Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. "Sana Ben Ezelden Geldim."

@nazankaraermis

Zeynep Bastık - Lan

 

Keyifli Okumalar.🤎

 

Gül'den;

 

"Koçum bak bakayım buraya!" diye seslendim elimi kaldırıp masadan masaya atlayan genç garsona. Hemen geldi yanıma. "Buyrun efendim? Bir arzunuz mu var?"

 

Uzun, ince rakı bardağını kaldırıp eline tutuşturdum. "Bana bir bardak daha getir bakayım şu aslan sütünden. Ya da dur ver sen şu bardağı," deyip elinden aldım bardağımı. "Sen bana 35'lik getir diyeceğim ama o bana yetmez." Dudak büktüm. "70'lik de ona değmez." Başımı eğip kara kara düşündüm. "N'apsak ki?"

 

Çocuk saf saf bana bakarken gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Kafam dünya olmuş, dönüyordu sanki. Konuşmak bile zûl geliyordu. O derece sarhoş olmuştum. Sahi ya! Ben en son sahil de salya sümük ağlarken nasıl bu meyhaneye geldim?

 

En son dayı bey gelmiş, beni kolumdan tutup kaldırarak arabasına atmış, halamla birlikte üçümüzü bu meyhaneye getirmişti. Dayı bey karşımda, halam yanımda oturuyordu ve şu dakikadan itibaren herkesi çift görüyordum.

 

Ah ulan Tahin! Daha kaç promil almam gerekiyor ikimizi çift görebilmek için...

 

"Kime değmez?" diye sordu dayı bey.

 

Yanağımı avucuma yaslayıp gözlerimi kapattım. "Ona." dedim.

 

"O kim?"

 

"O işte."

 

"Düzgün cevap ver ula!" diye elini masaya vurduğunda titreşen masa kolumu etkilemiş ve başım avucumdan düşmüştü. Başım eğik dururken birden kahkaha attım ve şarkı söylemeye başladım bağıra çağıra. "Ona değmeeez bu 70'likler ona değmeeez! Kalbime bir hançer sapla vur gitsin! Beni çok kırdııın, bunu bile bile kahrettin! Sana çok kırıldıııım, sana son sözüüm geber gitsiiiin!"

 

"Öff! Susturun ulan şu karıyı! Bunu mu çekeceğiz akşam akşam!" diye yan masada bağıran adamın sesine karşılık kahkaha attım. Hiç iyi değildim gerçekten. Ayık olsaydım onun bana bağıran dilini kesmiştim çoktan. Dua etsin bu akşamlık.

 

"Kapa lan çeneni!" diye bağırdı dayı bey. "Önüne dön zargana!"

 

Adam söylene söylene önüne dönerken halamın şaşkın sesini işittim yanı başımda. "Üç bardak ayranla kör kütük sarhoş oldu, şaka gibi!" diyordu. "Bir 70'lik devirdim ama ben böyle sarhoş olmadım."

 

Ne yani, içtiğim şey aslan sütü değil miydi?

 

"Uçmuş bu, baksana şuna." diyen dayı beye baktım ama ondan iki tane görüyordum. İkizi mi vardı acaba? "Kafası dağılsın diye geldik, kafası komple gitti."

 

"Benim anlamadığım bu hale neden geldiği?" diye soran halamın sorgulayıcı bakışlarını üzerimde hissediyordum ama ona bakmadım.

 

Yeniden avucumu yanağıma yasladım ve gözlerimi kapattım. Başım sallanırken bir şarkı daha patlattım. "Hep kaybettik çok sevmekteeeen! Gözümüzde büyütmekteeen! Ne geldiyse başımıza bu yüzden gelmedi mi?"

 

Kıkırdayarak sustuğumda yan masadaki adam yine homurdandı. Dayı bey ona dik dik bakarak silahını çıkartıp masaya koyduğunda adam susmuştu. Beni öldürmek için fırsat kollayan adam başkalarına karşı beni koruyordu. Dört gözünü bana çevirip dört kaşını çattığında, "Hepimize geçmiş olsun," dedi. "Bu gaybana aşık olmuş."

 

Kahkaha attım. "Kim?" diye sordum. "Halam mı?" Ona baktım fakat ondan da iki tane görüyordum. Omzumu omzuna çarpmaya çalıştım ama ayakta duramıyordum. Bu yüzden bunu yapamadım. "Kime aşık oldun kız? Bana söyle, benden sır çıkmaz biliyorsun." Birden ayaklanıp masanın üstüne çıktım. "Hey millet! Bu kız birine aşıkmış!" diyerek halamı işaret ettiğimde belimden tutularak çıktığım masadan indirildim ve yerime oturtuldum.

 

"Hay ben seni buraya getiren elimi!" diye söylenen dayı bey yerine geçerken buraya bakan insanlara bağırdı. "Dönün lan önünüze! Tek bir kişinin bakışını yakalarsam şerefim üzerine yemin olsun gebertirim!" dediğinde kahkaha attım.

 

"Sende şeref yok ki." dediğimde gülüyordum ama aslında yapmak istediğim onu kırmaktı çünkü o da senin pis kanın diyerek beni kırmıştı. Beni kıran, üzen, ağlatan herkesin canını yakmak istiyordum ve yapacaktım da.

 

Bugün değilse bile bi' gün.

 

Dayı bey ne yapmaya çalıştığımı anlamış gibi sözlerimi sakin karşıladığında bundan hoşlanmadım. Neden üzülmemişti ki? Neden kırılmadı bana? Ben kırılmıştım ama tek bir kelimesiyle, o niye kırılmadı?

 

Gözlerimi kapatıp bir türkü daha patlattım. "Dayılığın batsın İhsan! Yetim kalasan İhsan! Tez zamanda geber İhsan vaaayyy!"

 

Şarkıyı ona uyarladığımı biliyordu ve buna rağmen sessiz kaldı.

 

"Her neyse," diyerek susturdu halam beni. "Kime aşıksın sen, de bakayım bana?"

 

Burnumdan güler gibi bir homurtu çıkarttım. "Kim?" dedim. "Ben mi aşıkmışım? Yılın şakası yani! Ben aşık olacak değil, aşık olunacak derecede değerli bir şahsiyetim. Aşık olmak zayıfların işidir, bak bakayım bana ben zayıf mıyım? Aşkmış! Üzerine milyonlarca şiir yazılması için uydurulmuş bir kelime, üç harften ibaret şey! Tekrar ediyorum; ben aşık olmam, insanı kendime aşık ederim. Anlamayanlar anlayanlara anlatsın. Ya da tam tersi işte."

 

"O çocuk değil mi?" diye sordu halam. Gözlerim kapalıydı ve gözlerimin önünde Tahin vardı. Neden onu görüyordum? "Eniştenin kardeşi olan? İsmi-..."

 

"Tahir." deyiverdim.

 

Halam sustu.

 

Bana da bir durgunluk çökmüştü. Kahkahalarla gülmek ve salya sümük ağlamak arasında gidip geliyordum ve muhtemelen ikinci şıkkı uygulayacaktım. "Bana aşıkmış," dedim gülümserken. Kafam sallanıyordu. Gözlerimin önündeki hayalet Tahin bile gülümsüyordu. Şerefsiz, çok da güzel gülüyordu! "Ona benziyor. Bana hatırlatmaması gereken o çocuğu hatırlatıyor ama bana aşık. O da bana aşık olduğunu söylemişti ama gitti başkasıyla nişanlandı. Bu da kalbimi kırdı. Bu Tahir'ler niye böyle?" Kahkaha attım. "Çok gülüyorum, saçmalıyorum ya insanlar kırılmaz eşya olduğumu düşünüyorlar herhalde ama en az cam bardak kadar hassasım bende. Kırılabiliyorum. Yani bükülme özelliğim yoksa şayet kırılıyorum yani!"

 

Yanağımı ıslatıp kendine yol çizerek çenemin ucundan masaya damlayan gözyaşımı hissetmek kalbimi ağrıttı. "Amaaan!" dedim toparlanarak. Gözlerimi açtım ve gerçek dünyayla tanıştım. "Neyse ne!"

 

Halam ve dayı bey nefeslerini tutmuş bir halde beni izlerken onlara bakmadım. Cebimden telefonumu çıkartıp bulanık gözlerle şifremi girdim. İki kere yanlış girmiştim. Üçüncüyü girmeden önce biraz bekledim. Derin bir nefes alıp gözlerimi sildim ve şifremi tek tek girdim. Rehbere girip Demir abimi aradım. Kulağıma yasladığım telefonun çalıp çalıp az sonra kapanacağını biliyordum çünkü o benim telefonumu hiç açmıyordu.

