Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. "Kanlı Keşan Bandana."

@nazankaraermis

Keyifli Okumalar.🤎

 

Gül'den;

 

Çenemi büktüğüm dizlerime yaslamış, denizin hırçın, hoyrat dalgalarının oturduğum kayaya vurup titretmesini izlerken aniden esen rüzgar saçlarımı koparıp alacakmış gibi uçuşturuyordu. Ucu bucağı görünmeyen denizin üstündeki kara bulutları yer yer aydınlatan şimşekler feci bir yağmurun habercisiydi. Etraftaki herkes evine sığınma peşinde hızla ilerlerken ben evsiz bir halde oturuyordum bu kayanın üzerinde.

 

Tahir'in söyledikleri hâlâ beynimde yankılanıp canımı yakarken öylece bu sert rüzgarın ve gelecek olan yağmurun önünde oturuyordum çaresizce. Birkaç insanın delirmiş bu, bu havada burada ne yapıyor, deniz alıp götürecek şimdi dediklerini duyar gibi olmuştum ama umrumda olmamıştı. Zira gündemimde derin bir acı ve ödemem gereken bir bedel vardı.

 

On bir günün bedeli...

 

Tahir o odadan çıkmıştı ama ben çıkamamıştım. O odada ne kadar kaldım bilmiyorum. Yalnız Demir abim gelip kollarımı tutup sarsınca kendime gelebilmiştim. Sonrasında yemeğe inmiştik ve Tahir yoktu. Yemekten sonra çay ikram ettiklerinde bile Tahir yoktu. Aşağıya inmemiş, yarınki toplantıya hazırlanacağını, kusura bakmamamızı rica etmişlerdi. Yemekte hiçbir şey yememiş olmam dikkatleri üstüme çekince ve Tahir de gelmeyince gitmek istemiştim. Başım ağrıyor bahanesiyle kalkmıştım. Demir abim ayrı Sinan abim ayrı beni eve bırakmayı teklif etseler de onlara gelmemelerini söylediğimde ısrar etmemişlerdi.

 

Ve işte sonuç...

 

İstediğim gibi yalnızdım.

 

"Yas tutar dünlerimiz bitmez hüzünlerimiz

Bir hayal oldu şimdi en güzel günlerimiz

Kalanima deresi akmaz eskisi gibi

Buluşsa gözlerimiz bakmaz eskisi gibi," diye bir şarkı söyledim ağlarken.

 

Şans bu ya, gözyaşlarımla beraber yağmaya başladı yağmur. Önce usul usul yağdı, gözyaşlarımın şiddeti arttıkça o da arttı.

 

"Yıldızlara yar olur güneşi doğmayanlar

Her gece isyan eder kaderi olmayanlar

Kalanima deresi akmaz eskisi gibi

Buluşsa gözlerimiz bakmaz eskisi gibi,"

 

Şarkı zaten beni kırk yerimden bıçaklayan bir şarkıyken şimdi de acım çarpı yüzken iyice fenalatmıştı beni.

 

"Dalgalar vurur beni umut yok kumsallarda

Efkarımın ateşi kül oldu masallarda

Kalanima deresi akmaz eskisi gibi

Buluşsa gözlerimiz bakmaz eskisi gibi..."

 

"Biraz daha bekleyelim, kızacak şimdi."

 

"Başlarım onun öfkesine! Hasta olacak deli."

 

Arkamdan gelen seslerle sustuğumda kaşlarımı çattım ve hızla gözlerimi sildim. Önce omuzlarıma bir battaniye örtüldü, sonra sol yanıma Demir abim, sağ yanıma da Sinan abim oturdu. Bir solumdakine baktım, bir sağımdakine.

 

Sinan abim homurdanarak bakışlarını denize çevirdiğinde, "Bana bakma hiç," dedi huysuzlanarak. "Ben dedim. Arkada bekleyelim o gelir dedim. Demir'e kız kızacaksan."

 

Demir abime baktığımda sigarasını yakmaya çalışıyordu çatık kaşlarla. Başımı biraz geriye çevirip baktığımda Demir abimin arabasını gördüm. Bu ikisi en başından beri burada, arkamdaydı değil mi? Ben yalnız kalmak isterken bile beni yalnız bırakmamışlardı.

 

Gözlerimi yeniden Demir abime çevirdiğimde bundan kaçamayacağını anlayıp çatık kaşlarının altındaki kısık gözlerini yüzüme çevirdi ve kıpkırmızı olmuş gözlerimi görünce açtığı ağzını kapattı. Bir iki saniye ifadesini toparladıktan sonra konuşabildi ancak. "Eve gideceğim demedin mi sen? Bu hava da ne işin var senin burada? Hasta olacaksın sonra. Bir de gelmiş, hakkı varmış gibi bize kızıyor! Atarım seni denize, görürsün."

 

Üzerinize titreyen bir abiniz, ablanız, kardeşiniz varsa isteseniz de yalnız kalamıyordunuz.

 

Üzerime örttükleri battaniyenin bir ucunu Demir abime bir ucunu da Sinan abime uzattım. Üçümüz, fırtınanın, sağanak yağmurun altında bir battaniyeye sığınmış otururken şikayetçi değildik.

 

"Hasta olursam hiç üşenmem sizi Karadeniz'in derin sularına gömerim!" diyen Sinan abim dışında tabii. "Kıçım dondi ula!"

 

"Siktir git o zaman Sinan!" dedi Demir abim son derece bıkkın bir sesle. "Geldiğimizden beri bir susmadın anasını satayım!" Sigarasını içerken bana biraz daha yanaştığında başımı omzuna yasladım. Sigarayı diğer eline alıp kolunu sırtıma sardığında sıcağıyla ısındım. Sinan abim ikimizin haline bakıp ağzının içinde homurdanırken o da başını benim omzuma yasladı. Demir abim çelikten üretilmiş gibi soğuğa meydan okuyarak dimdik dururken Sinan abim biraz nazlıydı. Bende kolumu onun omzuna sardığımda başını çevirip elimi öptü. Sinan abim sevgisini göstermekten asla çekinmezken Demir abim kendini kapatırdı ve ben her koşulda beni hiç yalnız bırakmayan bu iki adamı çok seviyordum.

 

Bir süre yağmurun altında oturduk öylece ve yine de her şeye rağmen yalnız olmadığımı bilmek iyi hissettirmişti.

 

Çok ufak tabii.

 

Çünkü hâlâ içimde bir yerler, hiç geçmeyecekmiş gibi acıyordu.

 

"Biz burada, yanındayken ağlayacaksan ağla." dedi Demir abim. "Eve gittiğimizde ağlarsan seni kum torbası niyetine ağaca asarım, ona göre."

 

Resmen beni tehditle ağlatmaya çalışıyor!

 

"Ben ağlamam," dedim çenem titrerken. "Benim gözlerim ağlamaz," İkişer damla yaş aktı gözlerimden. "Benim gözlerim ancak ve ancak çişini yapar." Hıçkırdım. "Şimdi siz ağladığımı sanıyorsunuz ama benim gözlerim uzun zamandır çiş yapmadıkları için böyle bir anda boşaltıyorlar tuttuklarını."

 

"Ağlamak kötü bir şey değil ki abim," dedi Sinan abim başını kaldırıp yüzüme bakarken. "Ağlayabilirsin. Herkes ağlar."

 

Hıçkırarak ağlamaya başladım.

 

Bıyık Ağa'm nerede benim?

 

Ben ağlarken ağzıma, gözüme peçete yapıştıran Bıyık Ağa'm nerede????

 

"Ağlamıyorum dedi Sinan, sussana!" diye onu azarladı Demir abim. "Gözleri işiyor, ağlamıyor."

 

Sinan abim bize ters ters bakıp başını omzuma yasladı yine. "Peki tamam," dedi huysuzca kabullenerek. "O zaman niye gözlerin çişini yapıyor, anlat bakalım."

 

Yeniden hıçkırarak şiddetle ağlamaya başladığımda Demir abim, "Sen varsın diye anlatmak istemez belki." dedi ona sataşarak. "Sen arabada bekle, biz konuşup geliriz."

 

Sinan abim hızla başını kaldırdı omzumdan. "Niye ben dışlanıyorum lan?!" dedi kaşlarını çatarak. "Sen bu kızı zorla evlendirmeye çalışmadın mı? O zaman ben vardım yanında. Ayrıca sana dert anlatılmaz zaten. Sen dinler dinler, derdini sikeyim deyip gidersin. Ben öyle miyim? Ben dinleyip bir çözüm bulurum, bulamazsam teselli ederim. Asıl sen git. Gül bana anlatır derdini. Değil mi abim?" diyerek bana baktığında cebimden çıkardığım peçeteye sümkürdüm kuvvetle. İğrendi hemen. Yüzünü ekşitti.

 

Demir abim, Sinan abimin sözlerine alınmak yerine ona alayla baktı. "Defne benden başka kimseye derdini anlatmaz. O yüzden boş yapma abicim. Hadi uza şimdi. Bizi yalnız bırak."

 

Sinan abim ona bir şey diyemediğinde ağzının içinde homurdanarak bana baktı. "Gideyim mi?" diye sordu ama gözleri gitme demem için yalvarıyordu. Ağlayarak gözlerine baktığımda kaşlarını çattı. "Git dersen Demir'i siklemez, seni şu denize atarım!" diye tehdit etti beni.

