Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. "Benimsin Öpücüğü."

@nazankaraermis

Keyifli Okumalar.🤎

 

Tahir'den;

 

Ablamın şaşkın ve olduğu yere mıhlanan bakışları bir bende, bir bana sarılan Gül'de bir de yatağın kenarına bıraktığım sutyen ve havlularda tur attıktan sonra ablamın dili çözüldü ve odama girdi. "Tahir," dedi. Şaşkındı sesi. "Neler oluyor burada? Siz-..."

 

Yanlış bir şey düşünmesini engelledim hızla. "Gül hasta. Ateşi var çok fena. Duş aldırdım. Üzerindeki ıslak çamaşırları çıkartıyordum ki sen geldin. Gel sen onun üzerini değiştirip yatır."

 

"Tamam," dediğinde çantasını bir köşeye bırakıp yanımıza geldi. "Ben hallederim de niye hastaneye-..." Son anda anladı sebebini, sustu. "E niye Gül'ü bize getirdin ki? Yani ona bakan kimse yok mu evde?"

 

"Yalnızdı," dedim arkamı onlara döndüğümde. Ablam onun çamaşırını çıkartıp eşofman altımı giydirirken onlara bakmadım. "Eve gittiğimde kimse yoktu. Öylece yorgana sarılmış, yatıyordu. Zaten onu o halde görünce, ateşi on adım öteden bile hissedilir vaziyetteyken ne yapacağımı bilemedim. Kucakladığım gibi bize getirdim. Sana baktım ama yoktun. Nereye gittin sen? Telefonun da kapalı."

 

"Annemler düğün için Sibel'e gelinlik bakmaya başladılar. Onlarla gitmiştim. Sonradan fark ettim şarjımın bittiğini. Şarj aletimi almaya döndüm ama arabanı görünce bir sana uğrayayım dedim." Sesinde muzip bir ton belirdi. "Uğramasa mıydım ki?"

 

Gül'e olan aşkım evdeki herkesin dalga konusuydu resmen. Bir yere dalsam hemen alay ediyorlardı. Yüzüm gülse ya da somurtsam hemen gündemde ben oluyordum. Bu durum bazen sabrımı sınıyordu. Gül bana yeterince işkence ediyordu zaten, ailemin dalga geçmesine gerek var mıydı?

 

"Saçmalama abla!" dedim ters ters. "Sutyenini bile ne zorlukla çıkardığımı bir bilsen sabrımı takdir ederdin."

 

"Olması gereken de bu." dedi ablam birden ciddileştiğinde. Onu yerine yatırıp üzerini örttüğünü anladığımda arkamı dönüp yatağımda uyuyan güzelin yanına gittim. "İnsanlar artık birbirlerinin ten uyumuna bakıyorlar. Sevgiyi sadece cinsellikten ibaret sanıyorlar. Ama sizinki öyle değil. Sen bu kızdan yıllarca uzak kaldın, onu görmedin, sesini duymadın ama ona sadık kaldın. O da sana sadık kalmış ki burada, seninle. Sizin sevginiz ezelden geliyor. Bu herkese nasip olmayacak güzellikte bir şey." Yanıma gelip yanağıma dudaklarını bastırdı. "Seninle gurur duyuyorum bir tanem."

 

Ters ters ona baktım. "Veda eder gibi konuşmayı kes de bana onu nasıl iyileştireceğimi söyle."

 

Kıkırdadı. "Şimdi şöyle yapıyoruz, sen gidip güzel bir çorba yapıyorsun sevgiline. Bende bizim aile doktorunu arayıp eve gelmesini söylüyorum. Gül doktora gitmiyorsa doktoru ayağına getiririz biz de. Hadi sen git, çorbayı hazırla. Ben bakarım ona."

 

Benim yatağımda, benim yastığımda uyuyan kıza baktım son kez. Hasta olmasından nefret ettim tam şu an. O iyi olsun, yüzü gülsün de isterse beni süründürsün. Ama yeter ki iyi olsun. O böyle ruhsuzca yatarken ne yapacağımı şaşırıyordum.

 

Ablam aile doktorumuzu ararken bende daha fazla oyalanmadan odadan çıkıp mutfağa indim ve hızlıca bir çorba yaptım. Annem küçük yaşlarımızda hepimizi mutfağa sokup bize yemek yapmayı öğrettiğinden bu konuda şanslıydım. Ona tavuk suyundan bir çorba yapmıştım güzelce. Çorba kaynamaya başladığında kapı çaldı.

 

Gidip baktığımda doktorun geldiğini gördüm. "Hoş geldiniz." diyerek onu içeriye davet ettim ve birlikte odama çıktık. Yatağımda yatan kızı görür görmez başına gitti aile doktorumuz Sezgin Abi. Ellilerinin ortalarında, gözlüklü, uzun boylu bir doktordu. "Çok ateşi var, duş aldırdım ama düşmedi."

 

Sezgin abi steteskobunu çıkartıp onu muayene ederken Gül kaşlarını çatarak gözlerini kısıkça araladı. Kurumuş dudaklarının arasından anlamsız mırıltılar çıkartıyordu. Steteskobun soğuk ucu tenine değdikçe bundan rahatsız oluyordu ama bu gerekliydi. Yanına oturup elini tuttuğumda elimi sıktı cılız bir güçle.

 

Sezgin abi gözlerine ışık tutup ateşini de ölçtükten sonra çantasından iğne çıkardı. Ablam Gül'ün durumundan bahsetmiş olmalı ki ona göre tam teçhizatlı gelmişti. "Önce bir ateş düşürücü iğne yapacağım," dediğinde Gül'ü çevirmesinde yardımcı oldum. Kalçasına iğneyi vururken Gül hafifçe kıpırdanmış, elimi sıkmıştı.

 

"Geçti," dedim elini öptüğümde. "İyi olacaksın."

 

Gül yeniden sırt üstü uzandıktan sonra Sezgin abi ona bir damar yolu açıp vitamin takviyesi içeren serum taktı. Serum akış hızını ayarladıktan sonra yazdığı ilaç reçetesini ablama verdi. "Bir iki saate ateşi düşer, serum biraz olsun toparlar. Yazdığım ilaçları da muhakkak kullansın."

 

Ablam Sezgin abiyi uğurlarken ben de mutfağa indim. Hızlıca yaptığım çorbadan bir tas koyup ekmek ve suyla yukarıya çıktım tekrar. Gül'ü uyandırmak çok zor olsa da başarmıştım. Sırtını yatak başlığıma yasladığında gözleri yarı açıktı. Bana baktı, kucağımdaki çorbaya, sonra kolundaki seruma... Gözleri uzunca oyalandı serumda. Neyi düşündüğünü tahmin edebiliyordum. Aklı hastanede çocukluğuna gitmişti. O anları düşünüyordu. Ne kadar acı çektiğini, o sürecin ne kadar sancılı geçtiğini...

 

"Hasta olmaktan nefret ediyorum." dedi kısık bir sesle.

 

"Hasta olmandan hep nefret ettim." dedim tıpkı onun gibi.

 

Gözleri bana çevrildi. Uzunca baktı. Bir şey diyecek gibiydi ama ilk kez susmayı tercih etti. "Sana çorba yaptım." diyerek konuyu değiştirdim. Aldığım bir kaşık çorbayı ona uzattığımda dudaklarını araladı fakat çorbayı içer içmez yüzünü buruşturdu. Boğazı şişmiş veya ağrıyor olmalı ki ondan böyle bir tepki vermiştir diye düşünüyordum fakat o, "Çok tuzlu." dedi. "Olmamış."

 

Yaparken neredeyse hiç tuz atmadım diyecek kadar azlıkta bir tuz atmıştım. O böyle deyince onun yarım bıraktığı çorbayı ben içtim ama bana tuzlu gelmedi. "Tuzu yok bile Gül," dedim ona baktığımda. "Yememek için bahane uydurma!"

 

Yeniden bir kaşık çorba uzattığımda başını çevirdi. İğne ve serum etkisini çabuk gösteriyordu herhalde ki yavaş yavaş sabrımı sınamaya başlamıştı. "Kaşığımı kullandın, git yeni kaşık getir!" dediğinde sinirle güldüm.

 

"Küçükken beni öptüğünde tiksinmiyordun şimdi mi tiksinesin tuttu?" diye sorduğumda yanakları al al oldu. İkimizinde bakışlarında o anı vardı.

 

17 Yıl Önce;

 

"Zehirli olan elmaları yiyen Pamuk Prenses hemen yere düşmüş. Akşam eve gelen yedi cüceler onu yerde yatarken bulmuşlar ama bir türlü ayıltamamışlar. Onu bahçede camdan bir kutunun içine koyup başında ağlamaya başlamışlar.

 

İçlerinden biri; "Onu yanağından öpersem uyanır mı?" diye sormuş.

 

Diğerleri bir süre düşünmüşler ve denemesi için kenara çekilmiştir. Cüce, Pamuk Prenses'in yanağından öpmüş ama Pamuk Prenses uyanmamış.

 

O sırada kapılarının önünden geçen prens, sesleri duyup yanlarına gelmiş ve kutunun içindeki Pamuk Prenses’i görmüş. O anda prensese aşık olmuş. Hemen ona doğru eğilip yanağından öpmüş. Pamuk Prenses, prensin sevgisinin gücüyle gözlerini açmış..." dediğimde Gül meraklı sesiyle beni susturdu yirmi üçüncü kez.

 

Masalı okumaya başladığımdan beri gerekli gereksiz sorularıyla beni bölmüştü. Yok neden armuta değil de elmaya zehir koydu, her kırmızı elma zehirli midir, cüceler yemek yemediği için mi boyları uzamamış, Pamuk Prenses pamuktan mıymış...

 

Yanından ayrılırken ona bir daha masal okumayacağımı söylüyordum ama eve gider gitmez de hemen ona okuyacağım masal kitaplarını seçiyordum tek tek. Bu kızın insanı kendine bağlayan büyülü bir yanı vardı.

 

"Prens, Pamuk Prenses'i neresinden öptü?" diye sorduğunda ona baktım.

 

"Yanağından dedim ya!"

 

Başını iki yana salladı. "Ama cüce de yanağından öptü. Yanağından öpünce uyanacaksa eğer cüce öpünce de uyanırdı. Sen yanlış okudun, ver bakalım şunu." diyerek elimden kitabı çekip aldığında ona baktım. Okuma yazma bilememesine rağmen sanki biliyormuşçasına harflere bakarken fazla ciddi görünüyordu. Bir süre sonra harfleri anlayamadı, pes etti. "Bana doğruyu söyle," dedi. "Prens neresinden öptü Pamuk Prenses'i?"

 

"Dedim ya, yanağından!" Asla kabullenmiyordu. Aslında yanağından değil, dudağından öpmüştü Prens ama annem bunun çok ayıp olduğunu söylemişti. O yüzden o kısmı yanağından öptü diye çevirmiştim ama karşımdaki kız tam bir dedektif çıkmıştı.

