Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. "Nişanlı Bir Adamı Sevemem Ben!"

@nazankaraermis

Ekin Uzunlar & Mustafa Ceceli - Bahar🎶

 

Keyifli Okumalar.🤎

 

Yazar'dan;

 

Tahir, abisi Kenan'la birlikte iş çıkışı eve geçmeden önce bir kafeye gittiler. Tahir aklına takılan o kızı abisine danışmak, onunla konuşmak istedi çünkü bu işin içinden çıkamıyordu bir türlü.

 

Onu gördüğü kafede yaptığı o rezilliği görünce kızdan tiksinmiş fakat patronunun ona Gül demesiyle ve kızın gül kokulu saçları yüzüne savrulmuşken acaba mı sorusu zihnine çöreklenmişti. Bir yanı aradığı kızın o olmadığına körü körüne inanırken bir yanı da içten içe ya o'ysa aradığım kişi diye düşünmeden edemiyordu.

 

O kız arabasına çarptığında ne demişti o kıza?

 

Peki ben seni etrafımda görmek istiyorsam...

 

Evet bunu demiş ve der demez içini saran huzursuz bir ifadeyle hemen polisi arayıp tutanak tutturmuştu kazayla ilgili. Son gördüğü o kızın öfkeli bakan mavi gözleriydi.

 

Bu kız sima olarak, koku olarak, isim olarak birebir ona benziyordu ama ya o değilse?

 

Tahir bunca yıl beklediği kıza ihanet ederse ya?

 

Hoş, zaten başkasıyla nişanlanarak ona ihanet etmemiş miydi?

 

Ne kaybederdi ki?

 

"Anlat bakalım, nedir seni şu Karadeniz'in derin sularına gömen şey?" diye soran abisiyle sakallarını sıvazlayıp ona baktı Tahir.

 

"Şirkete seni almaya gelirken yaptığım kazayı biliyorsun," diyerek içini açtı abisine. "Ve ondan önce bir kafede yaşadığım ufak bir sorunu da anlattım sana." Abisinden hiçbir şeyi saklamaz, bir tek ona uzun uzun konuşurdu ve bir tek abisi anlardı onu.

 

"Evet," dedi Kenan. "Anlattın hepsini ama konuyu anlayamadım tam olarak?"

 

Tahir derin bir nefes aldı. Önündeki fincanı kenara itti eliyle ve abisine doğru eğildi hafifçe. "Konu o kız abi." dediğinde abisinin kaşları şaşkınlıkla önce havalanmış hemen sonra çatılmıştı. "İsminden kokusuna, şımarık tavrından simâsına kadar ona benziyor! Bir tarafım çok emin, aradığını buldun derken, bir tarafımda ya o değilse diye beni sıkıştırıyor! O kızla ikinci karşılaşmamıza kadar yani arabama çarptığı ana kadar eğer kaderimdeyse, eğer aradığım o kişiyse yine karşılaşırız demiştim içimden ve saatler sonra, üzerinden bir gün bile geçmedi, sadece birkaç saat sonra yine karşılaştık! Sanki tüm işaretler onu gösteriyor gibi ama emin olamıyorum."

 

Yıllarca onu aramıştı Tahir. Çocukken ayrılmış olmalarına rağmen hep onu aramış, bir gün onu bulacağına, ona gideceğine her gün yemin etmişti. Altı yaşındayken gitmişlerdi Trabzon'dan ve on yaşına kadar kuzeni Gökhan aracılığıyla konuşmuştu Gül ile fakat sonra dedesi teyzesini, yani Gökhan'ın annesini mirastan, şirketten men edince araları bozulmuş, Gökhan dedesinin annesine yaptıklarının cezasını kuzenlerine kesmiş ve aralarındaki irtibatı sonlandırmıştı. O günden sonra ne Tahir Gül ile görüşebildi, ne de Gül Tahir ile...

 

O günden beri ikisi de birbirini görmedi, birbirlerinin seslerini duyamadılar.

 

Gökhan askerliğini yaptıktan sonra ailesini de alıp Londra'ya taşınmış, orada kendine bir hayat kurmuştu. Önceden iki çocuğu buluşturmak için Gül'ü ararken şimdi hemen hemen her gün onu arıyor, onunla konuşarak zamanında donör olduğu kızı mutlu ediyordu fakat görüntülü konuştukları her seferinde telefonu umutla açan kızın Tahir'i görememesiyle asılan suratının da farkında oluyor fakat bir şey yapamıyordu. İstese de yapamazdı çünkü Tahir başkasıyla nişanlanmıştı ve bir gün bunu kardeşi gibi sevdiği kıza söyleyip onu üzmekten korkuyordu. Israrla Gül'ün Tahir'i görmek, hiç değilse onun numarasını almak için ona yalvarmasına sessiz kalıyordu bu yüzden ama bir gün gerçekler ortaya çıktığında o kızın çok üzüleceğini ve kendisine çok kızacağını da biliyordu.