 

"Asıl onu göndermezsen ben seni denize atarım ulan!" dedi Demir abim.

 

Bana moral verecek, derdime derman olacak adamlara bak! Beni tehdit ediyorlar resmen!

 

Sinan abim dik dik Demir abime baktı. "Sen kimin kardeşini denize atıyorsun?" diye atarlandı, sanki ilk önce beni denize atmakla o tehdit etmemiş gibi.

 

Demir abim de aynı şekilde yükseldi. "Asıl seni kimi siklemeyip kardeşini denize atacaksın ulan? O biraz sıkar!" diye o da ona çıkıştı.

 

İkisi de iki yanımdan horoz gibi kabarıp her an birbirlerine girecek gibiydi ve buna müdahale ettim.

 

"Biz ayrıldık!" diye bağırıp böğürerek ağlamaya başladığımda ikisi de sustu.

 

"Biz derken?" diye sordu Demir abim. "Siz kim?"

 

"Tahir'i kast ediyor anlasana!" diye onu yanıtladı Sinan abim. Zira ben ağlamakla meşguldüm. "Neden peki?" diye bu defa o sordu. Daha ılıman, yumuşak bir tavırla yaklaştı. "Niye ayrıldınız abim?"

 

Demir abim bir şey sormadı. O sormaz, anlatana kadar beklerdi zaten. Bu süreçte yeni bir sigara daha yakmıştı. Ama Sinan abim nereden biliyordu bizi? Muhtemelen Yaren abla anlatmıştı ona da.

 

Olan biten her şeyi, Tahir'in bana söylediklerini bir bir anlatırken aynı zamanda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.

 

"Yani ben onun bana kızmış olacağını düşündüm hep," derken hıçkırdım. "Ama o bana kırılmış. Kendimi onun yerine koyup düşününce hak verdim. Ve evet, ayda yılda bir de olsa ben de empati yapabiliyorum. Ama keşke bunu iş işten geçmeden önce yapsaydım..." Yeniden şiddetle ağlamaya başladığımda Sinan abim de sessizleşmişti. Beni teselli edecek bir cümlesi yoktu çünkü başlı başına hatalı olan taraf bendim.

 

"Kötü olmuş," dedi Sinan abim. "Yani Tahir haksız diyemeyiz. Ama senin hiç mi aklına gelmedi bu çocuğu aramak?"

 

Gelmişti. Ama hep Demir abimin telefonumu ele geçirmesini hesaba katarak unutturmuştum kendime. İstesem onu ablamdan, Mehmet'ten arayabilirdim ama yapmamıştım. Bunu niye yapmadığımı bile bilmiyorum üstelik. Karakoldan çıktığım günün sabahında Sinan abimin arabasıyla otele gitmiştim Bıyık Ağa'nın yanına ama şirkete gitmek aklıma bile gelmemişti. O an her yerim ağrıyordu ve tek istediğim uykuydu. Elime çok fırsat geçmişti ama hiçbirini değerlendirmemiştim. Elime fırsat geçmese bile ben kendi fırsatlarımı kendim yaratırken bile buna hiç yeltenmemiştim.

 

Şimdi oturup düşününce benim Tahir'e yaptıklarımı o bana yapsa sittin sene affetmezdim onu. Hâl böyleyken ben nasıl affettireceğim kendimi?

 

"Tamam ağlama," dedi Sinan abim omzumu sıvazlarken. "Buluruz bir yolunu. Gerekirse ben konuşurum Tahir'le."

 

"Hayır!" dedim hemen. "Siz karışmayın. Bu benim sorunum. Ben kendim hallederim."

 

"Nasıl halledeceksin?"

 

"Onunla konuşacağım." dedim burnumu çekerken. "Hatamın farkındayım ve kendimi affettireceğim."

 

Bu konuda kararlıyım. Yarından itibaren kendimi affettirmek için peşinden ayrılmayacağım.

 

"İyi," dedi Sinan abim. "En azından hatanın farkındasın. Bu da bir şey."

 

Ters ters ona baksam da bir şey demedim. Ne yazık ki haklıydı.

 

Bir süre daha yağmurun altında oturup ağladım. Ta ki Demir abimin telefonu çalana kadar...

 

"Efendim anne?" diye açtı telefonu. "Buldum... Birazdan geliriz... Neden? Ne oldu?... Tamam... Tamam söylerim ben."

 

Telefonu kapatıp cebine koyarken, "Eve gidiyoruz," dedi. "Annem, Defne gelsin erkenden uyusun, sabah erken kalkacak dedi."

 

Saf saf ona baktım. "Niye? Ne âlâkâ?"

 

"Şey," diyen Sinan abime çevirdim bakışlarımı. İşaret parmağıyla şakağını kaşırken bana baktı ve ağzındaki baklayı bir çırpıda çıkardı. "Bizimkiler seni Çevik Holding'e transfer ettirdiler."

 

Kaşlarımı çattım. "Anlamadım?"

 

"Anlamayacak bir şey yok," dedi Demir abim ayağa kalkıp bana elini uzattığında. "Yarından itibaren Çevik Şirketi'nde çalışmaya başlıyorsun."

 

"Hayatta olmaz!" diye yükseldim hızla. "Bana sordunuz mu ya? Ben yarın depresyonda olacağım! Hiçbir yere gidemem!"

 

Demir abim omuz silkti. "İstemezsen gitmezsin," dedi çalışmamı bu kadar çok isterken. Gözlerimi kıstım şüpheyle ve o arabaya ilerlerken arkasından baktım. "Zaten Tahir de senin yapamayacağını söylemişti. Ben Defne isterse her şeyi yapar dedim ama madem gitmek istemiyorsun gitmezsin." dediğinde ağzım açık kaldı.

 

Sinan abime baktım hemen. "Gerçekten öyle mi dedi Tahir?"

 

Şiddetle başını salladı. "Evet, evet aynen böyle dedi!"

 

Demek öyle Tahir. Sen görürsün. O şirketin en çalışkan çalışanı olayım da gör sen!

 

"Yürüyün!" dedim en öne geçip sert adımlarla arabaya yürürken. "Eve gidiyoruz!"

 

****

 

Bana göre insanlar ikiye ayrılırdı:

 

Boş beleş gezenler.

 

Mutlu mesut çalışanlar.

 

Ben bu kategoriden kesinlikle birinci seçeneğe giriyordum. Boş beleş gezmek, benden duymuş olmayın ama en sevdiğim hobidir. Hele de insanları gıcık etmek... Üf! Bayılırım!

 

Fakat bugünden itibaren ben birinci kategoriden çıkmış, ikinci kategoriye girmiştim. Artık ayacıklarının üzerinde durup çalışan bir iş kadını olacaktım.

 

Gece doğru dürüst uyuyamamış, sürekli Tahir'le ilgili kabuslar görüp ağlayarak uyanmıştım uykularımdan. Gün doğmak üzereyken uyuyabilmiştim ancak ve uyandığımda saat on buçuktu. Beni neden erken kaldırmadınız diye annemlere çemkirdiğimde Demir abim gece uyumadığımı, bugün işe gideceksem öğleden sonra gitmemi söylemiş.

 

İlk iş gününe öğleden sonra gitmeyen de ne bileyim...

 

Siyah kumaş pantolonumu düzeltip, beyaz kolları kısa gömleğime baktım ve neredeyse tüm düğmelerini ilikledim. Saçlarımı aşırı sıkı olmayan bir at kuyruğu yapmıştım. Sağ olsun ablamda gözlerimi deşe deşe kirpilerime rimel sürmüştü. Kıskanıyordu tabii gözlerimi. Eh, haksız değildi yani. Çok yahşi bir bayandım.

 

Odamın kapısında dikilen ve kollarını göğsünde toplamış beni izleyen Sinan abime döndüm, siyah çerçeveli kare gözlüklerimle. "Nasıl olmuşum?" diye cıvıldadım.

 

Şöyle bir süzdü. Bayağı bayağı inceledi. Kafasını sağa yatırıp süzdü sonra cıklayıp sola yatırdı ve yine süzdü. Gözlerime baktığında derin bir nefes aldı ve şöyle dedi: "Patronunu baştan çıkartan sekreter gibi giyinmişsin. Kuşlar ülkeyi terk etti."

 

Dudaklarım şaşkınlıkla ve hayal kırıklığıyla oval halini alırken, "O kadar mı vasatım yani?" diye sorduğumda dudaklarını büzüp başını salladı.

 

Omuz silkip ona küçümser bakışlar attım. "Kıyafete değil, kıyafetin içindekine bakacaksın. Ben her halimle güzelim."

 

Sinan abim bana yaklaştı ve "Dur bakayım," dedi gözlerini kısıp. Dibime girip yüzümü inceledi ve kaşlarını kaldırıp indirdikten sonra geri çekildi. "Vallahi kıyafetin içinde de insana benzer bir şey göremedim."

 

Ama üstüme çok geliyor bu benim!

 

Kaşlarımı çattığımda, "Ben var ya ben," dedim ellerimi belime yaslayıp gözlerimi kısarken. "Bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye?!"

