@naz.avg
|
Sol kolun çoktan koptuysa, Ve sağ kolunda da bir yara varsa, O yarayı saramazsın. Eğer başkasına gösterirsen, Yaraya tuzu basarsın.
Artık hissetmiyordum, emindim. Bir felaketin gebesi olmuştum. Dünyaya böyle gelmiştim, bundan kaçışım yoktu. Yüzleşmekten başka şansım yoktu. Bunca şey üst üste gelmişti ve ben hâlâ şokundan çıkamamıştım. Hiçbirinin tam anlamıyla açıklaması yoktu. Artık düşüncelerim beynimin esiri olmaya başladığında başıma değen elle kafamı kaldırdım. Nigel. Son zamanlarda onu da oldukça sık işinden ediyordum, işte edinecek yeni bir dert daha. Tüm insanların yaşamını dert etmeyi görev edinmiştim kendime. Olmuyor işte, ben yapamıyorum. Peki neden devam ediyorum? Neden devam ettiğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Ama bildiğim bir şey vardı annemin hastalığından dolayı savaşmayı bırakmayacağım. Gerekirse savaşın kendisi olacağım. Bir satranç tahtasında piyon olmak için doğdum. Hayır, onca taşın arasında en önemsizi piyon değil. Çünkü piyon istediğinde, oyundaki tüm taşları kendi avucunda oynatır, gücü ellerinin arasında tutar. Peki ya kontrol? Kontrol zaten her daim onunla olur. Ve tekrardan diyorum, hayır ben bu yolda vazgeçmeyeceğim. Annem için de umudumu hiç kaybetmeyeceğim. İçimdeki sesi dinlemediğim sürece. Çünkü içimdeki o ses bas bas bağırırken kulağıma yanlış sulardasın diye, ben o sese de siktiri çekemem. Neden sadece yaşam hayatımın yalan üzerine kurulu olduğunu fısıldıyor? 24 yaşındayım. Yolu yarılamış olmam gerekiyordu. Ama ben daha yolun başında hissediyorum. Savunmasız, yalnız, yolun başında. Kalkarak camdan dışarıya baktım. Güneş açmıştı, yağmur atıştırıyordu. Dışarıda bahar havası var. Vazgeçmeyeceğim. “Lale.” Nigel’in adımı söylemesiyle kafamı yasladığım yerden kaldırdım. Tamam Lale. İyiydim, iyisin, iyiyiz Lale. Yine hastanedeyim sadece. Kaderim miydi bilmiyorum ama son zamanlarda aynada kendimden çok, hastane tuvaletini görüyorum. Bir şeyler yaşıyor ve bir şeyler görüyorum ama lanet kafam buna bir anlam veremediği için hatırlamıyor bile. Deliriyor muyum, yoksa zaten çoktan delirdim mi? Hastanedeyim ama bu sefer kendim için. Doktorlar çığlık attıktan sonra bayıldığımı söylediler, ama neden çığlık attığımı bilmiyorlar. Tıpkı benim gibi. Sadece korkmuş olduğum teorileri var. Neyden? Deli değilim, delirmedim. Henüz. Bu durum doktorlarında hoşuna gidiyordu tabi, çünkü fazladan bir kişiyle ilgilenmeyeceklerdi. Benim yüzümden yorulmak zorunda değillerdi. Kendime söz verdiğim bir diğer konu buydu. Ben sadece kurtarmak için tedavi edecektim, kurtulmak için değil. Eve geri dönerken tek tük konuşmuştuk. “İyi değilsin.” “Biliyorum.” “Benimle çözmeyi reddediyorsun.” Müziğin sesini açtım. “Kaçıyorsun Lale. Bilmediğin tek şey labirentin bir sonu yok. Çıktım sanıp tekrar başladığın yere geleceksin.” Yani en sonunda başladığım kişiye…
“Bana tekrar döneceksin.” “Sana tekrar döneceğim.” Yolun geri kalanı sessiz geçti. Evin önünde durduğumuzda saat gecenin ikisiydi. “Teşekkür ederim. Beklediğin ve beni eve bıraktığın için.” Kapıya açacağım sırada bileğimden tutup çıkmamı engellerken arabayı da kilitlemişti. “Bana seni şimdi kaçırıp bir daha bırak evi, ülkeye adım attırmamam için çok sebep veriyorsun Lale.” Yutkunarak dişlerimi dudağıma geçirdim. “Zorlamıyorum Lale. Bu ‘banane.’ Demek değil. Zaman mı istiyorsun, o zamanı sana vermiyorum, yaratıyorum. Annen ve Gülsüm dahil kimse neyin var diye sormayacak, hastanede yaşananları bilmeyecek.” Cümlenin devamı gelecekti. Sadece beklemeye başladım. “Ama senin için yarattığım zaman bittiğinde o cevapları almamı sen bile engelleyemezsin. Sana rağmen, ki gerekirse zorla, o cevapları alırım. Bunu biliyorsun.” Kafamı salladım ve ona bakmamaya çalıştım sadece. Verebileceğim bir cevap yoktu. Bir şey söylemek istedi ama bunda tereddüt etti. Elini uzatmak da istedi, ama çok kısa bir an tereddütten sonra hızla ateşe değişmiş gibi çekmişti. Sadece başını sallayarak kapının kilidini açtı. Arabadan inerek eve ilerlediğimde arabanın sesi gelmemişti. Klik sesiyle kapı açıldığında hızla içeri girdim ve geri kapıyı kapattım. Uzun bir süre bekledim ama araba sesi yine gelmedi. Belki 15 dakika, belki yarım saat sonrasında anca duyabildim hareketlendiğini. Sonrasında ise sadece kapıya yaslanarak yere çöktüm. Daha kendim bile kendime ne olduğunu bilmiyordum, bir de bir başkasına anlatmaya çalışacaktım şimdi. Çok ama çok bencil insanlar var. Yavaşça ayağa kalkarak telefonumu ve çantamı girişteki komodinin üstüne koydum. Annemin odasına doğru ilerledim. Ben hastanede kalırken onlar eve dönmüştü. Benim aksime, yanımda duran birisi yoktu. Annemin odasının önündeyken yapmak istediğim başka bir şey olduğunu hissettim. Hızla uzaklaşarak kendi odama, küçüklük odama, yürümeye başladım. Anahtarı elime aldığım gibi açtım. İçeriye bir adım atmadım ama kapının önünde odama bakmaktan da vazgeçmedim. Sadece elimle odanın ışığını açtığımda bir anda her şey aydınlanmıştı. Gözüme ilk çarpan şey tablolarım oldu. Önce en sağ baştakine değdi gözüm. Bu tablo tamamen uyum ile ilgiliydi. Vahşi ve evcil hayvanların bir arada olduğu, gerçekliğe, doğanın kanununa meydan okuyarak hepsinin uyum içinde olmasını sergiliyordu. Örneğin bir tarafta aslan ile tilki vardı, birbirlerine bakıyorlardı ve art niyetleri yoktu. Aslan tilkiyi yemeyi düşünmüyordu, tilki ise aslanı kandırmayı. Bir tarafta kurt ve kedi vardı, ve kedi kurdun üstünde yatıyordu. Bir diğer tarafta ise boz ayısıyla bir koala yan yanaydı. Ağaçların tepesinde ise kartaldan güvercine, serçeye kadar çeşit çeşit kuş türü vardı ve hepsi birbirlerine yakın hatta aynı dallarda duruyorlardı. Gülümsedim resme bakarken. Gözüm bu sefer en soldaki tabloya kaydı. Tebessümüm silinirken gözlerim kısıldı. Bu tablo ise tamamen vahşilikten oluşuyordu. Doğanın kanununu sergiliyordu, uyumsuzluğu. Aradaki o sınır çizgisinin asla geçilemeyeceğini. Umut yoktu bu tabloda, umuda dair bir kırıntı bile. Okyanusun çok derinlerindeydi çizilen yer. O renk tonunun farkı ilmek ilmek işlenmişti, kusursuzdu. Ama kusur zaten tablonun kendisiydi. Biraz aşağıya bakınca beş kişilik ufak balık topluluğu görebiliyordum, özgürce yüzüyorlardı. Ancak hemen arkasında beşini de ağzını açmış ve ağzına almaya çalışan bir köpek balığı vardı. Onun hemen arkasında ise köpek balığı balıkları yer yemez onu kollarıyla boğacağını gösteren bir ahtapot, ölümcül ve tehlikeli. Onun bir arkasında livyatan balinası vardı ve ahtapotun arkasında olan 3 bacağını ağzına almıştı bile. Son olarak en arkalarında ise bir Magalodon ve denizin karanlığından fark edilmese de hepsi aslında onun ağzının içindeydi. O kadar büyüktü ki denizin en altındaki yosunlara, mercanlara değiyordu gövdesi. Bu resim içimde olduğum duruma uygun muydu yoksa ben mi abartıyorum bilmiyorum ama bu resme her baktığımda bir gerçeklik görüyorum o imkansızlığın yanında. İmkansızdı çünkü bundan sonra herhangi biri diğerini yemekten vazgeçse bile kurtulamazdı. Çünkü magalodon Azrail gibi dikilmişti bir kere başlarına. Haksız kefaretler, karamsarlıklar, kabuslar. Büyük balık küçük balığı yer. Güçlü olan güçsüzü ezer. Zengin fakiri köleleştirir. Maalesef ki değişmeyen kurallarımızdan bunlar. Ortadaki tabloya tutundu son olarak gözlerim. İşte bu günümüzün tablosuydu. Bir yanda hayaller, umutlar, rüyalar. Diğer yanda kefaretler, karamsarlıklar, kabuslar. Diğer iki tablonun birleşimi belki de, bir yerde hayaller, diğer tarafta gerçekler. Uyum ile vahşetin birleşimi. Uzunca baktım önce resme. Ellerim miydi titreyen, yoksa tüm bedenim mi bilmiyorum. Sol tarafa baktım. Birbirinden farklı, renkli cıvıl cıvıl evler. Hepsinin balkonunda süsler, Türk Bayrakları asılı. Camdan çıkıp etrafı izleyen minik çocuklar. Sokaktaki mutlu çiftler, sahibiyle yürüyüş yapan hayvanlar, top oynayan kızlı erkekli grup. Mutlu insanlar. Gülen, güldüren. Öyle ki, bir evin penceresinden çıkan sıcak yemek dumanları bile görünüyordu. Sağ tarafa baktığımda ise ilk olarak sol tarafın aksine karanlığın çöktüğü sokağa baktım. Sonra evler çekti dikkatimi, yıkılmış evler. Aile kavramından çok, çok uzak olan evler. Sağlam olan evlerin ise yosun tutmuş olması. Camların kırık, kapıların bir kolu bile olmaması. Daha da baktım aşağıya elinde bıçak tutan bir genç, kan damlıyor bıçaktan. Karşısında karnından kanlar akan kadın. Belli ki hamile çünkü karnı şiş. Artık bebeği yok, kendisi de. Bir önünde bir köpeğin çevresine geçip tekme atan, video çekenler. Acı olan bir resim, acıdan görülmeyen. Kalbin kan değil acı pompalaması gibi hissettiren. Kadınların erkeklerle savaşı, insanların dünyayla savaşı. Belki de ilk kez hissettim kalbimin titrediğini, çünkü biliyordum biz artık tablonun sağ tarafından ibarettik tamamen. Bizim için artık gerçek bir hayat yoktu. Biz artık kendi hayatımızda bile sadece birer oyunduk. Bir satranç tahtasındaki o şah bizdik belki de. Şah alınırsa, hayatı yarım bırakırdık. Ama şöyle de bir gerçek vardı ki, biz zaten hayatı hiçbir zaman tam anlamıyla yaşayamadık. Şimdi yarım bırakmak koymazdı. En gereksiz taştık oyunda ki, en kısıtlı, en korunması gereken çünkü kendini koruyamayan. Piyon bile olsan daha iyi oysa. Ama biz ne zaman çıkıp soru sorsak hayata, o yine sustu. Sorgulamadan yanına gitmeyi denesek, kabullenmeye çalışsak, geri dönsek vuracak hayat bize. Ve biz ne zaman neden istesek hayattan, sonuçlarla gelir hep. Annemi çoğu zaman anlayamazdım, babama aşıktı ama bu aşk hastalık derecesindeydi. Onu içinde çoktan affetmişti, hatta belki de ona hiçbir zaman tam anlamıyla kızamamıştı bile. Ama bu her aşık için fazlaydı. İnsan âşık olduğu için gururunu çiğnerdi, ama öldürmesine gerek yoktu. Annemin babamı kalbinden affetmesi için babamın bizi hiç terk etmemiş olması gerekiyordu. Oysa babam bizi kaç kere terk etmişti. Kaç kere kovmuştu evinden, kalbinden, aklından. Anne ben asla sen olmayacağım, çünkü ben gururunu bir adam için hiç edecek insan değilim. Anne ben gün geçtikçe sana daha çok benzeyeceğim, çünkü ben çoğu zaman kendimin de anlayamayacağı hareketler yapıyorum. Tıpkı senin gibi. Koridordaki saate baktığımda tam beş olduğunu gördüm. Çok vakit kaybetmiştim. Başka hiçbir şeye bakmadan kapıyı yeniden kilitledim ve annemin odasına ilerledim. Kapıyı açarak içeri girdiğimde sırt üstü uyuyordu. Bu pozisyonda uyumayı hiç sevmezdi. Nefesimi vererek kapıyı geri kapattım ve yatağın diğer tarafına oturdum. Karının üstündeki elini tuttuğumda mırıldanmaya başladım. “Kendi yaralarımı saramıyorken, daha kendime yetemiyorken ben nasıl senin yaralarını saracağım anne? Nasıl sana yeteceğim.” Elimi sıktı. Gözlerim korkuyla açıldığında anneme baktım. Uyanmıştı. Hastalığından sonra hep kuş uykusundaydı zaten. Odaya girerken uyandırmış olmalıydım, aptal kafam. “Sarma, yetme kızım. Ben ikimiz içinde iyi birisi olamadım. Bunlar benim görevimdi. Bunu sana yükleyemem, merak etme halledeceğiz. Ama beraber, sen değil. Tek başına değil.” Gülerek elini daha da sıktım. “Gel hadi yanıma seninle uzun zamandır anne kız uyumuyoruz.” İnanamaz gibi ona baktım. Annemle en son beraber uyuduğumda yaşım on bilemedin on birdi. Ciddi olduğunu anlayınca hemen yorganın altına girip kolunun altına girdim. Beni sımsıkı sararak saçlarımı öptüğünde en huzurlu uykuma dalmadan önce sarhoşmuşum gibi ağzımdan iki kelime döküldü zorla. “Anne… Ölme…” Acı sarhoşu.