 

Fakat bu defa duymayı beklediğim dıt dıt sesi olmadı. Şaşkınlıkla telefonu kendimden uzaklaştırıp ekrana baktığımda telefonu açtığını gördüm. Konuşmadı ama nefes sesini duyabiliyordum. Kalbim mutlulukla çarparken bende konuşamadım bir süre. Ekrana baktığımda on dakikamızın böylece akıp geçtiğini gördüm ve buna bir son verdim. Söylediğim şarkıyla.

 

"Mutlu günler kapima nereden gelecek?

Gözümun yaşlarıni kimler silecek?

Derdumun dermanıni var mı bilecek?

Yaş doli bu gözlerum nasil gülecek?

Gidersan benden bu sonum olsun..."

 

Telefon kapandı ama ben bozmadım. Sanki beni dinlemeye devam ediyormuş gibi devam ettim şarkıya.

 

"Gözüme yaş değil topraklar dolsun

Kader gülmedun bana eyvahlar olsun

Sen iyi ol mutli ol canun sağ olsun."

 

Telefonu cebime koyup ayaklandım. Önümü göremiyordum. Gözlerimin çişi gelmişti, bir an önce boşaltmaları gerekiyordu çişlerini.

 

"Nereye gidiyorsun?" diye sordu halam.

 

"İşemeye." dedim ona bakmadan. Zaten baksam da göremezdim.

 

"Geleyim mi seninle?"

 

"Gerek yok."

 

"Emin misin?"

 

"Eminim, adımın Fatma olduğu kadar hem de."

 

Tam gidiyordum ki, "Senin adın Fatma değil." diyen dayı beyle durdum.

 

"Biliyoruz herhalde adımızın Gülşah olduğunu." dedim ters ters. "Rahat bırakın beni!"

 

Lavaboya bir yerlere veya birilerine çarparak zar zor gelmiştim. Hızla boş kabinlerden birine girip klozetin kapağını kapattım ve üstüne oturup kapalı kapıya bakarken gözyaşlarımı serbest bıraktım. İlk önce usul usul çiseleyen yağmur gibi aktı gözyaşlarım. Sonra bir hıçkırık koptu boğazımdan, omuzlarım sarsılmaya başladı ve birden sağanak yağmur gibi ardı sıra aktı gözyaşlarım. İçim dışıma çıkana kadar, hıçkırıklarım iç çekmelere dönene kadar ağladım o kabinde. Başımı yanıbaşımdaki duvara yaslayıp gözlerimi kapattım fakat iç çekmelerim devam ediyordu. Gözyaşlarım bitmişti. Yağmur sonrası çöreklenen dinginlik gibi üzerime bir ağırlık çökmüştü. Gözlerimi kapattım. Biraz dinlensem iyi olacaktı. Bazı şeyler fazla ağır gelmişti çünkü. Bunlarla baş edebilmem için biraz dinlenmem gerekiyordu.

 

***

 

Halam zili çaldığında annem kapının arkasında bekliyormuş gibi hemen kapıyı açtı. "Ay nihayet!" dedi bizi gördüğünde. Direkt bana baktı, konuşacak gibi oldu ama suratsız bir halde durduğumu görünce vazgeçti. Halama baktı sorgulayıcı bakışlarla.

 

"Korkma yenge, eskisi gibi çok sataşmıyor." diyen halam ayakkabılarını çıkartıp içeriye gitmişti bile. Sanki sürekli hırçınlık yapan köpeğini veterine götürüp sakinleştirici vurdurmuş gibi konuşmuştu. Ben sataşmıyordum kimseye, onlar bana sataşıyordu bir kere!

 

Ağzımın içinde homurdanarak ayakkabılarımı çıkartıp içeriye girdiğimde ayakkabılığın önündeki ayakkabı yığınını gördüm. Ben sormadan kapıyı kapatan annem konuştu. "Dünürler geldi, salondalar." dedi.

 

"Niye gelmişler?" diye sordum ters ters, önümdeki Tahin'in pahallı ayakkabısıyla bakışırken. Sorum hepsi adına değildi, bir kişiye yönelikti ama annem bunu anlamadı. "Her akşam her akşam bizde bunlar! Yakında yatıya da kalırlar."

 

"Kız denir mi öyle? Ayıp!" diye uyardı annem. "Dünürlerimiz onlar bizim. Herhalde gelecekler. Hem bu seferki sıradan misafirlik değil. Ablanın nişan tarihini konuşacağız." Sonra birden gözleri doldu annemin. "Yuvadan uçuyor Sibel'im." diye dertlenmeye kederlenmeye başladı birden. "Oy kız annesi olmak daha zormuş. Seni de bir gün böyle Sibel gibi görebilecek miyim kızım?"

 

Ona tuhaf tuhaf baktım. "Hiç sanmıyorum." dedim. "Evlilik bir yirmi yıl planlarım arasında yok."

 

Annem anında kaşlarını çattı. "Halan gibi bekar yaşarsın kırk yaşına kadar. Oran buran sarkınca kudurmaya başlarsın sonra!" diye söylenmeye başladı. Benim evlenmeyeceğimi bildiği için alttan alttan damat arıyordu hem beni beğenen, hem de efendi, kibar bir damat. Bunu bilmediğimi sanıyor ama çöpçatan Ferhunde'yle buluşup kuyumu kazmaya çalıştıklarını biliyordum. "Neyse neyse," dedi. "Hadi geç içeri de bir hoş geldiniz de."

 

Sol kaşımı kaldırdım. "Ya hoş gelmedilerse?"

 

"Gül!"

 

"Öf tamam, önce bir üstümü değiştireyim. Sonrasına bakarız."

 

Annem arkamdan geç kalmamam ve uyumamam için söylenirken odama girmiştim bile. Işığı açıp bir süre odamın içinde turladım. Tahin uyuzu eminim ki yüzsüzce içeride oturmuş, beni bekliyordu. Peki ben ne yapacaktım? Ondan intikam alacaktım!

 

Evet bunu yapacağım!

 

Ona öyle şeyler yapacağım ki adını unutacak!

 

Derin bir nefes alıp verdikten sonra ablamın makyaj masasına oturdum. Çekmeceyi açtığımda koca çekmeceyi dolduran, hatta alan olmadığı için üst üste binen makyaj malzemelerine baktım şokla. Yemin ederim makyaj malzemesine yatırdığı parayı kenara ayırmış olsaydı şimdi dirseklerine kadar Trabzon burma takardı!

 

Bir rujunu aldım, kapağını açtım. Kırmızıydı. Dudaklarıma sürdüm, özenle. Fondötenini aldım. Parmağımın ucuna biraz sıkıp göz altımdaki ufak morluğu kapatması için sürdüm ama ablamın teni benim tenimden biraz koyu olduğu için suratımda absürt durdu. Islak mendille fondöteni ve ruju sildim. İçeriye gitmemek için oyalandığımı anlayınca kalktım masadan ve ani karar değiştirmeden önce odamdan çıkıp salona gittim koşar adım.

 

Tam salon kapısının girişinde durduğumda sohbet bölündü ve tüm gözler üzerime çevrildi. Tekli koltukta oturan Tahin hızla doğrulup bana baktığında o hariç herkese tek tek bakıp gülümsedim. "Hoş geldiniz!" dedim cıvıl cıvıl bir sesle. Büyüklerin ellerini, küçüklerin gözlerini öptüm. İkincisi şakaydı tabii ki çünkü ortamda benden küçük olarak Mehmet ve Peri vardı. İkisi bir köşede oturmuş Mehmet'in tabletinden açtığı çizgi filmi izliyorlardı. Peri o kadar odaklanmıştı ki çizgi filme sesimi duymadı bile.

 

"Hoş bulduk kızım," dedi Züleyha Hanım gülümseyerek bana bakarken. "Nasılsın?"

 

"İyiyim." dedim. Gülümsememi asla düşürmedim yüzümden. "Siz?" diye sorduğumda kibarlığım karşısında ailemin şaşkın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.

 

"Şükür, iyiyiz biz de."

 

"Ne güzel." dedim dedemin boş koltuğuna geçerken. "Ya ne diyeceğim? Haftanın iki günü ya siz bize geliyorsunuz ya biz size. Bunu haftanın beş gününe falan mı yaysak? Ne dersin enişte?" diye ona baktığımda ablama kısa bir bakış attı, gülümsedi.

 

"Olur." dedi. Olurdu tabii. Sevdiği bu evdeydi çünkü ama bana olmazdı. Alttan alttan laf sokmamı bile anlamadılar.

 

Annem az önce bölünen sohbetlerini başlattığında Tahin'e bakmamak için koltuğun yanındaki dedemin bulmacalarını ve kalemini aldım. Biraz çözmeye çalıştım.