 

"Hop hop!" diye dişlerini sıkıp üstüme gelmesiyle geri adımladım. Neyseki o arada Süslü Barbie geldi de kurtardı beni. Bu da bugün düğün alışverişini bahane ederek gitmemişti işe.

 

"Abiciğim sen çık da ben şu giyinmeyi bilmeyen kardeşime bir el atayım." dediğinde içimden besmele çektim.

 

Beni maymuna benzetmesine şu kadarcık kalmıştı.

 

On Dakika Sonra;

 

Süslü Barbie'nin giydirdiği siyah kalem eteği çekiştirip dururken zorla giydirdiği beyaz şifon gömleğin göğüs kısmındaki düğmelerini iliklemeye çalışıyordum ama gömlek o kadar dardı ki, ufacık bir hareketimde düğme patlayacakmış gibiydi. İşte şimdi patronunu baştan çıkarmaya çalışan sekretere dönmüştüm! Benim anlamadığım bu kızın dolabında böyle parçaların ne aradığıydı? Direk dansçısıydı da haberimiz mi yoktu ula?! Vallahi Demir abim kurşuna dizerdi!

 

Saçlarımı da tepeden toplamış, Allah'ına kadar eyeliner çekmişti maviş maviş bakan gözlerime. Dudaklarıma sürdüğü kırmızı ruju ise yalayarak çıkartmaya çalışıyordum ama bana mısın demiyordu lanet giresi şey!

 

Çevik Holding'inin bir çalışanı mıydım yoksa patronunu baştan çıkartmaya çalışan o seksi sekreterlerden miydim, belli değildi!

 

Süslü Barbie'nin odadan çıkmasını fırsat bilip eteği ve gömleği çıkartmıştım. Etek yerine siyah havuç kesim bir pantolon, gömleğin yerine de Sinan abimin beyaz tişörtünü giymiş ve eteklerini pantolonumun içine sokuşturmuştum. Bu tişörtünde gözüm vardı. Eyeliner çektiğinden ötürü öcü gibi bakan gözlerimi de sildim ve at kuyruğu yaptığı saçlarımı açıp keşan bandanamı da saçlarıma takarken babamdan yürüttüğüm siyah deri saati de bileğime yerleştirdim.

 

Çok şükür Allah'ım, bugün de rüküşlüğün kitabını yazmıştım!

 

Türlü yemeği gibi oldun, ne ararsan var üstünde. dedi içimdeki Nur Yerlitaş burun kıvırarak.

 

Telefonumu pantolonumun cebine sokuşturup Memo'dan da ödünç çaldığım siyah deri ceketini giydim. Vallahi ondan çok bana yakışmıştı ne yalan söyleyeyim! On sekiz yaşında ergenin tekiydi ama gören yirmi küsur yaşında sanırdı. Kemikleri iriydi canım!

 

Odadan çıktığımda daha salona girmeden kadınların sesleri geliyordu. Anacığım işe başladığımı bütün mahalleli kadınlara duyurmak için iki gün sonra olacak olan gününü öne çekmişti. Salonda bir metrekareye üç kadın düşüyordu. Taziye evi olsa bu kadar gelen olmazdı ha!

 

"Merhabalar," dedim kapıda durup el sallarken. "Ve güle güleler."

 

Tam çıkıp gidecekken anamın bir numaralı dedikodu kaynağı Ayfer teyze kolumdan tuttuğu gibi beni kucağına çekmesin mi? Irzıma mı geçecekti, anlamadım!

 

Uzaylı görmüş gibi ona bakarken, "N'apıyon Ayfer teyze ya?" diye sordum şaşkın şaşkın. Yüzü de Allah affetsin, pek bir yakınımdaydı. Aklımda uygunsuz sahneler fink atıyordu. Kafamı geri çektim yüzümü buruştururken. "Sevişecek gibi olduk, tövbe ya Rabbim!"

 

Annem enseme bir tane vurup gözleriyle sinyal çakarken Ayfer teyze beni yanına atıp hemen eline kısır tabağını aldı. İyi, en azından üstüme atlamamıştı! "Kız Gül, işe başlıyormuşsun." dedi bir yandan ağzını doldururken.

 

"He," dedim gayet rahat bir şekilde, üstümü başımı düzeltirken. Sonra birden her kafadan bir ses çıkmaya başlamasın mı? Kime bakacağımı şaşırdım yeminle.

 

"Ne iş yapacaksın?" diye sordu köşede yelek ören Necmiye teyze.

 

"Valla bilmiyorum," dedim. "'Gidince göreceğiz ne iş olduğunu."

 

"Maaş ne kadar, maaş?" diye sordu başka bir teyze ağzına sarmaları ikişer üçer sokarken.

 

Dudak büktüm. "Valla onu da bilmiyorum ama yirmi binden aşağı çalışmam."

 

"Patronun kim?" diye sordu bakkalın karısı Halime teyze alıcı gözüyle beni süzerken.

 

"Ablamın müstakbel kocası ve kaynı." diye onu da yanıtladım.

 

"Ayol, patron yakışıklı mı? Yakışıklıysa bir de bekarsa hemen kap, kaçırma sakın!" dedi başka bir teyze. Bu teyze yaz dizilerinin dozunu fazla kaçırmış belli.

 

"Nasip." dediğimde annemle göz göze geldik. Hemen kıvırdım. "Yani ben patronuma bakmam. İş ahlaki kurallarına uymaz bir kere! Etik değil."

 

"Yaza düğün yaparsınız, biz de iki göbek atarız kız!" dedi yerinde duramayan altmışlarının sonundaki başka bir teyze.

 

Sevdiceğimizin gönlünü alamadık ki daha be teyzem, ne düğünü?

 

"Ayy, düğün demişken... Yok mu kız birileri Gül?"

 

"Yok." dedim halıyı seyrederken. Vardı ama artık yok diyemedim.

 

"Yaşıtların hep evleniyor, sende hâlâ tık yok!" dedi Ayfer teyze ağzı dolu dolu gülmeye çalışırken.

 

Zaten canım sıkkın olduğundan ters ters ona baktım. "Senin yaşıtların da ölüyor Ayfer teyze, sende de hâlâ tık yok maşallah!" dediğimde salonda derin bir sessizlik hakim oldu. Böyle susarsınız işte.

 

"Aaa hanımlar! Boş verin siz Gül'ü. Oturmaya mı geldik canım? Oynayalım hadi." diye ortamı toparlamaya çalışan annem teypi açtığında kadınlardan bazıları oynamaya kalkarken bazıları poğaçaları pastaları gömmekle meşguldü.

 

Başımı iki yana sallayarak salondan çıktım. Bir an önce evden çıkıp gitmek istiyorum. Ayakkabılarımı giyip evden çıkacakken annem durdurdu beni. Elinde de iki kap yemek. Canım benim, beni ilk günden aç aç yollamıyordu işe. Elindeki kapları alıp ona tatlı tatlı baktığımda o beni yıkıma uğrattı.

 

"Kurabiye yaptım, biraz börek de var içinde." dedi önce. Hemen sonraysa işaret parmağı doğrulmuştu yüzüme. "Tek başına yeme sakın! İş arkadaşlarına da ver!"

 

"Zıkkım yesinler!"

 

"Gül!" diye bağırıp eli terliğine uzanırken sevimli sevimli sırıtıp geri geri adımladım. "Oldu o zaman, ben kaçayım."

 

Geri geri adımlarken ayağım taşa takıldı. Tam düşüp elimdeki kapları havaya atacakken biri tuttu beni. Başımı geriye doğru yatırıp kahramanıma baktım ve sırıttım. "Abiii!" diye çığırmamla yüzünü buruşturup beni kaldırdı. Kemik görmüş köpek gibi yüzüne baktım hevesle. "Beni işe götürmeye mi geldin?"

 

"He." dedi cebinden anahtarını çıkartıp arabasına yönelirken. "Anne Mehmet'e söyle, acele etsin. İşim var."

 

"Tamam."

 

Dudaklarımı sarkıtıp ona baktım kötü kötü. "Hani beni almaya gelmiştin?"

 

Demir abim bana ters ters baktıktan sonra arabasına ilerledi. Bende kalleş Memo gelmeden evvel hemen arabanın ön koltuğuna kuruldum. Mehmet de geldiğinde yola çıkmıştık. Yol üstünde olduğu için ilk önce beni bıraktı Demir abim. Yol boyunca kimse hiçbir şey konuşmamıştı ama Demir abim bakışlarını ara ara bana çevirmişti.

 

Araba durduğunda inmeye yeltendim ama Demir abim kolumu tutup durdurdu. Çaktırmamaya çalışsam da moralimin epey bozuk olduğunu bildiğinden çenemden tutup alnımı öptü. Bunu ancak ya ben uyurken ya da tıpkı şimdi olduğu gibi feci moralsiz olduğum anlarda yapardı. "Kendine dikkat et," dedi gözlerimin içine bakarken. "Kimseye bulaşma, uslu dur."