Sabah uyandığımda yanımda değildi annem. Kaşlarımı çatarak yataktan kalktığımda saate bir bakış attım. 12.25 gördüğüm saatle gözlerimi kocaman açtım. Bu kadar uyumama şaşırmıştım. Hemen yataktan kalkarak lavaboya gittim. Buz gibi su ilk ellerime değdiğinde irkildim. Bir kız çocuğu gözlerimin önüne geldi. Yüzü kan içinde. Başımı sallayarak suyu direkt yüzüme vurdum ve kapattım. Ben bu görüntüyü daha önce görmüştüm. Dejavu. Aynadan kendime baktım. Tekrar görüntü gözlerimin önünden geçtiğinde başıma keskin bir ağrıyı da yanında getirmişti. Tekrar suyu açıp elimle önce yüzüme sonra boğazıma değdirdim. Belki de çok kuruntu yapıyordum. Sosyal medyada önüme gelen herhangi bir video olmadığı belli değildi. Suyu kapatıp işlerimi hallettikten sonra mutfağa doğru yürüdüm. Mutfaktan sesler geldiğine göre annem buradaydı. Mutfağa girdiğimde ise Gülsüm’ün kahvaltıyı hazırladığını tahmin etmiştim ama annemin balkonda sigara içmesini beklemiyordum. Hızla balkona çıkıp ağzından sigarayı aldım. “Anne ne yapıyorsun sen? Zaten bu illet yüzünden hasta oldun bir de hâlâ içiyor musun sen gerçekten?” Annemin bakışlarını kaçırasıyla Gülsüm’e döndüm. “Ya sen? Nasıl izin verebilirsin buna ya! Evde başka benim haberim olmadan yapılan bir şey varsa konuşun şimdi lütfen.” Gülsüm’e iyice yaklaşarak omuzlarından ittiğimde tezgaha çarpmıştı. “Daha kaç kere içti? Kaç kere izin verdin!” Hırsımla tekrar uzandığımda annemin sesi araya girdi. Gülsüm’ün gözlerinde ise dehşet vardı. “Lale! Yeter artık. Kes şu saçmalığı ne yaptığının farkında mısın? Kızın bir suçu yok ben söylememesi için söz verdirdim.” Anneme hiç bakmadan Gülsüm’e bakıyordum. Burnumdan soluyordum, sinirliydim. “Ben annemi kaybetmemek için uğraşırken sen sanki ellerimden kayıp gitsin diye uğraşıyorsun. Kanser olduğunu öğrendikten sonra döktüğün göz yaşlarının hepsi mi sahteydi?” Özellikle kanser kelimesini vurguladığımda Gülsüm ‘Sus!” Diye bağırarak ağzımı kapatmıştı. Sinirle elimi eline atarak çekmeye çalışırken duraksadım. Kanser olduğunu öğrendikten sonra döktüğün göz yaşlarının hepsi mi sahteydi. Kanser. Ben ne yaptım böyle. Gözlerimi anneme çevirdiğimde gözlerini gördüm. Tüm parıltıları giden, dolu dolu gözlerini. Korku dolu gözlerini. “Kanser mi…” Annemin fısıltılı sesinden sonra Gülsüm ellerini bıraktı. O kadar saçma bir sebeple sinirlenip patlamıştım ki. Annem hastalığını öğrenmişti aptallığımla. “Anne…” “Git.” “Anne.” “Yalnız kalmak istiyorum.” “Hayır…” “Lale, git.” Gülsüm’e baktığımda bana bakmamıştı bile. Çoktan evden çıkmak için kapıya doğru yürümüştü. Bir süre yerimden kıpırdayamadım. Bazı anlar olurdu, dağın taşın bile sorun olduğu, büyük bir sorun olduğu. Senin küçüldüğün ve geriye kalanın büyüdüğü. O zaman suçlu kim? Sen misin, ben miyim? Emin ol masum çocuklar değiliz, ama bu kitabın kötü karakteri çok başka kişiler. Henüz biz değil. Kitabın sonunu yazacak kişiyiz biz, mürekkebin bittiği yer. Sayfanın yırtıldığı, kapağın kapatıldığı yer. İşte burası senin elinde. Ama sonu belli bir kitabı değiştiremezsin. Anneme hiç bakmadan gözlerim yerdeyken dışarı doğru yürüdüm. Hava yağmurluydu, üstümde sadece bir atlet ve eşofman vardı. Yine de elim herhangi bir cekete gitmedi. Anahtarlarıma bile uzanmadan evden çıktım ve sadece yürümeye başladım. Düşünmek istemiyordum, belki de sokak hayvanlarını beslemek iyi gelirdi, hep gelmişti. En kötü anımda yaptığım favori moral düzeltme aracım. Yakınımdaki bir markete giderek hem kedi hem köpek maması aldım. Parasını ödeyerek marketten çıktım. “Hey, sakin ol küçük adam.” Gülerek ayağa kalkmaya çalıştığımda başarısız olmuştum. Yaklaşık otuz beş, kırk santimlerde bir köpek mama verdiğimden beri üstüme atlayarak benimle oyun oynuyordu. “Tamam, tamam pes. Bu oyunu sen kazandın ama artık gitmeliyim. Söz düzenli mama getireceğim sana.” Gülerek son kez başını sevdiğimde ayağa kalktım. Kaldırımın ortasındaydık ve yaklaşık bir saattir bu haylazla oynuyordum. Birkaç insan yanımızdan geçerken iğrense ve pis hayvan gibi lakaplar taksa da gayet verimli bir saat geçirmiştik. Kafamı kaldırdığımda beni arabasına yaslanmış gülümseyen bir yüzle izleyen Nigel görmeyi beklemiyordum. “Nigel?” “Bebeğim.” “Ne zamandır buradasın sen?” “Tam olarak yarım saat.” “Ne yapıyorsun yarım saattir?” “Seni izliyorum.” “Beni nasıl buldun?” “Kuşlar söyledi.” Son cevapla kahkaha attığımda yanına giderek ona sarıldım. “Hm, demek kuşlarla işbirliği içerisindesin. Sanırım artık kapalı alanlarda gezmem gerekecek.” Kulağına fısıldayarak konuştuğumda tutuşu sıkılaştı. Aynı şekilde kulağıma nefesini vererek konuşmaya başladı. “İstersen yerin altına gir, istersen uzaya çık. Bu evrende değil, bu zihinde,” Elinin birini başına götürerek işaret parmağına 3 kez şakağına vurdu. “Benim seni bulamayacağım yer yok. Benim senin varlığını hissedemeyeceğim tek yer. Yatakta, karşımda tamamen çıplakken, ellerin y-“ Son cümlelerinde ağzımın içinde homurdanarak sağlam bir şekilde koluna geçirdim. Sonra canını acıtmak için omzunu ısırdığımda inleyince hemen geri çekildim. “Yavrum, o cümlelerden sonra senin beni ısırman ne kadar erotik tahmin edebiliyor musun?” “Ya sen tekrar gizemli hâline dönsene! Hani ağzından laf almak için kırk takla attığım hâline.” Gülerek beni sımsıkı kendine çektiğinde hissettiğim şeyle şokla ondan ayrıldım. “Nigel!” Evimin önüne geldiğimizde hâlâ saçımı düzeltmekle uğraşıyordum. “Senden nefret ediyorum. Bil diye söylüyorum.” Gülerek bana döndü. “Evet bebeğim, sende harikaydın.” Arabanın torpidosunda bulduğum ilk parfüm şişesini kafasına attım. Refleksleri iyi olduğu için havada yakalamıştı şanslı piç. “Nigel!” Ağzına hayali bir çizgi çekerek sustuğunda zihnim olayın devralarak konuşmaya başladı. Annemin saçma sapan bir olay sonrası hastalığından haberi oldu. Benim yüzümden. Daha Gülsüm ile konuşup gönlünü bile almamıştım üstelik. Eğer başka bir hayat için şansım olsaydı, bunun cevabı kusursuz ‘Evet, istiyorum.’ Olurdu. Çünkü biliyordum, bu hayatı yaşayıp görmüştüm. Mutluluk ve acı kıyaslıydı, baş başaydı. Yeniden doğmak isterdim, nasıl bir hayat olursa olsun Daha acıysa sırtlardım, daha mutlusuna katlanırdım. Ama başka bir hayatı isterdim. İmkansızlıklarım yüzüne güldüğün bir hayatı. Kafesteki bir kuş hapisteki bir zihin yerine; denizin altındaki bir balık gibi olduğum bir hayatı. Aslında haksız yere istiyordum böyle bir hayatı, çünkü bedelini ödememiştim. Kim bedelini ödemediği bir hayatı yaşamaya hak görülürdü ki. bu külü yakmak gibiydi, imkansız olan, gerçekleşemeyen. Kül yeniden yakılabilir mi, kül yanar mı? Kül olmamıştım ve cayır cayır yanıyordum. “Annem kanser olduğunu öğrendi.” Nigel duraksadı. Sonra yavaşça dilini dudaklarında gezdirdi. “Nasıl?” Tek söyleyebildiği bu oldu. Nasıl, güzel soru. “Benim yüzümden.” Uzun bir sessizlik. “Benim saçma sapan tavırlarım yüzünden.” “Bu eninde sonunda olacaktı.” Güldüm histerikçe. “Ben bu kadar saçma davranmasam çok daha sağlıklı bir şekilde öğrenirdi.” Dişlerimi dudağıma geçirdiğimde gözlerim dopdolu olmuştu. Zaten gözlerime hep dolar, akmayacak olanlar. Nigel’in parmaklarını çenemde hissettim. “Bana bak.” Kafamı ona doğru çevirdiğimde doğrudan gözlerime bakıyordu. “Bu senin suçun olabilir Lale. Sorun değil. Sadece bunu kabullen.” Tekrar kısa ve öz konuşuyordu, benim uzun konuşmalara ihtiyacım olduğu tek zamanda. Haklı olduğundan emin değildim. Kendi hayatımı çok dramatize ettiğimi düşünüyorum çoğu zaman aslında, uyan Lale ve aç gözünü. Uyanıkken gözlerini kapatınca kendin dışında birini kandıramazsın. Tek senin annen kanser olmuyor bu hayatta sonuçta. Nigel’e sadece kafamı salladım. Burnumu çektim ve arabadan indim. O da indiğinde benim aksime adım atabilmiş ve yanıma gelmişti. Sadece sarıldı. Belki de en ihtiyacım olan şey budur. Ben kaç yıldır ağlayamıyordum? On iki. Sağ baştan say. On iki yılın hiçbir gününde tek bir damla gözyaşı dökmeden. Buradan çıkmak için gerekli olan ne. “Yanındayım, sadece kendine yüklenme. Git ve yüzleş.” Kafamı salladım ve ondan ayrılarak eve doğru yürüdüm. Kapıyı açtım, içeri girdim, kapıyı kapattım. Nigel gitti, ben hâlâ olduğum yerdeyim. Araba egzozunun sesine kadar duydum da bir kendimden adım sesi duyamadım. Yüzleşmekten kaçabildiğim kadar kaçmak istiyordum, buna gerçekler de dahildi. Bu yaşıma kadar yalanlara tutunarak gelmemiş miydim zaten? Şimdi doğrulara koşmak bencilce olurdu. Sadece biraz daha, biraz daha yaşamak istiyorum yalanlarla. Çünkü biliyordum, ben doğruları öğrendiğim an yaşayacaktım, yaşayacaktım yaşamasına ama nefes alamayacaktım. Nefes almadan yaşamak ne demek zaten biliyorum tamam, ama aldığım nefesin soluk boruma takılıp bir okyanus misali içine çekerek boğması. Üstüne üstlük zehir gibi bir acı bırakması. Öldürmeyen ama işkence eden türden. Bunlara hazır değilim, hayır. Başaramam. Ben o kadar güçlü değilim. Herkes doğruları ister, yalanların altını kazır. Hatta yalanlara kananı da suçlar, ama başka çaresi olmadığını görmemek tamamen onun suçu olur. Onlar unutmuş olabilir, ama insan bazen karşısındakinin unutan değil, unutulmuş olduğunu unutur. Onları kim suçlayabilir ki, çünkü unutanlar bile unuttuğunu anlamaz. Ama bir şeyi de unutmaman lazım hayattayken henüz. Unuttuğun kadar unutulursun. Dünya, hassas kalp biri için fazla sert. Yarayı kaşımasını bir mantığı yok oysa. Artık sadece yara. Yarayı kaşırsan büyür, kaşımazsan canın acır. Yaralar yaralara