 

"Hım, Bursa'nın plakası?" diye kısık sesle konuştum kendi kendime. "Çok basit. Cevap 61. Ne de olsa bana Bursa bile Trabzon'dur. Diğerine geçelim bakalım."

 

Tam soruyu okurken çaprazımda oturan Yaren abla bana doğru eğildi. "Gül nasılsın?" diye sorduğunda ona bakmadım. "İyi olduğumu söylemiştim az önce."

 

"Duydum ama-..."

 

"Kareli kumaş?" diye sordum başımı kaldırıp ona bakarken. Şaşırdı. Yeşilimsi ela gözleri çözdüğüm bulmacaya kaydı, anladı.

 

"Ekose." dedi.

 

Kaşlarımı kaldırıp indirdim. "Yanlış. Piknik örtüsü olacaktı cevap." Cevap için ayrılan kutucuklara harfleri yerleştirmeye çalıştığımda kutu yetmedi. Bende yanına kutu çizip kalan harfleri yazdım. Bu bulmacaları da basarken hep yanlış basıyorlardı!

 

"Cevap ekoseydi Gül, kareli kumaş diyor çünkü." Kısa eteğini gösterdi. "Bundan bahsediyor."

 

Ona baktım. "Kırmızı beyaz piknik örtüsü de kareli?" dediğimde bana deliymişim gibi baktı. Belli ki hiç pikniğe gitmedi. "Neyse," dedim bulmacama dönerken. "Hayatında hiç pikniğe gitmediğin için seni yargılamayacağım."

 

"Her yaz pikniğe gideriz." dedi ama duymazdan geldim.

 

"Boşuna uğraşma Yaren," dedi ablam yanı başımdan "Gül bir dediyse iki dedirtemezsin ona. Cevap ekose evet ama Gül için cevap piknik örtüsüdür. Bunu tillahı gelse değiştiremez!"

 

"Çünkü ben sürü psikolojisine karşıyım." dedim onlara bakmayıp iki soru daha çözerken. "Ben bir bireysem benim kararlarım herkesle aynı olmak zorunda değil."

 

"İyi ama-..." diyen Yaren ablayı susturdum yine, soru sorarak.

 

"Tibet öküzü?"

 

Yaren abla duraksadı. O sırada Sinan abim geldi yanımıza. "Annem sana işaret ediyor." dedi ablama. Ablam hemen ayaklandı. "Çayları koyayım ben."

 

Ablamın açtığı boşluğa Sinan abim oturdu. "Ne yapıyorsun?" diye sorduğunda sırıttım. "Biz de tam senden bahsediyorduk abiciğim."

 

Kaşlarını çattı, bir gerildi. "Benden mi? Ben ne alaka?"

 

"Tibet öküzü demiştim ki sen geldin." dediğimde Yaren abla eliyle dudaklarındaki gülüşü örttü. Bunu fark eden Sinan abim kızarıp bozarmaya başladı.

 

"Senin dilin fazla uzamış gittiğin yerde!" dedi sağlı sollu ölümcül bakışlarını üzerime fırlatırken. "Keseyim diye yapıyorsan kökünden hallederim, benim sinirlerimi zıplatma!"

 

Hiiiç umursamadım. Yaren ablaya baktım cevap için. Toparlandı. "Yak." dediğinde güldüm. "Gemileri mi?"

 

"Sorudan bahsediyorum," Abime kısa bir bakış attı, gülecek gibi oldu ama tuttu kendini. "Tibet öküzü demiştin ya."

 

Gülüşüm soldu hızla. "Yok," dedim soruyla bakışırken. "Cevap yak değil. Cevap belli aslında ama neyse."

 

Çünkü cevap canlı kanlı bir vaziyette tam karşımda oturuyordu. Cevap yak falan değildi, cevap Tahin'di. Onun adını yazdım kutucuklara. İki kutu yetmedi yine. Çizdim bende.

 

Sinan abim onun adını yazmamı bekliyormuş gibi kafasını uzatıp bulmacaya baktığında şaşırdı. "Tahin mi?" dedi şaşkınlıkla. Tüm odağı, ilgisi, dikkati burada olan Tahin kişisi lakabını duyunca yerinde dikleşti. Gelmekle gelmemek arasında gidip geldi, gelmemeyi seçti. Oturdu kaldı o koltuğa. İnşallah yapışırdı bir tarafları oraya! "Tahin ne alaka?"

 

Omuz silkip bulmacayı kenara koydum. "Acıktım herhalde. Gidip karnımı doyuracağım." diyerek kalktım ve üzerimdeki bakışları umursamadan salondan çıktım. Ben mutfağa girerken ablamda da çay dolu tepsiyle mutfaktan çıkıyordu. Bana yol verdiğinde ben mutfağa girdim o salona gitti.

 

Buzdolabına yönelmeme gerek kalmadan mutfak masasının üzerindeki çikolatalı pastayı gördüm. Çatala bile gerek duymadan işaret parmağımı kanca gibi pastaya geçirip aldığım lokmayı parmağımla beraber ağzıma soktum. Çikolatanın sakinleştirici etkisi olduğunu söylüyordu uzmanlar. Valla doğruymuş. Daha ilk lokmada bir rahatlama gelmişti.

 

İkinci kez parmağımı pastaya daldırdığımda ablam geldi, kapıyı kapattı ama pastaya o kadar odaklıydım ki bakmadım bile. "Kim aldı bunu?" diye sordum ablama. "Bana bak, ben evde yoktum diye pasta alıp kutlama mı yaptınız yoksa? Eğer öyleyse zehir zıkkım olsun size."

 

Ablamın sesini duymayı beklerken ensemde birinin nefesini hissettim ve daha arkamı dönmeden, sesini duymadan kim olduğunu anladım ve gerildim. Tahin'di. Bu anı bekliyormuş gibi damlamıştı hemen. Ceylanı kulvarında yalnız görünce hemen atağa geçmişti ama av olarak baktığı ceylan onu kendine av yapacak, haberi yok.

 

"İnsan neden korkarsa onu yaşarmış," dedi usulca kulağıma doğru. Kaskatı kesilmiş bir halde öylece dururken ne yapacağımı bilemedim. Hayalimde bu anı onu boğarak bitiriyordum ama ailesi şu an içerideyken bunu yapamazdım. Ailesini geçtim bir polis olarak Sinan abim içerideydi ve o asla beni kayırmaz, seve seve beni kelepçeleyip götürürdü. "Ben de seni kırmaktan korktum. En çok bundan korktum ve başıma geldi. Seni kırdım."

 

Ne kırılması canım, bükülme özelliğim var benim diyecektim, zor tuttum kendimi. Fevri hareket etmeyecektim. Onun canını iki misli yakmam için sakin kalmam gerekiyordu.

 

Sakince, ona belli etmeden nefeslenip kocaman gülümseyerek ona döndüm. Suratımdaki mutlu ifade onu şaşırttı. "Pardon canım?" dedim kaşlarımı kaldırıp elimi belime koyarken. "Ne kırılması, anlayamadım tam olarak da? İnsan sevdiğine kırılır, ben sana niye kırılayım ki? Sen kimsin? Söylesene, kimsin sen? Eniştemin kardeşi, ablamın kaynı, dünürlerimizin en küçük oğlu olmak dışında kimsin sen? Sen bana aptal dedin diye ya da o kelimeyi bana yakıştırdın diye ben öyle biri olmam canım. Sana da kırılmadım yani. Zerre umrumda değilsin çünkü."

 

Sözlerim onda ikinci bir tokat etkisi yaratırken omuzları düştü, gözleri yenilgiyle kapandı. "Yapma." dedi önce. Gözlerini açtı hemen. "Ya da yap. Bana karşı kinin öfken geçecekse kafamı bile kır, hakkındır. Ama çok pişman olduğumu, köpekler gibi pişman olduğumu bil. Ferhat'la sizi o halde, samimi görünce seni kıskandım ve asla yapmamam gereken bir şey yaptım..."

 

"Bak koçum," deyip elimi omzuna koyup sözünü kestim. Omzunu sıkmaya çalıştım ama o kadar sertti ki parmaklarım acıdı. Taştan mı yaratıldın be mübarek! "Bana aşık olduğunu söyledin fakat benden sana karşı olumlu bir yanıt gelmedi, yanlış mıyım? Biz sevgili değiliz. Flört bile değiliz. Anlıyor musun? Ben istediğimle istediğim gibi görüşür, konuşurum. Sende öküzün trene baktığı gibi bakarsın anca. Sana düşen bu çünkü. Bana karışamazsın. Buna hakkın yok. Deliriyor musun? Kıskanıyor musun? Kuduruyor musun? Umrumda değil. Bir kere haddini aştın onda da tokadımı yedin. Ders olmuştur diye düşünüyorum."