 

Başımı sallayarak elimde annemin verdiği kaplarla arabadan indim. Ben şirkete girene kadar gitmedi Demir abim, bekledi. Asansöre doğru ilerlerken kapıların kapanacağını son anda fark ettim ve asansöre depar atıp bacağımı içeri uzattım. Eteğinin altındaki şalvarla kapı kenarından bacak şov yapan Cennet Mahallesi Pembe gibi asansörün kapısına tutunmuş beklerken kapılar iki yana açıldı. Asansör de bir erkek, elinde dosya olan Tahir'in sekreteri Gaye ve Tahir vardı. Elimdeki kaplarla asansöre girdiğimde diğer adam asansör tuşlarına bastı ve kapılar kapanıp asansör yükselmeye başladı.

 

Benim sırtım kapıya, yüzüm Tahir'e dönük bir halde ona bakarken o ifadesiz, sert çehresiyle başımın üstünden asansörün kapısına bakıyor, beni yok sayıyordu. Pekâlâ, bu beklediğim bir şeydi zaten. Şaşırtmadı ama bir parça üzdü.

 

"Selam, nasılsın?" diye laf attım dikkatini çekmek için ama cevap vermedi. Onunla konuşmaya çalışmam onu daha çok sinirlendirmiş gibi dişlerini sıktı. Bunu gerilen çenesinden anladım. Aynı şirkette çalışacaksak onu yok saymamı beklemesin benden. Kendimi affettirene kadar peşinden koşacağım.

 

Gözlerimi ondan ayırmadan elimdeki kaplardan birinin kapağını açtım. "Sana kurabiye yaptım." diyerek kabı ona uzattığımda göz ucuyla bile bakmadı.

 

Zaten ben de kurabiye yerine börek kabını uzatmışım ona. Yandaki adamın, "Patatesli mi o? Çok severim. Bir tane alabilir miyim?" demesiyle fark ettim. Önüme dönüp ağzımın içinde homurdanarak börek kabını ismini bile bilmediğim o adamın eline tutuşturdum.

 

Asansörün durmasıyla, "Kabı Gaye'nin masasına bırakırım," diyerek ilk önce o adam indi. Peşinden de Gaye. Tahir de inmeye yeltendiğinde kollarımı iki yana açarak engel oldum. Mecburen durdu ve ifadesiz, soğuk gözlerini gözlerime kenetledi.

 

"Özür dilerim." dedim samimiyetle. "Affet beni. Bak aynı şirkette çalışacağız, böyle küs olmayalım..."

 

"Gül Hanım müsaade ederseniz işimin başına döneceğim." dedi sözlerimi duymazdan gelip son derece ketum bir ifadeyle. Kapıyı tutan elimi tutup indirdikten sonra asansörden çıktı. Derin bir of çekerek arkamı döndüğümde kızlı erkekli bir grup asansöre binmeyi beklerken bana tuhaf bakışlar atıyorlardı.

 

Onlara ters ters bakarak asansörden indiğimde eniştem Ken'le karşılaştık. Tahir'in aksine o güler bir yüzle, "Gül, hoş geldin." dedi.

 

Tahir'in arkasından bakarken "Hoş geldim ama hoş bulamadım." dedim moralsiz bir halde.

 

Senun ha bu gardaşun fena halde canumi sıkayi, diyemedim.

 

Sebebini anladığında omzumu sıvazladı takma düzelir be kanka modunda. Yorum yapmadı. "Odanı hazırlattık." dedi beni bir yere yönlendirirken. Peşinden giderken kurabiye ikram ettim ona. Bir tane yedi. Odaya girdiğimizde odamı inceledim.

 

Ne çok küçüktü ne de çok büyük. İdeal bir odaydı. Bir çalışma masası, bir bilgisayar, içi dosyalarla dolu bir dolaptan ibaretti. Tam baa layuktu! Enişte şahsı bey birkaç bir şey anlatıp yarınki sunuma hazırlanmak için çıktığında elimdeki kabı masanın üzerine koyup tıkınmaya başladım. Arkamda bir pencere tam karşımda ise devasa bir cam vardı. Ve camın ardında ise Tahir'in odası. Gaye, süs bebeği Balım ve kankim Ferhat Tahir'in odasındaydı. Tam masama oturmuş, doya doya Tahir'i izleyecekken beni gördü. Kaşlarını çatarak bana baktıktan sonra eline küçük bir kumanda benzeri bir şey aldı ve bir tuşa basıp camı kapattı. Gün içinde o cam bir daha hiç açılmadı.

 

Derinden ofladım ve önüme döndüm.

 

Stresten kurabiyelere dadanmıştım. Kurabiyelerden bir tane yerken annemin hayaleti belirdi önümde. Kaşlarını çatmış ellerini beline yaslamış 'ben, sen onu arkadaşlarına dağıt diye verdim, otur da kendin zıkkımlan diye değil' diye çemkirmişti.

 

Silkinip kendime geldiğimde kurabiye kabını alıp odamdan çıktım ve holdingi tavaf ettim. Yarım saat içinde herkese kurabiye vermiş, bir de ben yemiştim. Bazıları istemezken bazıları ikişer tane almıştı. Geriye azıcık kurabiyem kalmıştı.

 

Tabaktan bir tane kurabiye aldım ve yiye yiye eniştemin benim için dizayn ettiği odama girdim. Çevik Holding'de bir odam vardı. Hem de kapı da adım ve mesleğim yazıyordu!

 

İş kadını olmak çok havalıydı be dostum!

 

Masama geçtiğimde Ferhat'ı gördüm ve gülerek yanıma geldi. "N'aber?" dedi sıcakkanlı bir yaklaşımla. "Hayırlı olsun yeni işin bu arada. Geç haberim oldu yoksa bir hayırlı olsun hediyesi alırdım."

 

İşte kanka gibi kanka be!

 

"Ya," dedim kedi gibi bir sesle ellerimi çenemin altında birleştirip. Sonra yüzsüzlüğüm devredeydi. "Sen al hediyeyi, ben haberim yokmuş gibi yaparım."

 

Bir şey demeyip güldüğünde, "Kurabiye yemek ister misin?" diye uzattım kabı ona doğru. Egoyla sırıttım. "Ben yaptım da."

 

Önce bir kaşlarını kaldırdı inanamıyormuş gibi ve kaptaki kurabiyelere baktı. Atomu parçaladım desem bu kadar sorgulamazlardı be! Alt tarafı bir kurabiyeydi halbuki. "Ciddi misin?" dedi sesinden akan şaşkınlıkla. Başımı sallayarak onu onayladım. Sonra gülüp bir tane kurabiye aldı. "Harika görünüyor. Valla Tahir 'Gül kurabiye yapmış, sakın yeme!' dedi ama bunlarda yenilmeyecek gibi değil ki. Aldım bir tane."

 

Tahir'e bak sen, demek herkesi beş dakika içinde kurabiye yememesi için uyarmıştı. Malûm İdris'e yedirdiğim çamaşır sulu kekten sonra kurabiyeleri de aynı işlemle yaptığımı düşünmüş olmalı. Oysaki bunu ben yapmamıştım. Bende çok güzel kurabiyeler yapardım ama vaktim yoktu! Öğleden beridir elimde kurabiye kabıyla katil bebek Chucky gibi ortalıkta dolanıyor, herkese kurabiye veriyordum beleşe.

 

"Sahi," dedi Ferhat köşeli jetonu yeni düşüyormuş gibi. "Tahir neden öyle dedi ki?" deyip kurabiyeden koca bir ısırık aldı.

 

Suratsız bir tavırla öylece kaptaki kurabiyelerle oynarken Ferhat'ı yanıtladım. "Çamaşır suyuna batırılmış kek yapınca kurabiye konusunda da güvenemedi herhalde."

 

Cümlem bittikten üç saniye sonra Ferhat arkasını döndüğü gibi ağzındakini hatta midesindekileri dahi odama püskürttü. Geri zekalı! Nimetti o nimet!

 

Bir Saat Sonra;

 

Ferhat'ın son yaptığından sonra odamı karantinaya almışlar ve temizlemişlerdi. Pencereleri açıp içerisi iyice havalandırılmış ve ben Gaye'nin döner sandalyesine kurulmuştum. Yazık, kızcağız bir şey diyememiş, bir sandalye çekip masasının başına geçmişti.

 

Ellerimi çeneme yaslamış, arada koridorda gezenlere bakarken sıkıntıdan ofluyordum. Gözlerim masanın üzerindeki masa takvimine kaydığında 17 Eylül'e sadece üç gün kaldığını fark ettim.

 

17 Eylül Tahir'in doğum günüydü.

 

O yanımda yokken bile ben her 17 Eylül'de kendimi denize vurur, gökyüzüne bakarak onun doğum gününü kutlardım. Çünkü aynı göğün altında yaşıyorsak benim onu beklediğimi ve sevdiğimi hissederdi mutlaka. Her 17 Eylül'de, babamın küçük kayığıyla denize açılıp denizin tam ortasında ona doğum günü mektubu yazar, odamdaki kilitli çekmecemde saklardım. On dokuz yıldır ona hep doğum günü mektubu yazdım fakat bu yıl yazmama gerek yoktu çünkü kendisi artık yanımdaydı. Bu yıl bana küs de olsa, beni görmezden de gelse birlikte kutlayacağız yeni yaşını. Ondan sonra istediği kadar trip atardı.

 

"Tamam Tahir Bey, hemen getiriyorum kahvenizi." diyen Gaye'nin sesiyle kendime gelip ona baktım. Telefonu kapatıp yerinden kalkarken, "Tahir Bey kahve istedi." diye kısa bir açıklama yaptı.