 

"O zaman neden cüce öpünce uyanmadı? Cüce insan değil mi?" dediğinde bu kızla baş edemeyeceğimi anladım.

 

"Artık gitmem gerek." diyerek hastane yatağından indiğimde kolumu tuttu. Durduğumda bacaklarını örten ince pikeyi açıp yataktan indi ve karşımda durdu.

 

"Sen söylemiyorsun ama ben biliyorum," dedi güneş gibi parlayan masmavi gözleriyle yüzüme bakarken. "Prens, Pamuk Prenses'i..." İşaret parmağı dudaklarıma dokundu. "Buradan öptü. Eğer yanağından öpmüş olsaydı cüce onu yanağından öptüğünde de uyanırdı."

 

O an anlamıştım. Bu kızı kandırmak hiç kolay değildi. O isterse kanmış, inanmış gibi yapar, salağa yatardı.

 

"Doğru bildin," dedim daha fazla kaçmadan. "Ama annem dudaktan öpmenin ayıp olduğunu, birbirini dudaktan öpen insanların evlendiğini söyledi. O yüzden yana-..."

 

Gül bir anda dudaklarını dudaklarıma bastırıp geri çekildiğinde şokla kalakaldım. Sanki yanağımdan öper gibi belli belirsiz bir öpücüktü ama beni susturmuştu. Al al olmuş yanaklarına tezat parlayan gözlerle bana bakarken, "Evlenelim!" dedi birden. Beni ittiğinde düşmekten son anda kurtuldum. "Git bana gelinlik al, sonra evlenelim."

 

Tam o sırada odanın kapısı açıldı ve Demir abisi içeriye girdi. Bir bana bir de yatağından kalkmış kardeşine baktı. "Ne oluyor burada?" diye sorarken onu kucağına alıp yatağına çıkarmıştı.

 

Ben ondan korktuğum için susarken Gül onu daha da sinirlendirmek ister gibi, "Biz Tahir'le evleneceğiz." dedi. "Dudaktan öpen insanlar evleniyormuş, ben de az önce onu öptüm."

 

Demir abisi kaşlarını sertçe çattığında yavaş yavaş sessizce kapıya doğru ilerledim. Gül adı gibi gülerek abisine bakarken onun kızgın olmasını umursamıyordu bile. "Seni şu camdan aşağı atarım! Delirtme beni!" diye bağırdığında ben yerimde irkilirken Gül umursamazca omuz silkti.

 

"Evleneceğim işte, görürsün!" diye direttiğinde abisi kaçmaya çalışan bana baktı. Korkudan olduğum yerde kaldım.

 

"Git sende," dedi sertçe. "Bir daha da gelme buraya!"

 

Giderdim, gittim de ama yine gelirdim, geldim de.

 

Günümüz;

 

Gül kalakaldığında ve o anların utancıyla gözlerini kaçırdığında, "Bir de bana verdiğin sözleri tutmuyorsun diyorsun. Beni öpüp seninle evleneceğim diyenler hâlâ evlilik teklifi yapmadı." diye onunla uğraştığımda kaşlarını çattı.

 

"Sarhoşken ve çocukken yaptığım, söylediğim şeylerin mesuliyetini kabul etmiyorum." dedi o fındık burnunu havaya dikerek.

 

Ellerimi kaldırdım. "Valla ben anlamam, onu beni öpmeden önce düşünecektin." diye üzerine gitmeye devam ettim. "Kanıma girdin, ilk öpücüğümü daha bir karışlık boyun varken aldın. Artık istesen de istemesen de benimle evlenmek zorundasın."

 

Bana verecek bir cevap bulamadığında beni susturmak için kendiyle tehdit etti. Kolundaki iğneye dokunduğunda, "Şunu çıkartıp atmamı istemiyorsan kapa çeneni!" dedi ters ters ama fark etmiştim yanaklarının kızarmasını. Gülmemek için kendimi tutarken ellerimi kaldırdım teslim olur gibi. Ben zaten bir ona teslim olurdum. "Çok konuşma da git bana domates çorbası yap." dedi. Bu çorbayı beğenmemişti bir türlü.

 

Hasta olduğu için tolerans gösterdim ve kalkıp domates çorbası yaptım. Odaya döndüğümde yanındaki yastığı göğüslerinin üzerine kapatmış olduğunu fark ettim. Ben odaya girince öfkeli gözleri bana çevrildi. "Beni kim soydu?" Gözleriyle önünü işaret etti. "Donuma kadar?"

 

"Ben soydum," dedim yüzüne bakarken. "Evlenmeyecek miydik zaten? Sorun olmaz diye düşündüm. Nasılsa karım olacaksın ya."

 

Dişlerini sıktı. "Tahir!"

 

"Çıkarma pençelerini," dedim ters ters ona bakarken. Beni hiç tanıyamamış. "Ablam soydu ve giydirdi seni. Ne baktım ne dokundum sana. İçin rahat olsun."

 

Gözle görülür bir şekilde rahat bir nefes aldığında dik dik baktım suratına. O da aynı şekilde bana baktığında konuyu uzatmamak ve değiştirmek adına uzattığım çorbayı ona içirdim.

 

İkinci kaşığı uzatmıştım ki eliyle durdurdu beni. "Acı olmuş," dedi. "Boğazım yandı." Tepsideki suyu alıp içerken bende acı olması için hiçbir şey yapmadığım çorbanın tadına baktım. Acının a'sı yoktu be! "Sen bana en iyisi mercimek çorbası yap." dediğinde niyetinin sabrımı sınamak olduğunu anlamıştım. Tam ağzımı açmış bir şey diyecekken, "Seni nikahıma almamı istiyorsan ne kadar maharetli olduğunu göster bana." dediğinde sustum. Göstereceğim, göstermem mi!

 

Sonraki bir saat içinde hazır çorbalar dahil tam on beş çeşit çorba yaptım ve Gül hiçbirini beğenmedi. Zaten mercimek çorbasından sonra bana sinir krizi geçirtmek istediğini anladım ama sakin kalmaya çalıştım yine. Fakat tarhana çorbasından sonra istediğine ulaştı ve beni delirtmeyi başardı. Kaprislerine rağmen sıcak çorbayı ona zorla içirirken ettiği küfürleri, hakaretleri duymazdan geldim.

 

Şimdi peçeteyle ağzını temizlerken ters ters bana bakıyordu ama umursamadım. "İlaçların geldi." diyen ablam odama girdiğinde uzattığı poşetten ilaçlarını çıkartıp ona verdiğimde tiksinerek bakıyordu ilaçlara. Hasta olmaktan nefret ediyor ama hasta olmak için de çabalıyor gibiydi. Dün kardeşiyle uğraşmasa denize düşmeyecek ve hasta olmayacaktı ama o yaramazlıklarından da vazgeçmiyordu.

 

Bir bardak suyla ilaçlarını içtikten sonra seruma baktı. "Eve gitmek istiyorum ben." dediğinde biraz daha beklemek zorundaydı.

 

"Serumun bitmeden gidemezsin." Ablam tepsiyi alıp mutfağa inerken ben de ateş ölçeri aldım. Koltuk altına yerleştirdiğim ateş ölçerden gelecek sonucu beklerken sıkıntıyla ofladı ama umursamadım. Şimdi sıkılırsa bir daha dikkatli olurdu belki.

 

Ateş ölçerden gelen sesle birlikte onu aldığımda ateşinin düşmüş olduğunu ama bir nebze daha hâlâ ateşinin olduğunun gördüm. "Ne oldu?" diye sorarken sersemce gülüyordu. "Bugün de mi çok ateşliyim be?"

 

Bana sinir krizi geçirttiği dakikaların sonunda ilk kez gülmüştüm. "İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o olurmuş." dediğimde gülüşü solarken bakışlarını kaçırdı. Henüz yedi yaşında bile değilken beni öpmesini hatırlattığım için ters ters bana baktı, ağzının içinde homurdandı.

 

Bunu ona hatırlatmaktan hiç vazgeçmeyeceğim!

 

Gül'den;

 

İki Gün Sonra;

 

Bakın ben, tırnağı kırıldı diye ağlayan kızlardan değildim ama en ufak bir şeyden nem kapıp ağır gribe yakalanacak kadar da naiftim. Zaten denize düşünce hastalanacağımı anlamıştım ama artık geçti. Sabahına evdekilere iyiyim adlı gösteriyi sunarken ne kadar zorlandığımı, ablamı ve abimi işlerine gitmeleri için ikna ederken ne kadar çok çabaladığımı hatırlıyordum. Sonrasında odamda yatak döşek yatarken Tahin'in geldiğini, odamın camından içeriye girmesini hatırlıyordum. Sonra beni arabaya bindirip evine götürmüş ve beni iyileştirmek için bana çorba yapmış, ilaç içirmiş ve başımda beklemişti. Beni sinirlendirmek için sürekli onu öptüğüm anları bana hatırlatsa da bende hasta halimle ondan aşağı kalmamış, onu sinir krizlerine sokmuştum. Yine de benimle ilgilenmeyi bir an olsun bırakmamıştı. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki Tahin hasta olmamış.

 

Yemin ediyorum adamı iyileştireyim derken daha beter zehirlerdim!

 

Ayrıca ben ne bakacağım canım o kazmaya?! Götürürdüm hastaneye kadar, gerisini doktorlar halletsin yahu! Bu ülkenin doktoru hemşiresi vardı.

 

Ama o seni götürmedi doktora, kendi baktı, tüm kaprislerini çekti zorundaymış gibi, diyen vicdanım beni susturmayı başarmıştı.

 

"Al, iç bunu." diyen Sinan abimin uzattığı nane limona yandan bir bakış atıp yüzümü buruşturdum ve burnumu tuttum. "Çok kötü kokuyor. Hayatta içmem bunu!"

 

Abim normal zamanda oflayıp tehditler yağdırırdı ama hasta olmam herkes için travma sebebi olduğundan epey bir üzerime düşüyor, şımarıklıklarımı büyük bir sabır ve sakinlikle karşılıyordu. Herkes üzerime düşmüş, bir an önce iyileşmem için çabalıyordu.

 

"Güzelim, bak daha tam iyileşmiş sayılmazsın." dedi Sinan abim yumuşak bir dille saçlarımı severken. Elini ittim. "İç bunu, sana iyi gelecek."

 

Başımı iki yana salladım. "İstemiyorum. Boğazımı yakıyor." Zorla mı kardeşim Allah Allah?

 

Kaşlarını çatıp derin bir nefes alırken dumanı tüten nane limondan koca bir yudum alıp yuttu. Kesin yanmıştı boğazı. "Seni hasta eden tüm mikropların ben ta-..." Fantastik küfrünü yarıda bırakmasına sebep olan maalesef ki elindeki bir kutuyla içeriye giren Yaren ablaydı.

