmek istememişti ama hayatları vardı, her an burada olamazlardı. Kendileri için en iyisi buydu.

Geceleri çok uyuyamıyordum, gündüzleri ise en fazla üç veya dört saat. Annem iyileşiyordu ama tedavisinin sürmesi için bazen hastanede kalıyordum, kokusu üzerime sinmişti. Sindikçe kötüleşiyordum. Eskinde çok nadir giderdim her gitmemde kötü olduğum için, şimdi çıkamıyordum işin içinden.

Kafamda sürekli çığlık sesleri ve bağırışlar vardı. Kafamdaki ağrı asla dinmiyordu, bu üçlü asla bitmiyordu. Anneme verilen ağır ağrı kesicilerden kullanmaya başlamıştım ama onlara bile bağışıklılık kazandım en sonunda.

Numaramı değiştirmiştim ve o günden beri herhangi bir mesaj almıyordum. Nesquik olayını hâlâ kimseye anlatamamıştım, kendi içimde çözemeden birine anlatamıyordum. Özellikle son günlerde kabuslarıma giren bir başka olay da buydu.

Ve şimdi yeniden bir hastane günündeyim, Gülsüm ziyaret için gelecek, onu bekliyorum. Bu sırada geri kaldığım konulara yetişmek için boşa kürek çektiğimi düşünsem de çalışıyorum.

Yeterince çalıştığıma ikna olduktan sonra laptopumu kapatarak geri çantasına koydum. Kafam davul gibi olmuştu. Koltuğa uzandığımda rahatsızlıkla kıpırdandım. Burada yatmayı hiç sevmiyordum, dünyanın parasını veriyorduk ve bize çok rahat diyerek dünyanın en rahatsız koltuğunu kakalıyorlardı.

Ama el çare, yapılabilecek hiçbir şey yoktur bazen. Gözlerimi kapattım ve birkaç dakika içerisinde uyanacağımın bilinciyle bilerek uykuma kaptırdım kendimi.

Uyandığımda hem Gülsüm hem de Nigel başımdaydı. Gülsüm’den haberim vardı ama Nigel sürpriz olmuştu. Tabi Nigel’in burada olduğunu ona bakmak yerine Gülsüm’e bakarak da anlayabilirdiniz. Şayet gözleri kısılmış ve alev saçıyor gibi bakıyordu, deli.

Dediğim gibi sadece dakikalar sonra uyanmıştım. Yavaşça doğrulduğumda ikisi de uyandığımı fark ederek bana döndü. Gülsüm gülerek önce davrandı ve yanıma oturdu. Nigel ayakta kaldığında bende gülmüştüm. Sorarcasına baktığımda Gülsüm beni yanıtlamıştı.

“Evet, canım o beklenmeyen piyango benim aptallığım yüzünden burada. Giderken yanlışlıkla senin yanına gittiğimi ağzımdan kaçırdığım için peşime takılıp geldi bu da. Hayır, anlamıyorum bu kaçıncı boyut kapıdan kovsan bacadan giriyor ya.” Gülerek koluna vurdum ve ‘şşş.’ diyerek susturdum. Gülsüm ise nasıl kıydın da vurdun bana diyerek kolunu tutuyor ve ağlama sesleri çıkarıyordu. Bu sefer Nigel güldüğünde ona doğru konuştum.

“Hoş geldin.”

“Bana hoş geldin yok zaten. Adamı ben getirdim ne teşekkür ne hoş geldin. Ben kimim ki ya zaten.” Tekrar Gülsüm’e bakmadan koluna geçirdiğimde ah, sesi yükselmişti.

Yarım saat kadar beraber konuştuktan sonra içeri annemin doktorunun girmesiyle ayaklanmıştım. Birkaç ne olduğu belirsiz konuşmadan sonra çıkmıştı ve annem de uyanmaya başlamıştı. Doktorlar hep belirsiz konuşuyordu, ne iyi olacak diyorlardı, ne de kötü.