 

Ve Tahir aradan geçen onca zamandan sonra nihayet Trabzon'a Gül'ü bulmaya dönmüş ve döndükten iki ay sonra bu kızla karşılaşmıştı. O kıza dair tek bildiği şey onun ismiydi. Yıllarca sosyal medyadan kızı bulmaya çalışsa da hiçbir veriye ulaşamamıştı.

 

Ona ulaşmasına yardımcı olacak tek kişi Gökhan'dı çünkü Gül'ü halen daha aradığına adının Tahir olduğu kadar emindi fakat nişanlanmasından ötürü de ona kızgın olduğu için onunla ilgili hiçbir bilgiyi vermeyeceğini de iyi biliyordu.

 

Kızın fotoğrafını Gökhan'a gönderse, Gökhan ona evet bu aradığın kız dese bitecekti bu içindeki sıkıntı fakat Gökhan onu her yerden engellemişti. Abisi aracılığıyla ona ulaşıyor, haber gönderiyordu ama Gökhan nişanlı adama masum bir kızın numarasını vermem diyerek reddediyordu her seferinde.

 

Abisi kısa bir an ne diyeceğini bilemedi. Kardeşinin düştüğü çukurda ona el uzattığını görüyordu ama ne yaparsa yapsın ona yardımcı olamıyordu. Bu konuda kendisi de defalarca kez Gökhan'la konuşsa da Gökhan sert ve kararlı tavrından vazgeçmemişti hiçbir zaman.

 

"Kıza dair bir bilgi var mı elinde?" diye sordu abisi. "Eğer kıza dair bir şeyler biliyorsan araştırabiliriz."

 

"Abisi polis," dedi Tahir. "Karakola geldi, kızı azarladı, götürdü. Oradaki memurlara sordum adını. Sinan Kara dediler. Aradığım kızın soyadı da Kara. Bu tesadüf mü sence abi?"

 

Emin olamıyordu. Bu işaretler onu bulduğuna ikna ediyor ama bir türlü emin olamıyordu. Sonuçta koskoca Trabzon'daki tek Gül Kara o değildi. Eğer çıldırma raddesine gelirse Trabzon'daki bütün Gül isimli kızları toplayıp içinden aradığı kızı bulacaktı ve bunu yapmasına az kalmıştı, çok az hem de!

 

Bir an önce o kızı bulup eğer hâlâ evlenmemişse ve onu bekliyorsa onunla evlenmekti niyeti. Bu nişandan hiç memnun değildi.

 

"Tamam, ben bir araştırayım." dedi abisi. "Bu süreçte kızı da takibe alırız. Eğer o'ysa oturur konuşursunuz. Biraz zaman lazım sadece, tamam mı?"

 

Tahir derin bir nefes verip geriye yaslandı. Zamana bırakmak falan istemiyordu ama emin olmak istiyorsa da başka çaresi yoktu.

 

Kenan güvendiği adamına telefon etmek için telefonunu alıp kalktı ve dışarıya çıkarken içeriye girmek isteyen genç bir kadına yol verdi. Kadının elleri boyu kadar büyük kağıtlarla doluydu ve kağıtlardan ikisini düşürdüğünde kaşlarını çatıp, "Gerçekten harika bir gün!" diye söylenerek kucağındaki kağıt yığıntısıyla eğilmeye çalıştı fakat Kenan ondan önce davranarak ayağının önüne düşen kağıtları aldı. Kağıtlardan biri açık olduğu için üzerindeki çizimi görmüştü.

 

Elbise çizimiydi bu.

 

Siyah, ince askılı, uzun ve hafif göğüs dekoltesi olan basit bir elbiseyi on beş farklı şekilde, farklı model de kullanabileceklerine dair bir çizim yapmıştı devamında. Böylelikle bir elbiseyi giydikten sonra kenara atmak yerine farklı kumaş ve elbise süsleriyle yeniden istedikleri modelde tasarlamanın ve giymenin mümkün olduğuna dair bir çizimdi.

 

Özellikle ekonomik koşullar altında özel günler için farklı elbiseler alamayan kızlara ilham verecek harika bir çizimdi.

 

Kenan yeni çizimler, yeni modeller üzerine çalışsa da bu çizim, bu fikir hoşuna gitmişti.

 

"Kağıtlarımı alabilir miyim?" diyen sesi duyunca başını kaldırıp ona bakan mavi gözlere çevirdi kahvelerini. Elindeki kağıtları kızın kucağındaki kağıt yığıntılarının üzerine bıraktı.

 

"Bunları siz mi çizdiniz?" diye sordu Kenan.

 

Kız bakışlarıyla alelade Kenan'ı süzdükten sonra başını salladı. "Evet, hepsi benim çizimim." dedi. Gitmek için iki adım atmıştı ki Kenan ani bir kararla onu durdurdu.