 

Kolundan yakaladım hemen. "Sen otur, ben götürürüm kahveyi." dediğimde tereddütle bana baktı. Tahir'le aramızdaki Balkan soğuklarını andırmayan soğukluğu fark etmişti haliyle.

 

"Emin misiniz?" diye sordu. "Kızmasın?"

 

Elimi salladım havada. "Kızmaz." dedim çoktan ayaklanmış, kahve yapmaya giderken. "Kızarsa da ben hallederim!"

 

Kahveyi nasıl içtiğini bilmediğim için sade, orta ve şekerli yapıp bir tepsiye doldurdum üç fincanı. Gözlerimi fincanlara dikmiş, hangisinin sade, hangisinin orta, hangisinin şekerli olduğunu unutmamak için içimden tekrar ederken Tahir'in odasına geldim. Gaye benim için kapıyı çalıp açtığında odaya girmiştim.

 

"Şuraya bırak Gaye." dedi Tahir düz bir sesle. Göz ucuyla ona bakarken bilgisayara odaklandığını, beni fark etmediğini gördüm.

 

Kahvelerin yarısını yolda gelirken dökmüştüm ama şimdi onu görünce, sesini duyunca heyecan yapıp kalan kahveleri dökmemek için tepsiyi sımsıkı tuttum. Yavaş adımlarla masaya ilerleyip tepsiyi masanın ucuna bıraktığımda beyefendi yüzünü bana çevirmişti nihayet. Bir bana baktı, bir kahvelere. Kaşlarını çatıp bir şey demeden telefonunu aldı ve birini aradı. Hadi ama! O kadar kahve getirmiştim. İnsan bir teşekkür ederdi en azından.

 

"Odama gel, derhâl!" dedikten sonra telefonu kapattı. İki saniye sonra da kapı çalmıştı. "Gir!"

 

Gaye nefes nefese içeriye girdiğinde bana kısa bir bakış atıp Tahir'e baktı. "Kahveyi ben kimden istedim Gaye?" diye sordu Tahir geriye yaslanıp elindeki kalemi çevirirken.

 

Gaye yutkundu. "B-benden istediniz efendim."

 

"Peki neden kahvemi sen getirmedin Gaye?" diye sorduğunda kız ecel terleri döküyordu.

 

"Gaye'nin işi vardı, ben-..." diye açıklamaya giriştim.

 

Tahir elini kaldırıp beni susturduğunda bana bakmadı bile. "Gaye'yle konuşuyorum." dediğinde kaşlarımı çattım. "Bir soru sordum Gaye?"

 

Neyseki Gaye beni bozmadı. "Halletmem gereken işler olunca Gül Hanım ben götürürüm dedi bende-..." diyen sesi sonlara doğru kısıldı ve sustu. "Özür dilerim Tahir Bey. Bir daha olmayacak."

 

Bir daha olmayacak olan olay da kahveyi benim getirmiş olmamdı.

 

Hayretle güldüm ve bir şey söylemeden çıktım odadan. O beni böyle görmezden gelirken, sert, dikenli teller örerken aramıza ben kendimi nasıl affettireceğim ki? İşim gerçekten zordu!

 

Allah da bana acısın.

 

***

 

Dün bütün gün Tahir'in beni görmezden gelmesinin üzerinden sadece birkaç saat geçmişti ve o bugünkü Araplarla olan toplantısına hazırlanıyordu. Bunu ablamdan öğrenmiştim. Kendileri düğün alışverişinden fırsat bulup da nihayet şirkete gelebilmişlerdi. İşimde ilk günlerim olduğu için ve biraz da Tahir'le olan durumumuz canımı sıktığından kaytarıyor, şirkette geziniyordum öyle.

 

Az önce süs bebeğinin yanındaydım. Biraz ona bulaşıp sinirlerini bozduktan sonra daha doğrusu o benim sinirlerimi bozduktan sonra kendimi ablamın yanına atmıştım.

 

"Git yanına, adamakıllı konuş," dedi son yarım saattir tekrarladığı repliği yinelerken. "Kenan'la konuştuk bu durumu. Tahir feci kırılmış sana Gül. Böyle hiçbir şey olmamış gibi davranıp ondan seninle konuşmasını bekleme. Git yanına, sen konuş. Anlat kendini, içini, hislerini, al gönlünü. Ne derler bilirsin? Seviyorsan git konuş bence."

 

Başımı geriye yatırıp tavana bakarken derinden ofladım. "Konuşmadım mı sanıyorsun? Dinliyor dinliyor, bittiyse gidebilirsin diyor. Sinir krizleri geçirmeme şu kadarcıktan az kaldı yeminler olsun!"

 

Ablam acımasızca bir bakış attı. "Hak etmediğini söyleyemezsin."

 

Evet, kahretsin ki ben bunu hak etmedim diyemiyorum!

 

Ama yine de ablama ters ters bakıp ayaklandım. "Tam gaz moral ve destek için teşekkürler!" diye homurdandım ağzımın içinde.

 

Odama geçtiğimde Tahir'i gördüm. Aramızdaki camı açmıştı. Elinde dosyayla odanın içinde dönüp dururken, tüm ilgisi o dosyadaydı. Yerine otururken masanın üzerindeki kahvesine uzandı. Uzun, kemikli parmakları fincanı kavrayıp dudaklarına götürdüğünde içmeden önce ona bakan beni fark etti. Kaşları çatılırken boştaki eliyle kumandaya uzanıp camı kapatarak onu görmemi engelledi.

 

Aman ne güzel!

 

Birkaç dakika bana tahsis ettikleri bilgisayara dönüp çalışmaya çalışsam da aklım burada olmadığı için yapamıyordum. Anlık bir gazla yerimden kalkıp Tahir'in odasına gittim ve kapıyı çalmadan dan diye açtım.

 

Çatık kaşları bana çevrildiğinde onu umursamadan masasının önündeki koltuğa oturdum. "Odam hâlâ kusmuk kokuyor!" dedim. "Burada oturacağım."

 

Bir şey diyecek gibi oldu ama sonra vazgeçti. Önüne dönüp bilgisayarla uğraşırken bende telefonumu çıkartıp oyun oynadım, bir gözüm Tahir'in üzerindeyken. Harıl harıl toplantıya hazırlanıyordu. Bu işin öneminden bahsetmişti ablam. Tahir gecesini gündüzüne katmış bu iş için. Şu an konuşup dikkatini dağıtmak istemiyorum ama böyle sessizce beklemek de sıkıcıydı.

 

Odanın kapısı tıklandığında Tahir dalgın olduğu için gözlerimi devirip ben seslendim. "Gel!"

 

Öf! Böyle patron olmak da çok zevkliymiş be!

 

İçeriye giren Gaye elindeki dosyalarla bana kısa bir bakış atıp Tahir'e baktı. Son olan olaydan sonra benden uzak durmaya çalışıyordu. "Efendim, Araplar geldi. Toplantı odasına aldım."

 

"Ayva ikram etmeyi unutmayın, sonra ayva diye bağırıyorlar." diye lafa atladım birden.

 

Tahir bana bakmadı bile. "Geliyorum." dedi ayaklanıp dosyaları toplarken. "Ve sakın, ayva vermek gibi bir şey yapmayın."

 

Gözlerimi devirdim. Toplantı boyunca ayva ayva diye bağırsınlar da gör o zaman.

 

Tahir Ipad'ini ve dosyayı alıp odadan çıktı. Kocaman odasında tek başıma kalırken, masanın üzerinde parlayan telefonu aklıma türlü sinsilikler getirdi ve içimdeki şeytana yenildim.

 

Beni görmezden gelmesi yeterdi artık!

 

Parmak ucumda yürüyüp kendi kendime gizem yaratıp telefonu aldım ve ekranını açtım. Harika! Şans benden yanaydı çünkü şifre yoktu telefonunda. Hemen internetini açıp bir müzik indirdim ve onu telefonunun zil sesi yaptım. Sessizce gülüp telefonu masaya bırakırken odanın kapısı hızla açıldı. Hissetmişlerdi kesin bir ibnelik yapacağımı!

 

Tahir dik dik bana bakıp yanıma geldi ve masanın üzerinde duran telefonunu alıp aynı dik bakışlarla odadan çıktı.

 

O zaman, oyun başlasın bebeğim!

 

Yarım Saat Sonra;

 

Toplantı odasında sunum yapan Tahinciğimi gözlemleyecek bir yere geçtim ve sinsi sinsi güldüm. Dışarıda olduğum için ne dediğini duymuyordum, zaten duysam da anlamazdım çünkü Arapça konuşuyordu. Karşısında oturan Araplar ben misali 'Bitse de gitsek' modunda takılırken Tahin zorla öğrencisinin beynine bilgi sokmaya çalışan öğretmen edasıyla bir şeyler anlatıyor, ara sıra projeksiyona yansıyan kıyafetlerin pazarlamalarını yapıyordu.

 

Buraya kadar her şey sorunsuz gidiyordu. Telefonumu çıkarttım ve Tahin'in numarasını bulup aradım. Kahkaha atmamak için dudaklarımı ısırıyordum. Nihayetinde içeriden Tahin'in telefonunun zil sesi geldi.