yaslanır. Düşman düşmana, dost düşmana. İnsan. Hayvana, yani çoğu zaman. Derin bir nefes verdim, nefesimin buz gibi olduğunu hissettim. Sanki, buz gibi bir okyanusta boğulmuş gibi Ve sonra sobelendim. Burada kalamam, annemden aldıklarımı yerine koyamam. Yine gerçeklerle yüzleşmek zorunda olan benim. Yine tüm yükünü omuzlarıma bırak hayat, yaratılış amacım bu zaten benim. Tanrıya inanırdım ama vicdanına inanmazdım. Bazılarına iyi davranmamayı seçmesi onun suçuydu. Benim, senin, bizim değil. Hayatın beni sevmesini sağlamadı, boğulduğumu görmedi. Sadece salona doğru yürüdüm. Annem yoktu ama Gülsüm buradaydı. “Hey…” Sesimi duyunca başını bana çevirdi. “Özür dilerim.. Gerçekten çok özür dilerim. Ben son zamanlarda çok yoruldum. Sinirimi çıkarmaya çalışıyorum hayata karşı olan. Senden çıkarttım, yapmamam gerekiyordu. Çok özür dilerim Gülsüm. Ben sensiz ne yapardım bilmiyorum.” Gözlerimi kapatarak dişlerimi sıktım. Bu kadar kolay affetmeyecekti, affetmemeliydi de. Ben olsam bende etmezdim. Ama bir anda dengede durmakta zorlandım. Gülsüm bana öyle şiddetli sarılmıştı ki, ikimizde yeri boyluyorduk az daha. Ben de gülerek ona sımsıkı sarıldığımda ağlamaklı bir sesle konuşmaya başladı. “Sen yaptıysan hak etmişimdir Lale’m. İyi değilsin, yanında çok olamıyorum. Sen çok özelsin biliyorsun değil mi? Bunca şeye rağmen ayakta kalıyorsun, bir de bunun için özür diliyorsun. Biz kavga etmeyeceğiz de kim edecek hem kızım. Kaç yıldır arkadaşız biz.” Daha sıkı sarıldım. Ben olsam kendime bu konuda bu kadar iyi davranmazdım. “Sigara konusunda haklıydın. Ama o kadar istedi ki Lale. Sürekli niye içemeyeceğini, canının çok istediğini söyleyip durdu. Sadece bir kere içindi. Yemin ederim.” Yavaşça ondan ayrıldığımda gözleri dolu doluydu. Kıyamamıştım, elimle yüzünü okşamaya başladım. “Şş tamam. Biliyorum zaten bir nedenin olduğunu ben senin. Sadece saçma bir anıma denk geldi.” Güldü, gözünde bir damla yaş aktığında baş parmağımla sildim. “Bana bu kadar yakın olma. Tetikleniyorum.” Dediği şeyle asıl ben tetiklendiğimde ve kahkahayı bastığımda o da benimle güldü. Gülüşüm dudaklarımda sönerken asıl yüzleşme kısmına şimdi gelmiştim. “Peki ya… Annem… Annem nerede?” Dudağını ısırdığında merdivenin altındaki odayı gösterdi. “Öğrendiğinden beri orada. Albümlere bakıyor, kendince konuşuyor. Her şeyi yapıyor ama bir tek ağlamıyor.” Kafamı salladım. Bir konuda eşitiz anne. Bir konuda. Odaya doğru ilerlediğim de Gülsüm sabit kalmıştı. Büyük ihtimalle biraz yalnız kalmamız için zaman verip sonrasında yanımıza gelecekti. Kapıya ulaştığımda yavaşça açtım. Annem halının üzerinde bağdaş kurmuş bir şekilde oturuyordu. Albüm sayfalarını çeviriyordu. “Anne.” Sesimi duymasıyla başını kaldırdı, bana bakmadı. Dudağımı ısırdığımda tekrar konuştum. “Anne.” Bu sefer fısıltılıydı. Bana bakmadı, ama konuştu. “Neden bana söylemediniz?” Nefesimi vererek kapıyı açık bıraktım. Karşısına oturduğum da hâlâ bana bakmıyordu. “En çok ben kızdım biliyor musun sana söylenmemesine. Doktorlarla kavga ettim anne. Çünkü bu hastalığı sen çekçeksin. Sen baş edeceksin. En çok senin hakkın bilmek.” Bana baktı, sorguladı. Madem öyle neden sen demedin? Madem öyle, neden ben demedim? “Ama hiç kolay değilmiş anne. Karşına geçip “Anne sen kansersin, sen hastasın.” Demek. Hiç kolay değilmiş. Denedim, inan denedim ama bırak dilimin ucuna gelmeyi kalbimin sınırlarını geçemedi. Yapamadım, hatalıyım evet ama.” Sonlara doğru sesim titredi. “Herkes için bir iki güne bitecekti, Benim içinse hiç bitmek bilmeyecekti. Korktum, baş edememekten korktum. Senin bildiğinde geleceğin hâlinden korktum. Yapamayacağımdan korktum, sonunda yine elime yüzüme bulaştırdım.” Nefesimi verdiğimde verecek lafım, diyecek sözüm kalmamıştı. Sadece annemin tepkisini bekleyecektim. Bu sefer ben ona bakamıyordum. Annem beni kendine çekerek sarıldığında kucağına düşmüştüm. Ağlıyordu. Eşitliği bozdun anne. “Hallederiz güzelim. Biz bir olunca her şeyi hallederiz.” Gülümsediğimde üzerimdeki eline ellerimi koydum. Gelen ağlama sesiyle kapıya baktığımda. Gülsüm’ün kapı eşiğinde ağlayarak bizi izlediğini gördüm. Eli ağzında sesini bastırmaya çalışıyordu. Annemle aynı anda güldüğümüzde annem konuşmaya başladı. “Gel kız sende zilli. Sensiz bir olamayız.” O da güldüğünde koşarak benim yanıma, annemin göğsüne başını koydu. Annem bir elini benim üzerime, diğerini Gülsüm’ün üzerine koyduğunda sıkıca sarılmıştı. “Sıpalarım benim. Siz varken bana koyar mı ya hastalık? Bakacaksınız hezar.” Gülerek başımı salladım. “Bakarız tabi Nergis Başkan. O kadar sütünü içtik nankörlük mü edelim?” Annem gülerken süt kelimesiyle hafiften gülüşüm bozuldu. O meseleyi hâlâ çözememiştim kendi içimde. Neredeyse saatlerce o odada annemin kucağında kalmıştım. Albümlere bakmıştık. Hep üçümüzdük. Gülsüm’le çocukluk arkadaşıydım. Belli bir dönemden sonra bizde kalmaya başlamıştı. Ailesi yüzünden. İstememişlerdi, kararlar ve yönelimi yüzünden. Bu yüzden evde onun bile odası vardı, bu yüzden benden daha çok ev sahibiydi. Tabii benim gördüğüm kısıtlamaları ne görmüş ne de haberi olmuştu. Annem sadece beni böyle yetiştirmişti, bana uyguladığı yasakları ise hep gizli tutardı. Saat gece yarısını geçtiğinde uykumuz geldiği için odayı toparlayıp yatmaya geçecektik. Gülsüm’le kapıdan çıkarken annemin sözleri bizi durdurdu. “Kızlar. Bugün, benimle beraber yatar mısınız?” Bu soruyu söylediği ton direkt olarak dona kalmamı sağlamıştı. Yalvarır gibi, sanki son olacakmış gibi. Sonu gelmiş gibi. Gülsüm bana baktığında kendisi konuşma kararı almıştı. “Yatmaz olur muyuz Nergis Abla. Sen iste her güm uyuruz biz seninle. Sen yatağına geç bizim yerimizi seç hadi. Bizde bir su içip gelelim.” Annem kafasını sallayarak kapıda yanımdan geçti. Annem gittikten hemen sonra Gülsüm’ün kolumu okşadığını hissettim. “Alışacak. Daha çok yeni, çok taze. Zaman ver sadece. Şuan tek düşündüğü zamanı, iyileşmeyi de düşünecek. Kafası karışık. Haklı, hem de çok haklı.” Başımı salladım. Evet, haklı. O böyle düşünmeyecekte kim düşünecek. Sadece zamana ihtiyacı var. Zamanla iyileşeceği günü bekleyecek, öleceği değil. “Beraber odaya girdiğimizde annem ortaya geçmişti. Sağ ve sol köşeyi kolunu açmış bizi beklediğini gösterircesine boş bırakmıştı. Ben sağ koluna, Gülsüm sola yattığında kollarını kapatarak saçlarımızı okşamaya başladı. “Size bir hikaye anlatayım mı?” Gözlerim sonuna kadar açıldı. Annem en son bana masal anlattığında... Hızla kafamı salladım. Annem konuşmaya başladı. “Evet, çok uzun zaman önce. Tarih o zaman 25 Ocak 2006. Küçük bir kız yaşarmış Fransa sokaklarında. Adı Lev. Küçük Lev o zamanlar 6 yaşındaymış. Kızıl saçlı, kahverengi gözlü, çilli bir kızmış. Babasını hiç görmemiş, ama annesine bağlıymış. Küçük Lev’in güzelliği hep dillere destanmış. Ancak küçük Lev hakkında bilmedikleri bir şey varmış. Hastalığı. Küçük Lev ani seslerden, yüksek seslerden ve en çokta gök gürültüsünden korkarmış. Hastalık gibiymiş, çünkü çok korktuğunda atak geçirirmiş. Öyle ki daha bir bebekken bile yere bir çatal düşerse, cama bir kuş çarparsa, gök gürlerse uykusundan uyanır ve ağlamaya başlarmış. Annesi ona sarılana kadar ağlar, sarıldıktan sonra sanki o an annesi onu her şeyden koruyabilecek güce sahipmiş gibi sakinleşirmiş. İlk kez sekiz yaşında tek başına yatmayı denemiş ve şans bu ya o gün öyle büyük bir fırtına çıkmış ki, tarih bu fırtınayı yazmış. Lev yatağının içinde, yorganının altında tir tir titremiş. Annesinin yanına gitmeyi istememiş. Çünkü o gururlu bir çocuk olmak istiyormuş hep. Annesine büyüdüğünü kanıtlamak için onun yanına gidememiş. Ama Lev’in annesi de kızını çok iyi tanırmış. Kızının korkudan uyumayacağını, ama yanına da gelmeyeceğini bildiği için kendisi kızının yanına gitmiş. Kapıyı açmış ve konuşmaya başlamış. “Lev ben bu fırtınadan çok korkuyorum, yanında uyuyabilir miyim?” Diye sormuş. Lev hemen göğsünü şişirmiş, omuzlarını dikleştirmiş ve sanki kendi annesini her şeyden koruyabilirmiş gibi, adeta bir korkusuzca konuşmaya başlamış. “Tabi ki anne. Ben seni her şeyden korurum.” Demiş. Annesi Lev’in yanına yatmış. O gece Lev annesinin ona oyun oynadığını biliyordu, annesini ise kızının ona oyun oynadığını bildiğini biliyordu. İkisi de istese bu oyunu bozabilirlerdi, ancak ikisi de susmayı ve bu oyunlarına devam etmeyi istedi. Yıllar geçti Lev ve annesi bu küçük oyunlarını sürdürdü. Ancak bu süreçte Lev büyüdü, Lev’in annesi büyüdü ve dedikodular çoğaldı. Bir gece tarih tekrardan yazıldı. Fransa’da büyük bir fırtına yaşandı. Efsaneye göre Fransa’da bu kadar büyük bir fırtına olmasının nedeni, orada yaşayan en temiz kalbe sahip kızın üzülmesi veya sinirlenmesiymiş. Lev buna inanıyor muydu bilinmez. Ancak eğer bu efsane doğruysa Lev o gün kızın en üzgün veya en sinirli gecesi olduğunu tagmin edebilmiş.. Birkaç saat geçmiş, beklemiş, beklemiş ve beklemiş. Ama annesi gelmemiş. En sonunda annesinin yanına kendisi gitmiş. Annesi uyumuyor, koltukta oturuyormuş. Ona bakarak konuşmaya başlamış. “Anne bugün hava çok kötü, sen hiç korkmuyor musun? Neden yanıma gelmedin?” Annesi durmuş, gözlerinde bir boşluk varmış. Eskisi gibi parıldamıyor, eskisi gibi bakmıyormuş o gözleri. Boş boş bakmaya devam etmiş ve en sonunda konuşmuş. “Hayır, Lev. Ben artık korkmuyorum. Büyüdüm ve bir daha asla küçülmeyeceğim.” Demiş, annesi. Lev’in o kahverengi, parıl parıl gözlerinden öyle bir korku, öyle