 

"Merhaba." dedi Yaren abla Sinan abime kısa bir bakış attığında. Sinsi sinsi güldüm. Abim az önce sıcak nane limondan koca bir yudum alıp boğazını yakmamış gibi, oldukça rahat bir şekilde geriye yaslanıp Yaren ablayı süzdü. Şimdi fark ediyordum da, Yaren abla yanaklarına kırmızı tonlarındaki allığı fazla sürmüştü. Yoksa utanmış mıydı? "Nasılsın Gül?"

 

"İyi olma yolunda emin adımlarla ilerlemek durumundayım." dedim gözlerimle abimin elindeki bardağı işaret ederken. "Aksi halde biricik midemden olacağım."

 

Göz ucuyla abimin elindeki bardağa baktı. "Nane limon toparlar seni. Yarına bir şeyin kalmaz. Niye içmiyorsun ki?" dediğinde ona hayretle baktım. Gözümdeki yengelik sıfatından düşmek üzereydi. Yenge - görümce hayallerimin katiliydi. "Sen de mi Brütüs yenge?" dediğimde Yaren abla taş kesildi. Ona ilk kez yenge diyordum ama gülüp geçebilirdi neden gerildi ki şimdi?

 

Abim ellerini iki yana açtı. "Sonunda aynı dilden konuştuğumuz biri." dedi başını yukarı kaldırıp. "Şükürler olsun."

 

İmalı imalı gülüp Yaren ablaya baktım. Kızarıp bozarırken gözlerini kaçırdı. Tam utandıracak bir şeyler diyecekken Allah fırsat vermedi ve arka cebime sıkıştırdığım telefonum titredi. Kaşlarımı çatıp arka cebimden telefonumu çıkardım ve gelen mesaja baktım. Tahin'dendi. Dün akşamdan beri kırk beş kere sorduğu soruyu göndermişti yine.

 

Tahin: İyi misin?

 

Gözlerimi devirdim.

 

Gül: He.

 

Tahin: Ablam gelecekti geldi mi?

 

Başımı salladım sanki görecekmiş gibi. Sonra fark ettim bu aptallığımı.

 

Gül: He.

 

Tahin: Sana bir paket verecekti verdi mi peki?

 

Yaren ablanın eline baktım. Küçük bir kutu vardı elinde ve bana verecek gibi değildi. Abime bakıyordu. İkisi birbirini izlerken kaşlarımı çatarak Tahin'e mesaj attım.

 

Gül: Ablan abimle bakışmanın derdinde şu an.

 

Tahin: O ne demek?

 

Tahin: Biz evlenecektik söz de ama abimler o yola girdiler. Şimdi bir de ablamla abin olmaz. İzin vermem!

 

Bu adamın evlilikle alıp veremediği ne anlamadım. Dünden beri sürekli evlilik iması yapıp durmuştu. Evde kalmaktan mı korkuyor anlamadım ki! Konuyu değiştirdim.

 

Gül: Ne gönderdin bana?

 

Tahin: Al da bak.

 

Mesajından sonra çevrimdışı olmuştu.

 

"O ne?" diye soran abime baktım. Yaren ablanın elindeki kutuyu işaret etti gözleriyle. Yaren abla da o an fark etti kutuyu. Bana uzattı. "Tahir sana gönderdi." dediğinde elinden aldım.

 

Bu bana ne göndermiş olabilir ki?

 

Hevesle açtığım kutudan hiç de heves etmeme değecek bir şey çıkmadığını görünce dünyam başıma yıkıldı.

 

Dünya da bir dakika içinde milyon tane şey olabilirdi. Bir dakika içinde binlerce insan ölebilir, binlerce bebek dünyaya gözlerini açabilirdi. Bazen o bir dakika bile senin birçok şeyi başarmanı ya da başarısızlığa uğramanı sağlayabilirdi. Bir yerde okumuştum, az şeylerin kıymeti daha çok olurmuş. Bunu bir antika eşyası gibi düşünün. Antikacılar da nadir bulunan bir eşya çok pahallıdır. Çünkü azdır, tektir. Tıpkı bir dakika gibi. 'Bir dakika da ne olur ki, abartma sende deli.' diyenleriniz fena halde R yapacak ileride, haberiniz olsun. Bir dakikanın kıymetini bilin.

 

Misal ben... O bir dakikanın kıymetini bilseydim, Tahin'in yolladığı kutuyu açmazdım. Çünkü o kutuyu açmak bir dakikamı almıştı! Belki ben o bir dakika da doktor olup bulunması imkansız olan bir aşıyı bulacaktım?

 

Tahin iti beni meraklandırınca bende kutuyu açmış, üzerindeki kırmızı kurdeleyi koparmak için sincap gibi, efendime söyleyeyim tavşan gibi dişlemiştim ama neticede koskoca bir dakikam kutunun içinde gördüğüm şeyle heba olmuştu.

 

Yani, gerçekten mi ya?

 

Sinirle kutunun kapağını kapatıp telefonuma sarıldım.

 

Gül: Gerçekten mi?

 

Gül: Yani ciddi ciddi bunu almış olamazsın.

 

Gül: Hayır, bir de sanki güzel bir şey almış gibi kutunun ağzını kırk yedi yerinden bağlamışsın.

 

Gül: Çözeceğim diye anam ağladı be!

 

Gül: Ama bana söyler misin?

 

Gül: Pekmez almak nedu ula?!

 

Gül: Kavanozu görünce 'Hah, Tahinciğim bana Nutella almış' dedim.

 

Gül: Ama bu, kavanozun üzerinde kocaman harflerle yazan PEKMEZ yazısını görünceye kadar sürdü.

 

Gül: Evin barkın yansın be Tahin!

 

Gül: Hayallerimle oynadın.

 

Tahin: Sinirlenen küçük civciv dehşet saçmış ha? :)

 

Gül: Sen önce şu Pekmez'in hesabını ver de bi'. Sonra dehşeti de vahşeti de full Hd izleteceğim ben sana Tahin!

 

Tahir: Beğenmedin mi hediyemi? :)

 

Gül: Tahin! Tahin! Tahin!

 

Tahin: O pekmezi sana, seninle dalga geçmek için gönderdiğimi sanıyorsun ama yanılıyorsun 'Pekmez'.

 

Tahin: Dün seni aradığımda öksürüp durdun telefon konuşması boyunca.

 

Tahin: O yüzden her gün bir çay bardağının yarısına kadar pekmez koyup, bir limonun da yarısını üzerine sık ve karıştırıp iç. Bu öksürüğüne iyi gelecek. Hatta düzenli içersen hemen bile geçirir.

 

Tahin: Küçükken annem hasta olduğum da bana sık sık yapardı. Pekmez bana iyi gelmişti. Belki sana da iyi gelir.

 

Pekmez limon karışımı öksürüğüme iyi gelecekti yani? Telefonu bırakıp kutunun içine baktım. Pekmez kavanozundan başka bir şey yoktu. Alnımın ortası kırışırken yeniden telefonu elime aldım.

 

Gül: Pekmez okey de, limon koymayı unutmuşsun be Tahin.

 

Tahin: Aklımdaydı bilerek koymadım.

 

Tahin: Akşama bir poşet limonla geleceğim seni görmeye.

 

Gül: Akşama kadar öksürmeye devam edeceğim yani?

 

Tahin yazıyor...

 

Tahin: Ne bu?

 

Tahin: Seni özledim demenin farklı bir versiyonu mu?

 

Gül yazıyor...

 

Gül çevrimdışı

 

Gül çevirimiçi

 

Gül yazıyor...

 

Gül: Seni engelleyeyim de gör!

 

Tahin yazıyor...

 

Bu kişiyi engellediniz. Engeli kaldırmak için dokunun.

 

Dokunmadım. Biraz engel yesin de karnı doysun amaaan aklı başına gelsin!

 

O değilde ne yazacaktı acaba ya?

 

Keşke mesajını gördükten sonra engelleseydim, tüh!

 

***

 

Babamın dizlerine yatmış, karnıma koyduğum kaseden aldığım erikleri kütür kütür yerken annemin meşhur, ha kavuştular ha kavuşacaklar içerikli klişe günlük dizisini izliyorduk. Başrol kızın salaklığını baygın gözlerle izlerken öksürdüm. İki gündür epey toparlamıştım ama şu öksürüğüm beni benden alıyordu. Bir türlü geçmemişti. Tahin akşama geleceğini söylemişti ama gelmemiş, üç saat önce annesiyle meyve ve limon dolu kasa göndermişti. Kendisi bende hâlâ engelli durduğu için ne zaman gelir bilmiyorum.

 

Hoş, onu beklediğim de yoktu zaten. Öyle aklıma gelmişti bir an, o kadar.

 

"Toparlanabildin mi biraz daha?" diye soran babamın sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım. Kucağına yattığımdan beri eli bir kez olsun saçlarıma değmemişti. Kimseye saçlarımı sevince gerildiğimi söylememiştim ama sanki babam bunu biliyormuş gibi saçlarıma hiç dokunmadı.

 

"Benden bir şey isteyeceksen çok hastayım, istemeyeceksen fevkaledenin fevki durumundayım." dediğimde babam güldü. Dün sabah aynı soruyu annem de sormuştu ve boş bulunup iyiyim dedim diye bulaşık yıkamıştım. Artık daha temkinli yaklaşıyordum sorulara.

 

"Ben kaçtım, iyi akşamlar size." diyen Sinan abimle gözlerimi ona çevirdim. Silahını beline takarken kapıdan bize el salladı.

 

Bende ayağımı kaldırıp salladım karşılık olarak. "Güle güle."

 

"Dikkatli ol." diye bağırdı annem arkasından. Sonra dizisine kısa bir dua arası verip ellerini açtı ve abilerim için dua etti.

 

"Halk dilinde halaya ne denir?" diyen dedeme baktım başımı çevirip. Yine o meşhur bulmacası elindeydi.

 

"Bibi denir dede." dedi ablam.

 

Bak hala demişken aklıma geldi. Nişanın ertesi gününden beri halam kayıptı. Büyük dayı bey de ara sıra görünüyor, sonra kayboluyordu. Bu ikisi ne haltlar çeviriyorlardı yine?

 

Derken büyük dayı bey geldi. Gözleri uykusuzmuş gibi kıpkırmızı kesilmiş, teni de solgundu. "Oo! Nihayet İhsan Beyler de teşrif edebildi. Sen otel sandın herhalde burayı? Sabah çıkıp gecenin bir yarısı eve gelmeler falan..."

 

"Gül!" diye uyardı babam.

 

Onu ciddiye almadım. "Şu an gülecek durumda değilim baba."

 

Babam tekrar "Gül!" dediğinde bu defa sessiz kaldım ama dayı beye gözlerimle gereken mesajı veriyordum.