 

"Ben de tasarımcıyım. Şirketimiz adına yeni modeller, yeni elbiseler çiziyor, tasarlıyorum ve bir tasarımcı olarak fikriniz, çizimleriniz beni etkiledi. Basit bir fikir gibi görünüyor olabilir fakat günümüz koşullarında bir kadının her istediği elbiseyi alamadığını göz önünde bulundurursak bu harika bir fikir." Kızın şaşkınlık ve heyecanla parlayan mavilerine bakarken ceketinin iç cebinden çıkardığı kartı ona uzattı. "Burada numaram ve şirketin adresi var. Bana WhatsApp'tan özgeçmişinizi ve çizimlerinizi gönderirseniz size şirkette bir iş ayarlayabilirim."

 

Kız ona uzatılan karta ve ani iş teklifine karşı şaşkınca bakakaldı. İstediği bir şirkette çalışmak değildi ki. O İstanbul'da düzenlenecek olan yarışmaya katılıp birinci olmak ve kendi işini kurmak istiyordu. İstediği bir şirkette çalışmak olsaydı bunu zaten yapardı.

 

"Teklifiniz için teşekkür ederim fakat benim istediğim bir şirketin köşesinde çalışmak değil. Ben kendi işimi kurmak istiyorum. Bu yüzden sayılı günler kalan yarışma için hazırlanıyorum. Şayet birinci olursam birincilik ödülüyle bir atölye açacağım."

 

Kenan, kızın hemen kabul etmesini beklerken bu söylediklerine karşılık şaşırdı. Kalakaldı birkaç saniye, ne diyeceğini bilemedi.

 

"Anladım," diye mırıldandı neden sonra. "Umarım başarılı olursunuz."

 

"Umarım, iyi günler."

 

Kız, mekanın sahibiyle uzaktan selamlaşıp cam kenarındaki en arka masaya geçti. Kenan bir süre ayakta dikilip onu izledi. Omuz hizasında kesilmiş sarı saçları yüzüne dökülürken mavi gözlerini kağıtlardan ayırmadan bileğindeki tokayla saçlarını topladı genç kız. Tokadan firar eden iki tutam saçını hemen kulağının arkasına sıkıştırdıktan sonra kalemini aldı eline ve ucunu ısırıp bir süre bekledi. Tam çizim yapmaya başlıyordu ki telefonu çalınca durdu ve çantasından çıkardığı telefona bakıp aramayı yanıtladıktan sonra telefonu kulağına yerleştirdi. Heyecanla konuşmaya başladığında Kenan irkilip kendine geldi.

 

Sapık gibi durmuş burada onu izliyordu. Kız belki de sevgilisiyle konuşuyordu! Toparlanıp hemen kardeşinin yanına döndü. Ne yapacağını, neden kafenin kapısında dikildiğini unutmuştu.

 

Oysaki kız abisiyle konuşuyordu, Demir abisiyle...

 

Gül'den;

 

Araba kazasını duyan abim o herifin de hata yapmasına rağmen faturayı bana kesmiş, hız sınırını aştığım iki yerden yediğim cezaları da yüzüme savurup gitmişti.

 

Benim arabam mıydı?

 

Arabası olan ödesin cezayı, hiç umrumda değildi valla.

 

Tabii abim bu durumu akşam yemeğinde söyleyince annem önce bir telaşlanmış, sonra uzun bir nutuk çekmişti. Babam bir daha böyle bir şey duymayacağım demiş, dedem inadın başına çorap örecek çorap diyerek bulmacasını alıp çıkmıştı mutfaktan.

 

Gündem acilen değişmezse ve annem biraz daha ne zaman akıllanacaksın sen temalı konuşmasına devam ederse bayılacağım. Ciddiyim bu arada.

 

Neyseki tam o sırada imdadıma yetişti Süslü Barbie. "Benim size söylemek istediğim bir şey var." diyerek dikkatleri üzerine çektiğinde fırsattan istifade edip sarmalara saldırdım. Sarmaları ikişer üçer götürürken, "Kıyafet tasarımı üzerine çizim yaptığımı biliyorsunuz zaten ve bununla ilgili bir yarışmaya denk geldim ve başvurumu yaptım. Benden istenilen çizdiklerimi jüri önünde bir saatte tasarlamak." diye açıklama yapan Süslü Barbie'yi dinledim. Susup bizimkilerin tepkisini bekledi.

 

Babam detayları öğrenene kadar sessiz kalırken ilk konuşan abim oldu. "Şimdiden hayırlı olsun o zaman," dedi sırıtarak. "Sen kazandın demektir bu Sibel."

 

Ablam usulca gülümsedi. "İnşallah abi." dedi alçakgönüllü bir tavırla. Ben olsam daha kazanmadan birincilik egomu konuştururdum. Ee Aslan burcu olmak bunu gerektirir.