bir hayal kırıklığı geçmiş ki. Annesi görür görmez başını çevirmiş, ona bakamamış. O günden sonra Lev hep tek başınaymış. Korkusunu yenmiş. Bir daha asla gök gürültüsünden, bir kuşun cama çarpışında ya da yere düşen bir çataldan. Hiçbir şeyden korkmamış. Mutluymuş çünkü korkusunu yenmiş. Mutsuzmuş, çünkü bir daha asla o annesine sarıldığı gibi hissetmemiş, bir daha asla birisine korktuğu için sarılamayacakmış. En önemlisi bir daha asla sarıldığında o güveni, huzuru hissedemeyecekmiş. Lev mutsuzmuş, çünkü hiçbir zaman büyümek istememiş. O küçük kalmak istemiş. Lev büyümemiş, büyümek zorunda kalmış. Efsanedeki kız kimdi hiç çözememiş, belki de asla çözemeyecekti. Ancak bildiği çok net bir şey vardı. Annesinin o yanına gelmediği ve oyunlarını bitirdiği geceden itibaren, efsanedeki kızın ta kendisi olduğu.” Sözlerini bitirdikten sonra derince bir nefes almıştı. Uzun bir hikayeydi. Uzun ve hüzünlü. “Mutsuz bitirdin.” Başını salladı. “Ama sen hiç mutsuz bitirmezdin.” Sadece sustu. Sabah uyandığımda saat 07.18’di. Gözlerimi ovuşturarak açtığımda tek uyanan bendim. Bunu yanımdaki horlama seslerinden anladım. Baygın gözlerim yanımdaki ikiliye değdiğinde ikisi de kış uykusunda gibiydiler. Gülerek başımı salladım. Yataktan inerek lavaboda işlerimi hallettikten sonra mutfağa indim. Karnım delice gurulduyordu. Yeme düzenim son zamanlarda oldukça bozuk olduğu için bu duruma şaşırmıyordum. Bir dilim ekmek alıp üstüne bol bol çikolata sürdüm. Tek seferde ağzıma attığımda parmaklarımda kalan çikolatayı emiyordum. “İnsan sabah uyandığında bir krallık yapıp kahvaltı hazırlar bu da çikolata emcüklüyo.” Yakalanan bir suçlu gibi ellerimi havaya kaldırarak arkamı döndüm. Gülsüm tezgahtan havalı bir hareketle tahta kaşık alıp boğazıma bir kılıçmış gibi dayarken gözlerini kıstı. Sonrasında konuşmaya başladı. “Söyle Dobby, neden efendilerine hizmet etmek varken yemek aşerdin ha? Neden!” Derin bir nefes aldım. “ Efendimiz, çünkü…” “Çünkü ne?” “Çünkü efendimiz, o efendi benim.” Gülsüm tahta kaşığı bu sefer kendi kalbine bastırdığında kendini yerlere atmaya başladı. “Olamaz bunu nasıl yaptım ben? Efendime bıçak dayadım. Bu eller kırılsın! Bırak kılıcı el tutmasın el!” Gülerek onu yerden kaldırdığımda Gülsüm henüz mooddan çıkamamıştı. Elindeki tahta kaşığı alarak bu sefer ben kalbine bastırdım. “Bana bak geveze civciv. Hemen şimdi söylenmeyi bırakıp benimle kahvaltı hazırlıyorsun, daha fazla oyalanmak yok tamam mı?” Kalbindeki kılıcı sıkıca sararak başını öne eğdi. “Emredersiniz efendim. Sözünüzden çıkmayacağım.” Gülerek tahta kaşığı indirdiğimde kahvaltıyı hazırlamaya başladık. Annem uyanıp geldiğinde bize şaşırmış bakışlarını atarak kahvaltıyı geçirmişti. Sonrasında bulaşıkları yıkayarak vakit öldürmüştük. Aldığı ilaçlar annemi yorduğu için doğal olarak günün çoğu saati uyuyordu. Yine uyuduğu bir zaman diliminde iki kahve yaparak birini Gülsüm’e götürüyordum. Kapının önündeyken kıkırdadığını görünce ise kapının arkasına gizlendim. Hafifçe başımı öne eğerek baktığımda telefonda birisiyle yazıştığını gördüm. “Vay hain…” Fısıltıyla söylendikten sonra biraz daha bekledim. Ciddi olarak biriyle konuştuğuna karar verdikten sonra kapının arkasından konuşarak çıktım. “Kimmiş bu yüzünüzdeki gamzeleri ortaya çıkara kişi Gülsüm Hanım?” Benim sesimle çığlık eşiğinde korkarak telefonu kanepeye fırlattı. Dudaklarımı bükerek kafamı salladığımda içinden bana sövdüğüne yemin edebilirdim. Nigel ile bana yaparken iyiydi ama. “Salak mısın Lale ya. Öyle bir arkadaş işte. Komik bir şey yazdı.” “Hm,” Kahvenin birini Gülsüm’ün yanındaki masaya koyup sandalyeye oturduğumda cümlemi tamamladım. “Öyle biri ki Gülsüm bana argo kullanıyor. Öyle bir sohbet ki normalde dalga geçen Gülsüm ciddi kalarak bana yedirmeye çalışıyor.” Yakalanmış gibi dudaklarını ısırdığında son kez ağzımı açtım. “Hadi be oradan kızım, beni mi kekleyeceksin. Dökül çabuk.” Oflayarak kafasını salladı. “Dur bari kıza cevap yazayım.” “Just do it. Hadi bakim.” Bana tekrar oflayıp telefonu aldığında gelen mesajı daha okumadan sırıtmaya başladı. “Âşık olup mutlu olamayanlar kulübesine hoş geldin güzellik.” Fısıltımı tabi ki duymamıştı. Bir cümle yazıp bitireceği sohbeti yarım saatte anca bitirdiğinde çoktan kahvemi bitirmiş neredeyse uyuyakalacaktım. Telefonu bıraktığını görünce gözlerimi ovuşturarak yeniden dikleştim. “Konuşsaydınız sin hanım efendi ya. Ben beklerdim sabaha kadar ne gerek vardı benim için bitirmeye.” Gülsüm dil çıkardığında karşılık olarak el hareketi yaptım. “Şimdi, dökül.” Başını salladı. “Ya hani ben okula gitmiştim ya.” Kafamı salladım. “İşte o zaman tanıştık. İzel kızın adı. Ama o kadar samimi o kadar saf düşünceli ki. Saf dediğime bakma he, çok asil duruşu var, nerede ne yapacağını, kimi nereden vuracağını çok iyi biliyor.” Öyle coşkulu anlatıyordu ki elimde olmadan gülümseyerek dinliyordum. “Neyse benim bir olayım oldu işte. Bir erkek grubu da bana sataşıyordu. Bu kız çıktı geldi ve öyle şeyler söyledi ki. Lale of, görmen lazımdı! Terör estirdi kız benim için. Ondan sonra konuşmaya başladık. Sohbeti de kendi gibi o kadar asil, ama karşısındakini istediğini yaptıracak güçte. O kadar gülüyorum ki mesajlarına.” Gülerek omzuna bir iki kez vurdum. “E kızım sen âşık olmuşsun.” “Sanırım gerçekten oldum. “Yalnız bu erkek sataşma mevzusu sıkar?” “Yok ya o benim çenemin uzunluğundan kaynaklı biraz boşver.” Derin bir nefes aldım.” “Balım. Kızın ne kadar iyi olduğu konusunda şüphem yoktur ama. Kızın yönelimi ne, hiç sordun mu?” Tüm yüzü düştüğünde başını hayır anlamında salladı. “Bak Gülsüm,” Elimi uzatarak ellerini tuttum. Okşamaya başladığımda gözünün içine bakıyordum. “Bu dünyada en çok istediğim şey senin mutlu olman. Ama bu daha öncede oldu ve ben ilk defa bir kızı bu kadar sevgiyle anlattığını görüyorum. Bu hayatta en istediğim şey senin mutlu olman evet, ama en istemediğim şey de tekrar kalbinin kırılması.” Başını anladığını belirterek salladı. Gözleri bana bakmadığı için bir elimi kaldırdım ve bana bakmasını sağladım. “Sevme demiyorum. Kalbine söz geçiremezsin. Ama üzülmeni engellersin, git kıza sor. Açık açık sor. Çünkü zaman geçtikçe daha çok kirletir seni ve sen bir su değilsin. Kendini her zaman yenileyemezsin, bazen aldığın yaraları geri kapatamazsın.” Bana baktığında yalnız kalma ihtiyacı olduğunu düşünerek ayaklandım. Ama şaşırdığım şey Gülsüm’ün elimi tutarak beni durdurması oldu. “Hey, ne demek istedin.” Nefes alarak tekrar oturduğumda bu sefer o benim gözümün içine bakıyordu. “İnsanlar son zamanlarda bizi içinde bir kahve olan bardağa benzetiyorlar. Diyorlar ki bardak sensin, kahve senin için, senin anıların, silinmesini istediğin şeyler. Üzerine su döküyorlar ve temizleniyor kahve. Sanıyorsun ki arınıyorsun o kötülükten. Ama aslında öyle değil çoğu zaman, su kesildiğinde iyileşmen de durur. Bazı yaralar kabuk bağlayamaz.” Şimdi anlamıştı, ve evet şimdi yalnız kalmak istiyordu. Ayaklanarak kapı eşiğine gittiğimde arkamı döndüm. “Bu yüzden bazen bardağın içindeki kahveyi su ile berraklaştırmak yerine, o kahveyi o bardağa hiç dökmemem lazım. Hiç kimse bardağında su ile doğmuyor, ama herkesin ilk başta bardağı boş. O bardağı boş tutmak senin elinde.” Evet, yarayı bazen kapatamazsın. Ama o yarayı almamak senin elinde. Sen yarayla doğmadın, kimse doğmadı. Sonradan yara almak yerine hiç yara almamayı tercih edebilirsin. Ama hayat bu, alacaksın elbet yaranı belli oranda. Azı zarar, çoğu ziyan. Annemin yanına doğru ilerlediğimde Gülsüm için üzülüyordum. Ama bazen kendi içinde düşünmek yanındaki kalabalıktan daha huzurluydu. Tabi bu benim için çoğu zaman gerekli olmasa da genelde en düşünmek zorunda kalan ben oluyordum. Bu teori bende ters tepiyordu, böyle zehirli ihtimallerde vardı. Tatlı olansa kimsenin bunu fark edememesi. “Lale.” Sesle irkilerek döndüğümde annemin uyanık olduğunu ve bana baktığını fark ettim. “Anne, günaydın.” “Günaydın.” Yanına oturduğumda dünden beri merak ettiğim o soruyu sordum. “Dün ki masal, nasıl aklına geldi?” “Gelmedi.” Kaşlarımı çattım. “Nasıl yani?” “Gerçek bir hikaye. Bana da annem anlatmıştı küçükken, çok eskilere ait. Ama ben hiç inanmadım efsane olduğuna.” Dudaklarımı yaladım. “Peki ya, sonu?” “Gariptir ki. Hikayenin tamamını hatırlıyorum, sonu hariç. Sonunu kendim yazıp seslendirdim.” Bu beni diğer ihtimallerden daha fazla üzmüştü. “Mutsuz bitirdin. Hiç bitirmezdin.” Gülerek elimi okşadı. Benim az önce Gülsüm’e yaptığım gibi. Tam olarak da o ses tonuyla konuştu. “Güzel kızım, büyüdük artık. Sen küçükken mutsuz son yok sanıyordun, artık olduğunu biliyorsun. Bizim hayatımız böyle giderken benim anlattığım hikayenin mutlu sonlu olmasının imkanı yoktu.” Ağzım açık kalmıştı. “Ama anne-“ Sözümü kesti. “Lale’m, sence de bazı şeyleri kabullenme vaktin gelmedi mi?” Kabulleneceğim tek şey masalların mutsuz da bitebileceğiydi. Daha ötesi değil. Sadece başımı salladım ve odadan çıktım. Evet, bir konu da haklıydı. Mutlu son yoktu. Mutsuz son mutsuz sondu, mutlu son da mutsuz sondu. Sonu olan bir şeyin mutlu olma ihtimali yok. Mutlu olan şey sonsuz olmalı değil mi? Mutlu sonlar bile kendi içinde mutsuzken, bu hikayeye mutlu son yazmak bencilce olurdu. Telefonumun çalmasıyla başımı eğdim. Nigel. “Efendim.” “Aşağı gelsene.” Kaşlarımı çattım saat daha ondu. “Peki.” Telefonun anide kapanmasıyla üstüme bir ceket alarak aşağı indim. Nigel arabanın