 

"Gecenin bir yarısı dediğin saat akşamın onu," dedi koltuğa oturup bana dik dik bakarken. "Ayrıca burası benim yeğenimin evi, birine hesap vereceksem bu sen değil, o olur."

 

Babama baktım hemen. "Baba sorsana şuna, bu saate kadar neredeymiş?"

 

"Koskoca adam, neredeyse nerede. Bize ne kızım?" dediğinde dayı bey zaferle gülerek bana bakıyordu.

 

"Halam nerede?" diyerek konuyu değiştirdim bende hızla doğrulurken. "Kaç gündür ortalıkta yok!"

 

Dayı beyin gülen suratının an be an bozulduğunu ama bunu çaktırmamaya çalıştığını fark ettim. Gözlerimi kısarak ona bakarken bakışlarımı fark edip kısa bir an gerilse de çabuk toparlanıp kaşlarını çatarak dik dik bana baktı.

 

"Bir arkadaşı doğum yapacakmış, onun yanına gitti." dedi dedem. "Gezsin şimdi bakalım. Evlendikten sonra ne yapacak?"

 

"Halam evlenmez ki." dedim kesin bir şekilde. "O evlenecek bir kadın değil. Dışarıdan çok seks- yani çok güzel, alımlı görünüyor ama içinde bir ağır abi var onun. Kimse almaz onu."

 

Dedem kararlı gözlerle bana bakarken, "Sen öyle san." dedi. "Ben buldum bile birini. Ailemize layık biri ama geçmişte birine sevdalıymış. O iş biraz kafamı kurcalıyor sadece. Kendisiyle bir görüşeceğim bakalım. Ondan sonra gelirler bize tanışırlar Meltem'le."

 

Halamı biraz tanıyorsam bu evlilik işini onaylamazdı. O sabah kahvaltıda geçiştirmek için tamam dese de iş ciddiyete düştüğünde reddederdi.

 

"Dede sence de biraz abartmıyor musun?" diye sordum ciddiyetle. "Bu görücü usulü evlilikler bana biraz saçma geliyor. Sanki halam evde kalmış bir kız kurusuymuş da sende onu birilerine yamamaya çalışıyormuşsun gibi. Ayrıca hangi kız babası kızına talip arar ki? Halam evlenmek istese zaten evlenirdi. Sende bir tuhafsın. Hem halamı seninle yaşamaya ikna etmeye çalışıyorsun hem de onu evlendirmek için çalışmalara başlıyorsun. Valla siz yaşlıların kafası nasıl çalışıyor hiç anlamıyorum."

 

"Ne varmış görücü usulü evlilikte? Biz de babanla görücü usulü evlendik. Bak, beş tane de evladımız var çok şükür." diyen annem bana imalı imalı baktı. "Tabii siz internetten koca bulmaya alıştığınız için görücü usulü evliliği duyunca bir şaşırdınız..."

 

Hemen dedeme döndüm. "Görücü usulü evlilik candır can! Buradan devam dede, bravo!" diye az önce yırtındığım konuyu savundum hızla ama yine de annemin imalı bakışlarının altından kaçamadım.

 

Tahin belası nişanda ayakkabılarımın bağcıklarını bağladı diye annem günlerdir benimle konuşmak için kıvranıyordu ama araya hastalığım girince ve bu evde özellikle benim hasta olmam herkesi etkilediğinden şimdilik konuyu askıya almıştı ama bunu uzatacağını sanmıyordum. Bir iki güne kalmaz beni kıstırırdı bir yerlerde. O zamana kadar kaçsam iyi olurdu.

 

"Ben Meltem'i zorlamıyorum Gül," diyen dedeme baktım. "İstemiyorsa zorla evlendirecek değilim elbette. Ben sadece onun iyiliğini istiyorum. Yaşıtlarının boyu kadar çocukları varken o ipsiz sapsız dayısının peşinde koşuyor, heba oluyor. Yarın öbür gün anne olmak isteyecek ama yaşı geçtiği için olamayacak. Ben yuvasını kursun, çocukları olsun, mutlu olsun istiyorum." dediğinde ona da hak verdim.

 

"Her anne baba çocuklarının mutluluğunu düşünür." dedi annem imalı imalı bana bakarken.

 

Neyse ki tam o sırada dayı beyin telefonu çaldı da bakışlarını üzerimden çekti. Dayı bey telefonunu çıkartıp arayana baktıktan sonra telefonun sesini kısıp ayaklandı ve bir şey söylemeden gitti. Bu bir haltlar çeviriyordu yine ama dur bakalım. Anlayacağız.

 

Yalandan esnedim. "Uykum geldi benim, kaçtım ben." diyerek ayaklandığımda annem dik dik arkamdan baksa da bir şey demedi.

 

"İyi geceler kızım." diyen babama öpücük attım ve salondan çıkıp sessiz adımlarla Demir abimin odasına ilerledim. Tam tahmin ettiğim gibi dayı bey içeride, kapı gizli saklı bir şeyler çevirdiğini belirtircesine kapalıydı. Ve telefonla konuşan sesi içeriden kısık geliyordu. İyice yaklaştım kapıya duymak için. Keşke gelirken bir bardak getirseydim ya!

 

"Meltem, Sadi'nin telefonuna cihazı yerleştirmiş." dediğinde gözlerimi kıstım. Halam ne alaka? Sadi kim? Cihaz dediği şey ne? Neler oluyor ula bu aşağılık yerde???

 

"Meltem şu an uçakta, Trabzon'a geliyor. Bizim çocuklar telefona yerleştirilen cihazı dinlemedeler. Hırşit'le en ufak bir konuşmalarında yer tespiti yapıp sana bildireceğim Demir."

 

Demir mi?

 

Abimle mi konuşuyordu?

 

Ya ne alaka ne alaka???

 

"Sen ne yapıyorsun? Göreve çıkacaktınız en son ne oldu?" Kısa bir an sustu dayı bey, abimi dinliyor olmalıydı. Sonra konuştu. "Yarın sabah çıkacaksınız demek.... Burayı merak etme. Ben burada olduğum sürece ailen güvende. Sen kendini düşün, işine odaklan... Herkes çok iyi... Defne mi?" Adım, daha doğrusu Demir abimin bana taktığı isim geçince gerildim, heyecanlandım. "Başıma bela olmaya devam ediyor." diye homurdandı dayı bey. Asıl başa bela olan kendisiydi. Gelmiş eve, kaldığım odaya yerleşmişti resmen! Şuna bak! Bir de beni şikayetliyor! Utanmaz moruk!

 

"Odanda kalıyorum diye yapıyor bunu, biliyorum. O beni sinirlendirdikçe ben de onu sinirlendiriyorum... Evet hastaydı, iyileşti ama. Korkma evlat, bu kız hepimizi gömer, üzerimize helvamızı yer. Bir şey olmaz ona... Yok yok merak etme sen. Elim hepsinin üstünde. Herkesi yakın takibe aldım. Onlar bilmiyor tabii ama ben hepsini takip ediyorum... Neyse evlat, sen uyu dinlen. Göreve çıkacağım diyorsun, güç topla biraz. Aklın da burada kalmasın sakın. Herkes çok iyi. Hadi Allah'a emanet, dikkat et kendine."

 

Ve telefonu kapattı, aynı zamanda da kapı açıldı.

 

Doğrulmuş, her şeyi duyduğumu belirten bir gülüşle ona bakarken beni gördü. Kaşları şaşkınlıkla çatılırken, gözlerindeki telaşı hızla örttü. "Ne?" dedi ters ters. "Ne bakayisun?"

 

"Ben sormadan anlatacak mısın yoksa herkesi, özellikle Sinan abimi mi çağırayım?" dediğimde gerildi.

 

Blöf yaptığımı düşünüyor olmalı ki, "Anlatacak bir şey yok." dedi.

 

Odadan çıkmak için bir adım attığında omuz silktim. "Peki," dedim uysal bir tavırla. Ardından bağırdım. "Baba!" Sinan abim yoksa bile babam vardı.

 

İhtiyar kolumdan tutup beni içeri çektikten sonra kapıyı kapattığında sırıttım. Ha şöyle, yola gel dayı bey!

 

"Tamam sus," dedi dişlerini sıkarken. "Anlatacağım."

 

Derhal ciddiyete büründüm. Kaşlarımı çatmış, kollarımı göğsümün altında toplamış, full konsantre bir şekilde odağımı bu ne idüğü belirsiz dayı beye vermiştim. "Dinliyorum."

 

İhtiyar bunak fena gerilmişti. Geniş, kırışık alnında boncuk boncuk terler belirmiş, vücudu oklava yutmuş gibi gergin ve dikti. "Demir'in yakalamaya çalıştığı bir terörist var ama adam kayıp. Bu terörist Demir'in askerlerinden birini şehit etmiş. Demir de benden o herifi bulmamı istedi. Hepsi bu."

 

Sol kaşımı kaldırdım. "Abim bir terörist için bile olsa mafya dayısından yardım istemez, yalan söylemeyi kes." dedim net bir şekilde. Zaten şu duruşu, bakışı yalan söylediğini ele veriyorken benden uydurduğu bir hikayeye inanmamı istiyordu ama yemezler. Dudaklarını araladığında işaret parmağımı kaldırdım. "Yalan söylemeye devam edeceksen eğer abimi arayacağım."

 

Sustu, bir müddet yüzüme baktıktan sonra omuzlarını düşürdü. "Aptalı oynayan zeki bir kızsın," diye homurdandı bana nefretle bakarken. "Bundan nefret ediyorum."

 

Sözleri gururumu okşasa da herhangi bir tepki vermedim. O da daha fazla kaçamayacağını anladı, pes etti. "Bak Gül," dediğinde ilk kez ciddiydi. Gerildim. "Benim sen dahil kimseye söyleyemeyeceğim bir durumun içerisindeyim. Anlıyor musun? Gizli kalması gereken bir mesele bu. Sadece Demir'in ve halanın bildiği ve içinde olduğu bir durum. Beni neyle tehdit edersen et, bunu ne sana ne de bu evdekilere açıklayamam."

 

Aklımdan binbir türlü şey geçti o an ve en makul olanını buldum. Demir abim de bu işin içindeyse ve dayı beyden yardım bekliyorsa eğer bu dayı beyin de vatanı için çalıştığını gösterirdi. Hepimiz onu kirli işlere bulaşan, ailemizin yüz karası bir adam olarak bilirken o aslında kimseye çaktırmadan vatanına göz dikenleri bitirmek için çalışıyordu değil mi? O bir gizli istihbaratçıydı. Hatta halam da. Bu yüzden bana, kimseye söyleyemiyordu.

 

O an için aklımdan binbir tane şey geçti ama tek bir şeyi sorabildim. "Halam riskte mi şu an?"

 

O deli dolu, dikkatleri üstüne çeken bir kadındı. Aynı zamanda birçok konuda Demir abimin eğittiği de biriydi. Ara sıra gözden kaybolmasının tek nedeniydi bu iş. O bizim evimizin en arsız, en ağzı bozuk ama en sevilen kızlarındandı. Biliyorum o kendini korur ama onun için endişeleniyordum.