 

"Kıskandım!" dedi sesini yükselterek. Hızla elimi ağzına örttüm. "Bağırma ula! Toplayacaksın herkesi başımıza."

 

Elimi ağzından çektiğimde sert duruşunu bozmadı. "Sen olsan sende kıskanırdın."

 

"Umrumda olmazdın."

 

Kaşlarını daha sert çattı. "Öyle mi?" diye sordu meydan okur bir tavırla. Gayet emin bir tavırla başımı salladım. "Bu laflarını günü geldiğinde sana yediririm ama, haberin olsun."

 

İleride ne olacağını bilmediğim için sırıttım. "Kesin yaşanır."

 

Derin bir nefes alıp verdi. Omuzları düştü yeniden. "Gizlemeye çalışsan da bana kırıldığını görebiliyorum Gül. Özür dilesem telafi etmez bunu da biliyorum. Beni affedebilir misin? Ben kendimi affedemiyorum, sen affedebilir misin beni?"

 

İşte beklediğim kozu kendi elleriyle altın tepsi de sundu bana.

 

"Üç gün boyunca her istediğimi yaparsan tabii ki affederim seni." dedim samimiyetle. O üç günü burnundan getireceğim! Onu doğduğuna, bana aşık olduğuna pişman edeceğim.

 

"Kabul." dedi bir an bile düşünmeden. Sanki onu öpecekmişim gibi heveslendi. "Sen ne istersen onu yaparız."

 

Cebimden telefonumu çıkartıp rehbere girdim ve ona uzattım. "Yaz bakalım numaranı. Sana yapacaklarını mesaj atarım."

 

Telefonumu aldı, numarasını girdi, kendini kaydetti ve sırıtarak telefonumu geri uzattı. Kaşlarımı çattım. Niye sırıtıyor bu? Kesin bir haltlar yedi! Ben telefonumu kurcalarken, "O zaman senden haber bekliyorum." diyerek çıkmıştı mutfaktan.

 

Şimdi gördüm bende.

 

Kendini Tahin'im diye kaydetmişti manyak herif!

 

***

 

"Çıkıyorum ben!" diye tüm sesimle cırladım mutfağa doğru.

 

"Nereye böyle sabah sabah?" diyen annem mutfak kapısında elinde çaydanlıklarla bana bakarken çoktan ayakkabılarımı giymiştim bile.

 

Kapıyı açtım. "İşim var."

 

"Kahvaltını yapsaydın bari!"

 

"Dışarıda yerim." dedim elimi manasızca havada sallarken.

 

Evden çıkmış, kapıyı kapatıyordum ki, "Gül, bekle bir dakika." diyen halamın sesini duyunca durdum. Ona baktığımda arkasını kontrol edip kollarını göğsünde topladı. "Dayım senden ne istedi?" diye sorduğunda saf saf suratına baktım. Anlamadığımı anladı. "Ladesten bahsediyorum, kazanmıştı ya?"

 

Ha şu mesele. Ondan kaçmaya çalışmama rağmen beni yakalayıp isteğini söylemişti. Gözlerimi devirdim. "Benden yine gelmemi istedi." dedim omuz silkerek. Evet, o ihtiyarın benden daha ağır, daha ulaşılmaz bir şey istemesini bekliyordum fakat o, akşam bizi uğurlarken bana yine gel demişti. Benden istediği bu olmuştu. Yine gel diyor, iyi hoş da... Ben gidince de ya kovuyor ya silah çekiyor. Anlamıyorum ki bir şey!

 

Halam şaşkınlıkla kaşlarını kaldırırken, "Başka bir şey yok yani?" dedi sorar gibi.

 

Ters ters ona baktım. "Ne olabilir başka? Dayı manyak çıktıysa benim suçum ne? Hadi gittim ben!"

 

"Nereye sen böyle acele acele?"

 

"Cehennemin dibine!" diye bağırdım. "Ne bu sabah sabah ya? Sorgu meleği kesildiniz başıma! İşim var işte!"

 

Zaten Tahin yüzünden gergin ve öfkeliydim. Halam arkamdan söylenirken onu umursamadan ellerimi köyün muhtarı gibi arkamda bağlayıp sokağın aşağısına doğru yürümeye başladım. Sola döndüğümde az ileride onu gördüm. Arabasına yaslanmış, bir ayağını öteki ayağının önüne uzatmış, elleri cebinde, arabanın radyosunda sesini yükselttiği şarkıyı mırıldanıyordu. Bir ayağı şarkının ritmine göre sallanıyordu. Üstünde görmeye alışık olduğum takım elbise yerine siyah kot pantolon ve düz, kol kaslarını sıkı sıkıya saran beyaz bir tişört vardı. Gözlerindeki siyah güneş gözlüğü ve her zamanki yapılı halinin aksine dağınık kumral saçlarıyla fazla şey görünüyordu.

 

Şey işte!

Anladınız siz.

 

Sokağın yukarısına baktıktan sonra başını bu tarafa, benim bulunduğum alana çevirdi ve beni görür görmez gülümseyip doğruldu. Ben de hızla toparlandım ve silkinip kendime ondan alacağım intikamı hatırlatarak ona yürüdüm. Kaşlarım çatık, bakışlarım sertti.

 

Yanına gittiğimde gözlüğünü alnına kaldırdı ve sırıtarak asık yüzüme baktı. "Bugünün güneşi siz misiniz hanımefendi?" diye sordu. "Günümü aydınlattınız da."

 

İltifatı sanki hiç sevilmemiş, sevgiyi tatmamış gibi arsızca çarpan kalbimin atışlarını hızlandırdığında bunu ona belli etmedim. Tatlı tatlı gülümsedim. "Şimdiki aydınlığa güvenme canım, yavaş yavaş hayatını karartacağım, seyret sadece!" dediğimde yüzündeki şu sinirlerimi bozan sırıtışını bozar sandım ama daha çok güldü ve "Canın mıyım gerçekten?" diye sordu. Takıldığı nokta bu olmuştu cidden. Bu adam beni bugün deli etmezse iyiydi zira katil olmak için hava bugün fazla güzeldi.

 

İşaret parmağımın ucuyla alnındaki gözlüğünü gözlerine düşürdüm. O baktıkça girdap gibi içine çeken lanet gözlerini görmeyince daha iyi oluyordum. Bugün güneş gözlüğünü çıkarmasına izin vermeyecektim.

 

"Boş yapma da, gidelim hadi çaylak! İşimiz çok."

 

"Siz nasıl isterseniz hanımefendi." diyerek hızlı davrandı ve arabanın etrafında dolanarak kapımı açtı.

 

Bugün ona inat yaptığı her şeyin tersini yapacaktım. O yüzden arabaya binmem için açtığı kapıyı kaşlarımı çatarak kapattım. "Ben sana kapıyı aç dedim mi?" diye kızım ona. Şaşkınlıkla baktı bana çünkü bu hareketine düşmemi bekliyordu. İçimdeki Allah'ın kekosu romantiklikten zerre anlamıyordu! Bu benim suçum mu? "Elim kolum tutuyor çok şükür, kendi kapımı kendim açarım. Sana gerek yok!" diyerek sertçe kapattığım kapıyı usulca açıp hanımefendi bir şekilde arabaya bindim ve kemerimi taktım. Radyodaki şarkı hâlâ çalıyordu.

 

Ya ben anlatamadum ya sen anlamayisun

Ellere yağmur oldun, bana damlamayisun...

 

Ellere yağmur da olurum kar da. Ama onun toprağına, benim tek damlam dahi değmezdi şu saatten sonra.

 

Tahin koltuğuna oturup kemerini taktıktan sonra gözlüğünü çıkartıp tişörtünün önüne taktı ve arabayı çalıştırmadan önce bana baktı. "Evet, nereye gidiyoruz kaptan?"

 

"Açım. Bir restorana götür beni." dedim. Ona yan bir bakış attım. "Ucuz bir yer olmasın. Seni affetmemi istiyorsan biraz paraya kıyman gerek."

 

Gülümserken arabayı çalıştırdı ve içimi götüren bir hareket yaptı. Avuç içiyle direksiyonu sola doğru çevirdi. Araba kullandığım zamanlarda bu hareketi bende yapardım. Demir abim de sıklıkla yapardı. Bu hareketin karizması şaka mıydı? Bayılacak gibiydim! Hayır, abartmıyorum. Tahin'i araba kullanırken izlersem üç adım öteye gidemeden kucağına atlarmışım gibi hissediyordum. Bu yüzden başımı sağa çevirip sokağı seyrettim.