kaputuna yaslanmış beni bekliyordu. “Hey, ne oluyor?” Sesimi duymasıyla başını kaldırarak bana baktı. Gözlerindeki muzip ifade bana kendimi sorgulattı. “Arabada seni bir sürpriz bekliyor.” Kaşlarım havalandığında arabanın ön kapısını açtım. Bir şey göremeyince bakışlarım Nigel’e döndü ama o gözleriyle arka koltuğu işaret etmişti. Meraklı adımlarım arka kapıya yöneldiğinde hiç beklemeden kapıyı açtım. Bu hayatımın bir şakası olmalıydı. Arabanın koltuğunda oturan kişi, daha doğrusu köpek benim dün sevdiğim köpekti. Ağzım beş karış açıldığında bakışlarım direkt Nigel’e döndü. Şaşkınlıktan kıpırdayamıyordum ve sanırım gözlerim dolu dolu olmuştu. “Nigel..” “O gün ondan hiç ayrılmak istememiştin. Seni bıraktığımda dönüp onu aldım. Adını sen koy, ama o artık benim köpeğim.” Gülerek öylece kaldığımda. Bakışlarım tekrar köpeğe döndü. “Güzellik, beni hatırladın mı?” Eğilerek yanına oturduğumda direkt kucağıma çıktı ve yüzümü yalamaya başladı. “Bu sanırım evet demekti.” Gülerek sevmeye başladığımda kucağımdan indirip koltuğa yatırdım. Karnını açarak gıdıkladım. Arkadan bir ses geldiğinde Nigel’e döndüm. Telefonunu çıkarıp fotoğrafımı çekmişti. “Hey. Bu yasal değil.” Gülerek ona gittiğimde cevabı çoktan hazırdı. “Ah, evet başkaları için değil. Ama benim için? Kesinlikle yasal.” Gülerek kollarımı boynuna doladım. Sımsıkı sarılırken konuşmaya başladım. “Çok teşekkür ederim. Bu benim sahip olabileceğim en değerli düşünce.” Nigel kollarını belime dolayıp saçımı koklamaya başladığında ağzını açtı. “Biliyorum bebeğim. Benimde sahip olabileceğim en değerli düşüncem sensin” Yanağına kocaman bir öpücük kondurup tekrar arabadaki köpeğime yöneldim. “E ben bu kadar hızlı da satılmamıştım ama.” Gülerek elimle geçiştirdim. Ama bu sanırım kötü bir fikirdi. Çünkü bunu yapar yapmaz belimden tutularak uçmaya başladım. “Bak sen? Bir de geçiştiriyor beni.” Omzumu ısırdığında bir yandan gülerken diğer yandan da inlemiştim. Ama beni yere bırakmaya niyeti olmadığı için mecburen beyaz bayrağı ben indirdim. “Tamam, tamam pes ediyorum.” Gülmekten nefesim kesildiği için derin derin nefes aldım. Nigel yere indirmiş ama ellerini belimden çekmemişti. “Bir isim buldun mu?” Kafamı salladım. “Peki… Neymiş?” Ağzımı açtım. Çıkacak kelime için hazırlandım. Sen kaçmayı kurtulmak mı sandın? “Lucky.” Nigel’in donduğunu hissettim. Sonra yutkunduğunu. “Bebeğim. Bunun için emin misin?” Başımı salladım. Ne kaçınca, ne gidince. Kurtulamazsın günü gelince. “Öyle diyorsan-“ “Öyle olmalı. Şanslı, kıymetli ve önemli.” Kafasını salladı. “Pekala, o zaman hadi bu prensesi eve götürelim.” “Kız mı?” “Senden bahsediyordum.” Başımı geriye atarak bir bakış attığımda gülerek yanağıma bir öpücük kondurdu ve beni bırakarak arabaya yöneldi. Ön kapıyı açarak eliyle centilmence bir hareket yapınca kaşlarım kendiliğinden kalktı. Ön koltuğa doğru ilerleyip oturduğum da kapıyı kapatmıştı. Kendisi de yan koltuğu açıp oturduğunda konuşmaya başlamıştım. “Bugün bir farklı romantiksiniz Nigel Bey?” Gülerek yan bir bakış atarken gözünü de kırpmayı ihmal etmemişti. Ya gerçekten özel bir gündü ya da kalbime indiresi vardı. “Önce gidip Lucky için alış veriş yapalım. Sonra da benim eve geçer bir güzel dizeriz çeyizini.” Gülerek başımı salladığımda aklıma gelen fikirle kalbim huzursuzlanmıştı. “Nigel. Burada kalmayacaksın. Samsun’a geri döndüğünde onu da yanına almak zorundasın. Ama aynı şekilde sıklıkla buraya da geliyorsun. Bu onun için zararlı olabilir.” Sözlerimi bitirince ona baktığımda sözlerimin üstüne çenesini parmakları arasına almıştı. Bu konuyu benden önce düşünmüştü. “Halledeceğim Lale.” “Bu önemsiz bir konu değil, o bir eşya da değil Nigel. O bir canlı, senin benim gibi. Onu halledemezsin, bir çözüm bulmak zorundayız, şimdi.” Sözlerimle oflayarak şakaklarını ovalamaya başladı. Bunları diyeceğimi tahmin etmeliydi, zaafım olduğunu biliyordu. Dişlerini dudaklarına geçirdiğinde sıkıntıyla bir kez daha nefesini verdi. “Temelli burada olurum o zaman.” Direkt kaşlarım çatıldı. Bunu istemediğimi biliyordu. Her ne kadar buradan da işlerini yürütse, burada da ona ihtiyaç olunsa da asıl iş yeri Samsun’du. Buradakiler günlük meselelerdi ama Samsun’da bazen bir hafta eve gelmediği oluyordu. “Biraz daha saçmala istersen ve nasıl seni burada kovduğumu izle.” Bana baktığında ağzını bir şey demek için açtı. Sonrasında vazgeçip sustuğunda bende kafamı cama yasladım. “Bebeğim.” Elini bacağımda hissettim. Hafif başımı yana çevirip omzumun üstünden baktığımda o tamamen bana bakıyordu. “Tamam, özür dilerim. Söz veriyorum, gerekirse birkaç arkadaşımdan yardım alacağım ama çözeceğim.” Elimi onun elinin üstüne koyduğumda destek amaçlı başımı salladım. Üstüne gitmiştim, sıkıntıdan boğuluyordu zaten. Lucky için gereken tüm malzemeleri aldıktan sonra Nigel’in buradaki evine geçtik. Onun için konforlu bir alan yaratma süremiz sandığımızdan uzun sürmüştü. Bitirdiğimizde saat geç olduğu için eve gitmeyi düşünmedim. Gülsüm’e kısa bir mesajla eve gelemeyeceğimi söyleyip buradaki kıyafetlerimden giydim. Sonrasındaysa o kadar acıkmıştım ki Nigel ile beraber akşam yemeği hazırlayıp yememiz bir saatimizi bile almamıştı. Bulaşıkları ısrarlarıma rağmen yıkamam kabul etmeyen Nigel kendisi yıkarken ben de tersta oturuyordum. Elimdeyse vitil ile defterim vardı. Kendimce bazen bir şeyler karalıyor, bazen de gökyüzünü izliyordum. “Bebeğim.” Terasta otururken Nigel’in sesiyle arkamı döndüm. Elinde iki kahveyle yanıma geldi. Birini benim elime verdiğinde diğer koluna attığı hırkayı yeni görmüştüm. Hırkayı omuzlarıma bırakarak yanımdaki tek kişilik koltuğa oturdu. “Ne düşünüyordun?” Kahvemden bir yudum aldıktan sonra sorusunu cevapladım. “İhtimalleri.” ‘Dinliyorum’ anlamında bir sessizlikle beni karşıladığında cevabını verdim. “İleriyi. Anneme ne olacağını, okulu nasıl bitireceğimi, sizi.” Babamı. “Ne olacağını düşünüyorsun?” Tebessüm ettim. “Kötü şeyler.” “Bazen kendine yükleniyorsun.” “Ne konuda?” “Olmayacak şeyleri olması için zorluyorsun. Bırak Lale, zorlama. Olmayacak şeyleri oldurmak için zorlamadığın zaman olacaklar olur.” Sözleriyle ona baktım. O bana bakmıyordu. “Hiçbir şey olmamış gibi mi davranmamı istiyorsun?” “Olmayana olma diyorum. Yok olana yok ol. Olması gereken olur. Sen sadece panzehirde zehri arıyorsun.” “Düşünmeyi bırakacak cesaretim yok.” “Cesaret düşünmektir zaten. Cesur olmak zorunda değilsin. Korku bazen iyidir.” Ayağa kalktı. Kahvesini bitirmişti. Yanıma geldi gözlerim diz hizasındaydı, yüzüne bakamıyordum. Sadece yanağımı okşadı. “Korkak olmak istemeyebilirsin, seni suçlamam. Ama zaferi düşün, vazgeçtiğin şey cesaretse, bu bir zaferdir. Kurtuluşun olur.” Kafamı salladım. Beni terasta yalnız bıraktığında gözlerim parlayan şehrin ışıklarındaydı. Düşünmeye zamanım olurdu, eğer yitirme ihtimalim olan bir annem olmasaydı. Sevgili kendim, her şeyi kontrol altında tutamazsın demedim mi ben sana? Nigel’in kurduğu cümleleri düşünmeyecektim. İyiliğim için diyordu, benim içim. Ama kendi bildiğimi okuyacaktım. Başkasının kurduğu cümleye göre yaşarsan, sadece onun istediği yere gidersin. Anlatılacak çok şey var, ama ben anlaşılmak istediğimden emin değilim. Bu yüzden sadece hırkamı alarak içeri geçtim. Nigel banyoya girmişti. Lucky’le biraz oynadıktan sonra uyumak için yatağıma geçtim. Her yer zifiri karanlıkken bir anda belimden çekildiğimde irkilerek uyandım. “Şş, benim bebeğim. Uyu hadi.” Nigel’in sesiyle iyice ona yaslandığımda elim saçlarına değmişti. Buz gibiydi, ve kupkuru. Banyodan yeni çıkmamış mıydı? Sormak istedim ama uykum o kadar fazlaydı ki uykunun beni esir alması sadece beş saniye sürmüştü. “Eşhedü enla ilahe illallah ve..” Kulağımın dibindeki sesle kafamı yastığa bastırdım. “Siktir git.” “Eşhedü enne..” “Siktir git!” “Muhammeden abduhu ve resulu.” Çığlık atarak kalktığımda ‘Amin’ diyerek ellerini yüzüne götüren bir adet Gülsüm vardı. Ellerini indirerek bana baktığında elini kalbine götürerek geriye gitti. “Allah! Götüne pamuğu tıkamadan uyandı!” Ağlamaklı bir sesle kendimi yatağa attığımda Gülsüm’le neden hâlâ yollarımı ayırmadığımı düşünüyordum. “Alloo. Uyuyacan mı daha? Kızım saat beş, beş!” Roket gibi yattığım yerden geri kalktığımda yanımda duran komodinin üstündeki saate baktım. Beş. Gerçekten beşti. Ben kış uykusuna mı yatmıştım? “Oha..” “Oha tabi. 188’i arıyordum valla zor tuttular.” Saçımı geriye attığımda dudağımı dişledim. Gülsüm o çok bilmiş bakışlarını attığında sadece göz devirdim. “Neyse susuyorum o zaman. Ama hadi kalk biraz dolanalım yemin ederim sıkıntıdan cıvkım çıktı ya.” Kafamı sallayarak üstümü değiştirmeye başladım. “Nigel nerede?” “Bilmiyorum. Beni bir saat oluyor arayalı. Sen telefonlarına cevap vermemişsin.” “Yani sabah erken çıktı.” “Evet, valla arayınca bir şaşırdım ne yalan söyleyeyim başına kuş muş mu sıçtı dedim ama meğerse konu senmişsin.” “Dün de dışarıdaydı.” Mırıldanışımla Gülsüm anlamadığını söylediğinde elimle bir önemi olmadığını belirttim. “Ay ben bu sizin evde ki keratayı da çok sevdim ya tipe bak.” Güldüğümde Gülsüm Lucky’i kucaklamış ve beş saniye geçmeden geri bırakmıştı. “Hiç gösterdiğin gibi değilsin yalnız yavru. Maşallahın var yani içlisin.” Gülerek bende Lucky’i sevdiğimde mamasını ve suyunu değiştirmek için aşağıya iniyordum. “Adı ne?” Merdivenlerin basamağında durdum. “Lucky.” Gülsüm’de durduğunda. Omuz silkerek ilerlemeye başladım. “Oh… Tamam, gel oğlum hadi.” Ben mamasını koyarken Gülsüm’de suyunu yeniliyordu. “Dışarıda ne yapmayı planlıyoruz?” Gelen soruyla düşündüm. Pek yapabileceğimiz bir şey yoktu. “Bilmem, maça gidelim. Olmaz mı?” Dalgayla sorduğum soruyu Gülsüm ciddiye almıştı. “Olur, kimin?” “Galatasaray-Ankara Gücü” Gülsüm bana kısık gözleriyle baktığında aynı şekilde ben de ona baktım. “Galatasaray taraftarı olarak izleriz.” “Sonuna kadar Ankara Gücü!” Ayıplar bir şekilde ona baktığımda elime bir tahta kaşık almıştım. “Vatan hainliği yapma! Söz verdin.” O da eline kepçe aldığında kendini savunur gibi önüne tuttu. “8 sene dedim daha olmadı!” “Yalancı tam 8 sene oldu, 16 yaşındayken söz vermiştin!” “Ben 15 yaşındaydım!” “Aynı kapıya çıkıyor salak!” Uzun bir tartışma sonucu işte buradaydık. Deplasman. Gülsüm somurtgan bir tavırla oturuyordu. Tanrım, tam bir fenerliydi. Pardon, Galatasaray taraftarı arasında olan bir fenerli. Gülsüm’ü kolumun altına alarak zıplamaya başladım. Çektirilen üçlüye katıldığımda Gülsüm’de benimle beraber zorla zıplıyordu. Maç başladığından itibaren kesintisiz izlemiştik. Gülsüm ne kadar fenerli olsa da ortamdan etkilenip o da heyecanla bekliyordu. Gol olduğunda ise benden bile önce ‘Goool!’ Diye bağırmıştı. 3-0 galip geldiğimiz maçtan eğlenerek çıktık. Sonrasında gezilecek ufak tefek yerleri ziyaret ederek vakit geçirdik. En uzun kaldığımız yer ise tabii ki Anıtkabir’di. Günün yorgunluğuyla eve geldiğimizde saat gece yarısına gelmek üzereydi. Ama beklemediğimiz şey Nigel’in kapının önünde arabasına yaslanmış öylece durmasıydı. “Nigel?” Sesimi duymasıyla başını kaldırdı. Hedefi bendim, direkt olarak. Ve, bana o gözlerle bakıyordu. Herkese baktığı gibi, buz gibi gözlerle. Başıyla arka tarafı işaret ettiğinde kesinlikle bana bir başkası gibi davrandığını anlamış oldum. Konuşmamız lazım demek yerine konuşacağımız yeri işaret ediyordu. Gülsüm’ün kolumu dürtmesiyle ona döndüm. Başımı sallayarak sorun olmadığını belirttikten sonra işaret ettiği yere doğru yürüdüm. Nigel’de arkamdan yürüyordu. Önüme geçerek bana döndü. Onun durmasıyla bende durdum. “Gitmem lazım.” Kafamı salladım. Onu anlayışlı gözlerim karşıladı, o soğuk gözlerini geri çekmedi. “Peki. Bir sorun mu var?” Kafasını hayır anlamında salladı. “Yalnız kalmaya ihtiyacım var.” Ağzımı açtığımda üzerinizde birkaç anahtar olan anahtarlığı bana doğru fırlattı. Sustum ama anahtarlığı tutmak yerine bana çarparak düşmesine izin verdim. Bunun üzerine Nigel gözlerini açtığında ifadesinde bir kırılma oldu. “Neden tutmadın?” “Üzerime atmak yerine adam gibi versen tutardım.” Oflayarak yerden aldı ve bana uzattı. Elinden aldığımda bu ne anlamında anahtarlığı salladım. “Evin anahtarları. Uzun bir süre olmayacağım, köpek senin sorumluluğunda.” Anahtarı bu sefer elimde olmadan düşürdüğümde çıkan tiz ses kulaklarımda çalkalandı. “Bana çözeceğini söylemiştin.” “Ve çözdüm. Nasıl, çözümümü beğendin mi?” Ağzım açık bir şekilde öylece kaldım. Konuşurken kekelememek için kendimi zor tuttum. “Sana bugün neler oluyor böyle?” Kafasını salladı. “Sorulardan bıktığım için gidiyorum ve hâlâ zorluyorsun Lale.” Arkasını dönerek arabaya yürüdü. “Bir saniye durur musun? Çünkü ben hiçbir şey anlamıyorum!” Kekelemiştim. Sadece adımlarını durdurdu, bana dönmeyi reddetti. “Nigel, ne olduysa gel konuşalım. Böylece gidemezsin.” Konuşmam bittikten sora arabaya tekrar yürüdü. Ön kapıyı açtı. Arabaya bindi. Kapıyı kapattı. Çalıştırdı, ve gitti. Sonunda hep giderler. Öylece kaldığım sırada yüzüme düşen damlalar benden değildi, yağmur yağıyordu. Gök bile nasıl biliyor lanetimi ama, akıtıyor yağmuru gökyüzünden yüzüme. Gülsüm yanıma koşar adım gelip beni sırtımdan içeri iterek yağmurda ıslanmamı engelledi. Hadi ama, cezamı çekmemi engellememelisin. “Ne oldu öyle? Neden basıp gitti.” Yanlış, basıp gitmedi. Yağmuru getirdi ve gitti. Hatamı yüzüme vurdu ve uyuttu. “Gitmem lazım.” “Ne, Lale nereye?” “Lucky, evde tek. Gitmem lazım. Sorumluluğu bende.” Sadece baktığında çoktan koşmaya başlamıştım. Taksi bulup eve gitmem lazımdı. “Annene ne diyeceğim?” Bağırarak seslendiğinde durdum. “İdare et.” Söylediklerimden sonra tekrar koşmaya başladım. Yol üstündeki ilk taksiyi durdurarak evi tarif ettim. Geldiğim gibi ücreti ödeyerek eve fırladım. Kapıyı açtım, ışıklar otomatik yandığında Lucky’nin bir köşeye sinip öylece titrediğini gördüm. “Ah. Bebeğim benim.” Ona doğru ilerlediğimde benden korkarak kaçtı. Sadece öylece durduğumda. Dizlerimin kendini taşıyamayacağı raddeye geldiğinde yere çöktüm. Uzunca bir süre sadece boş duvarı izledim. Bir süre sonra bana sürtünen bir tüy hissettim. Yana baktığımda Lucky’i gördüm. Ellerimi kaldırdım, titriyorlardı. Korkarak ona uzattığımda kaçmadı. Derin bir nefes vererek sakince sevmeye başladım. Yemeğini ve suyunu tazelediğimde tümünü bitirmişti. Kendimden nefret ettim. Onu nasıl böylesine aç bırakabilmiştim. “Özür dilerim, bir daha asla seni yalnız bırakmam.” Onu severken mırıldanmıştım. Sanki sorun olmadığını belirtmek için kafasını elime yasladı. Günün sonunda ikimizde koltukta uyuyakaldık. Sabahın erken saatlerinde düşüncelerimi susturamamamın bedelini ödedim. Nigel’e ne olmuştu bilmiyorum ama gurursuz değildim. Bana böyle davrandıktan sonra ne bu eve gelirdim, ne Lucky’nin burada fazladan bir saniye kalmasına izin verirdim. Eve götürmeyi çok isterdim, ama annem kafayı yerdi. Hem de hastaydı, bu onun için iyi olmayabilirdi. Sadece oflayarak başımı ellerimin arasına aldım. Sana sesleniyorum gökteki, bana bir yol göstermenin tam zamanı. Telefonumun çalmasıyla kim olduğunu umursamadan açtım. “Efendim?” “Neredesin?” Duyduğum sesle kaşlarım çatıldı. Telefonu kendimden uzaklaşarak arayan kişiye baktım, numaraydı. “Alkan?” “Evet, benim.” Çatılan kaşlarım havalandı, şaşırmıştım. “Numaramı nereden bulduğunu sorgulamayacak evredeyiz değil mi?” “Ah, çok şükür ki sormadın.” Alaylı konuşmasıyla bende gülerek başımı salladım. Daha önce bana isterse her şeyi yapabileceğini ima etmişti. İsterse bulurdu, isterse yapardı ve hatta isterse seyrederdi. Peki neden, nasıl? “Peki, neden nerede olduğumu sordun?” Bu gerçekten merak konum olmuştu. “Aslında sadece farklı bir giriş yapmak istedim.” Düşünür gibi ses çıkarırken kafamla göremeyeceğini bile bile onayladım. Uzunca bir süre sessizlik oldu. Sonrasında konuşan yine Alkan oldu. “Tamam. Zor durumda kaldığını hissediyorum. Neredesin? Bu sefer ciddi bir soru.” Dişlerimi sıktım. Alkan’la konuşmak belki de faydalı olurdu. O yüzden yakınlardaki bir kafenin ismini vererek Lucky için aldığım tasmayı boğazına taktım. Kafeye götürmek zorlasa da sonunda başardığımda Alkan’ın çoktan kafede bir bardak kahve içtiğini gördüm. “Özür dilerim, ufak bir problem olduğu için geciktim.” Kafasını kaldırdı. Beni görünce gülümsedi. “Daha yeni oturmuştum ben de, hoş geldin.” Ayağa kalkarak beni karşıladığında elimdeki miniği gördü. “Köpeğin olduğunu bilmiyordum. Çok tatlıymış.” Eğilerek başını okşadığında bende sandalyeye oturmuştum. “Yalancı, kahve sipariş edip bitirmişsin bile.” Gülerek söylediğimde o da güldü. “Emin ol yeni geldim. Birazdan ne demek istediğimi anlarsın.” İki kahve sipariş ettiğimde Alkan da sandalyesine yerleşmişti. Önceki dediğine ithafen konuştum. “Aslında birkaç gün öncesine kadar yoktu.” Başını kaldırarak baktığında bir sorun olduğunu anlamıştı. O da sakince oturdu ve anlatmamı bekledi. “Sokakta beslemiştim birkaç gün önce. Nigel sahiplendi, ama şimdi,” Duraksadım, ama şimdi ne? “Nigel gitti. Birkaç işinden dolayı. Ne yapacağımı bilmiyorum. Annem hasta, eve de götüremiyorum.” Ama ben normalde de eve götüremezdim ki. Sadece derin bir nefes aldı. O sırada önüne baktım. Gireli iki dakika, kahvelerin gelmesi ise neredeyse otuz saniye olmuştu. Daha bir yudum almamıştım ama Alkan yarılamıştı. Nasıl bu kadar hızlı içebiliyordu? Kaynar gibi kahve. “Eğer bana güvenebileceğini düşünüyorsan. Onu Samsun’a götürüp orada bakabilirim.” Bakışlarım şaşkınlıkla ona dokunduğunda kahvesinden bir yudum almıştı, daha doğrusu kahveyi bir yudumda yarılıyordu. “Ne?” Ellerini masaya yasladı. “Bak, benim köpeklere karşı ufak bir zaafım var. Evde de iki köpek besliyorum. Burada kalamam, Samsun’da işlerim ve en önemlisi okulum var. Ama eğer istersen, ona orada gerekli bakımı yapabilirim. Hem arada sen de gelip görürsün, hem de ne zaman istersen videosunu atabilirim.” Kararsız bakışlarım Lucky’nin üzerinde gezindi. Onu çok sevmiştim, gerçekten onun sorumluluğunu almak istiyordum. Ama ben bu hâldeyken belki de ona Alkan’ın bakması daha iyi olurdu. Kararsız bakışlarım Alkan’ı buldu. Bakışlarımı yakaladığında sözü devraldı “Lale, ben sadece tercihleri sunarım, seçimi karşımdakine bırakırım. Kendine ne yapmalıyım diye sorma, ben ne istiyorum diye sor.” Başımı salladım. Alkan’a güvenmeli miydim bilmiyorum ama içimdeki ses ona güvenmem gerektiği hakkında ısrarcıydı. Ya Nigel’in dedikleri? Kimin dedikleri, bir dediği bir dediğini tutmayanın mı. Alkan’a güveniyorum. Kafamı salladım. “Onun sorumluluğunu almayı çok istiyorum, ama şuan olmaz. Emin ellerde, gerçekten ona hak ettiği hayatı verecek birisiyle yaşaması daha doğru olur.” Gülümseyerek kafasını salladı. Bir eli elimi tuttuğunda gözlerime bakıyordu. “Sana söz veriyorum, ona çok iyi bakacağım.” Kafamı salladım, elimiyse ellerinin arasından kurtardım. Rahatsız hissettirmişti. Nigel dışında henüz bir erkekle