 

"Ne yarışması bu?" diye sordu annem. "Nerede düzenleniyor?"

 

Ablamın keyfi kaçtı bir anda. "İstanbul'da." dedi kedi gibi bir sesle. Hemen sonra izin vermeyeceklerini bildiğinden, "Ama kazanacağıma eminim anne. Gece gündüz çizim yapıyorum, araştırıyorum, dikiyorum. Gidebilir miyim? İzin veriyor musunuz?" diye yalvarmaya başladı.

 

Ben çoktan vermezseniz kaçarım moduna başlamıştım.

 

Bizimkilerin gözle görülür bir şekilde keyfi kaçtı. "İstanbul mu?" diye sordu annem şaşırarak. "Kızım uzak değil mi orası? Nasıl gideceksin tek başına?"

 

"Uçakla," deyiverdim. Bakışlar bu defa bana çevrildi. "Bir saat elli dakika sürüyor diye dedim."

 

Annem yeniden ablama döndü. "Hadi gittin diyelim," Bana baktı ters ters. "Uçakla!" dedikten sonra ablama döndü bakışları. "Nerede kalacaksın?"

 

"Yarışmanın düzenlendiği bölgede illaki bir pansiyon vardır." deyiverdim. Bakışlar yine bana döndü.

 

Ne? 

 

Süslü Barbie'yi evden gönderme fırsatı geçmiş elime, durur muyum?

 

"Hadi buna da tamam," dedi annem ters ters bana bakarken. Ablama döndü bakışları. "Kızım İstanbul'a gittin, bir otelde pansiyonda, her neyse işte, kaldın diyelim... Nasıl yapacaksın orada tek başına? Kocaman şehir! Türlü türlü insan var. Biri yolda giderken, otobüsteyken bir şey yaparsa ya? Ne yaparız biz o zaman?"

 

Annem başlamıştı yine evham yapmaya. Siz siz olun, ailenizden bir konuda izin isterken annenizin yanınızda olmadığından emin olun. Gördüğünüz gibi olacak işe taş koyuyorlardı.

 

Hayır, haksız da diyemiyorum ki.

 

Gerçekten kimden ne kötülüğün geleceğini bilemediğimiz bir devir de yaşıyoruz ancak şunu söylemek isterim ki biz Demir abimin askerleriyiz. Bizi o eğitti. Olası bir durumda ne yapmamız gerektiğini bize o söyledi, öğretti. Biri bize tırnağının ucuyla dokunamadan onun işini bitiririz!

 

Ablamın hevesi, heyecanı balon gibi sönerken abimin de anneme destek çıkmasıyla iyice küçüldü. "Annem haklı Sibel," dedi usulca. "Bilmediğin şehirde, bilmediğin insanların arasında ne yapacaksın tek başına? İstanbul gibi bir şehir de erkek olarak bile dışarı çıkmak pek güvenli değilken sen tek başına nasıl yapacaksın?"

 

Abimin sözleriyle birlikte ablamın ağladığını gördüm. O izin isterdi ve verilmezse eğer o izin kabuğuna çekilir, ağlardı. Of Balık burçları için hayat çok zordu evet ama Aslan burcu olarak Balık burcuyla uğraşmak daha zordu.

 

Ben onun gibi değildim. İzin verseler de vermeseler de kafama koyduğumu yapardım çünkü içimin rahat etmesi gerekiyordu. Bugünün yarını yoktu ve ben içimde en ufak bir pişmanlık olsun istemiyordum.

 

Ablamın ağlamasıyla keyfim kaçtı. Çok hevesli ve istekli olduğu her halinden belliydi ve gerçekten de çok çalışıyordu bunun için. Çocukken de böyle olmuştu. Okul gezisi olarak İstanbul'a gideceklerdi fakat benim yüzümden gidememişti o gün.

 

"Sorun, tek başına gidecek olmasıysa eğer onunla beraber bende giderim." dememle ablam başta olmak üzere tüm bakışlar bana çevrildi.

 

Abim alay dolu bir gülüş koyverdi. "Tabii canım," dedi. "Buradaki karakollar az geldi sana herhalde? Bir de İstanbul'daki karakollardan toplayalım seni tam olsun!"

 

Gözlerimi devirdim. "Abartmasan mı?" dedim küstah bir tavırla. "On bir kere adam yaralama, iki fuhuşa karışma ve tam yirmi üç kez nezarette sabahladım diye sen de beni seri katil ilan ettin, aşk olsun!"

 

"E oha ama!" diyen Süslü Barbie'ye baktım kısık gözlerimle. Biz burada onun işi görülsün diye şey edelim onun yaptığına bak!

 

"Adam yaralamak mı?!" diyen anneme baktım. Dehşet yüklü bakışları bende, olası bir kalp krizine karşılık eli ise kalbindeydi.