 

Böyle sessizce yolculuk yapmak da canımı sıktı. Ona yan bir bir bakış attım. "Üstüne bir şey alsaydın keşke," dediğimde bana kısa bir bakış attı. "Biraz soğuk davranacağım, üşütme diye dedim."

 

Bunda bile sevinecek bir şey buldu. "Sen beni mi düşünüyorsun?" diye sırıttığında ağzımın içinde homurdanarak başımı çevirdim.

 

Bununla da iki konuşulmuyor hemen olayı kendine çeviriyor!

 

Uzun sayılabilecek yolculuğun ardından beni gerçekten de pahalı olduğunu daha dış tasarımıyla belli eden bir mekana getirdi. Cam kenarında denizi gören bir masaya geçtik. Garson geldi direkt. O konuşmadan ben atladım zaten. "Menüde ne var ne yoksa getir, masayı donat." dediğimde garson başını sallayıp, "Hemen efendim." diyerek gitti.

 

O gider gitmez Tahin'e baktım. Karşıma oturmuştu. Bir eli masada, tabağın yanında dururken diğer elini yanındaki boş sandalyenin sırtına uzatmıştı ve garsona masayı donat dememe kızmış gibi bir hali yoktu hiç. Ama bu bütün gün böyle yaptığım her şeyi sakin karşılarsa olmaz ki! Sinirlenmesi, tepki koyması gerekiyor ki kavga edebilelim!

 

"Ay ben böyle her şeyi istedim ama yanında nakit ya da kart vardır umarım?" dedim yalandan mahcubiyetle.

 

O da anladı zaten. Gülümsedi. Bugün çok sık gülümsüyordu ve bu hiç hoşuma gitmiyordu. "Sıkıntı değil," dedi. "Hallederiz. İstediğin gibi olsun her şey."

 

Ellerimi çenemin altında birleştirip gülümsedim. "Öyle olacak zaten."

 

Sonra garson geldi. Tam üç yemek arabası tabak getirip masaya dizdiler. Masanın üzeri tabak doluydu. Çeşit çeşit peynirler, reçeller, zeytinler, kaymaklar ve ballar vardı. Onun haricinde omlet, domates, salatalık ve bol yeşillik de mevcuttu. O kadar açtım ki, direkt daldım kahvaltılıklara. Tahin hiçbir şeye dokunmadı, oturuşunu bile bozmadı.

 

Tahin'i umursamadan sanki evde yemek yermişim gibi kibarlığı bir kenara bırakıp daldım kahvaltılıklara. Ayı gibi yemek yerken Tahin sanki çok güzel bir filmi izliyormuş gibi dudaklarında kalan tebessümle izliyordu beni. Niye iğrenmiyor bu be? Ağzımı bile şapırdatmıştım ama tepki vermemişti.

 

Sinirle çayımdan bir yudum alırken mekanda çalan kısık sesli şarkı değişti ve birden Tahin şarkıya eşlik etti. Gözlerimin içine bakarak şarkıyı söylediğinde çoğu kişinin bakışları buraya kaymıştı. Bir anda herkesin odağı olduğumuzda rahatsızca kıpırdandım yerimde.

 

Bana sen gerek, şu küslüğü bırak

Gel konuşalım ordan burdan

Bahçemin deli, ey yaman Gül'ü

Feda uğruna, yansın bu orman

 

Sana ben ezelden geldim, lan, dediği anda kıpırdanmayı kesip gözlerine baktım. Gözleri çok farklı bakıyordu. Bu hoşuma gitmedi.

 

Bi' çağır hele bak, bu yerde durmam

O mavi göze, kaşa ben ki kurban

Taşıyor umudum aşkımdan

 

Sana ben ezelden yandım, lan

Bi' çağır hele, daha bu yerde durmam

O mavi göze, kaşa ben ki kurban

Taşıyor umudum aşkımdan

 

Duruşunu bozdu, kollarını masaya yaslayıp yüzüme eğildi. Daha yakından baktı gözlerime. Gülümsedi. Yüz yüze kaldığımızda öyle devam etti şarkıya.

 

Söylemiyorum

Çok özledim ama

Hasretin ağır

Gel de kurtar

 

Ben inanırım

Bu aşk bize umar

Kimse edemez onu tahtından

 

Sana ben ezelden geldim, lan

Bi' çağır hele bak, bu yerde durmam

O mavi göze, kaşa ben ki kurban

Taşıyor umudum aşkımdan

 

Geçmişin yükü şimdi toz duman

Bembeyaz defterim, her sayfam

Sen benim alın yazımsın, tamam

Silmeye ne mecal ne derman

 

Öyle bir söyledi ki şarkıyı, öyle hisli, öyle anlamlı söylemişti ki allak bullak olmuştum.

 

Sana ben ezelden geldim, yandım derken içimde bir acı ve acıyla beraber bir umut belirdi. O bana asla hatırlamak istemediğim o çocuğu hatırlatıyordu ama bu sözleri, özellikle bu şarkıyı hisli bir sesle bana söylemesi farklı hissettirdi.

 

Sanki hatırlamak istemediğim o çocuk, ta kendisiymiş gibi...

 

Dudaklarıma bulaşan reçel ve ekmek kırıntılarıyla ona bakarken ben şaşkındım ama o gerçekten bana aşıkmış gibi bakıyordu. Olmazdı. Bu defa olmazdı. İkinci kez birini sevemem.

 

Şarkıyı bitirdiğinde etraftan alkışları almıştı. Burnumun dibinde bana bir şey itiraf etmek ister gibi bakarken sevimsizce gülümsedim. "Şovun bittiyse kalkalım, doydum." dedikten sonra onu beklemeden kalktım ve restorandan çıktım. İki dakika içinde o da çıkıp peşimden gelmişti.

 

"Şimdi nereye gidiyoruz?" diye sordu yanımda durduğunda.

 

Elimi uzattım. "Anahtarı alayım canım, ben kullanacağım."

 

İtirazsız cebinden çıkardığı anahtarı avucuma bıraktı. Arabanın etrafından dolanıp şoför koltuğuna geçtiğimde o da yan koltuğa yerleşmişti. Emniyet kemerlerimizi taktık. Ben arabayı çalıştırırken o sırıtıyordu. "Yeni rotamız mezar olacak galiba?" dediğinde ona ters bir bakış attım. İyi ki arabasına çarpmıştık bunun da! Beni acemi bir şoför sanıyor herhalde.

 

Direksiyonu onun yaptığı gibi avuç içimle çevirip park alanından çıkarken gözlerinin elimin hareketinde olduğunu ve bundan etkilendiğini gördüm. Ona havalı bir bakış attım ve şöyle dedim: "Yapmam asla evde oturup kanaviçe, bana derler otobanda Kraliçe. N'aber?" dediğimde önce şaşırdı fakat sonra büyük bir kahkaha attı.

 

"Kraliçeye bak sen. Ee, başka yok mu?" diye sorarken hâlâ gülüyordu. Şerefsizin oğlu çok da güzel gülüyordu!

 

Yan ve dikiz aynasından arkayı kontrol ederken arkadan geçmek için sinyal çakan arabayı fark ettim. Sol elimi camdan çıkartıp geç işareti yaptım. "Sen geç evlat, abla yorgun." dedim iç çekip öne geçen arabayı izlerken.

 

Tahin yine kahkaha attığında ellerimi direksiyonun yumuşak dokusunda gezdirdim. "Ford mu bu?" diye sorduğumda başını salladı. "Evet."

 

Ona yan bir bakış attım. "Senden daha lüks bir şeyler beklerdim. Şaşırtıcı."

 

O da bana yan, karizmatik bir bakış attı. "Vardı zaten de, bir Gül dikenlerini batırdı." dediğinde konuyu değiştirdim hemen.

 

Ona karizmatik bir bakış attım. "Adamı kolda, Ford'u yolda severim." dediğimde güldü yine. Bir tane daha söyledim. "Erkeğim belime sarılsın, Ford'um yollara asılsın."

 

"Sarılayım o zaman beline." diyerek bana doğru bir hamle yaptığında kaşlarımı çattım. Bu da krizi fırsata çevirmekte bir numaraydı.

 

"Höst ula! Geri bas yoksa ilk duvara toslarım!"

 

Ellerini çekti ama bedenini çekmedi. Dibimdeydi. "Seninle ölüme bile gitmek benim için onurdur." dedi.

 

Şeytan diyor bas gaza, çarp bir duvara da ondan sonra konuşsun böyle bakalım.

 

Neyseki şeytana uymadım çünkü arabada bende vardım. Dahası arabayı ben kullanıyordum.