 

"Meltem şimdilik güvende." dediğinde cümlenin içindeki o şimdilik kelimesi yüreğimi sıkıştırdı. Yarın ne olacağını bilemem ama şimdilik güvende demek istemişti.

 

Yorgun ama bir o kadar da dinç bakan gözlerine baktım. "Herkes seni mafya sanıyor."

 

Başını salladı. "Böyle olması daha iyi."

 

"Ailemizin yüz karası diyor dedem senin için."

 

Kaşlarını çattı huysuz bir tavırla. "O kendine baksın, bunak!" diye homurdandığında gülemedim bile.

 

"Sinan abim senin fişini çekmenin yollarını arıyor." dediğimde yarım bir şekilde güldü.

 

"Daha çok arar."

 

"Peki hiç mafya olmadın mı gerçekten?" diye sorarken ağlayacak gibiydim. Başını iki yana salladığında sol gözümden akan yaşa mani olamadım. "Ben başım sıkıştığında benim dayım bir mafya diyemeyecek miyim şimdi?" diye sorarken hıçkırıklarla ağlamaya başladım birden. Bu öğrendiklerim bana ağır gelmişti. Okulda herkese dayım bir mafya diyerek hava atıyor, onları korkutuyordum. Onun sayesinde popüler olmuştum. Hepsi yalan mıydı yani?

 

Temsili Bağcılar oturuşuyla yere çökmüş, ellerimi yüzüme kapatıp ağlarken beni ihanete uğratan dayı beyin sesini duydum. "Az önceki sözümü geri alıyorum," diye homurdandı. "Sen zekiyi oynamaya çalışan aptal bir kızsın." dedikten sonra bileğimden tutup beni kaldırdı ve göğsüne çekip sımsıkı sarıldı bana.

 

Burnumu çekip başımı hafifçe kaldırdım ve alttan yaşlı gözlerimle ıslak köpek yavrusu gibi yüzüne baktım. "Son bir soru," dedim bir umutla. "Mafya olman için çok mu geç?"

 

Ters ters yüzüme bakarken ensemden tuttuğu gibi yüzümü göğsüne yapıştırdı. "Ulan ölüyorum desem böyle içli ağlamazsın!" diye homurdandı.

 

Ağlarım tabii ağlamam mı?

 

Mutluluktan ağlarım bir kere.

 

Bir süre saçlarımı sevip gazını çıkartmaya çalıştığı bir bebekmişim gibi sırtımı sıvazlarken göğsünde ağlayarak sakinleşmemi bekledi. Halamın şimdilik güvende olması, Demir abimin yarın sabah göreve gidecek olması içimde biriktirdiğim gözyaşlarını dışa vurmama sebep olmuştu. Dayı beyin mafya olup olmaması umrumda değildi. O da zaten buna ağlamadığımı bilir gibi göğsünde sakinleştirdi beni.

 

Geri çekilip gözlerimi silerken, "Peki mafya olmak için kaç adam vurmak gerekiyor?" diye sorduğumda kahkaha attı.

 

"Sen daha kütüklerin üzerindeki şişeleri vuramıyorsun, kalkıp adam mı öldüreceksin?" dediğinde ters ters ona baktım.

 

Demir abimin yatağına uzanıp üstümü örttüm. "Bir gün seni vurduğumda bu laflarını hatırlatırım yalnız." dedim gözlerimi kapatırken.

 

Buna cevap vermedi. Tepeme dikilmesini oluşturduğu gölgeden anladım ama gözlerimi açmadım. Omzumu dürttü. "Burada ben yatıyorum, kalk." dediğinde kıpırdamadım bile. Ağlamak gözlerimi ağırlaştırdığı için uykuya dalmama şu kadarcık kalmıştı. "Ulan ne yaptın ettin, yerime kondun!" diye homurdanışını işittim. Üzerimden uzanıp yastığı aldığını ve kısa bir an araladığım gözlerimle yerde uzandığını görmüştüm.

 

Demir abimin odası benim odamdı. Kimse kusura bakmasın, nokta!

 

Normalde top patlasa uyanmayacak biriyim ama bu sabah garip bir şekilde peş peşe telefonuma gelen iki mesaj sesiyle uyanmış ve elimi direkt telefona atıp gelen mesaja bakmıştım. Demir abimdendi. Hızla doğrulup mesajı açarken ellerim titriyordu. Bana şarkı dışında mesaj göndermezdi hiç. Bu bir ilkti. Bu yüzden heyecan, panik, mutluluk, telaş... Dünyada ne kadar çok duygu halleri varsa hepsini yaşamıştım yirmi saniye içinde.

 

Ve sonunda mesajı açtım.

 

Demir Abim: Nazlan

Sitem et

Kırıl bana

Beni geç vakit

Tek başıma suya yolla

Bahçede yüzünü öteye çevir

Güle hayret ediyormuş gibi yap

Gülümseyerek konuş da başkalarıyla

Somurt avluda sadece ikimiz kalınca

Kızıp en sevecen adımlarla üst kata çık

En sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden

Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık

 

Demir Abim: Serkan iti göndermiş, üzerine alınma.

 

Bu şey değil mi ya?

 

Kendi elleriyle mesaj gönderip kuzenim yazmış diye suçu her halttan habersiz kuzene yıkan o kişi?

 

Önce bir şiir göndermiş, hemen sonra kendi göndermemiş gibi suçu başkasının üzerine atmıştı. İki mesaj da aynı dakika içinde gönderilmiş olmasaydı inanırdım belki buna. Ama yok ya, inanmazdım yine. Bu herif kimseye telefonunu vermiyordu çünkü. Artık ne saklıyorsa o telefonda!

 

Hızla, hazır o da aktifken bende geri mesaj gönderdim ona. Bugün göreve gidecekti. Gitmeden önce arasam açmazdı biliyorum. En azından mesajlaşmayı istedim.

 

Gül: Babaannem derdi ki:

“İnsan, düşmanından, pişmanından korkmaz kızım,

en çok kendinden korkar…

Gücüne yenilmekten,

düşüne bilenmekten,

öcünde dirilmekten,

var sandıklarında silinmekten,

itilmekten, kakılmaktan,

sövülmekten,

kim bilir kimi zaman gereksiz övülmekten,

ansızın tükenmekten,

arttığını düşünürken, azaldığını fark etmekten,

kıymet verip, verdiği kıymete gömülmekten korkar…

Kalabalığa karışmaktan,

yalnızlığa alışmaktan,

dolup dolup taşmaktan,

samimiyetsiz bakışmaktan,

darılıp, barışmaktan,

kendiyle savaşmaktan,

“keşke”lere ilenip, “iyi ki” lere varamamaktan,

dünleri silkeleyemeden

yarınları adımlamaktan korkar…

Anılan itin derdi, çomağa kalırmış.

Kendinle barış kızım, önce kendinle barış..

Korkunun ecele faydası olsaydı

cennet de boş kalırdı, cehennem de…

 

Her şey insanlar için…

Hop diye çıkıp,

pat diye düşmek de…

Tasın, tarağın hamamda kalsın…

Sen dünün terini şifa sayarsan,

aklın başındaki yerini nasıl olsa bilir…

Bırak kötü haber tellalı,

defini kendi için çalsın.

 

Gül: Mehmet salağı göndermiş, üzerine alınma.

 

Anında gördü mesajlarımı. Göndermiş olduğum şiiri okuyor olmalı ki bir süre geri dönüş sağlamadı. Dudaklarımı dişlerken çıkmadan önce tek harf bile olsa bir şey göndermesini istedim, bekledim hasretle, heyecanla.

 

Üstte yazıyor yazısı belirince içime su serpildi. Merakla mesajı bekledim. Geldi de.

 

Demir Abim: Uslu dur, başını belaya sokma, benim canımı sıkma.

 

Gülerken ağladım, ağlarken güldüm.

 

Gül: Yetişkin bir Gül günde bin beş yüz kere başını belaya sokmakla meşhurdur.

 

Demir abimden cevap gecikmedi.

 

Demir Abim: Yetişkin bir Demir, günde bin beş yüz kere başını belaya sokan kardeşini balkondan sallandırmakla meşhurdur.

 

Kahkaha attım.

 

Yanlışlıkla yumruğunu yedim diye iki gece uyumamış, karşımda bir çocuk gibi ağlamışken beni balkondan sallandıracağını söylüyor. Bana kıyamadığını bilmesem ciddiye alırdım şu mesajını ama alamadım.

 

Tam cevap yazıyordum ki çevrimdışı olduğunu görünce vazgeçtim. Göreve gidiyordu muhtemelen. Bu yüzden mesajdan çıkmış olmalıydı. Dün gece dayı beyle konuşurken göreve gideceğini söylemişti ona çünkü. Telefonu bırakıp ağlarken bir yandan onun için dua ettim Allah'a.

 

Benden nasıl gittiyse yine bana öyle dönsün Allah'ım, lütfen.

 

Elimde telefon, gerisin geri uzandım yatağa. Dizlerimi karnıma çektim, küçüldükçe küçüldüm. Sessizce ağlarken beş dakika sürmeyen o kısacık mesajlaşmamızı okudum durdum defalarca. Bir gün bana kalan sadece bu mesajlar ve birkaç fotoğraf olacak diye öyle korkuyorum ki... Ama bir o kadar da gurur duyuyorum onunla.

 

Avuçlarımın arasındaki telefon çalınca irkilerek uyandım. Hangi ara uyuduğumu hatırlamıyorum bile. Saat on bire geliyordu. Tek gözümü açıp arayana baktım. Süslü Barbie'ydi. Derinden oflarken sırt üstü uzanıp aramayı yanıtladım ve telefonu kulağıma tutmak yerine yastığımın yanına bıraktım. "Ne var?" diye oldukça kibar bir giriş yaptım.

 

"Oha!" dedi şaşkınca. "Hâlâ uyuyor musun sen?"

 

Kapalı gözlerimi devirdim. "Bunu sormak için mi aradın?"

 

Telefonu kapatmak için elimi uzatmıştım ki o da bunu hissetmiş gibi, "Hayır hayır," dedi hızla. "Odamda çizimlerin olduğu bir dosya var. Onu getirebilir misin bana? Çok acil! Acil olmasa seni aramazdım."

 

"Mehmet'i ara o getirsin, uğraşamam."

 

Benden istediği şeye bak! Bir dosya için şirketin yolunu tutamam. Ayrıca hiç havamda değilim.

 

Ama bir Tahin'i görsem kendime gelirim gibi sanki, hım?

 

"Mehmet ergen triplerinde, arasam da açmaz." dedi. Evet bu küçük ergenin bir karın ağrısı vardı ama dur bakalım, öğreneceğiz onu. "Hadi Gül ya! Yalvartma işte. Bir kere de dediğimi hemen yapsan ölür müsün? Hem seninki de burada."