 

Tahinciğimin telefonundan yükselen, benim değiştirmiş olduğum ve zil sesini Mezdeke yaptığım şarkıyla yarı uyuyan Araplar silkelenip kendine gelmiş, etrafa sudan çıkmış balık gibi bakıyorlardı. Az sonra masanın üzerine çıkıp 'Başlarım toplantısına' deyip de kıvırtırlarsa yerleri döve döve gülerdim. Tahir önce şaşkınlıkla telefonuna sonra da sinirle mavi gözlerini kısıp etrafa bakındı. Nihayetinde kartal kadar keskin olan bakışları beni buldu.

 

Bakışları şey diyordu; 'Şimdi akıttım pekmezini, Pekmez Hanım!'

 

Telefonu kapatmadan koştuğumda Tahir toplantı odasından çıkmış ve arkamdan bağırıyordu. "Seni yakalarsam hiç iyi seyler olmayacak! O yüzden, bence de kaç!"

 

Koşmaya başladığımda, "Abi!" diye bağırdı peşimden koşmadan evvel. "Gerisi sende!"

 

Merdivenleri ikişer üçer inerken delicesine koşuyordum. "Küçücük holding de nereye gideceksin acaba?" diye bağırdı arkamdan sinirle. Sesi de pek bi' yakınımdaydı. "Gel buraya!"

 

Masaların arasından dolanırken çektiğim bir sandalyeyi ona doğru sürdüm. Bu ona zaman kaybettirmişti biraz. Sinsice gülüp koşarken çok geçmedi ki, bileğimden tuttuğu gibi beni kendine çekti ve en az benim kadar şaşan dengemle yeri boyladım. Sırtımın acımasına mı yoksa üzerime doksan kiloluk Tahir'in düşmesine mi yansam bilemedim.

 

"Ah! Anam!" diye inlerken Tahir kollarından destek alıp ağırlığını üzerimden kaldırdı.

 

Gözlerinde gördüğüm kısa süreli endişe hâlâ bana karşı hislerinin olduğunu söylüyordu ama bu uzun sürmedi. Yine buz adam kılığına büründü.

 

"Yeter." dedi. Tokat gibi çarptı yüzüme kelimesi. "Gerçekten yeter Gül! Benden ne istiyorsun hâlâ? Beni elinde maymun ettiğin yetmedi mi artık? Sana bu toplantının, iş ortaklığının benim için önemli olduğunu söyledim. Niye sabote ediyorsun? Neden Gül? Olmuyor işte görmüyor musun? Biz seninle iki ayrı şehirdeyken bile kirletmedik sevgimizi ama yan yanayken birbirimizi sevmeyi beceremedik. Kabul et, biz uzaktan sevmelerin insanıyız. Biz yan yanayken birbirimize sadece zarar veriyoruz. Senden rica ediyorum, kabullen ve uzak dur benden. Daha fazla yıpratmayalım birbirimizi."

 

Tam üzerimde, bir nefeslik uzağımdayken söyledikleri zaten yaralı olan kalbimi iyice kanatmıştı. Şimdi ilk kez pes etmişlikle, yenilmişlikle gözlerime bakarken ifadesiz değildi fakat yemin ederim ki böyle vazgeçmiş, pes etmiş bir halde bakmasındansa ifadesiz bakmasını yeğlerdim. O ela gözlerine bakarken gerçekten vazgeçtiğini, ondaki beni bitirmiş olduğunu gördüm ve bu beni mahvetti.

 

Üzerimden kalktığında ben hâlâ yerde öylece uzanıyordum. Buradan benim kalkamayacağımı bilirmiş gibi ellerimden tutup kaldırdı beni. Ellerini hiç bırakmak istemedim. Hatta sıkı sıkı tuttum ama o ellerini çekip uzaklaştı benden.

 

"Sevgili olmadık, olamadık. Beceremedik. Bari arkadaş kalalım." dedi gözlerime bakarak.

 

Daha fazla beni kanatamaz dedikçe daha ağır darbeler savuruyordu kalbime kalbime.

 

Arkasını dönüp merdivenleri çıkmaya başladığında aldığım darbelere rağmen dimdik durdum.

 

Yarın onun doğum günüydü.

 

Yarın da olmazsa, affetmezse beni eğer, söz veriyorum onu rahat bırakacağım ama yarın mutlaka deneyeceğim. Yarın onun için güzel bir sürpriz hazırlayıp kendimi affettireceğim.

 

Ertesi Gün;

 

Dün gece Tahir'in doğum günü için hazırlık yapmıştım. Şirketten çıkar çıkmaz babamın küçük kayığını süslemiş, bir sürü renkli kağıt ve kalemler koymuştum içine. Şansıma bugün hava çok iyiydi. Güneş sanki yaz sıcağı varmış gibi ısıtıyordu ama gece serin olur diye içine iki tane battaniye koymuştum. Öyle bir iki saatlik kutlama olmayacaktı çünkü. Hem kendimi affettirecektim hem de doğum gününü kutlayacaktık. Bu geceyi denizin ortasında bir kayıkta geçirecektik. Pastayı ise bugün işe giderken alacak, Tahir'in masasına bırakacaktım içinde bir notla beraber. Gelmezse diye şirketin çıkışında onu bekleyecek, onunla beraber gidecektim limana.

 

Dün geceden beri her şeyi binbir heves ve heyecanla planlamıştım. Bugün için aşırı hazırlanmıştım. Bugün her şeyi bir kenara bırakıp Tahir'e açık olacak ve ondan bir şans isteyecektim. Yeniden başlayacaktık.

 

İnşallah yeniden başlayabilirdik.

 

Bana o şansı tanırdı inşallah.

 

Dün gece geç saatlerde yatmıştım ama gece gördüğüm kabuslar uyumama izin vermemişti. Sıfır uykuyla durmama rağmen gayet dinç görünüyordum şu an. Ama itiraf etmek gerekirse içimde adını koyamadığım, bugüne ve benim enerjik halime yakışmayan bir kasvet, bir huzursuzluk vardı.

 

Ben ne zaman böyle hissetsem evren en kötü olayı üzerime fırlatırdı acımasızca.

 

İnşallah bu sefer hislerimde yanılırım.

 

Şimdi kahvaltı masasında içimdeki kasveti göz ardı etmeye çalışarak Demir abimin tabağındaki kahvaltılıklara dadanmış bir haldeydim. O ise son yarım saattir üç kere aramış olan özel numaraya sövmekle meşguldü. İki günden beri birileri onu özel numaradan arayıp şarkı dinlettiriyordu. Haliyle Demir abim iki günden beri barut gibiydi. Patlayacak yer arıyordu. Öfkesini üzerime çekmemek için ona hiç mi hiç bulaşmamıştım. Gece o gelmeden önce uyurdum. O geldiğinde beni kolları arasına alıp sakinleşir, öyle uyurdu.

 

"Aynı kişi mi oğlum?" diye sordu babam, ben Demir abimin tabağındaki peynire uzanırken.

 

"Muhtemelen." dedi Demir abim sinirle, derin bir nefes verirken. "Kim olduklarını bir bulayım hele..." Tam çatalımı tabağındaki peynire saplamış alacakken gözleri bana kaydı. Bir tabağına uzanan elime baktı, bir bana. Tatlı tatlı gülümsedim. Her zamanki gibi gözlerini devirip tabağını benim önüme bırakır sandım ama o başta ben olmak üzere, herkesi şaşırtan bir şey yaptı.

 

Elimden çatalımı alıp sertçe masaya vurduğunda sanki bana vurmuş gibi yerimden sıçradım. "Bıktım artık senin bu şımarık çocuk tavırlarından!" diye bağırması beklemediğim bir şey olduğundan afalladım. "Hâlâ beş yaşında gibi davranıyorsun! Kim inanır ki senin yirmi dört yaşında olduğuna? Büyü lan artık!"

 

"Demir!" diye bağırdı babam, elini sertçe masaya vururken. O ana kadar babam hiç sesini yükseltmemişti Demir abime. "Kendine gel! Sinirini kızımdan çıkaramazsın!"

 

Bir anda herkes öfkeli bakışlarını Demir abime çevirdiğinde bunun suçlusu olarak hissettim kendimi. Ben onun tabağına uzanmak yerine kendi tabağımdan yeseydim böyle olmayacaktı. İçimdeki kasveti dağıtmak isterken daha çok kasvetle doldurdum kendimi. Gerçekten harika!

 

"Sorun değil baba," dedim. Her zamanki neşeli, vurdumduymaz ses tonuna bürünmek biraz zor oldu ama başardım. "Demir abim haklı." Kimseye bakmadan yerimden kalktım. "Ben işe geç kalıyorum. Gitsem iyi olacak."

 

Mutfaktan çıkmıştım ki, "Bekle güzelim." dedi Sinan abim. "Ben bırakırım seni işe."

 

Bir şey demeden dış kapıya ilerledim. Ayakkabılarımı giydim. "Defne!" diye seslendi Demir abim. Duymazdan geldim. "Buraya gel be kızım." diyen sesi öyle demek istemedim, sana bağırmak istemedim diyordu ama bunu da duymazdan geldim.