 

Yanımdan geçen arabaya baktım kısa bir an. Kadın arabayı kullanıyor, yanında oturan adam da telefonuyla uğraşıyordu. Bir yandan yolu kontrol edip bir yandan ona seslendim. "Sollama bacını, alırım kocanı!" diye bağırdığımda Tahin ensemden tutup içeri çekti kafamı.

 

"Yavaş gel!" diye uyardı sertçe. "Sana ne ulan elalemin kocasından. Koca istiyorsun ben varım burada. Bir nikaha bakar."

 

Burnumdan güler gibi bir ses çıkarttım. "Bana yavaş gel diyene de bak!" dedim. Gözlerimde şeytani pırıltılar parlarken ona baktım. "Sev beni, süründüreyim seni." dediğimde gülümsedi.

 

"Seviyorum ya zaten." dedi usulca, kalbime dokunan sesiyle. "Maşallah sende süründürüyorsun bir güzel. Hiç acımıyorsun. Ama aşk, sevgi, sevda bu demek değil mi zaten? Kahrını da çekmek, lütfunu da yaşamak demek değil mi?"

 

Cevap vermedim. Ona bakmadım bile. Gergin bir vaziyette arabayı kullanırken sabit kalmaya çalışıyordum. O böyle beni izlerken, böyle kalbimi hoplatacak şekilde konuşurken ben nasıl sakin kalabilirim ki?

 

Ortamdaki gergin sessizliği çalan telefonum bozduğunda bunu beklemediğimden irkildim. Cebimden telefonumu çıkarmaya çalıştım ama trafiğe çıktığımız için arabalar yoğundu. Arabayı tek elle yol boşken kullanabiliyordum ancak.

 

"Bırak sen, ben hallederim." dedi Tahin. Elimi çektiğimde onun eli cebime sızdı ve telefonumu çıkarttı. "Deden arıyor."

 

"Aç ve hoparlöre al." diye emir verdiğimde dediğimi yaptı.

 

Ben alo diyemeden dedem, "Bulmacamın hali ne?" diye bağırdı telefonun ucundan. Dün akşam çözemediği soruları çözdüm diye bana teşekkür etmek yerine hesap mı soruyor o?

 

"Sana da merhaba dede," dedim gözlerimi devirirken. "Hayırdır, ne olmuş bulmacana?"

 

"Bulmacamı karalamışsın!"

 

"Benim yaptığımı nereden biliyorsun? Belki babam yapmıştır!" diye suç attım hemen.

 

"O eğri büğrü yazıyı nerede görsem tanırım." diyerek yazıma hakaret ettiğinde Tahin'in gülmemek için elini ağzına örttüğünü gördüm. Ona ters bir bakış attım. "Hayır çözdüğün bir şey değil, bari doğru çözseydin. Bursa'nın plakası diyor, senin yazdığın cevap 61! Bursa'nın plakası 61 mi benim salak torunum?"

 

Tahin dudaklarını sımsıkı birbirine bastırmış, gülmemek için kendini kasarken yanaklarını şişirmişti. Onun duyacağı şekilde dedemin beni rezil etmesi sinirlerimi bozduğunda direksiyonu sıktım.

 

"Bana her yer Trabzon, suç mu? Seksen bir ilin tamamı bana Trabzon. Trabzon sevdalısı olmak suç mu? Trabzonlular korkmayın, konuşun lütfen!" dediğimde Tahin kıpkırmızı olmuştu kendini kasmaktan. Patladı patlayacaktı.

 

"Trabzon sevdalısı gibi konuşuyorsun ama fanatik Galatasaray'lısın, içimizdeki küçük hain!" dediğinde yerimde rahatsızca kıpırdandım.

 

"Ben kazananın yanındayım daima!" dedim ters ters. "O da kazansın, onu da destekleyeyim Allah Allah."

 

Dedem bu konuda benimle laf yarıştıramayacağını anlayınca konuya geri döndü. "Ula bunu geçtim, sen kareli kumaşa nasıl piknik örtüsü yazdın? Kutucuk yetmemiş, fazladan kutu çizmiş bir de hey Allah'ım!"

 

"Bulmaca hatalı basılmış, benim suçum ne?" diye bağırdım sinirle. "Kareli kumaş diyor orada. Piknik örtüsü tabii ki cevap, ne olacak başka?"

 

"Hadi buna da tamam, bunu da anladım. Ama Tibet öküzüyle Tahin ne alaka?" dediğinde deminden beri kıs kıs gülen Tahin efendi birden kaşlarını çattı.

 

Ona bakıp sırıttım. "Bak onun cevabı yüzde yüz doğru."

 

Tahin bana bakakalırken dedem, "Ben onu bunu anlamam, bana yeni bulmaca almadan gelme eve!" deyip telefonu kapattı.

 

Tahin telefonumu torpidonun üstüne bırakırken, "Tibet öküzü demek?" diye söylendi. "Ne öküzlüğümü gördün güzelim?" dediğinde ona kısa bir bakış attım. Tam dudaklarımı aralamış, şirkette bana söylediklerini ona söyleyecektim ki, kaşlarını çattı. "Tamam sus!" dediğinde kıkırdadım. Biliyordu en azından kendini.

 

Bir yandan yolu kontrol ederken bir yandan da bakkal arıyordum. Sonunda bir tane buldum. Bakkalın sağ köşesinde cips dolu raflar varken sol tarafta da gazetelerle dolu stant vardı. Arabayı sağa çekip durdurdum.

 

Tahin'le aynı anda arabadan indikten sonra gazete standının yanında durduk. Ben gazetelere bakarken o bana bakıyordu. "Deden bulmaca istedi ama sen gazeteye bakıyorsun?"

 

Ona bakmadan gazeteleri kurcaladım. Şu gazetelerin kokusu kadar güzel bir koku yoktu. Bir yandan içindeki bulmacalara bakarken bir yandan da kokluyordum sayfaları. "Dedem önce gazeteyi okur, sonra sürpriz yumurta gibi içinden çıkan bulmacaları çözer. Okunup bir köşeye atılan gazete sayfaları da hamsi yediğimiz zaman masaya sereriz ya da annem gazeteleri buruşturup cam siler. Kara Malikanesi'nde gazete asla ziyan edilmez yani canım!"

 

"Bugün üçüncü kez bana canım dedin." dediğinde ona ters bir bakış atıp elindeki gazeteleri kucağına tutuşturdum. "Al şunları, çok konuşma."

 

İçeriye girecektim ki ileride gördüğüm kırtasiyeyle duraksadım. Aklıma gelen sinsi planlar ışığında içimdeki kötü kadın kahkahalar atarken dışımdan stabil durdum. Bir şey belli etmemeye çalıştım. Kucağıma birkaç tane gazete aldım.

 

"Tahinciğim bana şu kırtasiyeden defter alsana sana zahmet."

 

Şöyle bir geri dönüp baktı kırtasiyeye. "Tamam," dedi. Elindekileri uzattı. "Tut şunları alayım hemen."

 

Gözlerimle sıkı sıkıya sarıldığım gazete yığınını işaret ettim. "Ellerim dolu görmüyor musun?"

 

Standa bırakmaya yeltendi. "Şurada dursunlar o zaman."

 

Engel oldum. "Ya şurası zaten. Hadi be! Amma nazlandın!"

 

Derin bir nefes alıp verdi. "Peki." diyerek gittiğinde onu izledim. Bakkaldan epey uzaklaştığında elimdekileri standa bırakıp masasının başında oturan bakkalcı amcaya seslendim. "Amca hırsız var koş! Gazeteleri çaldı!"

 

Tombul amca göbeğini hoplata hoplata geldiğinde Tahin olduğu yerde durmuş ve bana dönmüştü. Kolunun altına sıkıştırdığı gazetelerle şaşkınca bana bakarken sinsice sırıtıyordum.

 

"Ula gelmişsun kaç yaşina, utanmayi misun çalmaya?" diyen bakkalcı amca cebinden telefonunu çıkardı. "Şimdi polisi arayim!"

 

Tahin kaşlarını çattı ve öyle bir hızla geldi ki adam daha numarayı çeviremeden elinden çekip aldı telefonunu. "Ulan bir şey çalacak olsam gazete mi çalarım?! Delirtme adamı!"

 

"O zaman ha bu gazetelerimun senda ne işi var?"

 

Tahin bana öyle bir baktı ki, bir kaşık suya ihtiyaç duymadan beni boğabilecekmiş gibiydi. "İki dakika kırtasiyeye gidiyordum." dedi. "Gelecektim."

 

Bakkal amca Nuh dedi peygamber demedi. "Ben oni buni anlamam! Ver telefonumi. Polisi arayacağum!"