 

Evet, Sümbül okulla tanışıyor.

 

Omuz silktim. "Her ne kadar kanunda bu suçun adı adam yaralama olarak geçse de dövdüklerimin adama benzer bir yanı yoktu, emin olabilirsiniz." dedim kayıtsız bir tavırla.

 

Mehmet'in gülmesiyle ona baktık. "Yalnız annem, ablamın fuhuşa karışmasından ziyade adam yaralamasına şaşırdı."

 

"Çünkü ablanı tanıyorum oğlum," dedi annem. "İstemediği sürece kimse ona elini bile süremez. Muhakkak o konuda bir karışıklık olmuştur."

 

Evet, Sümbül okulla tanıştı arkadaşlar.

 

"Ama adam yaralamak ne demek Gül?"

 

Sümbül okula alışmakta zorluk çekiyordu.

 

"Ben bu suçu reddediyorum çünkü yaraladıklarımın hiçbiri adam değildi." diye abimin gözlerine bakarak konuştum. Bu hususta ceza almama vesile olan o'ydu çünkü. Dövdüklerimin ne halt olduklarını bilmesine rağmen ceza almama vesile olmuştu! İnsan kardeşini mahpus damlarından korur, benimki kendi elleriyle beni oraya sokuyordu.

 

"Yine de bu, sana elini kolunu sallayarak birilerini dövme şansı tanımaz. Hak var hukuk var. Sana mı kaldı karar vermesi?" diye azarladı beni.

 

Beni beni!

 

Tam ağzımı açmış, çemkirme moduna geçmiştim ki babamın sesiyle susmak durumunda kaldım. "Tamam, susun biraz." diye abimle beni azarladıktan sonra ablama baktı. "Biz bunu bir düşünelim kızım, öyle aniden tamam demek olmaz. Bahsettiğin yer iki adım ötesi değil, koskoca İstanbul!"

 

Ablam bu biz sizi ararız temalı konuşmanın olumlu sonuçlanmayacağını bildiğinden usulca ayaklandı. "İzninizle ben odama gideceğim." dedi ve mutfaktan çıktı.

 

Annem ablamın arkasından iç çekip bakarken, "Çok hevesli yavrum ama nasıl göndeririz tek başına?" diye söylendi.

 

"Siz ister gönderin ister göndermeyin, ben bu Süslü Barbie'yi o İstanbul'a götüreceğim şimdiden söylüyorum." diyerek usulca ayaklandığımda tüm bakışların hedefindeydim bu defa. Umursamadım. "Gece onun sümüklerini, ağlamaktan akan makyajını siz çekmiyor, siz görmüyorsunuz çünkü."

 

"Gitmek için bahane uydurma," dedi abim hemen. "Sen Sibel'le aynı oda da sadece Demir geldiğinde kalıyorsun."

 

Pekâlâ, iyi yerden yakalamıştı Sherlock Sinan!

 

Bu doğruydu ne yazık ki. Demir abim göreve gittiği sürelerde onun odasına kalıyor, eşyalarını kullanıyordum. O geldiğinde Süslü Barbie'yle ortak olan odamıza geçiyordum ama duvarlar inceydi. Ben onun ağlarken sesini duymak zorunda mıyım üç oda öteden?

 

Abimle annemin taş koyacağını bildiğimden egomun altını iki dakikalığına kıstım ve babama döndüm. "Ben hastanedeyken de böyle olmuştu baba," dedim damardan girerek. "Ablam okul gezisi için İstanbul'a gidecekti ama hastalığım yüzünden gidemedi, izin vermediniz. Şimdi önüne yine bir fırsat çıktı gitmesi için ve siz yine izin vermiyorsunuz. Siz izin verseniz de vermeseniz de ben ablamı götüreceğim İstanbul'a. Sonra hiç kızmayın bak!"

 

Annemle abim sessizleşirken babam öylece bana baktı. Aklından neler geçtiğini merak ediyordum. Umarım izin verirdi. Hoş, izin vermese de ben ablamı bir şekilde götürecektim orası ayrı.

 

Mutfaktan çıkmak üzereyken babamın seslenmesi üzerine durdum. "Hayır baba," dedim. "Ben o Süslü'yü götüreceğim ve siz bana engel olamayacaksınız."

 

Babam kaşlarını çattı. "Gül!"

 

"Hiç bakma öyle kızgın kızgın," dedim omuz silkip. "Kararım kesin benim nenesi çılgın."

 

Tam mutfaktan çıkmak üzereyken, "Hangi parayla gideceksiniz kızım?" demesiyle durdum. Evet söyle bakalım Aligül, hangi parayla gideceksiniz acaba elin memleketine?

 

"Gel buraya!" Oflayıp geri döndüm. "Ne kadar biletler?" diye sorduğunda afalladım. İzin veriyor muydu yani? Benimle birlikte annemle abimin de şaşırdığını gördüm. Babam gözlerini benden ayırmadı. "Ne kadar lazım olur orada size?"