el teması bile rahatsız ediyordu. Bu bağımlılık mıydı? Ellerimi çekince o da mahcup bir şekilde geri çekti. Onun suçu değildi. Sakince konuyu değiştirdim. “Gerçekten de geç kalmamışım. Kaynar kahveyi nasıl bu kadar hızlı içiyorsun?” Gülerek kafasını salladığında saçları dağılmıştı. Bir elini saçlarının arasından geçirerek düzeltirken göz temasını kesmedi. “Eğer buz gibi bir kutup da yaşıyorsan, zamanla kaynar sıcaklığın değerini anlıyorsun. Bir bardak kaynar kahve boğazımı yakmaz Lale, ama soğuk bir buz kütlesinin boğazıma yapıştırılması, beni toprağa döver.” Karmaşık cevabı kafamı karıştırdı. Neyi ima etmişti, ve bunları söylerken neden gözleri kinle dolmuştu. Ben neden suçluluk duygusu hissettim. Hayır, gözleri kinle bakmadı, suçlayıcı bir ifadeyle baktı. Beni suçladı. “Bugün değil ama yarın Samsun’a döneceğim. Eğer Lucky için fikrin değişirse evinin önüne geldiğimde söylersin.” Sesiyle kendime gelerek ona bakmıştım. Kalkmak için hazırlanıyordu. Sadece başımı salladığımda arkasına bakmadan gitti. Kafamı karıştırıyordu, bu bilinmez durumlar. Saatin daha öğlen olduğu ve benim Gülsüm’ü dün ne kadar zor durumda bıraktığım aklıma gelince hemen kafeden kalktım. Taksiye köpekle binmek sorun olabileceği için yürümeyi seçtim ama bu da oldukça zorlu bir yoldu. Önümdeki bayıra baktığımda sağlam bir küfür etmiştim. Eve varmadan önceki son durak, ama doksan derecelik engel! Zorla geldiğim evin kapısını çaldım. Gülsüm açtığında kapıya yaslandığım için az kalsın yere yapışacaktım. “Lale! Çüş kızım düş bide üstüme. Neyse kalk kalk konuş hemen, dökül!” Gülsüm’ün hızlıca konuştuğu kelimeleri anlamadığımda yüzümü buruşturarak baktım. Oflayarak beni itti ve kendisi de dışarı çıktı. Lucky’i gördüğünde hemen bir ‘Ayy.’ Tepkisi vermişti. “Ay çen nesin böyle. Çen Lale ablanin anlattığı minnak mıçın çen?” hemen eğilerek sevmeye başladığında ben yorgunluktan merdivene bayılmıştım. Koluma vurulmasıyla inledim. “Kızım sen bunu bana nasıl anlattın bu nasıl çıktı böyle. Allahım şu tipe bak şu tipe, seni bu salak sahibin canavar olarak anlattı sen melek çıktın. Yerim ama ben seni yer yer.” Köpeğimi ısırmaya başladığında ayağımla ittirdiğim gibi yere yapıştı. “Mal bu sahibin senin kuzucum. Isır bunu, bunu ısır.” Gülerek merdivenlerde oturur konuma geldim. Ciddileştiğim de Gülsüm’de makarayı kesti. “Dün ne oldu?” Yere bakıyordum, ezberlediğim fayans taşlarına. “Gitti.” “Öylece mi?” “Öylece.” Bana baktı sadece. Elleriyle sırtını sıvazladığında rahatladığımı söyleyemezdim. “Bu kaç oldu?” “Dört.” Dudaklarını dişledi. “Lale…” “Beş olmaz. Beş olmayacak.” Gözlerim ince çizgilerde gezindi, beşe izin vermeyeceğim. “Üç oldu Nigel. Üç. Dördüncü son olacak, son kez arkanı dönmeden gitmeni izleyeceğim. Beşe izin vermem.” Bir gece yarısı bunları bağırdığımda, hava eksi altıydı. Yine yağmur yağıyordu, önceki iki seferinde olduğu gibi. “Beş olmayacak.” Sadece bunları fısıldamıştı. Zar zor duymuştum ama duymamı amaçlamıyordu zaten. “Beş olmayacak.” Onun gibi fısıldadım, benim aksime o duymadı. “Bu gece kız gecesi yapalım mı?” Kafamı salladım sadece. Lucky’i işaret etti. “Ne yapacağız?” Gözlerimi kapattım. Tırnaklarım derimi yakmaya başladı. “Halldeceğim.” Kafasını salladı, ve kapıyı açarak içeri girdi. Kapatmadan önce son kez ağzını açtı. “Biliyorum, yalnız kalmaya ihtiyacın var ama Nergis Abla akşam fenalaştı.” Gözlerim sonuna kadar açıldığında hızla kafamı kaldırdım. “Merak etme, bir şeyi yok. Seni merak etti sadece, idare ettim ama bugün seni kanlı canlı görmek istiyor. Çok bekletme olur mu?” Kafamı salladım. O da kafasını salladığında kapıyı kapattı. Ve yeniden baş başa kaldım soğuk duvarın köşesinde. Birkaç saat geçti, ellerim telefonuma gitti. En son arayan yabancı numarayı aradım. Sadece bir çalışta açıldı. “Alkan.” “Evet?” Nefesimi verdim. “Lucky’i şimdi almanı istiyorum. Yarın gitmeden önce görmeye geleceğim.” Uzun bir sessizlik oldu. Sonrasında birkaç hışırtı geldi. “Tamam, geliyorum.” Başımı sallayarak telefonu kulağımdan indirdim. Kapanmadan önce ise ince bir sesin çıkardığı ses kulaklarımda yankılandı. Sonunda araba sesini duyduğumda Lucky ile aşağıya indim. Alkan çoktan arabadan inmişti. “Geldiğin içi teşekkür ederim. Ne yapacağımı bilemedim.” Kafasını salladı. Üstü kırışmıştı ve saçları dağınıktı. “Ben… rahatsız etmedim değil mi?” Ona bakarak sorduğum soruyu önce üstüne alınmadı. Ona sorduğuma kanaat getirdikten sonra cevapladı. “Hayır, hayır. Ablamın evinde birkaç arıza çıkmış. Bende evin amelesi gibiyim, biraz uğraştım.” Anladığımı belirterek kafa salladım. Lucky’nin kafasını severken Alkan ön koltuğu açtı. Sonrasında Lucky’i bindirdi. Huzursuz bakışlarımı yakalayınca ise kafamı ona çevirdi. “Lale, söz veriyorum ona çok iyi bakacağım. Hem de istediğin zaman görebileceksin.” Kafamı salladım. “Teşekkür ederim.” Diye fısıldayabildim sadece. “Yarın görüşürüz o zaman.” Tebessümümle konuştum. “Yarın görüşürüz.” Gidişini izlediğimde içeri girebilmem yaklaşık on dakikamı aldı. Girdiğim an ise annemin sesi kulaklarımı tıkadı. “Lale, sen misin annecim?” Mutfağa doğru ilerledim. “Aşk olsun, başkasını mı bekliyordun?” Beni görür görmez kendine çekti ve ağlamaya başladı. Sırtına ellerimi koyduğumda “Anne.” Diye fısıldadım. “Annem, çok merak ettim. Çok özledim ben seni.” Başımı omuzuna yasladığım sırada Gülsüm’ü kapıdan bizi gözleri dolu izlerken gördüm. Dejavu. Elimle gelmesini işaret ettiğimde o da gelerek bana sarıldı. Annemin ağırlığını bir anda bana vermesiyle bir anda onu tutmaya çalıştım. Ne olduğunu anlayamıyordum, ne yapacağımı da kestiremiyordum. “Anne!” Yavaşça onunla beraber yere çöktüğümde annemin göz bebekleri yok olmuştu. Bir çığlık duydu beynim içime işledi, boşluğun içinde kaybolan ses benden başkası değildi. Gülsüm’e baktım. Sadece şokun etkisinde öylece ayakta durup bakıyordu. “Gülsüm, ambulansı ara!” Sadece bakmaya devam ettiğinde sesimi daha da yükselttim. “Ambulansı ara!” Kafasını sallayarak kendine geldi. Telefonunu çıkarmaya başladığında hemen masadaki kolonyayı uzanarak aldım ve ellerime serpiştirdim. Anneme koklatırken yanaklarına da sürüyordum. Gözleri kapalıydı ve ben ne yaptığımı bilmiyordum. “Numara, numara neydi?” Panikle konuştuğunda duraksadım. Ambulansın numarası neydi? Sesim titredi, belki de ilk defa bu kadar canımı yaktı kül olan köklerim. “Bilmiyorum.” Kekeledim. “Bilmiyorum, internetten bak. Bilmiyorum!” Konuşurken nefesim kesildi. Konuşamadım değil, nefes alamadım. Boğazımı tutarak kendimi balkona attım, ama ben nefes alamadım. Dışarısı fırtınalı, dışarısı yine ayrılık acısı. Çığlık attım, çığlık attım ama kendi çığlığımda boğuldum. Gülsüm ‘ün telefonla konuştuğunu biliyordum. Çünkü duyuyordum ama idrak edemiyordum. Anlıyordum ama anlamlandıramıyordum. Telefonu kapattığını anladığım an yanıma koştu. Bana seslendiğini ağzını okuduğum için anladım. Elindeki kolonyayla yanağıma bir tokat attığında derin bir nefes aldım. Başım dönüyordu, ama annemin yanına gittim. Çok korktum ama nabzına baktım, atmıyor olması az önce nefes aldırmamıştı. Ama nabzına bakarken elim titremedi. “Atıyor…” Gülsüm’ün sesiyle nabzının atıp atmadığını bile kavrayamadığımı fark ettim. Bana hep atıyordu çünkü. Benim için hiç durmayacaktı. Ambulansın sesi kulağımda çınladı, kalkıp kapıyı açtım sadece. İçeriye giren sedyeye takıldı önce gözüm. Sonra sakince annemin sedyeye alınışı. Evden çıkarılması. Gülsüm’ün beni zorla sürükleyerek ambulansa bindirmesi. Ambulansta susmayan sesler, bitmeyen sorular. Tüylerimin diken diken olması. Rüzgarın esmiyor oluşu, ama saçlarımın savrulması. Rüya mı görüyordum? Cama değen yağmur damlalarının sesini duydum sonra. Kafama ağrılar girdi, ama sadece gözlerimi kısmakla yetindim. Sakince camlara baktım, kapalı, kapalı ve kapalı. Rüzgar esmiyor, yağmur yağmıyordu. O an Gülsüm’ün beni sarsmasıyla kendime geldim. Tüm sesler kesildi, saçıma baktım, savrulmuyordu İlgimi çeken tek şey dudaklarımın kuruluğu oldu. Dilimle ıslattığımda hastaneye gelmiş olmalıydık ki ambulansın içinde sadece biz kalmıştık. Gülsüm elimi tuttu. “Tamam, sakin ol, halledeceğiz.” Kafamı salladım ama neyi halledeceğimizi bile bilmiyordum. Annemin hastalığını mı, neyle? Ambulansın içinden önce ben indim. Gülsüm arkamdan gelmeye başladı. O kadar yavaş yürüyordum ki dışarıdan gören birinin annemin kanser olmasına ihtimal vereceğini sanmıyordum. Ezbere bildiğim koridorları yürüdüm sadece. Annem içeri girdiğinde saat öğlenin altısıydı, şimdi gecenin ikisi. Gittikçe yaşam belirtimi kaybediyordum. Hiçbir şey yememiş ve içmemiştim. Sadece annemin kapısına bakıyordum. Sonunda açıldığında ise doktorla konuşmak için bile ayağa kalkamadım. Vereceği cevaplara ihtiyacım yoktu. Ben tıp öğrencisiydim, neler diyeceğin, kestirebiliyordum. Durumu gittikçe kötüleşiyor. “Durumu gittikçe kötü olmaya başladı.” Doktora değdi gözlerim. Boğazında ki derin yutkunuşu hissettim. Onunla beraber istemsizce yutkundum. “İlaçları elimizden geldiğince az vereceğiz.” Gözlerim gözlerine çıktı. Göz göze geldim. Dudaklarımla o kelimeleri fısıldadığımda dediğim kelimelerin aynısı doktorun ağzından yüksek sesle çıktı. Sadece altı ayı kaldı. “Sadece altı ayı kaldı.” Ben hayatta yüksek sesle söyleyemezdim. “Bu altı ay da en hafif ilaçlarla durumu sürdürmeye çalışacağız. Umudunuzu kaybetmenizi istemem çünkü bu tarz vakalarda ne olacağı belli olmuyor. Biz yine de kaldırabileceği ameliyat ve ilaçlarla destek sağlayacağız. Ama yüzdesi yüksek bir ihtimalle altı aydan fazla ömrü olması mucize.” Öylece bakarak bir şeyler söylememi bekledi. Ne söylememi bekledin mesela o gün orada? Yaşasın, altı ay sonra veda edeceğim, ya da, şükürler olsun bana annemin yüzde doksanlık ölme ihtimalini veriyor ama yüzde on yaşama şansı var! Dememi mi bekledin? Ne bekledin. Uzun bir süre daha bakıp sonra koridorda beni yalnız başıma bıraktı. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Sonra arkamdaki pencere çıkıntısına tutundum. Kendimi zorlayarak kalktığımda annemin odasının perdelerinin açıldığını fark ettim. Yavaşça cama doğru yürüdüm. Ellerimi cama yasladım. İçeride üç hemşire vardı. Gözlerim onların ne yaptığıyla ilgilendi. Kafamı biraz da olsa bunlarla oyaladıktan sonra yatağa çevirdim gözlerimi. Ve sonra annemi gördüm, gözleri kapalı, nefes alabilmek için oksijen tüpüne ihtiyacı var. Yüzü solmuş, elleri bembeyaz ve sopsoğuk. Aramızda beş metre ve bir cam vardı, bir duvar vardı. Ama yemin ederim ki ellerinin soğukluğunu buradan hissedebiliyordum. Dokunmama gerek yoktu, benim için bakmak yeterliydi. Sonra gözlerimi kapattım. Tekrar açabildiğimde kaç dakika olmuştu bilmiyorum ama hemşire koluma dokunarak açmamı sağlamıştı. Az önce içerideydi. “Eğer isterseniz içeriye alabiliriz.” Ellerimi yasladığım camdan çektim. Gözlerim hâlâ doluydu. Kafamı hayır anlamında sallarken dudaklarımı ıslattım. “Teşekkür ederim, şuan istemiyorum.” Kafasını anlayışla salladı ve arkasını döndü. Cama tekrar yaslandığımda içeride ki tek kişi annemdi. Gözlerimi tekrar kapattım, ama bu sefer korkunç bir çığlıkla açmıştım. Tanıdık bir çığlıkla. Kız sesi. Gülsüm? Adımlarım hızlanarak koridorda ilerledi. Sağ köşeye döndüğümde önce annemin doktorunu gördüm. Arkasında ise iki hemşirenin ayakta tutmaya çalıştığı Gülsüm’ü. Gözleri bana döndüğünde daha çok ağlamaya başladı. İçin anlamsız bir sinirle doldu. Ağlamasını istemiyordum, ben bile ağlamıyordum. Neden ağlamak zorundaydı. Neden hep başkaları ağlamak, ve ben teselli etmek zorundaydım? Üstelik kendi annem kanserken. Teselli edilen olmam gerekmiyor muydu? Ağlayabilsem ağlamak istemez miydim bende? Ben ağlayamıyorum diye çok mu güçlü sayılıyordum. Bu bunları hak ettiğim anlamına gelmez. Kendime gelmek için başımı salladım. Güçlüydüm, herkes için güçlü olmak zorundaydım. Adımlarım Gülsüm’ün yanına gitti, yere çömeldiğimde hemşireler yavaşça onu da yere bıraktı. Önce saçlarını yüzünden çektim, yanaklarında ki gözyaşlarını sildim. Kafasını kendime çekerek sarıldım. Gözyaşları bu sefer boynuma, oradan göğsüme iniyordu. Sadece saçlarını okşadım. Diyecek tek bir sözüm yoktu, zaten bu sözlerin üstüne söylenecek tek bir sözde olamazdı. Yeterince vakit geçirdikten sonra kendini toparladı. Kendi ayağa kalkarken beni de kaldırmıştı. Üstümü silkelediğimde o kadar yorgundum ki kendimi bir koltuğa attım. Gülsüm’de yanıma geldi, huzursuzca mırıldandım. “Benim yüzümden. Ben bu kadar endişelendirmeseydim onu… Böyle olmazdı. Eğer eve gitseydim, konuşsaydım.” Gülsüm’ün gözlerinin bana döndüğünü gördüm. Anlamsız bakıyordu. “Efendim?” Tabii duymamıştı. İçimi dökmüştüm çünkü. Bir şey olmadığı anlamında geçiştirdim. Önce biraz daha baktı, sonrasında önüne döndü. Anlayabilirlerdi, benim kim olduğumu bilselerdi. Uykunun derin kolları bedenimi sarmaya başladığında daha fazla dayanamadım ve bedenimin ele geçirilmesine izin verdim. Bedenimin sarsılmasıyla sıçrayarak uyandım. Sonrasında sesler gelmeye başladı. “Lale, lale kalk!” Gözlerimi zorla açtım karşımdaki Gülsüm’dü. “Nergis Abla uyandı.” Mideme bir ağrının yerleştiğini hissettim. Kalkmaya alıştım ama engellemişti. Biraz zaman istediğimi anlamış gibi yanıma oturarak ellerini omuzuma yerleştirdi. Midem ki ağırlığın geçmesini bekledim sonra sakince nefesimi verdim. “Annemin haberi olmayacak. Dayanamaz, doktorunda dediği gibi umudu var. Yok değil.” Gülsüm’ün dişlerini sıktığını gördüm. Onaylamıyordu. Bu her halinden belliydi. “Tamam, sen nasıl istersen öyle olsun.” Sadece bu sözleri söyleyerek sırtımı okşadı. Ellerimi birleştirerek çenemin altına yasladığımda sadece başımı sallıyordum. Ayağa kalkacak gücü kendimde bulduğumda ilk olarak lavaboya gittim. Dağılmış saçlarımı yukarıdan sımsıkı at kuyruğu ile topladım. Gözlerim hem uykusuzluk hem ağlayamayıp sürekli gözlerimin dolmasından dolayı kıpkırmızı olmuştu. Yüzümü soğuk bir suyla sertçe yıkadım. Ellerimi tezgaha yasladım ve gözlerimi kapattım. Anneme belli etmemeliydim, bu yüzden güçlü kalmayı umuyordum. Sakince lavabodan çıkıp annemin odasına yöneldim. Kapıyı açtığım an annemin sadece birkaç saatte çökmüş yüzüyle göz göze geldim. Daha doğrusu kendimle. Şimdi annem yoktu aynada sadece ben vardım ve kendimle bakışıyordum. Bitmiş göz altları, zayıflamış beden, güçsüz kollar. Annem ölüyor muydu? Hani ufak bir umut parçası vardı. Göremeyeceğim kadar ufak tohum parçası, bana umut oldu bir saatin boyu. “Lale.” Annemin güçsüzce ismimi söylemesi kendime gelmemi sağlayan şey oldu. Ölüm yoktu, umut vardı. “Annem.” Yanına doğru gidip elini tuttum. Buz gibiydi. “Çok korkuttun bizi.” Mahcup gibi kafasını salladı. “Özür dilerim annecim. Ne oldu bilmiyorum bir şey yiyip içmedim kötü etkiledi herhalde.” Gözlerimin dolmasıyla tavana diktim. Anneme bakmadan ona konuştum. “Senin suçun değildi anne. Bu senin suçun değildi.” Tekrar mırıldanmıştım. Annemin elimi sıkmasıyla ona baktım. “Öleceğimi sandım bebeğim. İşte dedim, bu an o an. Ama o kadar huzurluydum ki sen yanımdaydın. Seninleydim. Sen benim hep küçük kızımdın.” Senin de suçun değildi. Bu bizim suçumuz değildi. Hiçbir şey diyemedim, sadece başımı öne eğdim ve bu durumu kabullendim. Ne diyeceğimi bilmediğim saatler geçirdim, annemin uyuyakaldığı saatler. Benimse öylece elini tutup düşündüğüm. Bundan sonra ne olacak, ben ne yapacağım. Annemin hafif öğürme sesiyle başımı kaldırdım. Kusmaya başladığını görünce elim ayağıma dolansa da bir poşet alıp hemen eğilerek rahatça kusmasını sağladım. İçeriye birkaç hemşirenin girmesiyle ben çıkmak zorunda kaldım. Karşı çıkmak için bile sesim çıkmamıştı. Hemşirelerden birisi geri çıktığında ona doğru ilerledim. “Bu ne demek oluyor?” Cevabını bildiğin sorular sormaya korkmuyorsun da, cevabını almaktan mı korkar oldun ha? “Normal birkaç belirti.” Hemşire sadece bunları söyleyip gitti. Normal birkaç belirti ama iyiye de gitmiyor. Sürekli kötüleşiyor. Gülsüm’ün stresle yanıma geldiğini görünce ona baktım. Uzun zamandır bir telefon görüşmesindeydi. Annemin kustuğundan haberi yoktu. “Samsun’a gitmem gerekiyor.” Kaşlarım havalandı. Bu an elbet gelecekti, zaten gitmesi gerekliydi. “Okula dönmem gerek ama en kısa zamanda tekrar döneceğim, söz veriyorum.” Başımı sallayarak konuşmaya başladım. Ellerini elimden çektim sakince. “Gülsüm, sen zaten şuan okula olmalısın. Anormal olan burada olman. Git ve oku, eğitimini aksatma. Ben hallederim, biliyorsun.” Kafasını salladı. “Hayır, Lale saçmalama. Biz halleriz. Önemli olmasa gitmezdim. Acil bir konu olduğu için sadece birkaç günlük gitmem gerekiyor. Derin nefesimi verdi. “Otobüs ne zaman?” Dudaklarını ıslattı. Artık bana bakmıyordu. “İki saat sonra.” Kaşlarımı kaldırdım. “Erkenmiş.” “Acildi.” Kafamı salladım. “Eşyalarını toplayıp otogara gitmen uzun sürer. Şimdiden gitsen iyi edersin. Kafasını salladı ve annemin odasına girmeye niyetlendi. “Giremezsin.” Sesimle bakışları bana döndü. Sorgularcasına konuştu. “Neden?” “İçeride hemşireler var.” Cevabımla gözlerinde bakışın endişeye dönmesini seyrettim. “Neyi var?” Kafamı salladım. “Önemli bir şey değil, birkaç kontrol. Ama beklersen geç kalırsın. Ben söylerim ona.” Kararsız bakışları kapıda gezindi. Sonrasında durumu kabullenerek bana geldi ve sıkıca sarıldı. “Her zaman yanındayım. Söz veriyorum en kısa zamanda geri döneceğim. Seni asla yalnız bırakmam.” Bende ona sarıldığımda sadece “Biliyorum.” Diye fısıldamıştım. Biliyorum, ama ben hep yalnızım. Ayrıldığımızda yavaşça merdivenlere yöneldi. Beraber gidip eşyaların toplamak, hatta otogara kadar götürmek isterdim ama tekrar annemin odasına gidecek kadar bile gücüm yoktu. Saatler geçti, ne uyuyabildim, ne de uyanık kalabildim. Sonunda telefonum titreştiğinde ekrana bir bildirim düştü. Numaradan. Alkan. Hâlâ kaydetmemiştim. Mesajı açtığımda Lucky’yi diğer köpekleriyle oynarken gördüm. Videosunu atmıştı. Saatler sonra yüzümü güldürebilen tek şey bu olmuştu. Ona teşekkür içeren bir mesaj yolladığımda ise anında gördü. Kısaca annemin durumu sordu. Geçiştiren mesajlarla yanıt verdiğimde üstelemedi ve sohbeti bitirdik. Whatsapptan çıkarken ise Nigel’in çevrim içi olduğunu gördüm. Yazıyor olarak gördüğümde ise ana ekranda bekledim. Neredesin? Histerik bir gülüşle ciddi olup olmadığını anlamaya çalıştım. Bir yerden gitmek ve birinden gitmek çok farklıydı. Nigel o gün benim yanımdan gitmemiş, benden gitmişti. Bu sondu, bunu biliyordu. Mesajına görüldü atmayarak whatsapptan çıktım. Tekrar mesaj sesiyle çınladı ama açıp da bakmadım. Belki de zamanı geliyordur diye düşündüm. Bizim aşkımızın da bittiği gün bugündür. Aşkımızın ölümü tattığı yıl, bu yıldır. Sadece yaşaran gözlerimin durması için tavana baktım. Benden gitmişti, benim neler hissedeceğimi bile bile. Bazen hayatımın bu kadar zor olmasında başrol oyuncu olduğumu düşünüyordum. “Lale.” Gelen sesle yan tarafıma baktım. Nigel.
|
0% |