 

"Başlarım telefonuna!" diye bağırdı Tahin. Sinirlenmişti. Elindeki gazeteleri standa fırlattı. "Hepsini alıyorum bu gazetelerin. Hesap numaranı ver bana."

 

Cebinden telefonunu çıkardığında bakkalcı amcayla ben şaşkındık. Tahin adama ölümcül bakışlarını atınca adam hesap numarasını verdi. Tahin telefonundan işlem yaparken sessizce yanına gidip telefonuna baktım ve adamın hesabına altmış bin gönderdiğini gördüm.

 

Gözlerim kocaman olurken, "Yuh!" dedim ona bakarak. "Üç beş gazete için altmış bin mi gönderdin gerçekten?"

 

Adam da telefonuna bakarken en az benim kadar şaşkın ve bir o kadar da mutluydu. Az önce polisi arayacağım diye naralar atan adam birden Tahin'in karşısında el etek pençe divan durmaya başladı. Paranın kokusunu almıştı tabii ama Tahin oralı olmadı. "Gazeteleri arabaya yerleştir!" dedi sert bir tavırla. Sonra bana ters bir bakış atıp şoför koltuğuna geçti.

 

Hiç umrumda olmadı. Adam stanttaki bütün gazeteleri sanki cam bir eşyayı taşır gibi özenle arka koltuğa üst üste yığdıktan sonra benim açık olan camımdan kafasını uzattı. "Başka bir isteğinuz var midur?" diye sorduğunda adama ters ters baktım. Tahin ona bakmadı bile.

 

Kontağı çalıştırdı. "Geri bas, kafii."

 

Adam geri çekildi, Tahin gaza bastı. Benden özür falan bekliyordu herhalde çünkü trip atar gibi bir hali vardı. Hiç umrumda değildi valla. Kendi bilir. Koltuğa rahatça yayılıp yola baktım. Hiçbir yere sapmadan dümdüz arabayı kullanıyordu. Nereye gideceğimizi sormamıştı, ben de o konuşmadan konuşmamaya yemin etmiştim an itibariyle.

 

Ta ki oyuncakçı dükkanını görene kadar...

 

"Dur dur dur!" diye bağırdım oyuncakçının önünden geçtiğimizde. Hızla kemerimi çözdüğümde Tahin de panikle arabayı sağa çekip küt diye durdurmuştu. Lastiklerin acı sesini duyduğumda kafamı torpidoya vurmaktan son anda kurtuldum. "Yavaş ula!" diye bağırdım omzuna yumruğumu geçirirken.

 

"Ne oldu?" diye sordu telaşla. "Niye durduk aniden?"

 

Kapıyı açıp arabadan indiğimde o da inmiş ve yanıma gelmişti. "Oyuncak alacağım."

 

İnanamadı. Bana hayretle baktı. "Oyuncak?" dedi sorar gibi. "Kime alacaksın?"

 

Omuz silktim. "Kendime."

 

"Kendine?"

 

Ona ters bir bakış attım. "Söylediğim her şeyi papağan gibi tekrarlayacak mısın ula? Kendime alacağım işte! Nesini anlamadın?"

 

Bir şey demediğinde kocaman oyuncakçı dükkanına girdik. Raflardaki oyuncak bebekler, arabalar, yapbozlar, legolar, peluş ayıcıklar ve sayamadığım daha bir sürü oyuncak çeşitlerine bakarken içim kıpır kıpırdı. Raflardan aldığım oyuncakları Tahin'in eline tutuşturdum. Önünü göremeyecek kadar kucağını oyuncakla doldurduğumda bir görevli ona yardımcı oldu. Arka taraftan peluş ayıcıklardan da aldım ve kasaya gittik.

 

Kasadaki kız şaşkınca oyuncaklara ve bize baktı ama bir şey demedi. Eh, o da kazanacağı parayı düşünüyordu haliyle. Rastgele bir bebek kutusunu poşete koyduğunda engel oldum hemen. "Hediye paketi olacak." Elimle tezgahın üzerindeki oyuncak yığınını işaret ettim. "Hepsi."

 

Bütün çalışanlar oyuncakları paketlemeye giriştiklerinde onları izledim. "Neden hediye paketi?" diye sordu Tahin. Bu da bugün her şeyi sorguluyordu!

 

"Her gün bir tane oyuncak açacağım ve açtığım paketten çıkan oyuncak bana sürpriz olacak, oldu mu?" diye ters ters ona baktım. "Tatmin oldun mu?"

 

Sustu.

 

Elliye yakın oyuncağı paketlemek ve arabaya yüklemek epey zaman almıştı. Cezalı olduğu için oyuncakların parasını Tahin ödedi ama bu bile onu yıldırmamış gibi rahattı.

 

Arabaya geçtiğimizde bagajı ve arka koltuğun tamamını kaplayan oyuncaklara baktım gözlerimdeki parıltılarla. Tahin onları kendime aldığımı düşünse de onlar benim değildi. Hepsinin sahibi vardı ve bu akşam bizzat kendim götürecektim.

 

"Şimdi nereye gidiyoruz?"

 

Karnım guruldadı o anda. "Yemek ısmarla bana. Pahalı bir şeyler olsun ama."

 

***

 

"Ben çıktım!" diye bağırdım salona doğru.

 

"Nereye akşamın bu saatinde?" diye bağırdı annem geri.

 

"İşim var!"

 

"Bu saatte ne işiymiş bu?"

 

"Cevap vermek zorunda değilim, susma hakkımı kullanıyorum." dediğimde, "Demir'e söyleyeyim de ona anlat derdini." diye tehdit etti hemen zalim karı!

 

Cevap vermeden usulca ayrıldım evden. Demir abimin arabasına binip kontağı çalıştırdıktan sonra dikiz aynasından arka koltuğa ve bagaja yığdığımız oyuncaklara baktım. Akşam üzeri eve döndüğümüzde Tahin beni yine aşağı sokakta bırakmıştı. Demir abimin arabasını alıp yanına gitmiş ve oyuncakları arabaya aktarmıştık. Sonrasında ayrılmıştık zaten. Gün boyu onu maddi açıdan gerekli gereksiz birçok şey alarak zarara uğratmıştım. Özellikle yiyecek bir şeyler almıştım fakat hepsini yememiştim aldıklarımın. Benim yarım bıraktıklarımı ise o yemişti ve bir kez bile suratını asmamıştı. Maddi açıdan onu düşüremeyeceğimi anlamış oldum böylece.

 

Yarın onun için daha güzel planlarım vardı ama şimdi önceliğim arka koltuğu ve bagajı kaplayan oyuncakları sahiplerine götürmekti.

 

Yazar'dan;

 

"Al işte, gidiyor." dedi Sümbül Hanım camdan oğlunun arabasını kullanan kızını izlerken. "Bu saatte nereye gidiyor bu kız? Arabayı da doldurmuş paketlerle! Hangi parayla aldı o kadar şeyi hiç bilmiyorum!"

 

"Ben takip edeyim şunu, başıma iş açmasın akşam akşam." dedi Sinan ayaklanırken. Fakat salondan dışarı çıkmadı. "Otur yerine." dedi Ahmet Bey. Gitmesine izin vermedi.

 

"Gül'ü bilmiyormuş gibi konuşma Sümbül. Demir'in askeri o. Kendini korur, başının çaresine bakar. Üzerine gitmeyin fazla." dedi Ahmet Bey kahvesini yudumlarken.

 

Sümbül Hanım kocasına ters ters bakıp yanına oturdu. "Sende pek rahatsın Ahmet. Hiç merak etmiyor musun bu kızın akşam akşam nereye gittiğini?"

 

"Etmiyorum," dedi Ahmet Bey. "Nereye gittiğini biliyorum çünkü."

 

"Nereye gitti?" diye sordu Sibel merakla.

 

Hepsi merakla Ahmet Bey'in söyleyeceği adresi beklerken duydukları cevap hepsini susturdu. "Lösev'e gidiyor. Arabadaki oyuncakları oradaki çocuklara verecek."

 

***

 

Tahir, eve dönerken koltukta Gül'ün telefonunu fark etmişti. İnerken düşürmüş olmalıydı. Fazla uzaklaşmadan geri döndü hemen. Evin yakınlarına geldiğinde Gül'ün Demir'in arabasıyla bahçeden çıktığını görmüştü. Başındaki siyah kepi tek bir saç teli bile gözükmeyecek bir şekilde kafasındaydı ve dalgın fakat bir o kadar da heyecanlı görünüyordu. İşin garip yanı aldıkları bir yığın oyuncak paketleri arabadaydı.