 

Gözlerimi açtım hızla. Bembeyaz tavana bakarken kalbimin depar attığını duyuyordum. "Benimki mi?" dedim salağa yatarak. "Benimki de kim? Öyle biri mi var? Benimki diye isim mi olurmuş ayrıca? Ne kadar saçma!"

 

Ablam telefonun ucundan kahkaha atarken, "Bekliyorum." diyerek kapattı telefonu. Ağzımın içinde homurdanırken uyuşuk hareketlerle yataktan kalkıp yine aynı uyuşuk hareketlerle hazırlanmaya başladım. O kadar uyuşuk hareket etmeme rağmen on dakika içinde hazır olmuştum. Odamdan ablamın masanın üzerine bıraktığı dosyayı aldım ve çıktım.

 

Gitmeden önce bir şeyler atıştırmak için mutfağa girmiştim ki ellerini yıkayan annemle karşılaştım. Gözleri hızla beni bulurken gözlerini kıstı. "Ben de şimdi seni uyandırmaya geliyordum." dediğinde mideme küfrettim. Ne olurdu yani sessizce şu evden çıkıp gitseydim? Bu an yaşanmak zorunda mıydı?

 

Ve son bir şey daha.

 

Allah senin belanı versin Tahin!

 

Kaçacak bir şeyler ararken elimde sıkı sıkıya tuttuğum dosyayı hatırladım. Hızla dosyayı kaldırdım. "Ablam aradı. Evde unutmuş, acil götürmem gerek. Öyle söyledi."

 

Tam arkamı dönüp kaçacakken sesiyle olduğum yere mıhladı beni. Hadi buyrun cenaze namazına!

 

"Geç şöyle," dedi başıyla masayı işaret ederken. Yardan kaçarsınız ama kaderden kaçamazsınız arkadaşlar. El mecbur kaldım olduğum yerde. Aynı anda bir sandalye çekip karşı karşıya oturduk annemle. Bir tepemizdeki beyaz ışık eksikti sorgu odasında hissetmemiz için. Onun dışında o iyi polisti ben de hırsız. "Anlat bakalım." dedi ellerini masanın üzerinde birleştirirken. "Tahir'le aranızda ne var?"

 

İyi bari, soru kolay yerden gelmişti.

 

"Tahir'le aramızda evler, yollar, arabalar var. Ne olacak ki başka?"

 

Annemin ince kaşları usulca çatılırken soruyu yanlış anladığımı fark ettim. "Gül!" diye uyardı oturduğu yerde doğrulurken. "Nişandaki halleriniz neydi öyle? O çocuk niye senin ayakkabılarının bağcığını bağladı?"

 

Bu sefer soruyu dikkatli okudum aman dinledim.

 

"Ayakkabılarımın bağcığı açılmış çünkü. Bağcıklara basıp düşsem, düşerken kafamı masanın sivri ucuna vursam, beyin kanaması geçirip ölsem daha mı iyiydi? Bence beni ölümden kurtardığı için teşekkür etmeliyiz."

 

Annem ne yapmaya çalıştığımı bilir gibi soğukkanlılığını korurken, "Masalar kare değil, yuvarlaktı Gül." dedi.

 

"Ee bu harika haber!" dedim hızla gülerken. "Düşseydim kafamı masanın sivri ucuna vurmamış olacaktım."

 

Annem derin bir nefes alıp verdi. Buraya kadar dayanabilmişti. Bana doğru eğilip masanın üzerindeki ellerimi tuttuğunda gerildim birden ama çaktırmadım. Yani inşallah çaktırmamışımdır. "O çocuğun sana olan bakışlarını gördüm Gül. Kenan Sibel'e nasıl bakıyorsa o çocukta sana öyle baktı bütün gece. Ben sevdalı insanı gözünden tanırım. O çocuk sana sevdalı ama benim bilmediğim, benim kızımın ona karşı bir şeyler hissedip hissetmemesi. Bana dürüst ol Gül. O çocukla aranızda bir şey mi var? Seviyor musun onu?"

 

Bu seferki soru biraz zor yerden gelmişti. Durdum, biraz düşündüm ve makûl bir cevapla bu soruyu da yanıtladım. "Biri bana aşık diye o kişiyi sevmek zorunda mıyım anne?" dedim gülerken. "Ayrıca sen niye buna bu kadar çok taktın anlamadım. Senin kızın, pardon, düzeltiyorum, senin en küçük kızın aşşırı seksi ve güzel. Elbette bana aşık olacak. Olmaması tuhaf olurdu. Ama dediğim gibi yani. O beni seviyor diye bende onu sevmek zorunda değilim. Ben ablamdan kurtulmanın yollarını ararken onun kaynına aşık olup da ablamla elti falan olamam!" Yumruğumu masaya vurdum. "Bu love işleri bizi bozar hatun!" dediğimde gülmedi.

 

Bir müddet dışarıdan umursamaz görünen yüzümü inceledi. Şurada döktüğüm teri bir yaz boyunca dökmemişimdir. Bu ne arkadaş!

 

"Yani sen şimdi sevmiyorsun bu çocuğu? Sadece o sana aşık ama sen karşılık vermiyorsun, vermeyeceksin. Öyle mi? Doğru mu anladım?"

 

Başımı salladım hızla. "Ayyynen öyle!" dedim vurgulayarak.

 

Bir kere daha sordu aynı soruyu, yine aynı şekilde cevapladım. Benim bu Tahin bebesiyle hiçbir alakam olamaz!

 

"Peki madem." dedi omuz silkerek. Geriye yaslandı, gözlerini kıstı. "Madem Tahir'le aranda bir şey yok, onu sevmiyorsun, o zaman bugün saat bir de bizim çarşıdaki dondurmacıya gidip eski komşumuz Faik'le buluşup konuşuyorsunuz."

 

Gözlerimi devirdim. "Bu nereden çıktı şimdi anne ya?" Bahsettiği çocuğu tanıyordum. Karşı komşumuzdu kendisi ama çocukla hiç anlaşamazdık. Kabul, ben genel olarak kimseyle anlaşamıyorum ama bu çocuk da anlaşılacak biri değildi ki canım!

 

"Geçen gün aradım Necmiye'yi," Faik'in annesinden bahsediyordu. "Öyle konuşurken laf lafı açtı. Konu sizlere geldi. Bir görüşsünler dedim ben. Çocuk da Felsefe ögretmeniymiş. Bugün öğleden sonra dersi yokmuş. Bugüne randevu ayarladık yani. Git bir gör, görüş çocukla. Hem ben gördüm, serpilmiş, yakışıklı olmuş bayağı. Efendi de. Hem belli mi olur?" dedi imalı imalı. "Evlenirsiniz belki."

 

"Sen artık benden sıkıldın mı?" dedim kaşlarımı çatarak. Bunun başka bir açıklaması olamaz çünkü. "Aynısını ablama da yaptın. Bizi evlendirme merakın nereden geliyor? Bizimle uğraşacağına abimlere bul birilerini."

 

Tek kaşını kaldırırken güldü. "Onlara da birilerini bulmadığımı nereden biliyorsun?"

 

Ay bu kadın dedemle aynı evde kala kala bizi yok etmenin derdine düşmüş!

 

"Anne biz senin canınız kanınız yapma!" diye Oscar'lık bir performans sergilediğimde elini salladı tavuk kışlar gibi.

 

"Saçmalamayı kes de git hadi." dediğinde bundan kaçamayacağımı anladım. Oflayarak dosyayı da alıp kalkarken, "Unutma, saat bir de, dondurmacı da!"

 

"Tamam," dedim mutfaktan çıkarken. "Saat üçte, ikindi namazına müteakiben mezarlıkta."

 

"Gül!" diye bağırdı arkamdan ama cevap vermedim.

 

Gerçekten şu ufacık hayatımda bir Faik eksikti!

 

Demir abimin arabasına atlamış, şirketin yolunu tutarken Süslü Barbie'ye sövmekle meşguldüm. Onun yüzünden iki saat sonraya bir randevum vardı.

 

Arabayı şirketin otoparkına bırakıp şirkete giriş yaptığımda huysuz ve suratsızdım. Kimseyle muhatap olmadan asansöre giderken danışmadaki kız beni görür görmez telefona sarılmıştı. Birilerine geldiğimi haber verecekti muhtemelen ama bilin bakalım kime?

 

Tabii ki ablama haber verecek arkadaşlar, başka kime haber versin?

 

İndili bindili asansör keyfinden sonra nihayet ablamın odasının olduğu kata çıkmıştım. Elimdeki çizim dolu dosyayla yüzümü yelleye yelleye odasına yürüdüğümde ben giremeden o odasından çıkmıştı. Kapıda karşılaştık.

 

"Al," dedim hemen savururcasına dosyaları eline fırlatırken. "Bir daha hemen zevcenin yanına fırlamadan önce bir dur, bir düşün, ben bir şey unuttum mu ya diye. Bu sana yaptığım son, bin beş yüzüncü iyilikti. Bir daha kılımı kıpırdatmam."

 

Süslü Barbie saçlarını omzunun gerisine savurup gözlerini devirirken dosyayı kurcaladı. Aradığı ve istediği bulunmuş olmalı ki yanağımdan makas alıp öpücük attı. "Sen bir tanesin." diyerek beni pohpohladığında omuzlarım kabardı, duruşum dikleşti hemen.

 

"Bana bilmediğim bir şey söyle?"

 

Kısa bir an omuzlarımın gerisinden birine baktı ve gülerek bana döndü bakışları. "Seninki buraya geliyor."

 

"Benimki mi? O da kim? Sana diyorum Süslü! Nereye gidiyorsun?"

 

Ablam sol tarafa doğru giderken onun arkasından seslendim ama durmadı. Resmen bombayı kucağıma bırakıp gitmişti. Ben onun arkasından bakarken birden biri elimi tutup beni peşinden sürüklemeye başladı. Ayaklarım panikle birbirine dolanırken düşmekten son anda kurtuldum ve beni peşinden sürükleyen dağ ayısına baktım!

 

Tahmin edilmesi güç olmayan biriydi. Tahin tabii ki!

 

"Bir dur ula!" diye bağırıp elimi savurarak hem elimi çekmiş, hem de onu durdurmuştum. Arkasını dönüp bana bakarken şu takım elbisenin içindeki ultra yakışıklı, ekstra karizmatik, ziyadesiyle çekici görüntüsüne denize dalar gibi dalmamak için öfkeme tutundum. "Ne sürüklüyorsun beni peşinden? Yangın mı çıktı hayırdır?"

 

Sağa sola bakıp durmuş avel avel bizi izleyen birkaç çalışanını sadece bir bakışıyla göndermişti. Koca koridorda baş başa kaldığımızda bana bir adım atıp yaklaştı. Üzerime eğildiğinde tövbe estağfirullah çektim hemen. Ne oluyor ula?