 

Hızlıca hesap yaptım hemen. "Bir uçak bileti bin dört yüz lira ama biz iki kişi gideceğimiz için gidiş iki bin sekiz yüz lira tutar. Ee bunun bir de geri dönüşü var. Gidiş geliş uçak fiyatı beş bin altı yüz lira. Pansiyon da oda tutacağız, yemek yiyeceğiz, gezip tozacağız desek on beş bine patlar gibi ama sen bu güzeller güzeli prenses kızına ve Süslü Barbie'ye bir kıyak geçeyim dersen yirmi bin ateşleyebilirsin baba."

 

"İki kere iki kaç eder desek cevap veremez, işine gelince matematiği nasıl da çatır çutur kullanıyor, görüyor musun?" diye homurdandı abim, Mehmet'i dürterek. Ona sevimli sevimli dil çıkardım.

 

"Yuh!" dedi annem. "Yirmi bine ben bir bilezik alır, kenara koyarım. Siz parayı çarçur etmenin peşindesiniz!"

 

"Tamam Sümbül, bırak gitsinler." dedi babam usulca. "Her zaman gitmeyecekler ya İstanbul'a, boşver." deyip annemi susturduktan sonra abime döndü. "Sinan, yarın bankadan Demir'in gönderdiği paradan yirmi bin çekip getir oğlum." dediğinde şiddetle itiraz ettim.

 

"Ben o burnu havada oğlunun tek kuruşunu harcamam!" diye burnumu havaya diktim. Beni arayıp sormayan insanın parasına ihtiyacım yok!

 

"Madem Gül kabul etmiyor on beş bin çek Sinan." dedi babam.

 

Suratımı astım. "Tamam ya, bu defalık gururumdan borç verebilirim." diye homurdandığımda babam bıyık altından gülerken, diğerleri açık seçik sırıtıyordu!

 

Kaşlarımı çatıp burnumdan sert bir nefes verdim ve mutfaktan çıkıp Süslü Barbie'nin yanına gittim. Aslında biletleri alıp eline tutuşturmak vardı ama şimdi bu deli izin vermediler diye tüm çizimlerini yakar, yırtar falan. Hayır bilet parası boşa gider, o yüzden yani.

 

Odaya destursuz girdiğimde tam tahmin ettiğim gibi yorganı kafasına kadar çekmiş, sessiz sessiz hıçkırıyordu. Yanına gidip işaret parmağımla omzunu dürttüğümde, "Git başımdan Gül!" diye söylenip gürültülü bir sekilde burnunu çekti. Kusacak gibi oldum bir an.

 

"Yerinde olsam kalkıp yarışmaya hazırlanırdım çünkü izni kopardım." dediğimde ağlamayı kesti ve bir müddet nefes bile almadan bekledi. Bu süre o kadar uzun sürdü ki bir an için kalp krizi geçirip öldüğünü falan düşünmeye başladım.

 

Tam omzuna dokunup sarsacakken aniden yorganı itip doğrulmasıyla hızla geriye savruldum. Baş parmağımla damağımı kaldırdım üç kez. Aklımı almıştı manyak kadın!

 

"Yemin et!" dedi heyecanla. "Gerçekten izin verdiler mi?"

 

Küstah bir tavırla boyasız, bakımsız tırnaklarıma bakarken, "Tatlım benim halledemeyeceğim hiçbir şey yoktur." dedim. "Prensesler her şeyi halleder, sadece biraz, eccük zaman alır o kadar."

 

"Ge-gerçekten gidiyor muyum?" diye sordu. Bu defa sevinçten ağladı. "İzin verdiler mi yani?"

 

"Velin olarak benim de gitmem koşuluyla izin verdiler." dedim. "Hadi yine iyisin. Senin için kendimi feda ettim. Bir süreliğine planlarımı erteleyip sana zaman ayıracağım. Aslında randevu defterim çok kalabalık ama kan bağından ötürü sana öncelik tanıyorum..."

 

"Gel buraya salak!" diyerek kolumdan tuttuğu gibi beni kendine çekti ve sımsıkı sarıldı. Çok mutlu görünüyordu. Az önce hüzünden ağlarken şimdi mutluluktan ağlıyordu. "Teşekkür ederim," dedi. Burnunu omzuma gömdü. "Çok teşekkür ederim Gül."

 

Burnu omzumda olduğu için teşekkürüne odaklanamadım. "Sümüklerini omzuma silersen seni parçalarım!" diye kulağına cırladığımda umursamadan burnunu omzuma sürttü ve bu benim için çıldırma noktasıydı tam olarak.

 

Hızla onu itip kalktıktan sonra omzuma baktım. Sümükleri omzuma cumhuriyet kurmuştu resmen! İntikam isteyen kısık gözlerimi yüzüne çevirdiğimde sırıtıyordu. Son sırıtan iyi sırıtacaktı, dur sen.