 

Tahir ona belli etmeden onu takip etti. Nereye gideceğini merak ediyordu. Ve neredeyse bir saatlik yolculuğun ardından geldikleri yeri gördü ve buz kesti Tahir.

 

Lösev'e gelmişlerdi.

 

Gül bahçeye giriş yaptığında gelen bir görevliyle birlikte oyuncakları arabadan alıp yukarı taşımışlardı. Tahir onları izlerken gözleri doldu. Bugün o oyuncakları alırken bir an için gerçekten kendisine alıyor sanmıştı. Hastalığı sebebiyle yaşayamadığı çocukluğunu ve çocukluğunda oynayamadığı oyuncaklarla şimdi oynayacak diye düşünmüştü fakat gördükleri içini sıcacık yaptı. Bugün kendinden nefret ettirmeye çalışan kadının şimdi hasta yatağındaki çocukları sevindirdiğini görmek ona daha çok bağlamıştı Tahir'i. Gidip ona sıkı sıkı sarılmak, onu göğsüne hapsetmek geldi içinden ama yerinden bir milim bile kıpırdayamadı.

 

İçeri girmek, onu görmek, izlemek istedi ama o huysuz cadının burada olduğunu bilirse eğer ona yapacağı eziyetler geldi aklına, durdu. Gitmedi. Dakikalar boyunca onun çıkmasını bekledi. O çıkar çıkmaz da evin yolunu tutmuştu.

 

Gül bahçeye giriş yapamadan yolunu Tahir kesti. İkisi de birbirine bakarken Tahir arabadan indi ve onun inmesine müsaade etmeden onun tarafına geçti. Gül camı indirmiş ona alttan alttan bakarken Tahir de hafifçe ona doğru eğilerek telefonunu uzattı. "Arabada buldum, düşürmüşsün. Sabah arayacağını bildiğimden getireyim dedim."

 

Gül telefonunu aldı. "Eyvallah."

 

Tahir onun şu keko hallerine bile aşıktı. Hiçbir hareketi üzerinde absürt durmuyordu. Cazgırı da hanımefendiliği de çok iyi taşıyordu üstünde.

 

"Ee, sen nereden böyle akşam akşam?" diye sordu. Hafifçe eğilerek arka koltuğa baktı. "Oyuncaklar nerede?"

 

"Odama taşıdım." dedi Gül hızla. Kaşlarını çattı hemen sonra. "Ayrıca sana hesap mı vereceğim ben? Haddini bil koçum, geri bas şimdi."

 

Tahir üstelemedi. Zaten nereye gittiğini söylemesini de beklemiyordu ama yine de bir umut sormuştu işte.

 

"İyi geceler." diyerek geri çekildi, arabasına yürüdü.

 

Gül cevap vermedi. Arabayı garaja koyup eve girdiğinde Tahir de gitmişti ama çok uzaklaşmadı, Gül'ün evinin etrafında kaldı gece boyu. Düşünceler birbirini kovaladı ve en sonunda bir karar verip onu gecenin bir vakti arayarak uykusundan uyandırdı.

 

Gül'den;

 

"Gül? Gül telefonun çalıyor! Kalksana be! Ölüm uykusuna mı yattın?!"

 

Biri beni dürterken ve kısık sesle çemkirirken gözlerimi zar zor araladım. "Ne var be?"

 

Karanlıkta yüzünü çok net göremesem de bu kişiyi saçlarından tanıdım. Süslü Barbie'ydi.

 

"Telefonun çalıyor!" dedi ekran parlaklığı açık olan telefonu yüzüme uzattığında. Işık gözlerimi kamaştırdı. Gözlerimi kapatıp telefonu aldım elinden. "Tahin diye kayıtlı biri arıyor. Sevgili kaynım herhalde kendisi? Ama gecenin bir buçuğunda niye ısrarla seni arıyor anlamadım?"

 

İmasını görmezden geldim ama hakikaten gece gece niye arıyor bu beni?

 

"Beni arayanlar; işi düşenler ve belasını arayanlar olarak ikiye ayrılır."

 

"Tahir hangi kesimde peki?"

 

"Bu saatte aradığına göre ikinci kesimde çünkü beni uykumdan uyandırdığı için canına okuyacağım!"

 

"Bence daha çok sana aşık olduğu için sesini duymak istedim diyen kesimden." diyen ablama ters ters baktım. Buna da iyi ki bir şey söyledik!

 

"Gitsene ula sen!" dedim ters ters. "Defol!"

 

"Terbiyesiz!" diye söylene söylene odasına gittiğinde Tahin aradı yine.

 

"Ne var gece gece?" diye açtım telefonu. "Sen böyle uykumdan uyandıracaksan engellerim bak! Bir uyutmadın be!"

 

Benim sert çıkışmama karşın onun sesi daha düzdü. "Sabah seni aldığım sokaktayım," dedi sakin bir sesle. "Gelsene." Tam reddedecektim ki, "Önemli." dedi. "Bekliyorum."

 

Telefonu kapattığında boş boş kapanan telefona baktım. Normal de asla gitmez, kalan uykuma devam ederdim fakat sesindeki tını bana engel oldu. Bir şey söyleyecek, itiraf edecek gibiydi. Neydi bu şimdi gece gece? Olan uykumu da kaçırmıştı pislik herif!

 

Oflayarak ve beddualar yağdırarak kalktım yataktan. Üst pijamamın düğmelerini yamuk iliklediğimden pijamanın sol tarafı uzun duruyordu. Alt pijamamın dizleri beyazlamış ve sağa sola dönerek yattığımdan pijamamın önü sağa doğru kaymıştı. Bir tek onu düzelttim.

 

Odadan çıkıp sessiz adımlarla dış kapıya yürürken gözlerimi tam açamadığım için iki kez düştüm, bir kez de kenardaki saksıyı devirdim. Ses çıkartmak istesem yapamam bunları işte! O kadar gürültüye kimse uyanmamıştı şükür. Askıdan annemin yeleğini alıp giydim ve terliklerimi de giydikten sonra anahtarı alarak evden ayrıldım. Bomboş sokak da sokağın aşağısına yürürken esniyordum hâlâ.

 

Ve yokuşu indiğimde onu gördüm. Aynı yerde, sabah ki gibi arabasına yaslanmış bir halde beni bekliyordu. Bu kez beni fark etmedi. Kafasını eğmiş ayaklarına bakarken düşünceli görünüyordu. Karadeniz de batan gemiler buna aitti herhalde.

 

"Geldim," dedim karşısında durduğumda. "Ne var?"

 

İrkildi, toparlandı ve cebindeki ellerini çıkarttı. Sabahki hallerine göre fazla durgun görünüyordu. Baştan ayağa beni inceledi, gözleri her bir zerremde gezindi ve sonunda gözlerimde durdu. Ben konuşmasını beklerken o birden bileklerimden tutarak beni kendine çekti. Ellerimi beline bıraktıktan sonra bir kolu sırtımı sardı, diğer eli başımın arka kısmını. Ve bana sımsıkı sarıldı.

 

İşte tam o anda gözlerim kocaman olurken uykumdan ayıldım.

 

Ne yapıyor bu?

 

Dahası ben neden bundan rahatsızlık duymadım?

 

Başkası yapsa anında geri çekilip yumruğumu yüzüne çakacakken neden Tahin'e bunu yapamadım?

 

Beni etkisi altına almasından nefret ediyordum!

 

Geri çekilmek için kımıldadığımda, "Bana biraz izin ver." diye fısıldadı kulağıma. "Sana söylemek istediğim şeyler var ama bana izin ver önce, olur mu?"

 

Söylemek istediği şeyler derken?

 

Bana ne söyleyebilir ki?

 

Kahretsin!

 

O'ydu değil mi? En başından beri beklediğim çocuk o'ydu.

 

Kafede beni tanımadığı için bana nefretle bakmış ve aradan birkaç gün geçtikten sonra bana olan tavrı değişmiş ve bir anda aşık oluvermişti. Bana olan bu ani aşkı kafamı kurcalarken ablasını almaya gittiğimizde kuşkularım iyice artmıştı. Bu sabah bana söylediği o şarkı, gözlerimin içine baka baka, sana ben ezel geldim, yandım demesiyle taşlar ufak ufak yerlerine oturmuştu.

 

Tahin dediğim bu adam, beklediğim o çocuktu ama ben bunu duymaya hazır mıydım peki şu an?

 

Beni gafil avlamıştı!

 

Bölüm Sonu.🖤

 

Nasıldı bölüm?

 

En sevdiğiniz sahne ve replik neresiydi?🌸

 

Oy verip yorum yapmayı unutmayalım.💫🙏🏼

 

İnstagram: nazankaraermis

nazankrrmshikayeleri

 

♥️

 

 

Loading...
0%