 

"Çıktı," dedi. "Öyle bir yangın çıktı ki su döktükçe daha çok harlanıyor, her yanı sarıyor."

 

Bunun gözü göz değil. Bu niyeti bozmuş. Pişirme gereği duymadan çiğ çiğ yemek ister gibi bakıyor bana. Acil çıkış neredeydi tam olarak? Ya da yangın merdivenleri?

 

Ben öyle mal gibi karşısında kalınca bundan memnun kalarak duruşunu dikleştirdi. "Asistanımın annesi hastaymış, bugün gelmedi ve benim bir toplantıya katılmam gerekiyor. Sen de bana bir saat kadar asistanlık yapacaksın."

 

Yapar mısın değil, yapacaksın. En nefret ettiğim şeydi emir verilmesi. Genelde de verilen emrin hep tersini uygulardım.

 

"Hayatta olmaz!" dedim derhâl. "Manken olarak girdiğim şirkette asistan olarak devam edemem. Millet rütbe çıkarken ben neden rütbe düşüyorum pardon? Hiçbir güç bana senin asistanlığını yaptıramaz!"

 

Gitmek için arkamı dönmüştüm ki, "Yüz bin!" dedi. Durdum hemen. "Toplantı odasından çıkmadan hesabına yatar."

 

Hah, beni parayla satın alabileceğini sanıyor!

 

Burnumu havaya diktim, omuzlarımı kaldırdım ve ona dönüp şöyle dedim: "Toplantı odası ne taraftaydı Tahir Bey?"

 

Anında moda girmeme gülerken eliyle sağ tarafı işaret etti. "Bu taraftan, buyrun Gül Hanım."

 

Önünden geçtiğimde elleri cebinde arkamdan neşeli bir ıslık çalarak beni takip etti. Toplantı odasına girmeden önce bir ajanda ve kalem tutuşturdu elime. "Toplantı boyunca konuşulan konudaki önemli noktaları not almanı istiyorum senden." dediğinde göğsüme yapıştırdığım ajandayla rolüme çabuk adapte oldum ve başımı sallayarak onu onayladım.

 

Toplantı odasının kapısı açılınca içeride görmeyi beklediğim şey bir yığın adamdı ama beni sadece bir kadın karşıladı. Kadında kadındı yani. Üzerindeki kırmızı mini, askısız elbisesi bir deri bir kemik vücudunu sarmış, uzun bacakları bile boyum kadarken kendi boyu dev gibiydi. Tahir'den bile uzundu bir parça. Boya olduğu belli olan parlak sarı saçları beline kadar uzun ve dümdüzdü. Güzel yüzü makyajla daha da güzelleştirilmişti. Göğüsleri ve kalçaları dimdik ve dolgundu. Boyu yeterince uzun değilmiş gibi bir de ince topuklu ayakkabı giymişti.

 

Ben kadını incelemeye dalmışken Tahir'in elini belime koymasıyla irkildim ve kenara çekildim. Kapının önünde dikilmiş, ilk kez kadın gören hanzolar gibi kadını dikizlemiştim resmen.

 

"Kusura bakmayın Serpil Hanım," dedi Tahir elini uzatıp kadınla tokalaşırken. "Biraz beklettik sizi ama..."

 

Kadının göğüsleriyle bakışmaya bir son verip birleşen ellerine baktım. Kadının uzun, sarma gibi incecik parmakları Tahir'in iri elini kavramış, baş parmağıyla adamın elini okşarken kaşlarımı çatıp başımı yukarı kaldırdım ve yüzüne baktım. Tahir'e bakan gözleri yıldız gibi parlıyordu. "Önemi yok Tahir Bey," derken sesi cilveli geliyordu kulağa. "Bekleten siz iseniz ömrümün yettiği yere kadar beklerim." dediğinde beynimden aşağı kaynar sular döküldü resmen.

 

Bu çılpi bacak gözümün önünde bir saatlik patronuma mı asılıyor yoksa beynim bana bir komplo mu düzenledi?

 

Hadi bu çılpi bacak patronuma asılıyor, peki bu patron neden elini çekmedi hâlâ?

 

Dirseğimi yanlışlıkla olmuş gibi geriye sertçe savurup arkamda duran Tahin'in böğrüne sert bir şut çektiğimde kısıkça inleyip elini çekmişti. "Ay," dedim sahte bir telaşla arkamı dönüp ona bakarken. "İyi misiniz Tahir Bey? Bir şeyiniz yok ya?"

 

Ela gözlerini bana çevirdi. Gözlerindeki sinsi pırıltılar kahkahalarla gülerken dudakları sadece kıvrıldı. "İyiyim Gül Hanım," dediğinde içimden beter ol dedim ama dışa yansıtmadım. "Sanıyorum yanlışlıkla oldu?"

 

"Evet evet," dedim hızla. "Bilerek ve isteyerek patronuma vuracak değilim. Hiçbir çalışan parasının kesilmesini istemez."

 

Tahir bana seni kıskanç seni bakışları atıp serpildikçe serpilmiş olan Serpil Hanım'a döndü. "Dilerseniz yerlerimize geçelim."

 

Baş parmağımı kaldırarak onay verdim. "Bence de."

 

Uzun kare masanın baş köşesine Tahir geçerken sol tarafına ben sağ tarafına da Serpil Hanım geçti. Ajandamı sadece kendim görebilecek şekilde konumlandırıp toplantı boyunca konuşulanları not aldım.

 

"...Şirketimiz bünyesinde tasarlanan kıyafetlerin pazarlaması için önce çekimi yapılması gerekiyor. Bu nedenle kıyafetleri üzerinde taşıyacak bir mankene ihtiyacımız var. Birkaç dostumuzun sayesinde sizin ne kadar mükemmel bir-..."

 

Ayağımla ayağına tekme attığımda sustu. "Ay," dedim yine sahte bir telaşla. "Yanlışlıkla oldu. Bacak bacak üstüne atacaktım da."

 

Tahir gülmemek için dudaklarını sıkarken toparlandı ve kadına döndü yine. Geriye yaslanmış, bir eli masanın üzerindeki kalemi çevirirken gözleri kadının gözlerindeydi. "Nerede kalmıştık? Ha, sizin ne kadar iyi," derken gözlerime baktı kısa bir an. "Manken olduğunuzdan bahsediyorduk. Yani anlayacağınız şirketimizin sizin gibi deneyimli bir mankene ihtiyacı var."

 

Lanet herif!

 

Bende mankenlik yapmıştım onun için ama bir kez olsun beni böyle övmemişti. Pislik herif!

 

Bende bu toplantıyı sana zehir etmezsem bana da Ayşegül demesinler!

 

"Sizinle çalışmayı bende çok isterim." dedi kadın. Bulmuştu tabii genç, yakışıklı, bekar, zengin adamı, bırakır mı? "Ama bir takım şartlarım olacak. Eğer bu konuda anlaşabilirsek sizinle çalışmaktan onur duyarım."

 

Tahir hemen oturduğu yerden doğruldu ve beni işaret etti. "Şartlarınızı söyleyin, asistanım not alsın. Sonrasında karşılıklı ortak bir sözleşme hazırlar, anlaşabilirsek imzalarız."

 

Kadın bana bakmadı bile. Toplantı başladığından beri Tahir'i malûm yerine kadar süzmüştü. "Bana uyar." dedikten sonra şartlarını sıralamaya başladı. Can kulağıyla dinledim ve not aldım şartlarını.

 

"Haftanın üç günü izinli olmam şart." dedikten sonra uzun yolunası yani güzel saçlarını şöyle bir savurdu. "Takdir edersiniz ki benim gibi bir kadının kendini çok yormaması, dinlenmesi gerekiyor."

 

Tahir başını sallayıp şartını kabul ettiğinde bana baktı yazmam için. Hemen not aldım.

 

Silikon göğüslerinin ve geniş kalçalarının üç gün dinlenmesi gerekiyormuş aksi takdirde yeteri kadar büyüyemezlermiş.

 

"Şirkete gelmem gereken zamanlarda iki saat öncesinden haber verilmesi gerekli. Hazırlanmam ancak bitiyor. Ayrıca bana özel bir araç gönderirseniz çok sevinirim."

 

Hemen not aldım.

 

Çakma sarışın, çarpık bacaklı, boya güzeli, keyif abidesi çıktı Rıza Baba!

 

"Maaş konusuna gelirsek de... Beni tercih ettiğinize göre on yıldan fazladır bu mesleği yaptığımı biliyorsunuzdur. Bu sektördeki birçok mankenden daha değerli ve kaliteli işler başardığımı da bilirsiniz. O yüzden her iş başına on bin dolar istiyorum."

 

Gözlerim yuvalarından fırladı bir an. On bin dolar mı dedi o? Ulan bana bu kadar para vermediler be! Bana beş kuruş bile vermediler! Dünürüz diye benden babalarının hayrına mankenlik yapmamı istediler, manken olduğumda da yemediğim laf kalmadı. Tahir bunu onaylarsa fena olay çıkartırım haberi yok!

 

Tahir'e baktım. Kısa bir an düşündü. Hesap yaptı, kafasında ölçtü biçti ve başını sallayarak bu maddeyi de onayladığında not aldım.

 

Beni beleşe çalıştırıp elin silikonlu göğüslüsüne, çakma sarışınına, çarpık bacaklısına on bin dolar vermeyi kabul etti. Beni bir saatlik toplantı için yüz bin liraya tutmuşken elin silikon göğüslüsüne, çakma sarışınına, çarpık bacaklısına dolar üzerinden maaş verecek!

 

Allah belanı versin Tahir!

İnşallah şirketin batar da donsuz kalırsın!

 

Amin amin amin!

 

"Şimdilik şartlarım bunlar," dedi kadın. Zaten şu üç şartı on beş şarta bedeldi de neyse. "Sözleşmeyi hemen hazırlayabilirseniz eğer imzaları atalım derim." Yerinde doğrulup Tahir'e doğru eğildiğinde gözlerim fıldır fıldır dönmeye başladı. Kalem elimden düştüğünde eğilip kalemi aldım fakat gördüklerim karşısında hemen doğrulamadım. Bu çılpi bacak benim sevdiceğimin aman patronumun bacağını elliyordu. Dizinden yukarıya doğru sürünen eli Tahin'in kasıklarına doğru usul usul, sinsi bir yılan gibi ilerlerken, "Anlaşmayı sağladığımıza göre bana geçip bir şeyler mi içsek?" dedi davetkâr, talepkâr, flörtkâr bir tonla.

 

Hızla doğrulduğumda Tahir de ayağa kalkmıştı. "Halletmem gereken önemli işlerim var, tek işim siz değilsiniz Serpil Hanım." dedi mesafeli bir tonla. Elini bana uzattığında kadına küçümser bir bakış atıp elini tuttum ve ayağa kalktım. Bu ona bir cevap vermiştir diye düşünüyorum.