 

Sinan abimin arabasına binmiş ve yol üstünde bir pastanede durmasını söylemekten başka bir şey söylememiştim. Bir pastanede durduğundaysa bana pasta seçmemde yardımcı olmuştu. En son yuvarlak, çikolatalı bir pasta seçmiştik birlikte. Görüntüsü gerçekten iştah kabartıyordu. Ona bakmak bile beni mutlu etmişti. Görevliden onu güzel bir şekilde paketlemesini istemiştim. Onlar paketleme işlemini gerçekleştirirken ben de küçük, mavi renkli not kağıdına ne yazacağımı düşünüyordum.

 

"İyi ki doğdun yazsam çok mu sıradan olur?" diye sordum Sinan abime.

 

O da benim gibi eğilmiş, ilgiyle beni izlerken sabahki olayın izlerini üzerimden silip beni neşelendirmek ister gibiydi.

 

"Yani," dedi sol gözünü kısarken. "Daha samimi bir şeyler yazabilirsin sanki?"

 

Ofladım. "İyi de ne?"

 

Cebinden telefonunu çıkarırken sırıttı. "Google teyzeye soralım, o bize söyler."

 

Hemen engel oldum. "Hayır, olmaz!" dedim şiddetle. "Herkes oradan alıntı yapıyor. Ben öyle istemiyorum. Doğal olsun, bize özel olsun istiyorum."

 

Dudak büktü. "O zaman kalbine sor güzelim. O sana gereken cevabı verir."

 

Verir evet ama sabahki olay, içimdeki yersiz huzursuzluk buna engel oluyordu. Kafam burada değildi. Abartısız on dakika boyunca düşünmeme rağmen bizi anlatan özel hiçbir şey bulamadım.

 

Derinden oflarken sabırla ve ilgiyle beni bekleyen Sinan abime baktım üzgünce. "Aklıma hiçbir şey gelmedi." dedim. "Bildiğimden devam edeceğim. Nasılsa gece boyu birlikte olacağız. Orada aklıma gelir belki güzel bir şeyler. O zaman söylerim ona."

 

"Sen bilirsin güzelim." dedi Sinan abim. Başımın üstünden öptü.

 

Derin bir nefes alıp eğilerek mavi not kağıdına yazdım o sıradan cümleyi.

 

Görevlinin uzattığı paketin içine notu yerleştirip ücreti ödedim. Sinan abim ödemeyi teklif etse de reddettim. Tahir için özel bir gündü bugün. O yüzden ona aldığım her şeyi kendi paramla ödemek istiyordum ve öyle yapmıştım.

 

Şirkete gelene kadar konuşmadık. Sinan abim şirketin önünde arabayı durdurduğunda hemen inmedim, inemedim. Sağ tarafımdaki devasa binaya bakarken içimdeki huzursuzluk an be an artıyordu.

 

"Gül, iyi misin abim?" diye soran Sinan abimle derin bir nefes alıp ona baktım. İçimden bir ses onun yanından ayrılmamamı söylüyordu.

 

"İçimde bir huzursuzluk var abi," diye açık oldum ona. "Bir tuhafım bugün."

 

"Demir'in yüzündendir..."

 

"Hayır, ondan önce de vardı," dedim. "Gece uyuyamadım. Ne gördüğümü hatırlamıyorum ama kabus görüp durdum tüm gece. Şimdi de... Ne bileyim? Şirkete girmek istemiyorum ama bugün özel bir gün."

 

Sinan abim ilgiyle bana bakarken kaşlarını çattı. "İyi değilsen, iyi hissetmiyorsan gitme." dedi. Arabayı çalıştırır hale getirdi. "Hemen şimdi eve götürürüm seni. Akşam buluşursunuz Tahir'le. Bak sana söz, gelmezse ben kafasına silah dayar, getiririm ayağına o hergeleyi!"

 

Ona sahteden kötü kötü baktım. "Sevdiğime hergele deme! Onun bir adı var."

 

"Evet, Tahin."

 

"Hayır, Tahir! O sadece bana Tahin, benim Tahin'im."

 

Bu sefer o bana kötü kötü baktığında güldüm ve pastayı torpidonun üzerine bırakıp ona sarıldım. Bu sarılmanın içimdeki kasveti dağıtmasını bekledim ama sebepsizce içimdeki kasveti daha çok arttırdı. Uzatmadan yanağından öperek geri çekildim ve inmeden önce gözlerine baktım. "Seni seviyorum."

 

O da ters giden ya da gidecek olan bir şeyleri anladı çünkü onlara asla onları sevdiğimi söylemezdim. Ben hep onlarla uğraşarak onlara sevdiğimi gösterirdim. Kaşlarını çattığında uzanarak kapımı açtı. "İneceksen in, inmeyeceksen basıp gideceğim, eve götüreceğim seni." dedi huysuzca. Arabanın motoruna abandığında pastamı alarak indim arabadan. Kapıyı kapattım ve gülümseyerek ona el salladıktan sonra şirkete yürüdüm.

 

İçimden bildiğim tüm duaları ederek içimdeki bu anlamsız kasveti ve huzursuzluğu yok etmeye çalıştım.

 

Şirkete girip elimde pastayla asansöre yürüdüm ve asansörün gelmesini bekledim. Bu esnada kafamın içindeki huzursuz edici sesleri bastırmak için bine kadar sayıyor, dikkatimi dağıtacak saçma sapan şeyler söylüyordum içimden.

 

"Gül, merhaba." diyen otuzlu yaşlarının sonundaki güvenlik şefi Cevdet'e baktım. Dün tanışmıştık kendisiyle ve şirkette Ferhat'tan sonra ikinci kankam diyebilirdim. Kafalarımız uyuşmuş ve hemen kaynaşmıştık. Kendisi üç yıllık evliymiş ve karısı hamileymiş. Dün bahsetmişti. Karısının da benim gibi çılgın bir kadın olduğunu anlatıp en yakın zamanda bizi tanıştırmak istemişti. "Şirketin otopark kameralarında bir sorun var. Bağlantı kuramıyoruz. Dün akşam bir sorun yoktu ama şimdi ulaşım sağlanamıyor. Bugün Arap iş adamları gelecek ve Tahir Bey her şeyin sorunsuz olması konusunda tüm çalışanları uyardı."

 

"Tamam, hallederiz." dedim asansör beklemekten vazgeçip ilk kattaki güvenlik odasına ilerlerken. "Benden bir uçan bir de kaçan kurtulur." dediğimde güldü.

 

Odaya girdiğimizde duvarları kaplayan devasa monitörlere şirketin her katını gösteren kamera görüntüleri yansıyordu ve her masanın başında bir adam vardı. Herkese selam verdiğimde bana bakmadılar bile. Hepsinin gözleri kameraları takip ediyordu. O yüzden aldırış etmeden otopark kamera görüntülerinin olduğu masaya geçip döner sandalyeye oturdum ve pastayı masanın kenarına bıraktım özenle. Pastayı şirket mutfağındaki buzdolabına koyacaktım ama Cevdet gelince mecbur kalmıştım. Tek temennim kameralardaki bağlantı sorununu bir an önce halletmekti. Bu yüzden kollarımı sıvayıp hızla işe giriştim.

 

Aradan beş dakika geçmişti ki odanın kapısı şiddetle açılınca oturduğum yerde zıpladım ve ben ne olduğunu anlamadan biri döner sandalyemi savururcasına tutup çevirmişti. Kısa süreli yaşadığım mide bulantısı ve baş dönmesini Tahir'in, "Nerede?!" diye yüzüme bağırmasıyla atlatmaya çalıştım. Elleri sandalyemin iki yanına yaslı bir halde, üzerime eğilmişken, kıpkırmızı surat ve feci bir öfkeyle bana bakıyordu. Bir anda neye uğradığımı şaşırdım. "Bakma yüzüme! Dosya nerede söyle! Nereye koydun?!" diye bas bas bağırıyordu. Odadaki herkes ayaklanmış, bizi izlerken o bunu umursamadan bana bağırıyordu.

 

Neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim yokken o aklınca beni suçlu ilan etmiş ve bana bağırıyordu. Kollarımdan tutup beni ayağa kaldırırken, "Senin sorumsuzluğun, vurdumduymazlığın, gamsızlığın, şımarıklıkların yüzünden aylarımı verdiğim anlaşma mahvolacak ama buna izin vermeyeceğim! Seni uyardım. Benden, işimden uzak dur dedim! Bırak arkadaş kalalım, bari bunu becerelim dedim ama sen!" diyerek tuttuğu kollarımdan beni sarstığında midem bulandı. "Sen yine her zamanki insanları kendinden bıktıran, soğutan çocukluğuna, şımarıklığına devam etmeyi seçtin!"

 

Acımasızca savurduğu sözleri Demir abiminkilere benziyordu. İkisi de içten içe benden nefret ediyordu aslında. Beni sevmiyorlar, bana katlanıyorlardı.

 

Gözlerim dolduğunda ağlamamak için dudağımın içindeki eti ısırdım ama ona da kızamadım, tıpkı bu sabah Demir abime kızamadığım gibi.

 

Dün onun telefonunun zil sesini değiştirip önemli toplantısının ortasında onu rezil edip, toplantıyı batırdığım için haliyle dosyayı da benim aldığımı düşünmüştü.

 

Haklıydı.

 

Ama niye herkes yaşayamadığım çocukluğumu şimdi yaşamamdan pişmandı ki bu kadar?