 

O söz öyle değildi sanki ama... Neyse.

 

Hemen dolabının kapağını açtım ve ona psikopatça sırıttım. Korkulu gözlerle bana bakarken yataktan kalktı usulca. "Hayır!" diye bağırdığında kıyafetlerinin üzerine tükürmüş ve üzerime fırlattığı terlikler vücudumla bütünleşmeden kaçmıştım odadan.

 

Kendi kaşınmıştı.

 

****

 

Süslü Barbie iki gün sonra yola çıkacağımızı söyleyince evde valiz hazırlamak yerine dışarı çıkmıştım. Deniz kenarındaki kayalara oturmuş, Karadeniz'in o hırçın dalgalarının kayalara vuruşunu seyrediyordum. İçimde bir kıpırtı vardı. Bu nasıl tarif edilir bilmiyorum ama...

 

Yıllardır beklediğim çocuk son konuşmamızda bir gün yanıma geleceğine söz vermiş fakat aradan yıllar geçmesine rağmen gelmemişti ama şimdi benim elime bir fırsat geçti ve ben onun memleketine gideceğim. Koskoca İstanbul'da onu bulmam zor tabii ki ama imkansız değil. Bana hayat veren, onunla beni buluşturan, konuşturan kuzeni Gökhan'dan öğrenebilirdim adresini, telefon numarasını. Bunca yıl istememe rağmen vermedi telefon numarasını ama belki şimdi ona gideceğimi öğrenirse verirdi.

 

Biraz yalvartacaktı beni şerefsiz ama olsun, yapacak bir şey yok.

 

Cebimden telefonumu çıkartıp internet üzerinden onu aradım. Arada iki saat fark vardı ve burada saat akşamın yedisiyken orada şu an saat akşamın beşiydi. Telefon çaldı, çaldı, çaldı ama açmadı. Tam umudu kestiğim anda açtı telefonu. "Gül'üm," dedi nefes nefese. Bana hep böyle hitap ederdi. "Kusura bakma yavrum, yetişemedim telefona."

 

Hiç uzatmadım, direkt konuya girdim. "Özür mahiyetinde kuzeninin numarasını ve ev adresini verirsen seni affedebilirim." dedim sırıtarak. "Çünkü iki gün sonra İstanbul'a gidiyorum!"

 

Kahve ya da su içiyor olmalı ki öksürerek püskürtmüştü. Allah'tan karşımda değildi. Yüzüme püskürtürdü bu salak yoksa.

 

"Ne?" dedi şaşırarak. "Ne İstanbul'u? İstanbul nereden çıktı kızım? Hani sen öldürseler ayrılmazdın Trabzon'dan? Nereden çıktı bu şimdi?"

 

Panik mi yaptı o?

 

"Ablam bir yarışmaya katılmış, yarışma da İstanbul'da düzenleniyormuş. Onunla beraber gideceğim. Velisi olarak yani. Gitmişken onu da görürüm diye düşündüm. Tabii koskoca İstanbul'da kapı kapı gezip onu arayamayacağımdan burada sen giriyorsun devreye. Hadi benim canım, şu lanet inadını bir kenara bırak ve bana onun adresini ver."

 

Bir süre ses gelmedi karşı taraftan. Geberip gitmediğini varsayıyordum. Adresi vermeden ölürse bir de ben öldürürdüm onu!

 

"Hey!" diye bağırdım telefona doğru. "Saa diyorum ula, ver şu adresi!"

 

Sıkıntı yüklü verdiği nefesi işittim. "Gül," dedi pes eder gibi. "Veremem, yapamam güzelim." dediğinde kaşlarımı çattım. Hâlâ mı?

 

"Niçün ula?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Niye vermeyesun?"

 

Derin, sıkıntıyla alıp verdiği nefesini işittim. Bir süre konuşmadı. Alıp verdiği nefesini ve oflamasını duymasam telefonunu kapattığını düşünürdüm. Bir şey mi olmuştu yoksa?

 

"Gökhan!" diye seslendim. "Kötü bir şey mi var? Ne saklıyorsun benden? Niye söylemiyorsun adresi? Bir şey mi oldu yoksa..." Yutkunamadım kısa bir an. "Ona bir şey mi oldu?" diye soran sesim fazla cılız ve kısıktı. "Konuşsana!"

 

"Üzgünüm Gül," dedi. "Yapamam. Söyleyemem."

 

"Neden?!" diye bağırdığımda bana bakan insanları umursamadım. "Nedenini söyle bana!" Sustu, susmaya devam etti. "Gökhan!" diye tahammülsüzce bağıran sesimi hızla söylediği cümlelerle kestiğinde nefes alamadım.