 

Tahir'in gülmemeye çalıştığını fark ettiğimde ona baktım. Gözleriyle diğer elimdeki ajandayı işaret etti. "Notları alacaktım." dediğinde dumur oldum ama çabuk toparladım.

 

"Ayağım uyuştu da Tahir Bey, siz elinizi uzatınca destek alıp kalkayım diye elinizi tutmuştum." dedim hemen.

 

Sırıtışına mani olamadığında elini uzattı yeniden, bunu da bir davet sanıp kucağına atlamayayım diye gözleriyle ajandayı işaret etti bu defa. Verip vermemek arasında kararsız kalsam da verdim. Yapacak bir şey yoktu. Benden bu toplantı da ciddi ciddi not alacağımı düşündüyse fena yanılıyordu. Gerçekten not alacağımı düşünmüş olmalı ki okudukları karşısında kaşlarını çattı, dudakları aralandı. Ağlasa mı gülse mi bilemiyordu.

 

"Bir sorun mu var?" diye soran manken bozuntusuyla Tahir surat ifadesini değiştirdi.

 

"Hayır, hiçbir sorun yok." derken bana baktı. "Asistanımın yazısı biraz kötü de, anlayamadım. Ben bunu diğer arkadaşlardan düzeltip bir sözleşme haline getirmelerini isteyeyim sonrasında siz de bizim şartlarımızı okur, sizin için de uygunsa imzalarsınız."

 

"Anladım." dedi silikon göğüslü, çılpi bacaklı, çakma sarışın kadın. Yani Manken Serpil.

 

"Siz gidebilirsiniz, arkadaşlar sözleşmeyi size ulaştırırlar." dedi Tahir.

 

Silikon göğüslü, çarpık bacaklı, çakma sarışın çantasını alıp ayaklandı. Tahir'in yanından geçerken durdu ve kulağına doğru eğildi. Güya kısık sesle konuştu. Söylediği şeyi harfi harfine duydum. "Sözleşmeyi bana getiren siz olursanız sevinirim. Özellikle yarın gece... Sizi bekliyor olacağım."

 

Yanağından öpecekti ki Tahin son anda geri çekilip namusunu korumayı başardı. "İyi günler Serpil Hanım." dedikten sonra silikon göğüslü, çarpık bacaklı, çakma sarışın bozularak çıktı toplantı odasından. Gözlerimle onu ateş yağmuruna tuttum ama sendelemedi bile.

 

Kapı kapanır kapanmaz Tahir üzerime yürüdü. Elindeki kağıdı kaldırıp, "Bana beddua mı ettin sen?" diye sordu. Geri geri yürüyüp ondan kaçmaya çalışırken az evvel oturduğum sandalyeye takıldım. Düşüyordum ki belimden tutarak engel oldu. Şimdi dibimdeydi. Kaçmaya çalıştıkça dibimde bitiyordu. Ela gözlerindeki muzip ifade dudaklarındaki gülüşle birleştiğinde fazla şey görünüyordu.

 

Şey işte!

 

"Sen kadının göğüslerini mi kıskandın yoksa on bin doları onaylamamı mı? Ya da," derken sesi muzipleşti. "Kadının bana olan ilgisini mi kıskandın?" diye sorduğunda dudaklarımdan alay dolu bir gülüş çıktı.

 

"O kadar silikonu bana da sıksalar bende onun göğüsleri gibi dolgun ve dik olurdum." Yeterince büyük değillermiş gibi daha da büyütmüş göğüslerini. Hızla çenemi dikleştirdim. "Ayrıca on bin dolar nedir ya? Beni burada beleşe çalıştırdınız. İnsan bari yüz lira verirdi be! Bir daha sizin için kılımı kıpırdatırsam vursunlar beni."

 

Bir on yıl bunu konuşurum ben!

 

"İste tüm servetimi dökeyim önüne," dedi sinsi bir yılan gibi usul usul yaklaşırken. "Sen yanımda, benim olduktan sonra hiçbir şeyin önemi yok gözümde."

 

Şeytan tüm mal varlığını iste diye kulağıma fısıldasa da ayda yılda bir ortaya çıkan gururum buna müsaade etmedi. "İstemem," dedim nazlı bir edayla burnumu havaya dikerek. Yüzüne bakarken arkasındaki saat dikkatimi çekti. Bire geliyordu. Bu randevuya gitmezsem annem beni gebertir, Tahir'le aramızda bir şey olduğu için o görüşmeye gitmediğimi düşünürdü. İçimden derin bir of çektim ama dışımdan belli etmedim. Göğsünden itekledim ama kıpırdamadı bile. "Randevum var benim, sevgilimle buluşacağım. Çekil şuradan!"

 

Ciddiye almadı. Güldü. "Beni çıldırtmak için böyle söylüyorsun ama yemezler." dediğinde suratına ciddiyetle baktım.

 

"Sana yalan borcum mu var? Saat birde dondurmacı da sevgilimle buluşacağım Allah Allah. İnanmıyorsan gidince fotoğraf çekip atarım."

 

Hâlâ inanmadığı bakışlarından belli olsa da gözlerindeki şüpheyi de görmüştüm. İçine kurt değil, kurtlar vadisini düşürdüm ya, oh olsun!

 

Yengeye Elif dedin usta!

 

"Dilin farklı söylerken gözlerin farklı bir şeyler söylüyor," dedi iyice dibime girerken. Burnu burnuma çarptı, durdu. Bende nefes almayı kestim. İki parmağını sol göğsümün üstüne yerleştirdi. "Şu sesi on kilometre öteden belli olan kalbin, gözlerime bakarken büyüyen göz bebeklerin, kızaran yanakların, yumruklarını sıktığın ellerin... Vücudun bana olan aşkının hâlâ devam ettiğini böylesine haykırırken," Gözleri dudaklarıma düştü, orada kaldı. "Varsın dilin söylemesin gerçekleri."

 

Gözleri gözlerime çıktığında bakışlarındaki kıvılcımların az sonra ikimizi alev topuna çevireceğini bilemedim o an. "Ama yine de varsa buluşacağın biri, şu dilin bu sefer doğruyu söylüyorsa şunu bil. Sen benimsin, bende seninim. Bu ezelden beri böyleydi. Hiç değişmedi. Nişanlandığımda bile değişmedi. Beni sana ait kılan senin o masum öpücüğündü. Seni bana ait kılan ise..." Gözleri gözlerimdeyken başını hafif bir açıyla sağa eğip ıslak ve dolgun dudaklarını, kurumuş, küçük dudaklarıma bastırdı. Öpüşmedik ama tutkulu bir öpüşmenin ortasındaymışız gibi vücudum aşırı tepki verdi.

 

Mesela kollarım hangi ara boynuna dolandı, gözlerim ne zaman kapandı, ben kendimi ne zaman ona teslim ettim bilmiyordum. Dudakları dudaklarıma, sanki yanağımı öper gibi kondurduğu bir öpücükle öylece dururken bunu derinleştirmek için dudaklarımı araladım fakat geri çekildi. Burun burundaydık yine. Onu öpmem için aramızda burun farkı vardı. Gözlerim dudaklarına kilitlenmiş bir vaziyette ona bakarken az önce yarım bıraktığı cümleyi tamamladı. "Seni bana ait kılan da benim öpücüğüm."

 

Refleksle diliyle dudaklarını yaladığında göz bebeklerimin heyecanla, adrenalinle büyüdüğünü hissettim. Boynuna sarılı kollarım onu kendime doğru iterken güldü. "Yapma," dedi. Dudaklarımdan kaçmak için yüzünü boynuma gömdü. "İkinci kez seni öpersem kendimi tutamam, yapma."

 

Boynuma kondurduğu öpücük, kokumu derin derin içine çekmesi beni huylandırırken kafasını ittim boynumdan ama yine görüş alanıma dudakları girdi. Anlaşıldı. İkinci kez öpmeyecekti. "Öpmeyeceksin madem çekil şuradan!" dediğimde kıpırdamadı. Dudakları kıvrıldı. Ne de güzel öpülesi duruyorlardı öyle. Ama öpmüyordu. Sarımsak soğan da yemedim ki ağzım kokuyor da ondan öpmüyor desem. Niye öpmüyor ki? "Çekilsene ula!"

 

"Kollarını çekersen çekileceğim."

 

"Kollarım yanımda duruyor, uydurma!" diye terslediğimde kapı dan diye açıldı.

 

"Tahir şu çizimleri-... Ah, çok pardon! Ben bilmiyordum. Neyse çıktım ben." diyen süs bebeğiyle suratım kıpkırmızı olurken geri çekildim hızla. O da zaten çıkmıştı odadan.

 

"Konuşuyorduk biz ya!" diye bağırdım arkasından. "Bizi çıplak basmış gibi niye kaçtın ki öyle?"

 

Tahir güldüğünde benimsin öpücüğüyle tüm dengemi bozduğu için hem ona hem kendime sinirlendim. Ona ters ters bakarken, "Şu yüz bini hesabıma at da gideyim!" dedim. O kadar asistanlığını yapmış, not tutmuştum. Üstelik paramı vereceğini söylemişti. Emeğimin karşılığını almadan gitmem! Zaten o çarpık bacaklı, çakma sarışın, silikon göğüslü kadına on bin dolar verecekti. Aklıma geldikçe çıldırıyordum!

 

Tahir telefonunu çıkarttığında ona hesap bilgilerimi verdim. Hem o parayı atarken baktım yüz bin atıyor mu diye hem de para hesabıma geldiğinde baktım. Bir saat da iyi para kazanmıştım ama bir on dolar etmezdi orası ayrı.

 

Telefonu cebime attıktan sonra kapının önünde dikilen bedenini itekleyerek çıktım odadan. Galiba ben yine hasta olmuştum. Her yanım alev alev yanıyordu.

 

"Gül!" diye arkamdan seslendiğinde ona bakmadım bile.

 

"Çok sinirliyim şu an gülemem." diye bağırdım yüzüne bakmadan.

 

"Ama bir şey diyecektim. Önemli."

 

Durdum ve baykuş gibi başımı geri çevirip ona baktığımda elleri cebinde, omzunu kapının pervazına yaslamış, sırıtarak bana bakıyordu. "Ne?!" diye bağırdım huysuzca.

 

"Engeli kaldırsana?" dediğinde gerçekten önemli bir şey söyleyecek sanmıştım.

 

"Zıkkım!" diye bağırıp asansöre bindiğimde arkamdan attığı kahkahayı duyabiliyordum.

 

Duymaz olaydım!

 

Bölüm Sonu.🖤

 

Nasıldı bölüm?

 

En sevdiğiniz sahne ve replik neresiydi?🌸

 

Oy verip yorum yapmayı unutmayalım.🙏🏼💫

 

İnstagram: nazankaraermis

nazankrrmshikayeleri

 

♥️

 

Loading...
0%