 

"Son kez soruyorum Gül, dosya nerede?" diye sorduğunda ne yazık ki bunun cevabı bende yoktu. "Bir daha sormam. Ya dosyayı nereye sakladığını söylersin, ya da buradan gidersin!"

 

Bir şey diyemedim çünkü bahsettiği dosyanın nerede olduğunu bilmiyorum.

 

Öylece ona bakarken o tüm öfkesini bana kusuyordu. Tam o sırada Gaye, "Tahir Bey, dosyayı ben aldım." dedi. "Siz dün bu dosyanın öneminden bahsedince ve şirkette bırakınca bende başına bir şey gelmesin diye yanıma aldım. Sizi aradım fakat telefonunuz kapalıydı. Mesaj da attım aslında ama görmediniz sanırım."

 

Tahir'in öfkesinin yerini hızla pişmanlık aldığında ellerini üzerimden çekti. Zor olsa da ona gülümsedim. Kendini suçlu hissetmesine gerek yoktu çünkü kim olsa benden şüphelenirdi. Haklıydı.

 

Cevdet'e baktım. Tanışalı bir gün bile olmamışken beni kardeşi yerine koymuş, benim yerime, bana üzülerek bakıyordu. "Ben bir de otoparktaki kameraları kontrol edeyim." dedim. "Buradan bir şey anlamadım, bir de oraya bakayım."

 

Biraz daha durursam ağlayacağımı bildiğimden hızla çıktım odadan.

 

"Gül..." diye seslendi Tahir ama durmadım. Ses tonu özür dilerim, öyle demek istemedim, sana bağırmamalıydım diyordu ama duymazdan geldim çünkü haklıydı.

 

Otoparka inene kadar tuttum gözyaşlarımı. Otoparkta bir köşeye oturup ellerimi dudaklarıma bastırarak ağladım. İçimdeki kasvet gittikçe büyüdü ve buna engel olamadım.

 

Yazar'dan;

 

Bir Saat Sonra;

 

Demir sabahki olayın izini silmek için küçük kardeşinin en sevdiği çikolatadan almıştı bir kutu. Elinde çikolata kutusuyla Gül'ün odasına girmişti ama onu bulamamıştı. Sinan onu şirkete bıraktığını söylemişti.

 

Sinan onu şirkete bırakır bırakmaz eve gidip ailesini umursamadan Demir'in çenesine okkalı yumruğunu indirmişti. Gül'ün ona içimde kötü bir his var demesi Sinan'ın canını sıkmış ve ona bağıran abisine yumruk atmıştı. Gül'ün kendisine söylediği huzursuzluğu Demir'e anlatıp onun gönlünü alması için yönlendirmişti.

 

Sinan'ın anlattıklarından sonra Demir de sığmadığı evde durmayıp önce markete gitmiş, kardeşinin en sevdiği çikolatayı kutusuyla birlikte almış ve ona gelmişti fakat o yoktu. Çikolata kutusunu masasının üzerine bırakıp odadan çıkmış ve Sibel'in yanına gitmişti fakat Sibel de odasında yoktu.

 

Kaşlarını çattığında arkasını dönmüştü ki Kenan'la birlikte buraya gelen kız kardeşi Sibel'i görmüştü. İkili kendi aralarında konuşup gülüşürken önce Kenan fark etmişti Demir'i, sonra da Sibel.

 

"Abi, bir şey mi oldu?" diye sormuştu Sibel yanına gittiğinde.

 

"Defne'ye baktım, odasında yok. Nerede biliyor musun?"

 

Sibel dudak büktü. "Bilmiyorum." dediğinde Demir'in içine bir huzursuzluk çöreklendi. "Biz Kenan'la dışarıdaydık. Kahvaltı yaptık. Yeni geliyorum şirkete ama Gül buralardadır. Yerinde duramıyor o. Birilerine dadanmıştır yine."

 

"Tahir'in yanında olabilir mi?" diye sordu Kenan. "Bir bakalım isterseniz?"

 

Birlikte Tahir'in odasına yürüdüler. Kenan kapıyı çalmak için elini kaldırmıştı ki Demir onu umursamadan kapıyı dan diye açtı. Masasının başına oturan Tahir'in gözleri kapıya çevrildiğinde Sibel gerginliği hissetmiş ve dağıtmak için olaya el koymuştu. "Gül'ü arıyoruz da Tahir, sana geldi mi hiç? Ya da nerede biliyor musun?" diye sormuştu ılıman bir yaklaşımla.

 

"Otoparka inmişti." dedi Tahir. Yaşadıkları olaydan sonra peşinden gitmek istemişti, gidecekti de fakat günlerdir hazırlandığı sunum için Araplar'ın onu beklediği haberi gelince toplantı odasına çıkmıştı. On dakika önce bitmişti toplantısı. Odasına geldiğinden beri Gül'ün gelmesini bekliyor, odasındaki camdan Gül'ün odasını gözetliyordu.

 

Demir arkasını dönüp odadan çıkarken Sibel, "Tamam sağol Tahir, kolay gelsin." demişti kibarca.

 

Fakat hiçbiri odadan çıkamadı çünkü Cevdet gelmişti, elinde sabah Gül'ün aldığı pastayla. Tahir'in yanına ilerleyip elinde pastayla karşısında durdu. "Tahir Bey, bu sizinmiş. Güvenlik odasında unutmuş Gül Hanım. İçini açıp baktığımda pastanın üzerindeki nottan sizin olduğunu anladım. Bunu ne yapayım efendim?"

 

Cevdet'in elindeki pasta kutusuna bakarken anladı Tahir. Bugün onun doğum günüydü. Doğum gününü bile unutacak kadar işine odaklanmıştı fakat şimdi fark ediyordu. Fark ettiği diğer şeyse doğum gününü Gül'ün, sevdiği o kızın unutmamış olmasıydı.

 

Yerinden hızla kalkıp Cevdet'in elindeki pastayı aldı ve masasının üzerine bırakıp paketi açtı. Kreması ve çikolata parçaları erimeye yön tutmuş pastaya bakarken genizi yandı, burnunun direği sızladı. Titreyen parmaklarıyla pastanın üzerindeki küçük, mavi renkli not kağıdını aldı eline. Gül'ün kargacık burgacık el yazısıyla yazdığı notu okurken gözlerinin dolmasına engel olamadı.

 

İyi ki doğdun Pekmez'in Tahin'i!

 

"Sibel Hanım, bu keşan bandanayı otoparkta arabamın yanında buldum. Sizin kardeşiniz Gül Hanım'ın değil mi bu?" diyen şirket çalışanlarından Sude Hanım'ın sesiyle Tahir not kağıdını avucuna hapsedip arkasını döndü.

 

Sibel eline aldığı bandanaya bakarken fark ettiği kanla nutku tutuldu. "Kan," diye mırıldandı belli belirsiz. Demir abisine baktı. "Kan var. Abi, Gül'ün bandanasında niye kan var?"

 

Demir eline alamadı bandanayı ama gördüğü kan onun içini endişeden yakmaya yetti. "Göster," dedi bandanayı bulup getiren kadına. "Nerede buldun bunu, göster!"

 

Hep birlikte koşarak asansöre bindiler ve otoparkta indiler. Sude Hanım arabasının yanına geldiğinde sağ ön tekerin yanını işaret etti. "Buradaydı," dedi. "Gül Hanım'dan başka kimse de bu bandanayı görmediğim için ona ait diye getirdim." İncelemeden direkt alıp Sibel'e götürdüğü için kan olduğunu fark etmemişti Sude Hanım. "Belki onun değildir..." diye mırıldandı ama buradaki herkes bu bandananın Gül'e ait olduğunu biliyordu.

 

Tahir duvar kenarında gördüğü telefonla oraya ilerledi. Eline aldığı telefonun ekranına baktığında Gül'ün ona gülümseyen yüzünü gördü ekranda. Onun telefonuydu.

 

"Gül," dedi. "Telefonu burada."

 

"Neler oluyor?" diye sordu Sibel. "Tüm bunlar... Ne demek oluyor abi?"

 

Demir ellerini saçlarına geçirip sertçe çekiştirdiğinde bağırmak istedi ama yapamadı. Tam o sırada telefonuna gelen mesaj sesiyle eli cebine gitti. Telefonunu çıkardı ve gelen mesajı açtı.

 

Bir fotoğraf.

 

Üzerine bomba yüklü yelek giydirilmiş küçük kız kardeşinin fotoğrafıydı. Gül'ün başı öne eğikti. Sanki yüzünü onlardan saklamıştı.

 

Ve altında bir not...

 

Kardeşine iyi bak komutan. Yarım saat sonra tek bir parçası bile kalmayacak. Ben kardeşimin tek bir parçasını bile bulamadım senin yüzünden. Sende kardeşinin tek bir parçasını bile bulamayacaksın benim yüzümden. Ödeşmemize son yarım saat...

 

Bölüm Sonu.🖤

 

Nasıl buldunuz bölümü?

 

En sevdiğiniz sahne, replik?

 

Oy verip bol bol yorum yapmayı unutmayalım lütfenn.🙏🏼💫🥹

 

İnstagram: nazankaraermis

nazankrrmshikayeleri

 

♥️

 

Loading...
0%