 

"Söyleyemem çünkü o başkasıyla nişanlandı Gül!" demişti bir çırpıda. Donmuş gibi kayalara vuran hırçın dalgaları izlerken gözlerimi bile kırpmadım.

 

Uzunca bir süre denizi seyrettim. Dalgaların kayaya vuruşunu. Hiç konuşmadım.

 

"Sana söyleyemedim." diyordu Gökhan telefonun ucundan. "Üzülmeni istemedim, ondan uzak dur istedim. Söyleyemedim. Sen onu düşünürken o başkasıyla nişanlandı Gül. Üzgünüm."

 

"Ne zaman?" diyen sesim bana bile yabancı gelmişti.

 

Gökhan sıkıntılı bir nefes alıp verirken kısık sesle ettiği küfrü duymuştum. "Üç ay önce." dedi.

 

Ben üç ay boyunca nişanlı bir adamı mı bekledim yani?

 

Yo, hayır!

 

Ben nişanlı bir adamı sevemem!

 

Telefonu hangi ara kapattım, ne ara yola koyuldum bilmiyorum. Aklımda olan tek şey benim nişanlı bir adamı seviyor oluşumdu. Bana en son konuşmamızda seni hep bekleyeceğim, asla unutmayacağım ve seni, hep seni seveceğim demişti. Ama şimdi başkasıyla nişanlı olduğunu öğreniyordum.

 

Ne kadar yürüdüm bilmiyorum ama evimden uzakta olduğumu biliyordum. Yol kenarındaki bir banka oturup yoldan akıp giden araçları izlerken telefonumu çıkardım. Gökhan durmadan aramaya devam ediyordu. Onu es geçip WhatsApp'a girdim ve Demir abimle olan tek taraflı sohbetimize tıkladım. Ona attığım tüm lüzumsuz mesajları görüyor ama bir tek cevap dahi vermiyordu.

 

Parmağım ses kaydedicinin üzerinde basılı dururken telefonu dudaklarıma yaklaştırdım ve ona şarkı söyledim. Canım sıkkınken ona hep şarkı söylerdim ve ancak o zamanlarda bana geri dönüş sağlardı. Şu an en çok buna ihtiyacım vardı.

 

"Dağların karları erimeden gel

Yazım senin kışım senin yâr

Hasretin boynuma dolanmadan gel

Adın cennet gözlerin bahar..."

 

Şu an en çok ona ihtiyacım vardı. Bulunduğum durumu, hislerimi, olanları ona anlatıp ondan azar yemeye ama sıkı sıkı da kucaklanmaya ihtiyacım vardı. Şu yaşadıklarımı olanları Sinan abime anlatsam beni daha sakin karşılar, binbir tesellilerde bulunur ve sımsıkı sarılırdı bana, biliyorum ama ben şu an bir tek ona ihtiyaç duyuyordum.

 

Baksana, yıllardır beklediğim adam nişanlanmış.

 

Ya Demir abim de hiç gelmezse beni görmeye?

 

Yazar'dan;

 

Gül'ü uzaktan izlerken bir yandan da abisinden haber bekliyordu Tahir. Eğer bu kız, aradığı kız ise hemen şimdi yanına gidecek ve ona sımsıkı sarılacaktı.

 

Ama ya değilse?

 

O zaman aradığı kızı bulana kadar aramaya devam edecekti. Elinde telefonu evirip çevirirken karşısında sırtı ona dönük oturan ve hararetle telefonda konuşan kızı izliyordu. Nihayetinde o kız telefonu kapattıktan sonra kendi telefonunun zil sesi doldurdu arabanın içini. Bekletmeden direkt telefonu açıp kulağına yasladığında o konuşmadan direkt abisi söze atladı. "O Tahir," dedi. "Beklediğin, sevdiğin kız o."

 

Tahir mutlulukla, heyecanla gülümserken arabaya sığamadı ve indi. Bu sırada Gül de kalkmış, dalgın ve feci üzgün bakışlarla yürürken Tahir'in birkaç adım uzağından geçip gitmişti öylece. Onu fark etmemişti bile. Tahir peşinden gitmek için iki adım attığında abisinin sesini duymasıyla durdu. "Tahir, Gökhan nişanlandığını söylemiş ona." demişti abisi. "Gül senin nişanlandığını biliyor."

 

Tahir yutkunamadı, olduğu yerde durduğunda ondan adım adım uzaklaşan kızı izledi. Aralarındaki mesafe hiç kapanmayacakmışçasına açıldıkça açıldı.

 

Yıllar sonra Tahir sevdiği kızı bulmuştu.

 

Yıllar sonra Gül hasretle beklediği adamın nişanlandığını öğrenmişti.

 

Bölüm Sonu.🩶

 

Nasıldı bölüm?

 

Oy verip yorum yapmayı unutmayalım.💫🌸

 

İnstagram: nazankaraermis

nazankrrmshikayeleri

 

♥️

 

 

Loading...
0%