Anneme bakarak içli bir nefes verdim. Yüzü çökmüştü ve saçları şimdiden dökülüyordu. İyiye gidiyordu ama dediğim gibi, doktorların ne dediği belirsizdi.

Her kanser hastalığında iyi kötü bir garanti veren doktorlar annem için bir şey söyleyemiyorlardı.

Sonsuz olamazdı ya bu şey. Annem daha çok gençti, 49 yaşındaydı ve benim daha annemle öğreneceğim birçok şey vardı.

Yemek yapmayı bilmiyordum hâlâ mesela. Bana iyileşip yemek yapmayı öğretmeliydi bence.

Karanlığı hâlâ sevmiyorum mesela anne, kalamam öyle tek başıma karanlıkta, anne sen bana önce karanlığı sevdirmeyi öğretip, sonrasında karanlıkta nasıl kalacağımı öğretmelisin.

Güçlü değilim ben henüz anne, en ufak şeye yıkılıyorum, sen bana güçlü olmayı da öğretmelisin.

Ben sensiz yaşayamam anne, bana sensiz nasıl yaşayacağımı da öğretmek zorundasın.

Hayır, bunu öğretme, bunu öğrenmek zorunda bırakma.

Beni sensizlikle sınama, eğer böyle bir şey olacaksa öyle bir şey olsun ki önce ben gideyim ve sen sınan bununla. İşte öyle bir şey ki, mesela hastalığın bana geçsin. Öyle imkansız bir şey.

Hemen başımı iki yana sallayarak saçmalamayı bıraktım. Zihin hapishanem benim en kötü şansımdı. Sevgili kendim, komplocu olmayı bırak. Her şeyi kontrol edemeyeceğini kendine hatırlat.

Hem annemin bir yere gittiği de yok, gidemez de zaten. Her şey daha çok yeni, çok erken. Umut her zaman var, sen sadece yap şu işi. Doktorların kesin konuşmasına gerek yok, annem hep ben iyileşeceğim diyor. Tabi bunda hâlâ hastalığından haberinin olmaması payı büyük.

Anlamamıştı henüz, çünkü annem belli bir yaşa kadar köydeydi. Okuma yazmayı bile lisede öğrenmişti. Okuyamamıştı gerçi annem, okutmamışlardı. Lisede değil lisede olması gereken yaşlarda öğrenmişti.

Annem yaşamamıştı ki hayatını, beni okutmakla geçmişti ömrü, ha birde bana kural koyarak.

Okudum anne, her şeye rağmen okudum. Daha kendi paramı kazanamıyorum ama söz ilk kazandığım parayla o hep istediğin robotlu süpürgeyi sana alacağım. Artık evi süpürürken yorulmayacaksın, belin de ağrımayacak.

Nefesim titrediğinde bundan kurtulmak adına tekrar başımın salladım. Bunları düşünme Lale, düşünme. Kendini mahvetme, daha yeni süpürdün beynindeki o sinsi düşünceleri. Tekrar tozlandırma.

Kendime gelebilmek amacıyla tuvalete gidip elimi yüzümü yıkasam iyi olacaktı. Annemin odasında vardı ama hastalara özeldi, dışarıdaki tuvaleti kullanmam daha iyi olurdu.

Dışarı çıktığımda hastane ilk defa bu kadar sessizdi, etrafta hiç kimse yoktu. Kaşlarım hafiften çatıldı ama bu durumu umursamamaya çalıştım.

Umursamamayı başarmıştım da, ta ki tuvalete girip her yeri kıpkırmızı kan olan küçük bir kız çocuğu görene dek.

Bir dakika.

Tanıdık, küçük bir kız çocuğu.

O kız çocuğu.

Bendim.

Güçlü bir çığlık sesi yayılmaya başladı hastaneden. Biri benim çığlığımdı, ama ağzım kapalıydı. Diğeri ise kulaklarımda ki kendi çığlığımın aksine beynimin içindeki çığlık sesleri ve yalvarışlar.

Sonrası ise yeniden kocaman bir karanlık.

 

 

Loading...
0%